Beş yıldır yazdığım bu köşede sanırım ilk kez zeytinyağını konu edeceğim. Birkaç sebebi var bunun. Ailemin bir tarafı zeytinyağı üretiminde dördüncü kuşak, yani az çok anlıyorum zeytinyağı işinden. İyisini hatalısını ayırt edebilmekten öte bu işin ne kadar meşakkatli olduğunu iyi biliyorum. Dışarıdan göründüğü kadar romantik bir dünya olmadığını ve yıllar içinde maliyetlerin çok artıp getirisinin ne kadar azaldığını da gayet iyi biliyorum. Etrafta dolup taşan yüzlerce markanın -çoğunun- sadece bir hobi gibi geçici bir hevesin ürünü olduğunu bildiğim için de genel anlamda biraz uzak durmayı tercih ediyorum.
Bu arada markaların artmasına karşıyım sanmayın. Zira bir ürünle alakalı üretim çeşitliliği ve butik üretici arttıkça o ürüne karşı tüketicinin merak ve ilgisi de artıyor. Bu da beraberinde bilinçlenmeyi getiriyor. Şimdi size anlatacağım üç üreticinin yaptıklarıyla bu bahsettiklerime katkısı büyük. Üçü de dededen kalma zeytinlikle değil, kendi gönül bağlarıyla başlamışlar bu işe.
YILDIZLARIN MARKETİNDE
İlki Olizzi’nin kurucusu Ece Er Aydın. Ece 30’larının başında gencecik, akıllı ve çalışkan bir girişimci. Olizzi’nin dikkatimi çekme sebebi kızımı görmeye Los Angeles’a her gittiğimde mutlaka uğradığım Erewhon markette rastlamam oldu. Erewhon, Hollywood yıldızlarının ve Amerikalı milyonerlerin da alışveriş yaptığı, her şeyin en iyisini bulabileceğiniz bir market. Ve Olizzi de oradaki en çok satan zeytinyağı markalarından biri. Gurur duymayalım da ne yapalım?
Bir kere bu tarz yerlere girmek zor. Girdikten sonra ürününüzü tutundurmak daha da zor. Ece bunların hepsini kendi başına yapmış. Tombik şişelerdeki ambalajlaması çok sade ve net. Özellikle ‘Baby Organic’ adı altında çıkardığı, bebeklerin de tüketimine uygun zeytinyağıyla tekil kullanımlık paketlere koyduğu iyi kalite zeytinyağı çok ilgi görüyor. Çünkü ikisi de her zaman bulunur şeyler değil.
Genç girişimci, ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunu. Olizzi’yi Amerika’da yaşadığı dönem İtalyan, İspanyol, Yunan hatta Fas zeytinyağlarını görüp hiç Türk markasına rastlamayınca kurmaya karar vermiş.
Türk mutfağını geleceğe taşıyacak genç şeflerin desteklenmesi için düzenlenen, benim de jürisinde olmaktan heyecan duyduğum 35 Yaş Altı 3 Şef Yarışması’nın kazananları belli oldu. Metro Türkiye ana sponsorluğunda Dude Table tarafından Gastronometro’da üçüncüsü düzenlenen yarışmada yerel mutfağın ve mutfakta atıksızlık prensiplerinin önemini ön plana çıkaran tabaklar sunuldu.
Detaylara girmeden önce ilk intibamı söyleyeyim: İnanamadım. Evet, seviye o kadar yükselmiş, çıta o kadar üstlere çıkmıştı ki... Yarışmada olduğumuzu bilmesek ve “Michelin yıldızlı bir restorandasın” deseler yadırgamazdık. Sadece bunlar değil, malzemeye olan farklı bakış açıları ve hatta keşfedilen yeni teknikler bile vardı. Tüm bunlar ne demek oluyor; bu tarz organizasyonlar sadece gençlere kendilerini gösterme fırsatı yaratmıyor, işin içine yarışma eylemi girince onları daha çok kamçılayıp sınırlarını zorlamalarına da vesile oluyor. İşte bu yüzden bir kez daha aklınıza sağlık diyorum Dude Table’a.
Bu arada hiç de bayılmam böyle yarışmalarda olmaya. Zira önünüze gelenlerin hepsini ufacık da olsa tatmak zorundasınız iyi veya kötü.
Fazla profesyonel olmayanlarda tattıklarınız genelde kötüdür ve artık bir noktadan sonra eziyete dönüşür. Bu yarışmada da elbette olmamış tabaklar vardı ama geçen yıllara göre çok daha az sayıdaydı. Bu yıl gençler müthiş hazırlanmış hatta çoğu yanında yetiştiği şefiyle gelmişti. Demek oluyor ki akıl hocalarının desteğiyle hazırlanmışlardı yarışmaya.
Jüri olarak işimiz zordu anlayacağınız. Jüride geçen iki yılda olduğu gibi Gastronometro Direktörü Maximillian J.W. Thomae ve Dude Table Gastronomi Pazarlama Ajansı kurucusu Funda İnansal’ın yanında şarap uzmanı ve eğitmen Levon Bağış ile şefler Ozan Kumbasar, Sara Tabrizi ve Mustafa Otar vardı. Mutfak kısmındaysa çalışma disiplinini ve akışı Gastronometro yönetici eğitmen şefi Murat İlke Özipek gözlemledi. Jüridekilerin farklı bakış açılarına sahip olmalarının yarışmacıyı mercek altına alma konusunda son derece faydalı olduğunu gördük. Herkes merak ettiği farklı bir şeyi sorup bambaşka açılardan yaklaşmamıza vesile olabiliyor. Yeri gelmişken söyleyeyim, sadece tabağı yapıp önümüze koymanın yetmediğini gençlerin anlamış olması güzeldi. Yaptığı işi doğru anlatıp ifade edebilmek o kadar önemli ki bu tip yarışmalarda.
Başvuru sayısı katlandı
İşin sonunda kısa da olsa yurtdışında eğitim fırsatı olunca yarışma elbette çok ilgi görüyor. Bu sene diğer senelere göre neredeyse iki katı kadar başvuru vardı. Başvuruları tek tek inceleyip ön elemeleri yaparken oldukça zorlandık. Her yıl bazı düzenlemeler de oluyor başvuru kurallarında. Mesela bu yıl öğrenciler yarışmaya alınmadı. Sektörün içinde ve bire bir mutfakta olanlar başvurdu, bu da olayı daha profesyonel boyuta taşıdı.
Finalde toplam 10 yarışmacıyı değerlendirdik. Tabağın görselliği, coğrafi işaretli ürün kullanımı, Türk mutfağına yaptığı atıf, atıksızlık, menünün kendi içindeki uyumu ve tabii her ne olursa olsun Max’ın her zaman dediği gibi en önemli şey olan lezzet puanlamayı belirledi. Baştan dedim ya, işimiz gerçekten zordu. Seçimlerde epeyce zorlandık, hatta seçtiğimiz üç kişiye artı bir yaparak bir de jüri özel ödülü verdik.Musa Karateke
Vietnam doğal güzellikleri, tropikal iklimi ve sokak lezzetleriyle son dönemin en gözde destinasyonlarından biri. Eğer bu renkli ülkeye bir seyahat planlıyorsanız, bölgenin kültürünü ve zenginliğini daha iyi tanıyabilmeniz için size adım adım bir rehber hazırladım. Öncelikle kahvaltınızı yerel lezzetlerle yapın. Ardından Asya’nın en hareketli şehri olarak bilinen Ho Chi Minh City’yi (eski adıyla Saigon) rotanıza ekleyin. Eğer bahar aylarına doğru bir tatil planlıyorsanız mutlaka Nha Trang’a gidin. Başkent Hanoi’de kendinizi sokaklara atın ve keşfe çıkın.
Yüzde 42’si orman olan ülkenin biyolojik çeşitliliğine en iyi Ninh Binh’de tanık olabilirsiniz. Yorgunluğunuzu alması için bir Vietnam kahvesi içmeyi unutmayın. Ülkenin özel lezzetlerini denemeden de dönmeyin.Pho çorbası
Güne yerel lezzetlerle başlayın
Bir Vietnamlı gibi kahvaltı etmek istiyorsanız iki alternatifiniz var: Pho (Fo diye okunuyor) ve banh mi. Pho et suyu bazlı ve pirinç noodle ile yapılan bir tür çorba. İçine lime, soya filizi, çili biberi, mantar ve kişniş gibi otlar ekleniyor. Sığır eti (pho bo) ya da tavuk eti (pho ga) ile yapılan iki türü var. Çorbanın orijini Hanoi olsa da ülkenin tamamında içiliyor ve tabii bölgeden bölgeye içine katılan şeyler farklılık gösteriyor. Banh mi de Uzakdoğu’da görmeyi beklemediğiniz türde bir sandviç. Fransızlardan miras çıtır baget ekmeklerine ciğer pate sürüp tiftiklenip tel tel kızartılmış çıtır tavuklardan dolduruyorlar.Nha Trang
Şifalı çamur banyosunu deneyin
Vietnam Havayolları iç hatlar uçuşlarıyla ülkenin her noktasına zahmetsizce ulaşılıyor. Saigon’dan 45 dakikalık kısa bir uçuşla Nha Trang’a gidin. Burada The Anam Resort’ta kalabilirsiniz. Yerli sermayeyle yapılmış, müthiş gustolu, dünya standartlarında bir yer. Hiç üşenmeyin, sabah gündoğumunda uyanıp otelin önündeki uçsuz bucaksız plajda güneşin, denizin içinden yükselişini izleyin. Sadece seyahatinizin değil, hayatınızın en özel anlarından birini yaşayacağınızı garanti edebilirim. Ufak bir tekne seyahatiyle Hon Mun Adası’na gidin. Burada dilerseniz su sporları yapabilir veya turkuvaz denizin tadını çıkararak eğlenceli vakit geçirebilirsiniz. Anakaraya döndükten sonra Thap Ba’ya gidip son derece steril havuzlara girebilir, şifalı çamur banyosunu deneyebilirsiniz.Edebiyat Tapınağı
Simge yapıları fotoğraflayın
Vietnam’ın başkentinde de görülecek birçok durak var. Önce Hanoi’nin Fransız Mahallesi’nde bir sabah yürüyüşü yapın. Hoa Lò Hapishane Müzesi’ne mutlaka uğrayın. Orada bölge sakinlerinin Fransız sömürgecilere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesine tanık olabilirsiniz. Ayrıca binanın iç savaş boyunca birçok büyüleyici kullanımı hakkında da bilgi edinebilirsiniz. Bir yürüyüş turu gölgeli plazaların etrafındaki şık butikleri, kitapçıları ve kafeleri de ortaya çıkaracak. Opera Binası gibi simge yapıları fotoğraflamayı ihmal etmeyin. Hâlâ sürdürülen eski geleneklerden biri olan Water Puppet Show’a mutlaka gidin. Kâğıt ürünleri satan Hang Ma ve gümüş için en iyi seçimleri bulacağınız Hang Gai caddelerinde turlayın. Ülkenin ilk ulusal müzesi olan ve şimdi edebiyat bilginlerine adanmış Edebiyat Tapınağı’nı da kaçırmayın. Süslü kırmızı ve altın ahşap işçiliği dikkatinizi çekecek. Şehrin canlı kaosuna geri dönmeden önce huzur bulacağınız bir yer.
Deli mi bu kadın? Durduk yerde insan niye böyle bir heyecan yaşamak ister ki diye düşünmeyin. Öyle gözü kara tiplerden olmamama rağmen yürüyüş safarisi teklifini geri çeviremezdim, böyle bir deneyim hayatınız boyunca kaç kere karşınıza çıkabilir ki! Üçüncü safari seyahatimde yine çok sevdiğim Tanzanya’daydım. Tanzanya çok geniş bir safari alanına sahip: Serengeti Milli Parkı, Ngorongoro Krateri ve Manyara Gölü’nü kaplayan bu koskocaman alanın her bir bölümünde farklı deneyimler yaşayabiliyorsunuz. Ben bir kez Manyara Gölü safarisinden sonra ikinci kez Serengeti Milli Parkı’ndaydım. İlk iki deneyimimde o bildiğimiz kocaman 4x4’lerdeki safariyi yaptığım ve profesyonel fotoğraf çekimi peşinde koşmadığım için alternatif heyecan arayışıma çok iyi cevap verdi yürüyüş safarisi.
Safari çok farklı bir seyahat deneyimi. Sadece bir kez çıkıp bu kadar yetti diyen de var, her yıl bir kez safariye çıkan tutkunları da. Birden fazla safari seyahatine çıkanlar her defasında farklı lokasyon ve farklı otel seçimleriyle deneyimlerini çeşitlendirebiliyorlar.
Bu tarz seyahatlerde en önemli şey güvenlik. Çadır tipi konaklamalar beni biraz ürkütüyor. Gerçi tüm kamplarda koruma olarak bölgenin halkı Masailer çalışıyor olsa da sonuçta vahşi doğanın içindesiniz.
Ben ikinci kez kendimi çok rahat hissettiğim ve profesyonel ekibine bayıldığım Four Seasons Safari
Lodge Serengeti’de kaldım. İçinde bulunduğum destinasyonun kültürünü ve estetiğini yaşayabiliyor olmak ayrıca önem verdiğim bir nokta.
Maksimum heyecan!
Uçsuz bucaksız savananın göbeğinde maksimum ‘heyecan’ faktörü ne olabilir sizce? Odanızın balkonunda otururken veya havuzda yüzerken hayvanların resmi geçidi desem...
Anlamlar yüklediğim günlerden değildir Sevgililer Günü. Ama bugünü bahane edip bir araya gelmeye vesile olan organizasyonlara da itirazım olmaz. ‘Şeflerin Düeti’ bunlardan biri oldu. Uzun yıllar Kıbrıs’ta çalışan ve artık Kıbrıs mutfağının bir elçisi olan Veli Bayraktar, executive chef’i olduğu Elexus Hotel mutfağında dönem dönem şef arkadaşlarını ağırlıyor. Ben de ‘Şeflerin Düeti’ adını verdikleri ve Murat Bozok’un konuk olduğu bu etkinliğin dördüncüsü için geçen hafta Kıbrıs’taydım.
Sadece yemek deneyimiyle sınırlı kalmadı bu buluşma. Gazimağusa’daki Othello Kalesi’ni ziyaret edip biraz da Sevgililer Günü vesilesiyle adanın hiç bilmediğimiz hikâyelerini dinleme fırsatı bulduk. Meğerse Kıbrıs bir aşk adasıymış da haberimiz yokmuş. Ada bir zamanlar Antonius tarafından aşkının nişanesi olarak Kleopatra’ya hediye edilmiş. Hatta bu hikâye, Shakespeare tarafından ‘Antonius ve Kleopatra’ adıyla kaleme alınan tiyatro oyununda da konu edilmekte. Shakespeare’in bir başka eseri olan ve imkânsız aşk hikâyesini anlatan ‘Othello’nun bir kısmı da yine Kıbrıs’ta mimarlığını Leonardo Da Vinci’nin yaptığı Othello Kalesi ve çevresinde geçmekte.
Düğün yemeği ve kolokas
Başka bir tarihi olaydaysa İngiliz tarihinin en önemli isimlerinden Aslan Yürekli Richard, Haçlı Seferleri sonrasında Kıbrıs’ta yaşadığı süre zarfında Kraliçe Berengaria ile evlenmiş. Tarihi kaynaklarda, balayını Kantara Kalesi’nde geçirdikleri ve düğün yemeği menüsünde ada halkının çok sevdiği ‘kolokas’ın olduğu biliniyor.
Konu kolokasa gelmişken hemen yemeklerin detaylarına geçelim.
Kolokas kocaman bir kök sebze. Görünümü şekerpancarına benziyor, tadıysa yüksek nişastalı patates gibi... Sadece Kıbrıs’ta olduğu söyleniyor ama hatırlıyorum babaannem tam da
adanın karşı sahiline denk gelen Gilindire’den (Mersin’in Aydıncık ilçesine bağlı) getirdiği ve ‘kulakas’ dediği, çok az bulunan bu sebzeyi keçi etiyle pişirirdi bize. Tadı değişik gelirdi, pek bayılmazdım. Yıllar sonra anladım bizim kulakasın Kıbrıslıların kolokasıyla aynı olduğunu.
Aslan yürekli Richard’ın düğün yemeğinin (İngiltere dışında evlenen ilk kralmış) başmalzemesi olan kolokas bizim menümüzde ana yemeğin eşlikçisiydi. Adaçayıyla tütsülenen kuzu sırtının yanında tatlı patates ve kuru incirle verilmişti. Adada küçükbaş hayvancılık ağırlıkta olduğu için yemeklerin neredeyse tamamı kuzuyla yapılıyor. Adaçayı da adada bolca yetişiyor. Malum adadayız, eldeki kısıtlı malzemeleri iyi değerlendirmek gerekiyor. Şeflerimiz adaçayını balkabağı çorbasında da bir miktar kullanarak balkabağının o yumuşak tadını beklenmedik bir şekilde yukarı çekmişti.
İlk adresimiz Smoked Room. Restorandan içeri girince kalabalığın oturduğu alanı (Lena adını verdikleri restoranı) es geçip başka bir kapıya yöneliyor ve Smoked Room’a giriyorum. Girişte yuvarlak bir masa, az ilerisinde sekiz kişilik upuzun bir tezgâh var. ‘Fire Omakase’ olarak adlandırıldığı konsepte uygun şekilde sadece 14 kişiye servis veriyor. Malum, kendinizi şefin eline teslim ettiğiniz, o ne yollarsa onu yediğiniz omakase restoranları hiçbir zaman fazla müşteriye servis etmez.
Yanan ateşin önünde birazdan başlayacak olan servis için hummalı bir hazırlık var. Tezgâhın üzerine dizili nar gibi kızarmış brioche’lar bana göz kırparken bir anda önüme ters çevrilmiş şarap kadehi geliyor. Kadehin içinde siyah trüf dilimleri. Kadehle aynı anda gelen kocaman kâse içindeyse bahçe yeşillikleri arasına yerleştirilmiş, bütün haldeki kocaman siyah trüfler var. Kadehi kaldırıp önce içerisine riesling dolduruyorlar. Sonra kadehin altından çıkan trüf dilimlerini taş bir havana alıp biraz tuz ekleyip eziyorlar. Sonra o kocaman trüflerin arasında onlara benzemesi için siyah külle kaplı bir parça pastörize edilmemiş tereyağını alıp havanda hepsini hemhal edip servis ediyorlar.
YENİ KONSEPT
Smoked Room’da ateş ve duman önünüze gelen her yemeğin başrol oyuncusu. 2021 yılında Madrid’de
kurulan Smoked Room, açılışından altı ay gibi çok kısa bir süre sonra 2 Michelin yıldızı almış. Dani García ilk yıldızını henüz 24 yaşındayken Tragabuches’da alıp parlak genç bir şef olarak tüm İspanya’nın dikkatini çekmiş. Ardından iki yıldızlı restoranı Calima ile daha da tanınmış. Ama esas ses getiren hareketlerden birini altı yıl önce Bangkok’ta tanıştığımda yaptı. 2019 Şubat ayıydı. Marbella’daki restoranının üçüncü yıldızı açıklandı. Büyük bir coşku yaşarken restoranı kapatacağını duyurması onu manşetlere taşımıştı. Amacı basitti; yeni ve daha erişilebilir yemek konseptleri yaratmak. İşte Smoked Room, bu üç yıldızdan sonra doğan yeni konsept.
İspanyol mutfak devriminin 30’uncu yılının kutlandığı Madrid Fusión sahnesinde, “Devrimi aramamalıyız, ona takıntılı olmamalıyız. Devrimler planlanmaz, gerçekleşir” diyor Ferran Adria. Malum kendisi devrimin öncülerinden. Restoranı El Bulli’de yaptığı iç kısmı sıvı, dışı incecik bir zarla kaplı olan zeytin, o zamanlar gastronomi dünyasında çok büyük yankı uyandırıp bir akımın da öncüsü olan çalışmalarındandı.
Bu 23’üncü edisyonunda Madrid Fusión, İspanyol mutfağının çoğunlukta olduğu, gastronomi dünyasının ağır toplarını sahnede bir arada toplayıp hepsini aynı anda İspanyol mutfağının devinimiyle alakalı konuşturdu. Madrid Fusión’un kurucusu José Carlos Capel’e göre ‘moleküler mutfak’ veya ‘yeni İspanyol mutfağı’ gibi tanımlar tutmadı. Bu isimsiz bir devrimdi. Fransa gibi gurme mutfak geleneği olmayan bir ülkede kaleye saldırmadan yapılan bir devrimdi.
Yayıncı Toni Sagarra ise konuyla ilgili güzel yorumlardan birini yaptı: “Devrimlerle ilgili en önemli şey sonuçlar ve yeni şeylere geçişte evrimleşmektir. Bu devrim bizi haute cuisine’de (yüksek mutfak sahnesinde) dünya lideri yaptı. Bir zamanlar Fransa’nın olduğu yer artık İspanya’nındır, bu yadsınamaz bir gerçektir.”
Yok, Toni Sagarra’nın abarttığını düşünmeyin. Madrid’de attığım kısa bir tur ve ziyaret ettiğim birkaç restoran bana bunu tekrar hatırlattı. Bambaşka bir aurası var bence yenilikçi İspanyol şeflerin. Bilimsel çalışıyor olmaları, tek bir doğruya bağlı kalmamaları sayesinde de sınırlarını geniş tutarak bu noktaya gelmişler.Organizasyon boyunca düzenlenen etkinliklerde ünlü şefler yeni tekniklerini gösteren yemekler yaptı.
Tarif vermekle kalmıyor...
2003’ten bu yana her yıl ocak ayında düzenlenen bu etkinlik, dünyanın dört bir yanından, farklı disiplinlerdeki gastronomi profesyonellerini bir araya getiriyor. Madrid Fusión, mutfak sanatlarının geleceğini şekillendiren bir forum olarak görülüyor. Çünkü dünyanın en iyi şefleri burada en son tekniklerini paylaşırken yeni akımların doğuşuna da öncülük ediyor.
Genç bir aşçısınız ve hayranı olduğunuz şef o yıl yaptığı tabağı sahnede uygulamalı olarak anlatıyor. Sadece tarif vermekle kalmıyor, o tabağı hazırlarkenki bakış açısını da size anlatıyor. Yeni pişirme tekniklerini, yerel malzemeleri kullanma biçimlerini, sürdürülebilirlik konusundaki yenilikleri ve daha pek çok şeyi paylaşıyor. İlham almamak mümkün değil.
Madrid Fusión’da üç gün geçirdim. Ve neredeyse bir dakikam boşa gitmedi. Az önce verdiğim diyalogların yaşandığı ana sahnede dünya starları geçen yıl içinde attıkları adımları, hazırladıkları tabakları anlattılar. ‘Dreams’ adlı başka bir sahnede tarımdan tabağa, geleceğe dair beklenenler ve öngörüler konuşuldu.
Fransa’da 23-27 Ocak’ta gerçekleşen Sirha Lyon Fuarı’na Bonna Porselen markasının davetlisi olarak katıldım. Marka, Sirha’nın kalp atışı olan Bocuse d’Or yarışmasının da ana sponsorlarından biriydi. Yani dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir yarışmada şefler sadece Türk yapımı ve tasarımı tabaklar kullandı. Bana göre bu büyük gurur ve geniş bir vizyon. Markanın hikâyesini daha sonra anlatacağım ama önce biraz fuar gözlemlerimden bahsedeyim.
Sirha’da da gördüm ki, bitki bazlı alternatifler nahif ataklarını sürdürse de şarküterinin tahtı daha uzun yıllar sapasağlam yerinde duracak gibi görünüyor. Zira ortalık kocaman işlenmiş butlar, envai çeşit kürlenmiş etlerle doluydu. Hazır ürünler ve özellikle de sos konusunda ünlü şeflerle yapılan işbirlikleri boyut atlamış durumdaydı. Üç yıldızlı şeflerin hazırladıkları karides karpaçyolar ve iddialı soslarla neredeyse hiç yemek yapmayı bilmeden yıldızlı tabak ayarında sunumlar hazırlamak mümkün artık.
YÜKSELİŞE GEÇENLER
Bir dikkat çeken gelişme de büyüyen alkolsüz içecek sektöründe. Şeker oranları üçte birine düşürülmüş, içine gerçek meyve özleri konmuş, maden suyuyla köpüklendirilmiş içeceklerde çok heyecanlı denemeler gördüm. Japon narenciyesi olan yuzu en çok kullanılan meyvelerden biri. Dondurmalarda ve salata soslarında yine Japonya’da çok kullanılan siyah susamın yükselişi var. Ama bunun yanında hemen her hazır sos üreticisi özellikle dürümlerin içine kendi stilinde bir ‘kebap sos’ hazırlamıştı.
Sirha dört gün boyunca çok önemli iki yarışmaya da ev sahipliği yaptı; Coupe Du Monde De La Patisserie ve Bocuse d’Or finalleri. Patisserie yarışmasında takımlar sabahtan akşama kadar şeker ve çikolatadan yaptıkları büstlerin yanında jüriye tattıracakları ürünleri hazırladılar. İki yıl önceki gibi bu yılın da kazananı, tatlı kültürü bile bulunmayan Japonya oldu. Ama hazırladıkları o sanat eseri kıvamı büstü görseniz, tatlılarını sorgulamaya gerek bile duymazsınız. Bocuse d’Or kazananıysa Fransa oldu.