Türkiye’deki tartışmaların bir benzeri İspanya’da yaşanıyor.
O yüzden Madrid ve Barselona’yı yakından takip ediyorum.
Madrid, yeni konut inşaatına ağırlık vererek arzı artırmayı öneriyor. Belediye Başkanı José Luis Martínez-Almeida, “Sorun, daha fazla konut inşa ederek çözülebilir” diyor. Yani arsa üretmek, sosyal konut projeleri geliştirmek ve yatırımcıyı teşvik etmek gerekiyor.
Barselona Belediye Başkanı Jaume Collboni, tam tersine turistik konaklamayı kısıtlayarak ve kiralara tavan koyarak mevcut konutları korumayı savunuyor. Barselona’nın durumu elbette farklı, çok turist çeken bir şehir...
Kısa süreli kiralamaların ev fiyatlarını yükselttiğini ve şehirdeki yerel halkın barınma hakkını tehdit ettiğini düşünüyorlar.
Aslında biz de bu iki modelin tam ortasında duruyoruz. Bir yanda yeni konut üretmek ve kentsel dönüşümü hızlandırmak isteyenler var. Diğer yanda kira düzenlemeleriyle mevcut konutları daha erişilebilir kılmayı savunanlar.
Emlak Konut’un açıkladığı yeni Kazançlı Yatırım Kampanyası bu açıdan önemli bir adım. Peşinatsız, azalan taksitli ve orta gelir grubuna hitap eden bir model sunuluyor. Ancak Madrid’in önerdiği gibi yeni konut inşa etmek tek başına yetmez.
Bu yıl dördüncüsü düzenlenen “Şeflerin Düeti” etkinliği, tam da bu anlayışın bir yansımasıydı. Elexus Hotel’in mutfağı, artık gelenekselleşen bu etkinlikle bir lezzet laboratuvarına dönüştü.
Akdeniz mutfağı, sadece yemeklerden ibaret değil. Bu bir kültür mirası. Her tarifin arkasında yüzyılların getirdiği bir hikâye var.
Elexus Hotel’in şefi Veli Bayraktar, tam da bu noktaya dikkat çekiyor.
“Akdeniz mutfağı, tarih boyunca farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle büyüyen ve gelişen bir sentezdir. Mutfağın tarihsel köklerini modern gastronomiyle birleştirerek bir deneyim sunmayı seviyoruz. Akdeniz’in en önemli adalarından olan Kıbrıs, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu medeniyetlerin mutfak mirasını barındıran özel bir coğrafyadır. Aynı zamanda kültürel çeşitliliğin birer temsilcisidir. Yemeğin kökenini ve gastronomik evrimini aktararak, mutfağın birleştirici gücünü göstermek istiyoruz. Modern pişirme teknikleriyle geleneksel tatları harmanlayarak, gastronominin sadece bir beslenme biçimi olmadığını, aynı zamanda bir sanat olduğunu vurgulamayı amaçlıyoruz."
Gastronomide artık yerel ve geleneksel olanın yeniden yorumlanması çok kıymetli. Ege’nin otları, Kıbrıs’ın hellimi, Akdeniz’in deniz mahsulleri... İşte bu bileşenler, tabaklara modern tekniklerle taşınıyor.
Kıbrıs’ta şeflerin düeti vardı.
Ve ne yazık ki kentsel dönüşüm konusunda zamanı çoktan kaybettik.
İzmir’in yapı stokunun yarısından fazlası depreme dayanıklı değil. Üstelik bu sadece bir deprem meselesi değil; aynı zamanda bir şehirleşme ve gelecek vizyonu meselesi.
Yıllardır, “Güzel İzmir” diyoruz ama gerçekten güzel mi? Plansız kentleşmenin, çarpık yapılaşmanın, trafik ve altyapı sorunlarının gölgesinde kaldı bu güzel şehir.
Ama elimizde büyük bir fırsat var. İzmir’i 21’inci yüzyılın örnek şehirlerinden biri haline getirebiliriz.
Kentsel dönüşüm denince akla hep aynı şey geliyor. Eskiyi yık, yenisini yap. Ama bu model hem maliyetli, hem de sürdürülebilir değil.
Daha büyük bir vizyon gerekiyor. İzmir, Türkiye’nin ilk akıllı şehir modeli olabilir.
Depreme dayanıklı, enerji verimli ve çevreci binalarla yeni bir kent düzeni oluşturulmalı.
Artık çocukların yanında “ders anlatan” bir ebeveynden çok, öğrenme sürecini yöneten, hangi yapay zekâ aracının en faydalı olduğunu bilen bir veliye ihtiyaç var. Eskisi gibi “Öğretmen ne anlattı?” demek yetmeyecek. “Hangi kaynakları kullandın?” ya da “Hangi yapay zekâ asistanından nasıl yardım aldın?” diye sormak gerekecek galiba.
Çok net...
Dijital devrim sadece çocukları değil, anne babaları ve öğretmenleri de değişime zorlayacak.
Veliler, “öğrenme koçu” olmak zorundalar. Çocuk hangi becerileri öğrenmeli, hangi kaynakları kullanmalı, hangi yapay zekâ asistanı ona daha iyi yardımcı olabilir?
Peki, öğretmenler? Yapay zekâ bir konuyu öğrencinin seviyesine uygun şekilde anlatabiliyorsa, öğretmen sınıfta ne yapacak? İşte burada büyük bir paradigma değişimi var.
Öğretmen artık sadece “bilgi veren” kişi değil. Çünkü bilgi her yerde. Google’da, YouTube’da, yapay zekâ asistanlarında... Öğretmenin asıl görevi, bu bilgiyi yorumlamayı öğretmek olacak. Eleştirel düşünmeyi, problem çözme becerilerini, etik değerleri aşılamak.
Öğretmenler artık birer bilgi aktarıcısı değil, “öğrenme mimarları” olacak. Öğrencinin en iyi nasıl öğrendiğini anlayan, onu yönlendiren, yapay zekâ destekli araçları en verimli şekilde kullanan bir rehber haline gelecekler.
“Sağlık Serbest Bölgesi” diye bir proje konuşuluyor.
Hani şu yıllardır gündeme gelip bir türlü hayata geçirilemeyen projelerden biri.
Hatırlayanlar vardır. 2010 yılında dönemin Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, bu projeyi masaya koymuştu. Yasa çıkarıldı, yönetmelikler hazırlandı ama istenilen sonuçlar alınamadı.
Şimdi, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi’nde Uzm. Dr. Atilla Ayral ve ekibi bu projeyi yeniden gündeme taşıdı. Ama bu sefer iş biraz daha farklı. “Hadi yapalım” demiyorlar. Önce İzmir sağlık sektörü ne düşünüyor, onu anlamaya çalışıyorlar. Çünkü her şeyden önce şu soruya net bir cevap lazım.
Gerçekten böyle bir şeye ihtiyaç var mı?
Bakın, bu işin bir benzeri 2023 yılında İstanbul’da yapılmıştı. Dr. Cemal Yılmaz, 518 kişiyle anket yaptı. Katılımcıların yüzde 59’u “Evet, ihtiyaç var” dedi. Ama 37.7’si tereddütlüydü.
Dr. Ayral ise İzmir için özel bir modelden bahsediyor. “Her yere aynı projeyi uygulamayın” diyor.
Bir sabah kalktık ve anladık ki işe gitmek için ofis masasına oturmak zorunda değiliz.
Laptoplarımızı aldık, internet bağlantımızı sağladık ve dünya bizim ofisimiz oldu.
Euronews’te okudum.
Lizbon, Barselona, Tiflis, Budapeşte derken dijital göçebeler için en cazip şehir listeleri uzayıp gidiyor.
Ama bir şey dikkatimi çekiyor:
Neden İzmir bu listelerde yok?
Habere göre Lizbon, dijital göçebelerin gözdesi.
Hatay, Maraş, Adıyaman, Malatya, Gaziantep... Şehirler yerle bir oldu. Binlerce insanımızı kaybettik.
Ama...
Türkiye’nin deprem gerçeği sadece 6 Şubat’la sınırlı mı?
Körfez depremi, İzmir depremi...
Biz bu acıyı ilk kez yaşamadık.
1999’da Körfez depremi; resmi rakamlara göre 17 bin insan hayatını kaybetti.
2011’de Van depremi; yüzlerce can gitti.
Türkiye’nin fine dining (yaratıcı, iyi yemek) sahnesiyle dünya gastronomisi arasında bir köprü kuran Gastromasa... Bundan on yıl önce Gökmen Sözen, “Bu ülkeye dünya şeflerini getirirsem neler olur?” diye sorduğunda, kimse bu denli büyük bir yankı yaratacağını tahmin etmiyordu. Ancak o, bu işin sadece bir kongre organizasyonu olmadığını biliyordu. Bir hikâye yazmaya karar verdi.
Gastromasa sadece İstanbul’un değil, Londra’nın da ev sahipliği yapacağı uluslararası bir gastronomi zirvesine dönüştü. Dünyanın en önemli şeflerini, gastronomi yazarlarını, yatırımcılarını ağırlayan bu etkinlik, Türkiye’yi bir mutfak destinasyonu olarak konumlandırdı.
Ve evet, bu yıldızlar geçidi sadece restoran sahiplerini değil, aynı zamanda Michelin ve Gault&Millau gibi devleri de cezbetti.
Türkiye, Michelin yıldızlarına yeni yeni alışırken, Gökmen Sözen bir adım daha ileri giderek Gault&Millau’yu da ülkeye taşıdı. Fransa kökenli bu rehber, lezzeti sadece tabaktaki yemekle değil, ağırlama sanatıyla da ölçen bir sistem. Restoranları, fine dining’den sokak lezzetlerine kadar geniş bir perspektifle değerlendiriyor.
Ve şimdi... Antalya, İzmir, İstanbul, Gaziantep gibi gastronomik potansiyeli yüksek şehirler, Gault&Millau’nun sarı sayfalarında kendine yer bulacak. Peki, bu ne anlama geliyor? Şu: Türkiye artık sadece kebapla, dönerle anılan bir mutfak olmaktan çıkıp, fine dining sahnesinde de iddialı olduğunu gösteriyor.
İşte en kritik soru: Türkiye’nin gastronomik haritası güçlü mü? Sözen’in cevabı net: “Evet ama eksiklerimiz var.”
Geleneksel mutfağımızın zenginliği tartışılmaz. Ancak, 85 milyonluk bir ülkede yalnızca birkaç fine dining restoranın olması düşündürücü. Dünyada İtalyan, Fransız, Japon mutfakları bu kadar yaygınken, Türk mutfağı neden sadece döner ve kebapla biliniyor?
Yatırımcıları, genç şefleri, yerel üreticileri uluslararası arenaya taşımak, Türk mutfağını global bir marka haline getirmek gerekir. Ve bunu yaparken, sadece lezzet üzerinden değil, bir kültür stratejisiyle ilerlemek de lazım.