24 Aralık 2005
OSMANLI döneminde esnaf ayaklandı mı sadrazam gidermiş. O zaman bugünkü gibi işadamı kavramı yok, ekonomik gücü esnaf temsil ediyor. Bugün memleketin ekonomik gücünü temsil edenlerin kreması TÜSİAD’da toplanıyor. TÜSİAD, TOBB gibi Başbakanlığa bağlı, üyeliği zorunlu olan yarı devlet kuruluşu değil. Bu anlamda Avrupa Birliği normlarında bir kurum. Gücü de bugünün dünyasında tam da buradan kaynaklanıyor.
Siyasi iktidar ile ekonomik güç arasında ayrılık doğduğunda genellikle kaybeden taraf siyasi iktidar olur. Bütün dünyada da bu böyledir. Amerika’da petrol şirketleriyle ihtilafa düşen bir iktidar ayakta kalabilir mi? Gerçekçi olmak gerek. Dünyanın her yerinde bu böyledir.
Her şey bir yana, TÜSİAD bu iktidarı az desteklemedi. O zaman iyiydi de, şimdi mi suç duyurusuna layık görülüyor? Kontrolsüz kızgınlığının kendisine zarar verebileceğini Başbakan’a kimse söylemiyor mu?
* * *
AKP, seçmen nezdinde sanıldığı kadar güçlü mü? Araştırma şirketi Yönelim’in 1950 yılından bu yana hangi seçimlerde gerçek anlamda "kırılma" yaşandığını gösteren bir çalışması var. 2002 seçimleri "çevre"nin iktidara taşınması anlamında bir kırılma noktası oluşturuyor. 1950’de "çevre", iktidardaki takımı değiştirmişti, 2002’de ise bu kez kendisi doğrudan iktidar oldu. Ancak çevrenin iktidara taşınması, toplam seçmenin sadece yüzde 26’sının desteğiyle yapıldı. Bu ne demek? Evet, AKP geçerli oyların yüzde 34’ü ile iktidara geldi; ama Türkiye seçmen sayısının toplamına bakıp geçersiz oylarla sandığa gitmeyenleri de düştüğünüzde, gerçek desteğin oranı yüzde 26’da kalıyor.
AKP’nin Türkiye’de mevcut tüm seçmenin sadece dörtte birini arkasına aldığını zaman zaman hatırlamasında yarar var.
* * *
Bu arada yine 2002 seçimlerinde tüm seçmenin yüzde 35.2’si de parlamentoda temsil edilmeyen partilere oy vermiş. Böylesi dünya demokrasi tarihinde yok! Bir parti, tüm seçmenin yüzde 26’sının oyuyla parlamentoda neredeyse Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa yaklaşan sayıda (yüzde 66) sandalye elde ederken, baraj nedeniyle toplumun yüzde 35’i temsil edilmiyor.
Hal böyle iken, tüm parti liderlerinin çıkıp yüzde 10 barajını savunmaları demokrasi adına utanılacak bir durum. Bir tarafta Meclis’te kendi çıkarlarına işleyen adaletsiz düzenin sürmesini isteyen AKP ve CHP, diğer tarafta da barajın inmesini savunmanın zaaf gibi anlaşılmasından endişe eden geçen seçimin parlamento dışı kalan partilerinin liderleri. Liderlerin hiçbiri baraj konusunda demokrasi sınavını geçemedi.
İktidarın yerinde olsam, ağzımı açarken dikkat eder, yüzde 26 kadar konuşurdum, TÜSİAD ile kavgaya girerken de...
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2005
AVRUPA Birliği’nin Ankara’daki temsilciliği 70’li yıllarda Ankara’da oturduğumuz Boğaz Sokak’taydı. Bahçeli bir evin giriş katında topu topu üç kişilik bir temsilcilikti bu. Bugün koca bir binaya sığmıyorlar. Tam 124 kişi çalışıyormuş AB temsilciliğinde. Türk tarafında ise Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nde 60 kişilik kadro var. Bana öyle geliyor ki AB, Türkiye’nin üyelikle sonuçlanacak müzakere sürecini bizden daha fazla ciddiye alıyor.
Ciddiyetin sayılarla ölçülemeyeceği söylenebilir. O zaman da hem Ankara’ya, hem de AB karşısında dağınıklıktan kurtulamayan Türk özel sektörüne şu soruyu sorarak ölçüm yapmak durumundayız:
‘Hani sizin müzakere pozisyonlarınız?’
Türkiye Avrupa ile ‘müzakere süreci’ denilen yepyeni bir dönemin içinde. AB bu sürecin bizden daha iyi farkında. Bizim özel sektör ise müzakerede masaya kim oturacak derdinde. Oysa müzakere sürecinde masaya oturmak diye bir şey yok. Buna karşılık her alanda müzakere pozisyonu belirlemek var. Müzakere süreci, AB karşısında avantajlı konuma geçtiğimiz bir aşama. Ancak kim bunun farkında?
* * *
Farklı konularda ve farklı sektörler için AB ile müzakere pozisyonlarını bürokratlar belirler. Ancak dünyanın hiçbir yerinde bürokratların sektörün içinde yaşayanlar kadar sorunlardan haberdar olmaları beklenemez. Dolayısıyla müzakere pozisyonu için her sektörün bir durum raporu hazırlaması ve bunu bir eylem planı çerçevesinde uygulaması beklenir. Müzakere pozisyonu belirlenmesi için bir yapılanma ve bütçe gerekir.
Türkiye’de bu alanda başarılı bir örnek var. Otomotiv sektörü AB ile Gümrük Birliği nedeniyle daha 90’lı yıllarda bunu başardı. Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin 17 üyesi bir araya gelip bir komisyon kurdurdular. Bu komisyon 5 yıllık AB’ye uyum programı yaptı. Komisyonun 5’i bürokrat, 2’si özel sektörden 7 üyesi vardı. Bu komisyonun hazırladığı rapor devlete sunuldu. Devlet raporu Brüksel’e gönderdi. Müzakerelerde bu rapor temel alındı.
Bugün bu çalışmanın benzerinin tarım için yapılması gerekiyor. Ama tarım 17 üyeli bir dernekten ibaret değil. Tavukçuluktan balıkçılığa, arıcılıktan arpacılığa kadar çeşitli kolları var. Tarımda müzakere pozisyonları nasıl belirlenecek? Bunun için geç bile kalındı.
Sonra da çıkıp ağlamayalım, AB bize kazık attı diye.
* * *
Her sektörün AB ile müzakere pozisyonunu belirleyecek yapılanmaya girmesi şart. AB ile uyum için sektör olarak ne miktarda bir kaynağa ihtiyaç duyacaksınız? AB’nin bazı yönetmeliklerinden muaf tutulmak için talep ettiğiniz geçiş süreleri nelerdir? AB ile anlaşmamak için bir sebep yok, yeter ki pozisyonunuz belirlenmiş olsun.
Bugün için Türkiye AB’ye girmeye hevesli bir ülke görüntüsü vermekten uzak. Bunları sonradan kimse ağlamasın diye yazdım.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2005
MEŞHUR hikayedir, içki yasağı koyan Sultan IV. Murad bir akşam tebdili kıyafet Üsküdar’a geçmek için sadrazamıyla birlikte sandala biner. Sandalcı ise ayyaşların piri Bekri Mustafa’dır. Padişah ‘Nedir o içtiğin?’ diye sorunca Bekri Mustafa önce ‘Kuvvet şurubu’ der, ama IV. Murad ‘Bana da ver’ deyince şişeyi uzatır. Padişah iki yudum alıp kükrer: ‘Bre zındık, şarabı yasakladığımı bilmez misin.’ Bekri Mustafa şaşırır. ‘Sen kimsin de içkiyi yasaklıyorsun?’ diye sorar.
‘Ben padişahım, bu da Sadrazam Bayram Paşa’ cevabını alınca şöyle der Bekri Mustafa:
‘Bre köftehorlar, iki yudum aldınız biriniz padişah, biriniz vezir olmaya kalktınız!’
* * *
Sultan IV. Murad 17. yüzyılda hüküm sürdü, ama içki yasağı beşyüz yıl sonra Avrupa Birliği ile müzakereleri başlatan Türkiye’de bir numaralı tartışma konusu olarak gündeme oturuyor. Neden? Çünkü AKP’nin Antalya belediye başkanını bile ‘Fazla kaçtı’ dedirten bir içki yasağı uygulaması için adımlar atılıyor. Bir taraftan Türkiye’nin tanıtımı için 40 milyon dolarlık bütçe ayrılıyor, öte yandan Türkiye içki yasağı uygulaması yüzünden Bild’e manşet oluyor.
Bu arada hep birlikte keşfediyoruz ki Türkiye’de içki yasağı olmayan sadece 19 il var! 62 ilimiz içki yasağı altında.
* * *
Değerli gazeteci yazar arkadaşım Osman Ulagay AB’ye içerden bakmaya çalıştığı yararlı bir kitap yayınladı. Ulagay, ‘Tepki Cephesi’ adını verdiği bu yeni kitabının AKP ve AB ara başlıklı bölümünde iktidarın AB ile bütünleşme yolunda attığı adımları neden desteklediğini de anlatıyor. Gerçekten de Erdoğan’ın seçim sonuçları belli olur olmaz yaptığı ilk konuşmada AB ile bütünleşmenin birinci önceliği olduğunu söylemesi önemliydi. Öte yandan Ulagay AB’deki tepkinin AKP tarafından yeterince değerlendirilmediğini yazıyor.
Umarım Ulagay’ın kitabı bize şu soruyu da sordurtacak: Peki ya biz içerde AKP’nin AB’ye bakışını yeterince deşebildik mi? Kadın-erkek ayrı sofralarda yemek yeme görüntüleri, içki yasağı gibi örneklerle nereye gidiyoruz?
* * *
İnsanlar bir olayı öğrenmek için önce gözlemler ve algılar, sonra anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Sonra da sınama evresi gelir. AKP ile sorun tam da bu aşamada çıkıyor. İş uygulama ve sınamaya geldiğinde AKP kendi kendine çelme atıyor.
‘Yüzde 34 oy aldım, Meclis’te çoğunluğum, istediğimi yaparım.’ Yaklaşım bu olmamalı. Bu anlayışta olanlar, 1989 yerel seçiminde o dönemin kudretli ismi Dalan’ın İstanbul belediye başkanlığı seçimini nasıl kaybettiğini hatırlasınlar. İstanbul halkı ertesi gün sokaklarda hiçbir şey yapmamış gibi dolaşıyordu. Bu halkın damarına basıldığında nereden çakacağı hiç belli olmaz.
Bekri Mustafa’nın hikayesi güncelliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Her bakımdan kaybetmedi.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2005
<b>PARİS</b><br>UÇAĞIM sis nedeniyle Lyon’a zorunlu iniş yapınca 5 saat rötarla Paris’e varıp ayağımın tozuyla Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) merkezine gittim. Orada halen OECD Genel Sekreteri olan Donald Johnston’la geniş bir şekilde yayınlayacağımız görüşmeyi yapmayı beklerken, Johnston’un birkaç ay sonra görevi devredeceği Meksika’nın eski Maliye ve Dışişleri Bakanı Angel Gurria ile telefonda görüşme fırsatım oldu.
Gurria’nın OECD Genel Sekreterliği’ne seçildiği birkaç saat önce resmen açıklanmıştı ve karşısında bir Türk gazeteci bulunmasından mutlu olduğunu sesinin tonuyla hissettirdi. Elbette ki bu yakınlığın Türkiye’yle geliştirmek istediği diyalogla ilgisi vardı.
* * *
Meksika’nın 1998-2000 yılları arasındaki maliye bakanı olarak ekonomik krizi önleyen Gurria, ülke ekonomisini dışarıdan gelebilecek spekülatif baskılara karşı korumaya alarak işe başlamıştı. İşi bıraktığında Meksika ekonomisi yüzde 6.7 büyüme içindeydi ve istikrara kavuşmuştu.
Gurria henüz iki hafta önce Türkiye’ye gelip OECD Genel Sekreterliği için lobi yapmış ve Abdullah Gül’le görüşmüş. Öğrendiğime göre Türkiye, başlangıçta muhtemelen AB bağlantısı nedeniyle bu görev için Gurria’nın Polonyalı rakibini desteklemiş. Ancak Gurria, tüm üye ülkeleri tek tek dolaşmış ve belli ki her ülkeyi incelemiş. Örneğin, Türkiye’nin AB müzakerelerini başlattığını görüp destek olma sözü vermiş.
Gurria bunu bana telefonda da tekrarladı. ‘AB ile müzakerelerinizde ihtiyacınız olan her konuda gerekli bilgi ve araştırma, Türkiye’ye OECD tarafından sağlanacaktır’ dedi. Özetle, sadece ekonomik alanda değil, son dönemde Kanadalı Genel Sekreter Johnston’un yoğun çabası sonucu eğitim, sağlık, çevre gibi alanlarda da dünyanın en güvenilir bilgi birikimine sahip olan kurum, AB müzakerelerinde Türkiye’nin hizmetinde olacak.
* * *
OECD’nin başına geçecek olan kişi, görüşmemizde Meksika ve Türkiye’nin birbirlerine benzer yönlerine dikkati çekti. Her iki ülke de kendilerinden daha fakir ülkeler için kendi bölgelerinde model konumundalar. Diğer taraftan da Türkiye AB ile, Gümrük Birliği içinde, Meksika da ABD ile NAFTA kanalıyla ilişki kuruyor.
Türkiye gecekonduları, yolları, sokaktaki insanların gençliğiyle Gurria’ya fazlasıyla tanıdık gelmiş. Gurria, Meksika ve Türkiye’nin kendi içlerindeki ekonomik dengesizlikleri gidermede, gelir dağılımındaki adaletsizlikle mücadelede bilgi alışverişi içinde olmaları gereğine inanıyor. Her iki ülke de OECD’nin zengin üyelerinden farklı bir konumdalar ve Gurria’ya göre sırf bu nedenle bile aralarında dayanışma olması doğal.
* * *
Latin dünyasının bu karizmatik şahsiyeti, OECD gibi dünyanın en itibarlı uluslararası kuruluşlarından birindeki misyonunu ise bana şöyle özetledi: Küreselleşmeyi merhametli ve şefkatli kılmak!
Kolay gelsin...
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2005
TÜRKİYE’nin kültürel çeşitliliği tehdit mi, fırsat mı? Paris’ten bu soruya cevap vermeye çalışan Semih Vaner’in yönetiminde hazırlanan La Turquie adlı kitap Fransa’da yayınlandı. Türkiye’de görev yapan diplomatların tarih bilgisine bakınca yabancı dilde Türkiye’yi anlatmaya çalışan kitaplara ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Örnekler çok. Sonuncusu da Lozan Anlaşması’nı sadece Yahudi, Rum veya Ermenileri kapsayacak şekilde yorumlamanın yetersiz kaldığını ilan eden Ankara’daki AB temsilcisi.
Öncelikle bir düzeltme yapmak gerekir. Lozan’da Yahudi azınlık yoktur. Çünkü Yahudi Cemaati temsilcileri azınlık statüsüne alınmaya itiraz etmişlerdir. Tıpkı bugün birileri Kürtlere ya da Alevilere ‘azınlık’ demeye kalktığında karşılaşmaları kuvvetle muhtemel olan tepki gibi. Kimse çıkıp da Yahudilerin kafasının çalışmadığını söylemesin!
AB temsilcisi ve olaylara onun gibi bakan zihniyet Bosna’dan hiç mi ders almadı diye düşünüyor insan. Dil ve kültür üzerinde baskıların kaldırılmasını savunmak başka şey, azınlık tanımı dayatmak ayrı. Buradaki nüansı kavramak ise sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın geleceği ve Avrupa barışı için de önemli.
* * *
Avrupa başkentlerindeki karar vericilerin Türkiye hakkındaki bilgisizliği bizi kızdırıyor.
Ancak... Asıl vahimi yabancıların Türkiye’yi tanımamaları değil, bizim kendi kendimizle ilgili meraksızlığımız ve bilgisizliğimiz. Tarih bilinci olmaksızın kulaktan dolma bilgilerle yapılan ‘siyasi’ tartışmalar milletin gündemini aylarca, yıllarca meşgul edebiliyor. ‘Çanakkale’yi kazandık da ne oldu!’ diye soranlar mı istersiniz, ‘İkinci Dünya Savaşı’na girsek ne şahane olurdu!’ ya da ‘12 adayı verdiler de almadık’ diyenler mi. Ne büyük vakit kaybı. Ortalıkta sahte tarih uzmanları cirit atıyor.
* * *
Öte yandan bir başka derdimiz de okuduğumuzu anlayamama. Örneğin Yağmur Atsız, mizahi üslubundan vazgeçmediği ‘Ömrümün İlk 65 Yılı’ adlı kitabında babası Nihal Atsız’ın o dönemin kafatası merakını nasıl giderdiğini anlatıyor: Atsız, rahim ölçme aletiyle milletin kafasını ölçerek dalga geçermiş. Kitapta Atsız’ın kafatasçı olacak kadar aptal olmadığı çok net belirtiliyor ama medyada pek çok arkadaş bunu anlamadı. Bu arada Türkiye’nin en ciddi kafatası uzmanının heykeltıraşlığı nedeniyle Prof. Yılmaz Büyükerşen olduğunu pek kimse bilmez mesela.
Bu umutsuz ortamda yayınlanan bir başka kitap, ‘Tarihçilerin Kutbu- Halil İnalcık Kitabı’ önümüzü aydınlatan bir projektör gibi. Dünya tarihini yazmakla görevlendirilen uluslararası 10 tarihçiden biri olan Prof. Halil İnalcık, Türk milletinin ihtiyacı olan yeni bir ‘mürşid’, bir yol gösterici. Türkiye’yi bugün meşgul edip zorlayan tüm meselelerin cevapları büyük bir tarih bilgininin söyleşi kitabında mevcut. Okuduğumuzu doğru anlamak kaydıyla, mutlaka tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2005
TÜRK tarihçilerinin en büyüğü Prof. Halil İnalcık’ı dün sona eren Türk Arşivleri Sempozyumu’nda görmeye gittim. ‘Tarihçilerin Şeyhi’ denilen Prof. İnalcık o kadar büyük ki, aleyhinde kimse atıp tutmaya cesaret edemiyor. Yoksa o da, klişesever dar kafalara göre ‘Atatürkçü’, ‘laik’ ve ‘milliyetçi’ çıktı... Bu takım için ne büyük bir hayal kırıklığı! Bir kulbunu bulsalar hemen saldıracaklar; ama İnalcık çok sağlam.
Bizde böyle oluyor. Osmanlı hakkında ‘Balkan asillerini kesmediler’ dersen hemen nasyonalist ilan edilirsin. Laiklik son derece normal bir aydın duruşudur; ama onu da seni tanımlamaya kullanırlar. Atatürk’ü anlamak ve büyük lider olduğunu söylemek ise hem solda hem de sağda kendini ileri derecede aydın sayan bu hastalıklı takım için ayıp şey.
* * *
Geçen hafta Londra’daki Madame Tussaud’s müzesinde Atatürk’ün yeni balmumu heykeli için yapılan törene katıldım. Tarih, 10 Kasım, Türk ulusunu yaratan liderin ölüm yıldönümü... Davet sahibi, yeni balmumu heykelin yapımının sponsorluğunu üstlenen, Türkiye’nin en büyük sanayi grubu Koç’un yönetim kurulu başkanı. Ve bu davete hükümetten kimse katılmadı.
Sonuçta orası bir müze. ‘1938’de ölmüş bir liderin heykeli için yapılan törende hükümetin ne işi var?’ diye de düşünmek mümkün elbette. Ama o lider herhangi bir lider değil. AKP de herhangi bir hükümet değil.
Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. AKP dışındaki her hükümet ne yapar eder bu törene hiç olmazsa bir temsilcisini gönderirdi. Ama AKP göndermedi. Belki de gönderemedi. Göndermeye cesaret edemedi. En azından kendisi hakkında böyle düşünülmesine yol açtı. Dendi ki: ‘İşte AKP’nin değişimi buraya kadar, hem Atatürk, hem heykel... AKP’ye fazla geldi.’
AKP, Madame Tussaud’s Müzesi’ndeki Atatürk heykelinin açılışına katılmayarak değiştiğini göstermek açısından bir fırsat kaçırmış olabilir. Ama zoraki değişim olmuyor. Kaldı ki AKP belki de oraya gelmeyerek kendi içinde tutarlı ve dürüst davrandı.
* * *
Madame Tussaud’s Müzesi’ni asıl görmesi gereken kişi Çin seyahati nedeniyle davete icabet edemeyen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’tu. Ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da gerçekte bir eğlence merkezine dönüşen bu müzeyi iyi incelemeli. Madame Tussaud’s, 200 yıllık bir kurum. Uzun süre İngiltere’nin yayıncılık devi Pearson’a aitti. 1998’de 528 milyon dolara el değiştirdi. Las Vegas’tan Amsterdam’a kadar pek çok yerde Madame Tussaud’s’nun şubeleri açıldı.
İstanbul’da ya da Antalya’da da bu müzeden neden olmasın? Londra’dakini her yıl 2.5 milyon turist geziyor.
Madame Tussaud’s hikáyesi içime oturmuş olmalı. Prof. İnalcık’a Tarihçilerin Kutbu kitabını imzalatırken aynı konuyu açtım. Zarif bir yorumla, ‘Hükümetin bu aralar başında çok sıkıntı var, bir yere ayrılamıyorlar’ dedi.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2005
TÜRKİYE bir süper marka olabilir mi? Ya da bir ülke nasıl marka olur? İngiliz marka uzmanı Bill Colegrave bu ikinci soruya ‘Markalaşmanın iki yolu var; ya ülke markalaşır, ya da ülkenin içinden çıkan markalar ülkeyi peşinden sürükler’ yanıtını veriyor. İsviçre denince bankaların, İtalya denince tasarımın, Tayland denince ipeğin akla gelmesi gibi, Türkiye’yi markalaştıracak alanlar da bulunabilir. Benzetme yapmak gerekirse Türk lokumu ve Türk havlusu ilk akla gelenler. Ancak bu iki ürün de markaya hoşluk getirmekle birlikte prestij katmakta yeterli değil.
Süpermarkalar anlamına gelen Superbrands adlı şirketi satın alıp 50 ülkeye yayan Bill Colegrave Türkiye’nin markalaşmada en büyük şansını turizmde görüyor. Colegrave’e göre Türkiye algısını değiştirmek için garantili yatırım yapılacak olan anahtar alan orası.
* * *
Peki ama Türkiye’nin imajı neden bu kadar aşağıda? Geçenlerde MarketingİST Fuarı çerçevesinde düzenlenen ‘Bir ülke nasıl marka olur?’ konulu paneli yönettim. Orada konuşmacı olan Colegrave, Türkiye hakkındaki algı ve bilgi eksikliğinin bu ülkenin şansı olabileceği görüşünde. Hatta bunun Türkiye için çok büyük bir fırsat olduğunu söylüyor.
Bu arada yeri gelmişken hemen bir ‘pazarlama’ parantezi açmak gerek. Başbakan ‘Türkiye’yi pazarlayacağım’ yerine ‘Türkiye’nin marketing projesini yapacağım’ deseydi bu kadar kıyamet kopmazdı. Ne yazık ki böyle. Dil çok önemli. Bizim güzel Türkçemizde pazarlama olumsuz içerikli bir kelime olagelmiştir. Nitekim pazarlama denilince, kadın pazarlamak gelir pek çoğunun aklına. Dil engelini küçümsemeyelim.
* * *
Türkiye nasıl marka olur? Panelde iki ilginç konuşmacının anlattıklarından Türkiye için dersler çıkardık. Birincisi beyaz Bils gömlekleri gibi ‘niche’ bir ürüne bütün bir Bilsar markasını taşıtma becerisini gösteren Selman Bilal’di. Beyaz gömlek Bilsar’ın cirosunun yüzde 1’i ama markanın amiral gemisi. Türkiye’yi de niche ürünlerle pazarlamak mümkün olmalı.
Bir başka panelist ise yüzlerce tanınmış markayı içinde barındıran gıda devi Krafts’ın Türkiye Müdürü Gianluigi Arduini’ydi. Her biri zaten kendisi marka olan bu kadar değerli ürünü tek marka altında nasıl yönetip pazarlayacaksınız? Kraft bunu beş büyük ürün grubu şemsiyesi yaratarak çözmüş. Buradan da ülke marketingi (pazarlama demeye malum nedenle korkuyorum) için ders çıkarabiliriz. Turizm, moda, sanat ana gruplamalara gidilebilir.
Öyle ya da böyle, Türkiye algısının değişmesi gerekiyor. Türkiye’yi ‘superbrand’ yapmak için en çok ihtiyacımız olan şeyler ise zaman ayırmak, fikir üretmek ve yukarıdaki örnekteki gibi farklı deneyimleri paylaşmak. İte kaka bir yerlere varacağız sonunda...
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2005
DUBAİLİLER, İstanbul’a gökdelen yapacak diye kanımıza dokundu. İyi de, bugüne kadar Levent-Zincirlikuyu hattına, trafiği berbat ederek yaşam kalitemizi aşağı çeken pek çok kule dikildi, o zaman neden hiç sesimiz çıkmadı? Diyeceğim o ki, Dubai kulelerine İstanbul’da emsal ararsanız bunlardan çok var. Dubai kuleleri tartışmasını yanlış zeminde yapıyoruz. Bu yazının amacı olaya yaşam kalitesi, ekonomik değer vs. farklı gözlüklerle bakarak tartışmayı doğru zemine çekmek.
Bugüne dek betonarmenin ötesine geçememiş ve dünya mimarlığına hiçbir katkısı olmayanları susmaya davet etmekle işe başlayabiliriz. Televizyon açık oturumlarında reklamı kessinler. Yaptıkları işler ortada.
Yaptırdıkları gökdelenlerle ‘malı meydanda’ olanlar da Dubai kuleleri hakkında konuşmamalı. Hangi mal sahibinin yaptırdığı bina modern çağ dünya mimarisi için örnek teşkil ediyor? Bu binaların hangisi uluslararası ödül kazanıp İstanbul’un değerini artırdı? Hiçbiri...
İstanbul gibi tarihe unutulmayan mimarlık yapıları armağan atmış bir kent adına ne utanç verici bir durum.
* * *
Kule yatırımcısının İstanbul’un Gaziosmanpaşa’sına gidecek hali yok ya, elbette metrosu olan yeri seçecek. Seçecek de, o civardaki durum tam bir trafik keşmekeşi. İkinci köprünün çıkışındaki kavşaklarda sağa dönüşte Metro City’den bu yana hayat cehennem. Bugün o mıntıkadaki her bina yatırımı mutlaka trafik projesiyle birlikte ele alınmalı. Yoldan şerit çalan uyanık gökdelen sahiplerinin hayatımızı cehenneme çevirmesine izin verilmemeli. Kavşaklar ve yollar için yeni çözümler bulunup bunlar uygulanmadan gökdelene izin verilmemeli.
* * *
İstanbullular için bu tartışmada sorulacak birinci soru, ‘Yapılacak bina kentimize ne değer katacak’ olmalıdır.
Tişört ve elbise satılan kule istemiyoruz. Etrafımız konseptsiz, kente değer katmayan alışveriş merkezleriyle doluyor. Görgüsüzler için yeni gökdelen konutlar da istemiyoruz.
Binanın kendisi, uzunluğu ya da büyüklüğü değil, işlevidir kente değer katan.
Yapılacak olan bina, İstanbul’un çekim alanı olma özelliğini artırarak ekonomik katkı sağlayacaksa...
O binaya yerleşecek olan beyinler, İstanbul için fikir üretip yaratıcılığını bu kentin emrine sunacaklarsa...
Bill Gates orada ofis açacaksa... Michael Schumacher evini o binada kurup vergisini de burada ödeyecekse...
Dünyanın ünlü tasarımcıları için o binada yerleşik olmak prestij göstergesi olacaksa...
O zaman amenna. ‘Trafiği çözersiniz, gökdeleni dikersiniz’ demeye değer bir durum olur.
Ama bugün için bunların hiçbiri yok. Zaman hırsızı olmanın ötesine geçemeyen elbise satılan binalara tokuz.
Tartışmayı, ‘Bu binalar İstanbul’un ekonomik değerine ne katkı sağlayacak’ sorusuyla yeniden açmalıyız.
Yazının Devamını Oku