Zeynep Göğüş

Cenazeler Fatih’e

29 Ekim 2005
ANNEM onun cenaze töreni hakkında bu yazıyı kaleme almamı onaylar mıydı, emin değilim. Toplumsal uzlaşmaya bir nebze katkısı olur umuduyla ben yine de yazıyorum. Annemin cenazesini geçen pazar günü Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olan Fatih Camii’nden kaldırdık. ‘Neden Fatih Camii?’ diye soran çok oldu. Orayı seçtim, çünkü bu bir aile geleneğiydi. Annemin Rumeli göçmeni olan ailesi 1924 yılında İstanbul’a geldiklerinde başta Fatih’e yerleşmişler. Mezarlık için de Edirnekapı’da yer alınmış. Ailemizin cenazeleri öteden beri Fatih’ten kalkar.

Gel zaman git zaman Fatih kimlik değiştirdi. Aile başka yerlere dağıldı. Fatih, özellikle Çarşamba uzantısıyla bildiğimiz kurtarılmış bölge halini aldı. Ama bizim aile geleneği değişmedi.

Annem okumuş yazmış, dünya görmüş, Cumhuriyet değerlerine bağlı ve dini inanç sahibi aydın bir kadındı.

Cenazesi için cami seçerken çok düşündüm. Levent’ten laiklerin cenazesi, Teşvikiye’den zenginlerin, Bebek’ten sanatçıların kalkar oldu. Fatih ise koyu dindarlara kaldı. Toplumun bu tür ayrışmalara ihtiyacı yoktu. O halde annemin cenazesi Fatih’ten kalkacaktı. Biz bu ayrışmaya aldırmayacaktık.

* * *

Öğle namazı sırasında yavaş yavaş cenaze namazı için saflaşma başladı. Bu arada hoparlörden gelen ses başımızı örtmemek, şeriata uymamamız gibi çeşitli nedenlerle ‘Allah’ın sopasının kafamıza ineceğini’ söylemekteydi.

O görkemli avlu mesire yerine döndüğü için cenazeleri yan tarafta yol vazifesi de gören yerden kaldırır olmuşlar. Cenazeye gelenler mecburen bir tarafta biriktiler. Saf duranlarla kadınların ayrışması mümkün olamadı. İşte bu durum orada bulunan bir iki cübbeli ve sarıklının çok canını sıktı. Kadınlara dirsek atarak çekilmeleri istendi. Tabii annemin cemaatinde bir cübbelinin fiziki müdahalesine pabuç bırakacak kadın pek yoktu. Cübbeli adam yaptığına yapacağına pişman oldu. Yaşını başını almış Antepli dindar bir halamıza gelen bir başka cübbeli ‘Çekil hanım, namazımız bozuluyor’ dedi. Bunun üzerine ‘Namazın bu kadar çabuk bozuluyorsa kılma’ cevabını aldı. Sonuçta pek çok kadın, başlangıçta buna niyet etmesek de annemin namazını kılmış olduk.

Fatih Camii avlusunda meydana gelen olay aslında bir kimlik mücadelesi. Kadınlar artık itilip kakılmak istemiyorlar.

* * *

Uzlaşmacı ve sakin bir insan olan anneciğimin ruhunu cenazeyi Fatih Camii’nden kaldırarak incittim mi? Uzun yıllarımızın geçtiği Göztepe’deki cami neden hiç aklıma gelmedi?

Fatih’te cenazenin huzurunu kaçıranlar çıkabileceğini düşünememiştim.

Ama yine de doğru olanı yaptığımı düşünüyorum. Ayrışmaların, bölünmelerin cenazelerimizi kaldırdığımız camilere kadar yayılması hayra alamet değil.

Yanlış yaptımsa da annem beni affedecektir, her zamanki gibi.
Yazının Devamını Oku

Brüksel havası

22 Ekim 2005
‘NE kadınlar sevdim, zaten yoktular...’ Erkekler bu satırlara takıktı. Müsebbibi ise biz, kızlar... Ortalıkta ‘Hangi’li Attilá İlhan kitaplarının uçuştuğu yıllar, 70’lerin sonu, 80’lerin başı... Her áşık olan her seferinde mutlaka bir káğıda Attilá İlhan’dan iki dize yazacak. Aşkların açılışı ‘Ben sana mecburum’la yapılacak, kapanışı ‘An gelir o eski heyecan ölür’le... SMS yok, e-mail ve bluetooth yok; ama F klavye daktilolarımız, teleks ve güllerin gerçek olanları var. Attilá İlhan’ın ve bizim lügatimizde ‘hicran’ ve ‘zahir’ kelimesinin bulunduğu günlerdeyiz.

Ve işte 20 yıl sonrası... Attilá İlhan epeydir Cumhuriyet’te yazıyor. Eski áşıkların çoğu, onun Cumhuriyet yazılarından bihaber. Üçüncü dünyacılık, Avrupa Birliği’ne karşı tavır, Sultan Galiyevcilik, nedense iki yazıda bir tekrarlanan Atatürk’ü eleştirmeye cesareti olmayanların tipik tavrı olan İnönü düşmanlığı... Attilá İlhan artık bu.

‘Ne kadınlar sevdim zaten yoktular’ diyenler çoluk çocuğa karışmış, bir avuç meraklı dışında Attilá İlhan’ın köşesini sabırla takip eden yok.

* * *

Attilá İlhan’
ı kaybettiğimiz günler... Coelho’nun ‘Zahir’ adlı kitabı piyasada. Ahım şahım bir kitap değil bu; ama ‘zahir’ kavramı ilginç. Zahir için Arjantinli yazar Jorge Luis Borges şöyle demiş: ‘Zahir, Arapça’da ‘görünen, var olan, görünmez olamayan’ anlamına gelmektedir. Bir zamanlar karşılaştığımız kişi veya düşünce yavaş yavaş bütün düşüncelerimizi kaplar. Ve zamanla bir tutku halini alır.’

Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular...

Attilá İlhan
romantizmi hepimizin hayatının bir döneminde ‘zahir’imiz oldu. Ya da o zahir, tutkularımıza eşlik etti. Tutkularımızı dizelere döktü. Onu gerçeğe oturtmak zor.

* * *

Hal böyle iken Attilá İlhan için en gerçekçi yazıyı nasıl oldu da Hadi Uluengin yazdı? Bunu ‘mesafe’ ile açıklamak mümkün. Hadi Uluengin, Brüksel’de konuşlandığı için olaylara dışarıdan bakabilme yeteneğine sahip.

Uluengin’in Brüksel’de yaşaması, konumuz açısından bir başka simgesellik daha taşıyor. Brüksel, Avrupa Birliği’nin başkenti demek. Avrupa değerlerini ve kültürünü sindirmek kolay değil. Uluengin’in eleştirel gözüne tahammül etmeyi öğrenemeden nasıl Avrupalı olacağız? Doğu’nun üstün tarafı olan ‘tahammül gücü’nü farklı düşünceler söz konusu olduğunda da devreye sokabilirsek, bundan kuşkusuz hepimiz ziyadesiyle kazançlı çıkacağız; ama henüz başaramadık.

* * *

O, hepimizin aşk şairiydi zahir. Bize aşkı çağrıştıran adamdı. Evet, Attilá İlhan bizim Zahir’imizdi. Hadi Uluengin onu ölümünün ardından öyle bir eleştirdi ki zuhur eden görüntü kafamızdaki o şiirsel ‘zahir’i bozdu.

Ama o yazıydı gerçek olan ve aynı Brüksel havasını solumuş olmaktan mıdır bilmem, altına imzamı atardım. Şair, Hadi’nin yazısındaki gibiydi zahir...
Yazının Devamını Oku

Fesli Türkiye

15 Ekim 2005
TÜSİAD Ümit Boyner’in koordine ettiği Türkiye tanıtım kampanyası başlatıyor. Hedefteki iki büyük ülke Almanya ve Fransa. TÜSİAD’dan bir grup işadamı bu ülkelerde üst düzey temaslarda bulunarak Türkiye’yi anlatacaklar. Hafta başında International Herald Tribune’de bu konuda çıkan bir yazı hem Türkiye’nin, hem de tanıtım işine soyunanların işinin ne denli zor olduğunu gösterdi. Yazıda Türkiye’nin tanıtım stratejisi ile ilgili olarak Avrupalı marka uzmanlarının görüşlerine başvurulmuş. Türkiye’nin kendini telekom, finans ve eğlence endüstrisi ile tanıtma fikrine adamakıllı yüz buruşturanlardan biri de Londra’daki Avrupa Reform Merkezi’nin direktörü Mark Leonard. İngiltere’nin yeni marka stratejisini hazırlayan beyinlerden biri olan bu beyefendiye göre Türkiye’nin anlatımı gerçeklere dayandırılmalı: ‘Türklerin çoğu tarım sektöründe iken Anadolu’nun Silikon Vadisi olduğunu söyleyerek başarılı olunmaz.’

* * *

TÜSİAD’ın Türkiye’nin AB’nin Silikon Vadisi olduğu mesajını işlemek gibi bir niyeti olduğunu duymadım, bu bir. Zaten asıl vahimi Leonard gibi AB’li marka uzmanlarının Türkiye hakkında sahip oldukları önyargılar. İşe AB’li iletişimcileri eğiterek başlamak gibi bir seçeneğimiz var ise oradan da ilerlenmesi gerektiği en azından Leonard’ın söylediklerinden anlaşılıyor.

Türkiye tarım toplumu mu değil mi? Leonard bunu inceleseydi, tarımdaki nüfusun hızla gerilediğini, 2004’te yüzde 33’e düştüğünü görecekti. 1980 yılında tarımın milli gelirindeki payı yüzde 24.2 idi. 2003’te yüzde 11’lere inmişti.

AB’nin PR’cıları ve marka uzmanları da kafalarındaki Türkiye kalıbını kıramıyorlar. Bu ülkenin öteki yüzünü görmek istemedikleri için de Türkiye’nin stratejisine kulp takıp riskli olduğunu düşünüyorlar. Bana göre TÜSİAD stratejisinin yanlışı yok, ama belki eksiği olabilir. Örneğin bu kampanyanın içinde hangi modern sanat projelerinin yer aldığını merak ediyorum.

* * *

Kütüphanemde 1924 tarihinde ailemizdeki erkeklerinin çektirdiği bir fotoğraf var. Adamların hepsi fesli. Ertesi yılki benzer fotoğraflarda fesler çıkmış, çünkü Şapka Devrimi olmuş. Ne var ki Türk dendi mi hálá üç unsur bir araya geliyor. Fes, çarık ve halı. Bunun kanıtını Avrupa Türk Gazeteciler Birliği’nin Türkiye-AB ilişkileri üzerine açtığı karikatür yarışmasına gönderilen eserlerde görmedik mi? Brezilya’dan Hırvatistan’a, Çek Cumhuriyeti’nden Özbekistan’a kadar pek çok değişik yerden gelen karikatürlerdeki dedemin zamanından kalma Türk imajı işte bu. Londra’daki marka uzmanı ile Paris’teki PR’cı için de durum çok farklı değil.

Türkiye hakkında dünyada derin bir cahillik hüküm sürüyor. Öyle ki bizim mesajımızı bile kendi kafalarındaki algıya göre şekillendirmemizi istiyorlar. Bu kadarı artık fazla.
Yazının Devamını Oku

Türkiye: Yeni statü

8 Ekim 2005

Önümüzdeki dönemin bir numaralı gündem maddesi işte bu: AB kamuoylarının Türkiye’ye bakışını değiştirmek, ama nasıl?

<B>*   *   *

</B>Avrupalı ortaklarımız hiç kuşkumuz olmasın ki bizdeki tartışmaları bundan böyle daha yakından izleyecekler ve hem çok şaşırıp hem de çok eğlenecekler. Örneğin, <B>Beyaz </B>Hoca’nın büyük bir ciddiyet içinde başlattığı <B>‘Orucu cinsel ilişki ile açmak’</B> tartışmasına bayılacaklar. <B>‘Biz Türkleri böyle tanımazdık, meğerse matrak bir milletmişler’</B> diyecekler. Bizden daha az korkacaklar. Bu ve benzer tuhaflıklarımızla AB’yi eğlendirecek olmamız olumsuz bir nokta değil. 

Türkiye, 3 Ekim’den itibaren Avrupa’da yeni bir statüye kavuştu. Bu statü, tüm Türkleri AB ülkeleri vatandaşları nezdinde farklı bir konumlandırmaya  kavuşturdu. Statü değişikliğinin sonucu, Türkiye’yi artık dışarıdan değil içeriden algılamaya başlamaları olacak.

Ramazan da, davulu da, orucu da, açmasıyla kapamasıyla artık AB kültürünün bir parçası. <B>‘İnşallah’</B> kelimesinin sayemizde Belçika gazetesinin manşetine çıkması gibi üç vakte kadar <B>‘kader’, ‘kısmet’, ‘keyif’</B> gibi bazı güçlü kelimelerin ortak AB diline yerleşeceğini şimdiden öngörebiliriz.

AB ile müzakerelerin açılmasının dünya tarihi için ne önemde bir kilometre taşı olduğunu sadece siyaset ve ekonomi ile açıklamak yetersiz. Siyasette ve ekonomide tüm Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya bölgesi için AB içindeki bir Türkiye’nin oluşturacağı örnek, kuşkusuz insanlık ve barış için çok değerli. Ancak Türkiye’nin üyeliğinin asıl büyük etkisi kültürel alanda hissedilecek.

AB, açılışını nasıl yaparsak yapalım sonuçta oruç tutan bir Müslüman kimlikli ülkeyle birleşmek için yola çıkıyor.

Öte yandan Türkiye’nin Müslüman kimliği, orucu cinsel ilişkiyle açma tartışmasının da gösterdiği gibi durağan ve değişmez değil. AB ile birlikte büyük bir kültürel etkileşim meydana gelecek ve bunu yaşam biçimlerinde karşılıklı olarak hissedeceğiz.

Yazının Devamını Oku

19. yüzyıl ‘ulusalcı’sı

1 Ekim 2005
AVRUPA hakkında söylenmedik ne kaldı? İfade özgürlüğümüzün tüm sınırlarını zorladık. Üyelik müzakerelerinden cayıp Çin’le ittifak içine girmeyi önerenlerden tutun da, AB’den vazgeçilmesinin ekonomiyi hiç etkilemeyeceğini söyleyenlere kadar hemen herkes eteğindeki taşları döktü.Beni en çok dünyayı ve AB’yi 19’uncu yüzyılın milliyetçi ufuklarından algılamakta ısrar edenler şaşırtıyor. ‘Sol’ kesimdeki bir grup tarafından pazaryerine ‘ulusalcı’ diye bir kelime sürüldü. Sahi kim bu ulusalcılar? Pazar torbası mı ki içine her tezgahtan ürün var? Bu kelimeyi de başka birçok kavramda olduğu gibi yalan yanlış kullanıyoruz. Örneğin Özakman’ın çok satan kitabı Şu Çılgın Türkler’i ‘ulusalcıların el kitabı’ ilan ettik. Oysa 19’uncu yüzyıl artığı köhnemiş kafalarla hiç ilgisi olmayan pek çok insanın kalbini çarptıran sayfalar var o kitapta. İnsanları kategorilere sokmaktan vazgeçemiyoruz. Eğer Türkiye’nin AB’de olmasını istiyorsanız kesinlikle ulusalcı olamazsınız. Ermeni konusunda özgür tartışma platformu olsun diyorsanız da ulusalcı olmanız mümkün değil. İnsanlara anadilini yasaklamanın bir tür kültürel yaralama olduğunu aklınızdan bile geçirmeniz sizi ulusalcıların karşı saflarına yerleştirmelerine yetiyor bu ülkede. İşin tuhafı, bizim ulusalcıların yanında Milliyetçi Hareket bile kendini dönüştürmesi gerektiğinin bilincine vardı. * * *Gerçekte neler oluyor? 20. yüzyılın son çeyreğinin olayı küreselleşme kendi içinde büyük bir çelişkiyi barındırıyor. Küreselleşme ile birlikte milliyetçilik de yükseliyor. Bu gelişmeyi ille de iki grubun karşıtlığı diye de düşünmek şart değil. Bir bakıyorsunuz küreselleşme ideolojisinin en büyük savunucuları kimse, aslında en büyük ulusalcı da onlar. Amerika buna en iyi örnek. Avrupa da aynı küresel paradoksu içinde barındırıyor. Bir yandan 25 ülke milli egemenliklerini daha büyük bir güç uğruna aynı havuzda birleştiriyor. Diğer yandan da her biri kendi öz çıkarlarını savunmanın derdinde. Türkleri hálá Viyana kapılarında zanneden bir Avusturya’nın Hırvatistan’ı bir an evvel AB’ye sokmak için oturduğu pazarlık da bu duruma iyi örnek.Avrupa küresel güç mü yoksa ulus devlet mi olacak? AB ancak Türkiye’yi içine alarak bir süper güç olabilir. Dünyanın Avrupa tarafından tesis edilmiş meşru bir barışa ihtiyacı var. Avrupa, yitirmediği sosyal paradigmaları ve adalet duygusu ile ABD’yi dengeleyebilecek tek süper güç olma yeteneğine sahip. Avrupa’nın bu yeteneğini kullanabilmesi ise Türkiye’yi içine almasıyla yakından ilgili. Türkiyeli bir AB dünya halkları nezdinde meşruiyeti olan bir küresel güç olacaktır. Bizim sözde ‘ulusalcılar’ hangi Avrupa’ya karşı çıktıklarının farkındalar mı? Herkese kılıç çekmiş devlerle savaşan kahramanlardan çok korkuyorum.
Yazının Devamını Oku

Yeni kahramanlar

24 Eylül 2005
<b>SAHİ,</B> bu neyin cenazesiydi? Televizyon şovunun ünlediği <B>Ata’</B>nın cenazesi neden Türk bayrağına sarıldı? Ata birdenbire nasıl şehit mertebesine ulaştı?

Kaynana Semra Hanım, nasıl ve neden şehit anasına dönüştü?

Sabah işe giderken dinlediğim radyo istasyonu, Ata’nın trajik ölümünü ‘medya için tırnak içinde keyifli bir haber’ diye duyurdu. Tırnak içinde de olsa böyle bir haber için ‘keyifli’ kelimesinin kullanılması korkunçtu bana göre. Ama galiba doğruydu; lime lime doğransın, parçalansın diye aslanların ağzına atılan gladyatör gibiydi Ata’nın ölüm haberi.

Ve sonra bu tırnak içinde keyifli haber kahramanının cenazesi kaldırıldı.

* * *

Ata’
nın cenazesi Türk bayrağına sarıldı; çünkü Türkiye’mizde toplumsal aidiyet oluşturma görevini bir süredir reytingi bol televizyon şovları üstlenmekte. Ulus olarak buluşma noktamız nedir? Spordaki bir uluslararası başarı, bilimde, sanatta veya edebiyatta kazanılan bir dünya ödülü değil birbirimizle randevulaştığımız yerler. Sporcu kahramanlarımız teker teker dopingli çıkarken çaresizlik içinde oturma odalarımızdaki ekranlara sığınıyoruz. Orada bulduklarımız oluşturuyor ortak alanımızı. Herkesin kalbini çarptıran bir hayal, hepimizin ruhunu coşturan bir kahramanlık şarkısı, herkese duygu yüklemesi yapan bir roman değil bizi birleştiren. İtiraf edelim ki bu ülkeye ve değerlerine olan yürek bağımızı Semra Hanım üzerinden kuruyoruz bir süredir.

Semra Hanım Çanakkale’mizin, Sarıkamış’ımızın ve Sakarya’mızın yerini alıyorsa... Çalıkuşu’muzun, Dağ Başını Duman Almış’ımızın yerini tutuyorsa, o da kendinde hak görüyor oğlunu şehit, kendini şehit anası ilan etmekte.

Kimsenin de itirazı olamıyor.

* * *

‘Değerler erozyonu Türkiye’nin sorunudur’
derseniz eğer, nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. Cenaze törenlerimizi de çağa uydurduk. Böylesi gerçekten görülmemişti. Bir toplum düşünün ki cenaze töreni ritüeli bile kalmadı.

Kentli değerlerin erozyonu kuşkusuz göçle de ilgili. Varoşların kenti çevreleyerek değer sistemini çökertmesiyle bağlantılı. Kentli değerlerin sahipleri olduklarını sananlar, çok şaşırıyorlar Ata’nın cenaze töreninde gördükleri manzaraya. Ama sormaları da gerekir kendilerine, ‘Değerlerimize ne kadar sahip çıktık?’ diye.

Hızlı kentleşme, değerleri kemiriyor. Arkalarına ün tenekesi bağlayıp gezenler belirliyor ortak alanımızın değerlerini. Kahramanlarımız onlar. Ölünce de al bayrağa sarılıyorlar. Anneleri de şehit anası oluyor.

Bunda bu kadar şaşıracak ne var?
Yazının Devamını Oku

Orhan Pamuk’u rahat bırakın

17 Eylül 2005
BRÜKSEL ’e yaptığım son ziyarette Avrupa Kitapçısı’na uğradım.Schuman Meydanı’na yakın bu kitapçıda sadece Avrupa ile ilgili kitaplar satılıyor. Aldığım kitaplardan birinin içine tanıtım amaçlı bir ayraç sıkıştırmışlar. Ayracın üzerine uluslararası üne sahip beş ünlü Belçikalının fotoğrafı konmuş. Arkasında da altıncı ünlü Belçikalı olduğunu iddia eden bir adamın resmi var. Ayracı bastıran da sattığı ürünü tanıtmak isteyen bu adam zaten.Konumuz bu ayraç değil, ama oradan yola çıkarak kendime sorduğum soru: Beş ünlü Türk’ün resmini alt alta basmak gerekseydi kimleri koyardık? Atatürk, Mimar Sinan, Piri Reis, Yılmaz Güney, Orhan Pamuk. Bu listede Atatürk ve Orhan Pamuk dışındakileri değiştirmenize itirazım olamaz, ama bu ikisi her türlü nesnel ölçütle söylüyorum, günümüzde sabit kalmalı. * * * Orhan Pamuk Türkiye’nin en tartışmalı yazarı. Ama Orhan Pamuk aynı zamanda yurtdışında en çok okunan Türk yazarı. Ayrıca bu devirde kimsenin tenceresi kapağı kapalı kaynamıyor. Orhan Pamuk’un ‘30 bin Kürt’ü öldürdük, 1 milyon Ermeni’yi de kestik’ sözleri üzerine başlayan tartışma da küreselleşti. Bu tartışmanın seyrinin Avrupa’daki Türkiye algısına verdiği zarar, yukarıdaki sözlerin sarf edilmesinden çok Türkiye’deki tepkilerden kaynaklandı. Sonuçta varılan noktada Türkiye’nin en ünlü yazarını yaka paça mahkemeye getirmekten söz eder hale geldik. ‘Orhan Pamuk kışkırtıcı bir yazardır. Bu sözleri söylerken amacının şoke etmek olduğunu da gizlemiyor zaten’ diyemedik. Olayı üzerimize yapıştırıp kişiselleştirdik. Teflon tava olmayı beceremedik.* * * Avrupa kimliğinin ekonomik ve siyasi boyutu bizi fazlasıyla ilgilendiriyor ama bunun bir de felsefi tarafı olduğu pek aklımıza gelmiyor. Avrupa kimliğinin doğasında evrensellik ve hümanist bir ideal var. Evrensel bir ideali sınırlara hapsetmek mümkün değil. Avrupa’nın sınırlarını da işte bu evrensellik zorluyor. Türkiye’nin içeri adım atması biraz da bu ideal sayesinde gerçekleşiyor. Bunun bir de karşılığı var: Bu ideale bağlı olmak belki de AB’ye en önemli katılım koşulu.Avrupa kimliğinin evrensel ve insani boyutu içinde demokrasi ve ifade özgürlüğü önemli yer tutuyor. Orhan Pamuk’un ‘Türklüğe hakaret’ diye bir kavram etrafında yargılanması Avrupa’nın evrensel bakışı içine sığmıyor. Kimse bu sözler doğru mu yanlış mı diye bakmıyor, ama Pamuk’a yapılan ifade özgürlüğüne sığmayan bir yaklaşım olarak görülüyor. Yazarı yerden yere vurmakta serbestsiniz, ama içeri tıkmakta değil! Dilini bilhassa tutamadığını açıkça söyleyen sanatçı kışkırtıcılığı karşısında sükûnetinizi koruyabilmek... Bundan dolayı rencide olmamak... Bunun pek çoğumuz için kolay olmadığının bilinciyle şunu önerebilirim: Gelin toplum olarak bu olgunluk sınavını verelim. Bundan sadece kazançlı çıkarız.
Yazının Devamını Oku

Milletvekilleri tutuklanıyor

10 Eylül 2005
<B>ANKARA’</B>nın Balgat semtindeyim. Tavuklu, horozlu tipik Ankara gecekondularıyla dolu bir Balgat. Milletvekillerinin Dostlar Sitesi de burada. Eski ve yeni milletvekilleri, bazılarının çocukları burada yaşıyor. Sitenin her katında çöp odası var. Çöpler o odadaki geniş delikten aşağı atılıyor ve en alt katta birikiyor. Milletvekili aileleri, çöpleri torbasız döktüklerinden orası hamamböceği kaynıyor.

Dostlar Sitesi B Blok 11 numaralı dairede sabaha karşı 4 sularında başucumdaki telefon acı acı çalıyor. Arayan eski başbakan müsteşarı olan kayınpederim. Askerlerin idareye el koyduğunu söylüyor.

Kurşun yemiş gibi oluyorum. Yatağın üzerinde bağdaş kurup dövünmeye başlıyorum. Bir yandan da Türkiye’yi yönetenler hakkında ağzıma ne gelirse söylüyorum.

Birkaç gece önce evde ODTÜ’lü asistan arkadaşlara parti vermiştik. Sitenin bahçesinde silah atılmıştı. Girişin hemen üzerindeki dairede oturduğumuz için epeydir balkona çıkamıyorduk. Sinirlerimiz zaten gergin...

Radyoda bildiri okunuyor. İlk şaşkınlığı atınca kütüphaneye geçiyorum. Sakıncalı olabilecek tüm kitaplarımı topluyorum. Çöp odasından aşağı atıyorum o kitapları, hamamböceklerinin şaşkın bakışları arasında.

Gün ağarmadan İsveç’ten bir gazeteci arıyor. Yurtdışı ile haberleşme henüz kesilmemiş. Sonradan hiçbir irtibat kuramıyoruz. Tam bir tecrit vaziyeti.

Sabah erken saatlerde Dostlar Sitesi’nin önüne askeri araçlar yanaşıyor. Milletvekili olan komşularımızın kapıları çalınıyor. Evlerinden alınıyorlar, gözü yaşlı eşleriyle vedalaşıyorlar. Araçlara bindirilerek götürülüyorlar. Biz camdan izliyoruz.

TRT Dış Yayınlar’da çalışıyorum. Bu benim ilk işim. Fransızca haberleri hazırlayan ekipteyim. Müdürümüz Nejat Subaşı arıyor. Sokağa çıkma yasağı var. TRT’de personeli evlerinden toplayacak araç olmadığı için zorlanıyorlar. Bütün dünya haberi dış yayınlardan alacak. Nejat Subaşı bana, ‘Bisikletine atla gel’ diyor.

Yurtdışı Yayınlar, Mithat Paşa Caddesi’ndeki TRT binasında. İşyerine genelde Balgat’tan bisikletle gidip geliyorum.

Bisikletime binip yola koyuluyorum. Hava güneşli. Sokaklarda in cin top oynuyor. Meclis’in önünden geçip Atatürk Bulvarı’na kıvrılıyorum. Yolda iki kez askerler durduruyor, sorgu sualden sonra güç bela TRT’ye varıyorum.

O günkü Fransızca yayınlarda sesim titreyerek aşağıdaki bildiriyi okuyoruz:

‘Milli Güvenlik Konseyi, devlet yönetimine doğrudan el koymuştur. Her türlü siyasi faaliyet her kademede durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur...’

* * *

İki gün sonra 12 Eylül... Yukarıda anlattıklarım sadece 25 yıl önce oldu. Türkiye nüfusunun yarıya yakını olan 33 milyon genç, o tarihte henüz doğmamıştı.

Ve Türkiye, AB ile üyelik müzakerelerine başlıyor...
Yazının Devamını Oku