9 Temmuz 2005
<B>LONDRA ’</B>da El Kaide bombalarının patladığı gün, İstanbul’da taksimiz kırmızı ışıkta duruyor. Beşiktaş’taki yaya geçidinde kol kola iki genç kız geçiyor önümüzden. İkisinin de başı bağlı. Yani türbanlı. Ama ikisinin de aynı zamanda göbeği açık. Bu uygulama Sayın Başbakan’ın ‘Başı açık kızla başı açık olmayan yan yana otursun, kol kola gezsin’ idealini çoktan aşmış.
Göbeği açıkla başı kapalı aynı kız olmuş!
* * *
Türkiye şablonlara uymayan bir ülke.
‘Biz beli açık üniversiteye gidenlere karışıyor muyuz, siz de türbanlıları rahat bırakın’ diyen Sayın Başbakan’ı aynı anda hem başı kapalı hem de beli açık olan kızlar konusunda yorum yapmaya davet etmek gerekir mi?
Bence gerekmez. Çünkü Türkiye’nin gündemi bu olmamalı.
Kaldı ki şu sıralarda Türkiye’de beli kapalı gezmek nineler için bile kolay değil. Çarşıda uzun bir tişört, bluz ya da ceket bulmak zor. Moda böyle.
Kırmızı ışıkta duran taksimizin şoförü bizim beli açık, başı bağlı kızlarla ilgili konuşmamıza katkıda bulunuyor: ‘Moda diye bağlıyor bunlar başlarını!’
Taksiciye göre kızların bir kısmı da sokağa yalnız başına çıkma iznini ancak böyle kopartabiliyorlar evin erkeklerinden. Türban eşittir özgürlük şablonunun en fazla uyduğu yer de bu aslında.
* * *
Emine Erdoğan’ın görümcesinin başı açık olmasının yaktığı kıvılcımla türban tartışması yine alevlendi.
Türkiye bu tartışmalara battıkça odaklanmamız gereken noktalardan uzaklaşıyoruz.
Kafa olarak bunları çoktan aşmış olmamız gerekirken, bakıyoruz herkes kendi şablonuna sadık.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakereler 3 Ekim’de başlıyormuş kimin umurunda? Önümüzde üç aydan daha az bir zaman kaldı, ama sanki 80 küsur yıllık Cumhuriyet’in en büyük projesi yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa Londra’da yaşanan terör vahşeti Türkiye’nin uluslararası alandaki stratejik konumlandırmasını etkileyebilecek bir gelişme. Tıpkı 11 Eylül İkiz Kuleler felaketinden sonra olduğu gibi zarlar yeniden atıldı. 11 Eylül Batı’yı Türkiye ile ittifak kurmaya iten bir gelişmeydi. 7 Temmuz’un da etkisi aynı düzeyde olmasa bile mutlaka hissedilecek.
Türk siyaseti ve fikir önderleri türban gibi Ortadoğu ülkelerine yaraşır bir tartışmayı bırakıp ileri baksınlar. Türkiye’nin AB projesi Londra’daki terörden nasıl etkilenir, bunu düşünsünler.
İngiltere Başbakanı Blair teröre karşı tepkisini ‘Hayat tarzımızı ve değerlerimizi savunmaya kararlıyız’ diyerek gösterdi. Blair bu sözleri söylerken çekilen fotoğrafın karesinde arkasında ABD Başkanı Bush ile kıta Avrupa’sını temsilen Fransa Cumhurbaşkanı Chirac duruyordu.
Bu sözlere ve o fotoğraf karesine çok dikkat edelim. Türkiye’nin Batılı değerlere bağlılık bildirmesi gereken yeni bir dönem açılıyor önümüzde.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2005
<B>XXII.</B> Dünya Mimarlık Kongresi’nin İstanbul’da yapılmasının kime ne faydası var? Mimarlık kongreleri, diğer bilimsel kongrelerden farklı olarak bilimsel yeni buluşların sergileme alanı değil. Bunu bir tıp kongresiyle karıştırmamak lazım. Mimarlarımızın iyi olanları dünyadaki gelişmeleri zaten izliyorlar. Düzgün iş çıkaran mimarlarımızın çoğunun yabancı meslektaşlarıyla dostluk kurmak için kongreye ihtiyaçları yok. Yabancı mimar ise daha önce İstanbul’la ilgilenmemiş ve hayatında ilk kez bu şehre bu kongre için geliyorsa, onun ne kadar iyi bir mimar olduğundan kuşku duymak gerekebilir.
Fakat İstanbul ve Türkiye için bu kongreye yine de çok önemli bir dönüm noktası diye bakılmalı.
Soru: Mimarlar yararlanmayacaksa kim yararlanacak bu kongreden? Hemen söyleyeyim, en fazla fayda sağlayacak olan kesim yerel yöneticiler. Hayatında mimarinin ‘m’siyle tanışmadan koca koca belediyeleri yönetmek durumda kalan başkanlar. Evlerimizin kaç katlı olacağından da önemlisi ruhumuzun yüzlerce yıllık simgelerine karar veren kent yöneticileri. Onların yardımcıları. Kentlerle ilgili karar alan siyasi karar alıcılar. Devletimiz. Medyamız. Ve medya kanalıyla kongrenin kulak misafiri olarak da halkımız.
* * *
Kongrenin doğru biçimde hazırlanan ‘Pazaryeri’ konsepti, yukarıda anlatmaya çalıştığım hedefe endeksli olarak büyük yarar sağlayabilir. Kentlerimizin başındaki yerel yöneticiler gelip oradaki katılımcı topluluktan bilgi edinecekler. Başkaları neler yapmış, daha neler yapılabilir görecekler. Kongrenin en büyük faydası budur.
Balık baştan kokar. Kentimizi yönetenler bilgi sahibi değillerse kendilerine proje yutturmaya çalışan açıkgözlere hangi birikimle direnecekler? Haydarpaşa’ya gökdelen silueti vermeyi marifet sayan zihniyete nasıl karşı çıkacaklar?
Diyelim ki 1 milyon kişinin yaşadığı bir kentin yetki merciisiniz. Bu kongreye lütfen katılın. Bugüne kadar kentinizde yapılanları bir de bu kongrede gördüklerinizin süzgecinden geçirerek değerlendirin. Hatalarınız varsa bulun. Ama doğru fikirleri de gelin burada arayın.
Eğer Türkiye’nin 81 ilindeki yerel yönetimlerden üçer kişi gelip bu kongreye uğrarsa ülkemiz bundan büyük yarar görür.
* * *
İstanbul’un 10 gün boyunca ev sahipliği yapacağı Mimarlık Kongresi’nin önemi çok büyük. Kentlerimizin meçhule sürüklenmesini önleyecek bir kongre bu. Türkiye’nin sadece görsel geleceği değil, ruhu da bu kongreden etkilenebilir.
Tekrar ediyorum, burada bir meslek grubu buluşmuyor, halk ve yerel yönetim de bilgileniyor. Halk kongreye katılmasa bile medya kanalıyla kulak misafiri oluyor. Mimarlığın kendi yaşamı için ne denli önemli olduğunu anlıyor. Onun için hálá bu kongreden haberi olmayan yerel yöneticimiz varsa, onlara sesleniyorum: Haydi başkanlar kongreye...
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2005
<B>İNSANLIK </B>tarihinde uygarlık ve barbarlık el ele ilerler. Ayasofya’nın nasıl yapıldığını kim biliyor? Efes Celsus Kitaplığı kuşkusuz muhteşem bir eser, ama ya Ayasofya’ya ne demeli? Azra Erhat’ın yazdığına göre ‘Efesliler Bizans İmparatorluğu’nun yağmalarına karşı koyamamışlar ve bu dünya harikasının taşları bir bir sökülerek Ayasofya’nın yapımına yaramıştır’.
İşte buyurun bakalım.
İnsanoğlunun büyük bina tutkusu yeni bir şey değil. Örneğin Efes Celsus Kitaplığı’ndaki sütunlar yukarı doğru çıktıkça daralırlar. O zamanın insanları insan algısını kullanarak binaları olduğundan büyük göstermeye çalışmışlar. Resim sanatının çok sonraları Rönesans’ta keşfettiği perspektif oyunları daha önceden binalarda uygulanmış bile.
İnsanoğlu büyüklük ve ihtişam arayışından vazgeçmiyor.
21’inci yüzyıla gelindiğinde İstanbul gibi dünya incisi bir şehre yeni siluet aramak gibi bir gafletin içinde olmazdık yoksa.
İstanbul’u Manhattan zanneden görgüsüzlerle kültürsüzler koalisyonu el ele vermiş bu şehri bir ‘kitsch cenneti’ haline getirmeye çalışıyorlar.
Kitsch, yani rüküşlük. İyi bir şey yaratma arzusundasınız, ama bunun için yeterli kültür, bilgi ve eğitim donanımınız yok. Etrafta dolaşırken tesadüfen görüp beğendiğiniz nesnelerden yola çıkıp yaratılan rüküşlüklere ‘kitsch’ deniyor.
* * *
Oraya buraya gökdelen dikmek fikrinden başka bir önerileri olmayan bu güruh şimdi de gözünü Haydarpaşa mıntıkasına dikmiş. Haydarpaşa Garı’nın etrafında yükselen gökdelenleri bize post modernite adına yutturmaya çalışan cehalete kim dur diyecek?
Kim çıkıp bu insafsızlara ‘Artık yeter’ diye seslenecek?
İstanbul ki dünyada eşi benzeri olmayan bir silueti var, birtakım adamlar oturmuş ille de estetik gerekir diye tutturmuşlar. Kendini estetik cerrah zanneden birtakım rant sırtlanları yanlarına da bir iki sivri akıllı mimarı katmış, ellerinde satırla İstanbul’u doğrayacaklar.
İyi de ameliyata kalkışmadan önce sordun mu? Manhattan burnu istemiyoruz ki kardeşim, rahat bırakın bizi!
* * *
Ama dikkat! İstanbul estetik operasyonu için anestezi verilmeye başlandı bile. Medyadan da bakıyorum pek ses seda çıkmıyor, uyku halindeyiz. Sanki herkes İstanbul’un kitsch bir kent olmasına razı. Bu rehavet içinde İstanbul’un kisch üretimi hızla estetik saldırganlık derecesini artırıyor.
Irzına geçilen şehir, yorgun ve yıpranmış, hüviyetiyle oynamaya cesaret eden kendini bilmezlere direnemiyor.
Barbarlık ve uygarlık birlikte yürümekten vazgeçmiş değiller. Efes’i yıkan taşıyla hiç olmazsa yerine Ayasofya’yı yapmış, ama ya bizimkiler?
* * *
Can Yücel’in şiirindeki gibi; ‘Kavlim benim dostluk üstüneydi/Sevgi üstüne, sevinç üstüne/ Hiç böyle konuşur muydum ben/ Kör kör parmağım gözüne/ O biçim işte bu dünya/ Altı kaval üstü şişane...’
Ah İstanbul...
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
<B>BOĞAZ’</B>a karşı bir toplantı odasındayız; dışarıda, hemen önümüzdeki kortta tenis topu bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor. <B>Lord Patten </B>bu manzarayı seviyor. Lord Patten ya da Chris Patten, İngiliz muhafazakár siyasetinin önde gelen simalarından biri. Birkaç kez bakanlık ve Hong Kong’da valilik yapmış. Son olarak Avrupa Birliği’nin Dışişleri Bakanı sayılan Dış İlişkiler Komiseri olan 60 küsur yaşındaki bu deneyimli siyasetçi, birazdan beni çok şaşırtan bir şey söyleyecek.
Lord Patten, İstanbul Boğazı’nı gösterecek ve ‘Avrupa’nın geleceğini Brüksel değil, burası tayin edecek’ diyecek.
Ve İstanbul’un, ikinci Roma olduğunu hatırlatacak.
Geçen yıla kadar AB’nin dış ilişkilerini yöneten insana AB’nin geleceğini sormanın tam sırasıdır. Mesela, Rusya AB’ye girer mi? ‘Kesinlikle hayır’ diyor Lord Patten, ‘Birincisi Rusya çok büyük, ikincisi çok büyük bir kısmı Avrupa’da değil’.
Peki ya Ukrayna?
Evet. Lord Patten, Ukrayna ile birlikte Moldova’nın da aynı katılım dalgasında AB’den içeri gireceğini düşünüyor.
AB’nin genişlemesi, son referandum yaygarasına rağmen sürecek.
Bundan sonraki ilk genişleme dalgasında Balkan ülkeleri AB’ye girecek.
İkinci dalgada Ukrayna ve Moldova.
Türkiye ise üçüncü genişleme dalgasına kalıyor.
Peki ya Gürcistan, Ermenistan gibi ülkeler?
Lord Patten’e göre bu gibi ülkelerle ayrıcalıklı ilişki içinde olunacak. Alman ve Fransız sağının Türkiye için pişirmeye çalıştıklarına benzer bir yemek.
Ve AB’nin sınırları konusunda bir yerde durmak gerekecek. Zira sınırı çizmeden ilerlerseniz, bir sonraki iddia Orta Asya ülkeleri için olacaktır ki böyle devam edemezsiniz.
* * *
Bu durumda ufukta 35 üyeli bir Avrupa görünüyor. Bu Avrupa nasıl bir yer olacak? Lord Patten bu soruyu, ‘En önemli konu Türkiye’ diye yanıtlıyor ve şöyle devam ediyor: ‘Türkiye’nin AB’ye üye olması, Türkiye’den çok daha fazla AB için önem taşıyor. Çünkü bu sorunun cevabı, nasıl bir toplum olmak istediğimizle yakından ilgili. Ve dünyanın geri kalanına nasıl bir mesaj vereceğimizle de ilgili. Bence Türkiye’nin AB’ye girişi, bizim kendimizi hoşgörülü, laik bir toplum olarak tanımlamamıza yardım edecek. Dünyanın geri kalanına, farklı geleneklerden gelen ülkelerin bir arada yaşayabilecekleri ve kültürel çeşitliliği paylaşacakları başka nasıl gösterilebilir ki? Bunun çok ama çok önemli olduğunu düşünüyorum.’
* * *
AB, 20’nci yüzyılda Avrupa’da savaşı önlemek için kuruldu. 21’inci yüzyılda ise bundan sonrası için anlatacak yeni bir öyküye ihtiyacı var.
Bundan sonra AB’yi bir arada tutan ne olacak? Lord Patten’e göre, gelecekteki Avrupa öyküsü, hoşgörü ve uluslararası cömertlik üzerine kurgulanmalı. Bu konu güncel anayasa tartışmalarından çok daha önemli.
Bunun içindir ki Avrupa’nın geleceği Brüksel’de değil, İstanbul’da belirlenecek.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2005
<B>AVRUPA </B>Birliği’nin 21’inci yüzyıldaki mimarisine şekil verecek olan zirve Güney Fransa’nın Melekler Körfezi kıyısındaki Nice şehrinde toplanmıştı. Nice şehrini Foça’dan Fransız Rivierası’na giden koloniciler kurmuşlar zamanında. Şehrin adı Yunanca ‘Nike’den geliyor, zafer demek.
O zirvede Türkiye de Melekler Körfezi’ndeydi, ama görünmüyordu. Başbakan Ecevit, Nice’te çekilen aile fotoğrafında önünde duran liderin arkasında saklı kalmıştı.
Türkiye Melekler Körfezi’nde gölgedeydi.
Nice Anlaşması 26 Şubat 2001’de imzalandı. Anlaşma kimine göre zaferdi. Kimine göre de hezimet. Aradan geçen sürede Avrupa o toplantıda imzaladığı Nice Anlaşması’nı bir anayasa metnine dönüştürdü ve bugünkü kriz noktasına gelindi.
Şuna sadece anlaşma demekle yetinselerdi bugünkü patırdı kopmayacaktı. Adına anayasa demek şart mıydı? Anayasa büyük laf. Euro’yu ortak para kabul etmek sonuçta ekonomi ile ilgili. Anayasa ise topyekûn bir kimlik dönüşümünün ifadesi. Çok iddialı bir hedef.
Oysa bugün Avrupa Anayasası diye tartıştığımız konu aslında Nice Anlaşması’dır. Bunu Avrupalılar da unuttu.
* * *
Türk kamuoyu önderleri içinde yeterli sayıda AB uzmanı olsaydı bizler Nice Anlaşması’nın imzalanması sırasında Melekler Körfezi’nin ulusal egoizmlerin dans pistine dönüştüğünü hatırlar ve Fransa’da, Hollanda’da AB anayasasına çıkan ret oylarını ‘AB’nin sonu’ diye yorumlamazdık.
Melekler Körfezi kıyısında yakılan Avrupa mumunun titrek ışığını kıtadan esen rüzgarın esintisinden korumak için fanus gerekeceğini de öngörebilirdik. Nice Anlaşması’nın kendisi de başlangıçta beyan edilen büyük hedeflerin küçük bir gölgesiydi sadece. Avrupa’nın yarın federal bir yapıya yönelip yönelmeyeceği belli olmamıştı. ‘Avrupa’nın sınırları ne olacak?’ sorusunun yanıtı da Nice’te belirsiz kalmıştı.
* * *
Türk halkının yüzde 73.4’ü AB üyeliğini istiyor ama aynı oranda insanımız da AB hakkında bilgi sahibi olmadığını kabul ediyor. Fakat bir kesim var ki o bilmediğini de bilmiyor ve her gün AB konusunda ahkám kesiyor. Bu kesimin başında da maalesef medya geliyor. Medyadaki fikir önderleri sayesindedir ki Türk halkının büyük bölümü AB’nin hiçbir zaman Türkiye’yi üye yapmayacağını düşünüyor.
Bilen bilmeyen kurusıkı atıp tutarken saflar da ayrışıyor. AB projesini destekliyorsan ya ultra liberal bir küreselleşmecisin, ya da satılmış AB goygoycusu.
Bunun başka alternafi yok mu beyler? Örneğin bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu bir üçüncü yolcu kitle var ki onlar hem ‘AB’ci’, hem de sizin sınıflandırmanıza girmiyor.
Avrupa Anayasası için Nice’ten yola çıkıldı ama zafere ulaşılamadı. Türkiye ise gölgesiyle de olsa bu projenin içinde.
Yoksa siz bu gölgeden mi korkuyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2005
<B>BUNDAN </B>45 yıl önce Türkiye’de 1960 İhtilali olduğunda Türk siyaset ve iş dünyası seçkinlerinin çocukları, Lozan’da ve Paris’te <B>‘science politique’</B> ve hukuk okuyordu. İhtilal olunca siyasetçi çocuklarının bir bölümü eğitimlerini kesip ülkeye döndüler. Bir bölümü de okullarını bitirseler bile siyasete girmediler, devlet işine ‘bulaşmadılar’.
Gerçek Türk elitinin (sonradan görme sosyete buna dahil değil) çocuklarına Fransız dilinde siyaset bilimi okutma eğilimi, 1960’larda ve 70’lerin başında da azalarak bile olsa sürdü. Sonra hiç kalmadı.
Fransa’daki Avrupa Anayasası halkoylamasından sonra iki başbakan adayı çıktı. İkisi de seçkin sınıftandı, hatta isimlerinden anlaşılacağı gibi biraz da asildiler. Adaylardan Dominique Marie François Rene Galouzeau de Villepin başbakan oldu. Nicholas Sarkozy de Nagy Bosca ise İçişleri Bakanı. Bu yazıya ilham kaynağı biraz da bu iki Fransız siyasetçi oldu.
Siyasetçileri önce Yassıada’ya, sonra da ipe ve Kayseri Cezaevi’ne gönderen 1960 İhtilali kuşkusuz ‘Benim oğlum başbakan olacak’ beklentisini azaltıcı bir sebep olmuştur Türklerin umur görmüşleri arasında...
Ardından gelen 1971 Muhtırası, 1980 Darbesi ve 28 Şubat süreci de cabası...
* * *
Türkiye’de seçkinlerin siyasetten soğumasında demokrasinin kesintiye uğraması kuşkusuz etkili oldu; ama tek neden bu muydu?
Şimdi artık parası olan çocuğunu Amerika’ya gönderiyor, işletme ve ekonomi okusun diye.
Küreselleşme kendini bu noktada da hissettiriyor. Devlet yönetmek eskisi gibi özenilen bir konum değil. Siyasal güç sahibi olmak yerine ekonomik güç tercih ediliyor. Sivil toplumda liderlik elde etmek ya da futbolcu olmak, konum olarak siyasetten daha itibarlı hale geldi.
Bugünün dünyasında küresel şirketler, devletlerden kat kat güçlü. Çokuluslu dev bir şirket parayı bastırıp en kaliteli bakanlar kurulundan daha nitelikli yönetim kurulunu gazete ilanıyla toplayabiliyor.
Hál böyle olunca siyasete olan ilgi azalıyor.
* * *
Durum tespiti böyle, seçkinler nezdinde siyaset artık prim yapmıyor. Ancak büyük devletten vazgeçtik, orta büyüklükte bölgesel bir güç olmak istiyorsak yine de Fransa örneğinden ders çıkarabiliriz. Avrupa’nın burjuva aileleri, iki çocukları varsa birini işlerin başına geçmek için, diğerini de devlet adamı olsun diye yetiştirme alışkanlığını terk etmedi. Bir üçüncüsü varsa o da sanata armağan edilebilir!
Bizde Koç Ailesi’nin üçüncü kuşağından neden siyaset insanı çıkmadı? Eczacıbaşı torunlarından hangisi siyasete yönlendirilecek? Sabancı Ailesi’nden kim siyasetle ilgileniyor? Büyük diplomatlarımızın çocuklarının neden hemen hiçbiri baba mesleğini seçmiyor?
Türkiye bunları da düşünmek zorunda. Çünkü sövüp saydığımız bu devlet bizim. Ama bu kadarla da kalmıyor; çünkü sonuçta devlet biraz da biziz.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
<B>VACLAV Havel’</B>in Le Monde Gazetesi’nde çağrısı yayınlandı: <B>‘Egemenliklerin terkine karşı duyulan endişeleri ne kadar anlıyorsam, Avrupa’nın ulusal kimliklere karşı tehdit oluşturduğu görüşüne de o kadar katılmıyorum. </B> Avrupa bizim kimliğimizi tehdit edemez. Ama kimliğimizle ilgili kuşkularımızı bilinç üstüne taşıyabilir. Bu sorunu çözmek Avrupa Anayasası’nın işi olamaz, ama Anayasa, çoğul Avrupa’nın garantisidir. Avrupa’yı Fransız dostlarımızla birlikte inşa etmek istiyoruz.’
Bu pazar Fransa’da Avrupa Anayasası’nın oylaması var. Kimilerine göre hayır çıkması Avrupa’nın çöküşü demektir.
Gerçekten öyle mi? Avrupa’nın bütünleşme arayışlarının yüzlerce yıllık geçmişine bakarsak Fransa’daki anayasa oylamasının önemli olsa bile Avrupa’yı yıkmaya gücü yetmeyecek bir gelişme olduğunu görebiliriz. Nitekim ünlü Fransız siyaset adamı ve AB’nin eski Başkanı Jacques Delors’un başını çektiği bir ekip B planını hazırladı bile. Delors’un B planı, eğer halkoylamasında Fransızlar hayır derlerse yeni bir Avrupa Anayasası hazırlanmasını gündeme getiriyor.
* * *
Sonuç gerçekten hayır mı çıkacak? Fransa’da bugüne dek mart ayından beri 30’a yakın sondaj yapıldı. Hiçbirinde evet çıkmadı. Sondajlar yüzde 54 oranında hayırla açılmıştı. Bir ara yüzde 52’ye geriledi. Halkoylamasına on gün kala Bayan Mitterand’ın da hayırcı katkılarıyla ret cephesi yüzde 53’tü.
Sonuçlar büyüteç altına alındığında ise yüzde 25 oranında fikrini belirtmeyen vardı. Yüzde 23’lük bir dilim ise cephe değiştirebilirdi. Yani hálá bir sürpriz olma ihtimali kaybolmuş değil. Fransızların önce her zaman hemen her şeye karşı çıkan, ardından da karşı olduklarını yavaş yavaş kabullenen ve başta hayır dediklerinin sonunda yılmaz savunucusu haline dönüşen karakterde bir millet olduklarını biliyoruz.
Yine de ağır basan tahmin ret cephesinin baskın çıkacağı yönünde.
Fransızlar Avrupa Anayasası’na hayır dediler diye Avrupa çökmez. B planı da Fransa’dan çıkacak zaten. Salt Avrupa açısından düşünürsek birkaç yıl kaybedilmiş olacak, hepsi bu.
* * *
İnsanlığın geleceğini tayinde Avrupa’nın rolü ne olacak? Asıl önemli olan soru budur. Fransızların hayırı bu anlamda çok önemli. Fransa halkının anayasaya hayır demesi Avrupa’nın dünya üzerindeki gücünü etkileyebilir.
Bugün dünyada üç büyük aktör var: Amerika, Avrupa ve Çin. Yarın bunlara Hindistan da eklenecek. Dünyanın barış içinde yaşamak için yeni modeller üretebilmesinde Avrupa’nın öncülüğüne yarın bugünkünden daha fazla ihtiyaç duyulacak. Çevreye saygı, farklı kültürlere karşı hoşgörü, barış yanlısı olmak, güçlü sosyal paradigmalar gibi Avrupa değerlerine muhtaç kalacağımız günler uzak değil.
Fransız referandumunun sonucunu Avrupa açısından değil, dünyanın geleceği açısından değerlendirmek durumundayız.
Umarız Avrupa B planı elini çabuk tutar.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
<B>AMERİKA’</B>nın en büyük uluslararası markası nedir? Coca Cola mı, McDonald’s mı? Bilemediniz... En büyük Amerikan markası New York’tur. Ve bu şehrin çok basit bir simgesi var: Elma! Uluslararası planda öne çıkan Türkiye’nin marka kenti hangisi? Bu soruya İstanbul diye cevap verenler yanılıyor. İstanbul’u çok seviyoruz, Anadolu gözünü İstanbul’a dikmiş. Ancak bizim kafamızdaki algı ile yurtdışındaki imaj örtüşmüyor. İstanbul’un marka değerini, bu kente gelen turist sayısı ele veriyor. Çıtayı yükseğe koymalıyız. İstanbul’a geçen yıl gelen yabancı ziyaretçi sayısını (3.5 milyon) Paris’e giden 45 milyon kişiyle karşılaştırmalıyız.
Bu rakamlar bize İstanbul’un muhteşem potansiyelini yeterince kullanamadığı gösteriyor. Bazen büyük bir kongre, bazen dev bir futbol maçı İstanbul’un yetersizliklerini kafamıza vuruyor. Bu kentte hálá 10 bin kişilik kongre yapılacak bir merkez olmadığı için bu çaptaki işler için çadır kuruyoruz.
* * *
Bugün Türkiye’nin uluslararası marka olmuş tek kenti Antalya. Rusların çok seyredilen ‘Biri Bizi Gözetliyor’ tarzı programının çekimi Antalya’da yapılıyor. Antalya Valisi Alaaddin Yüksel, Moskova’da Cumhurbaşkanı protokolüyle ağırlanıyor.
Almanlar en çok seyredilen TV programlarını Aspendos’tan yayınlıyorlar. Neden Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda değil de Aspendos’ta? İstanbul’u marka yapma projesine kolları sıvarken soracağımız sorulardan biri de bu.
Rusya’da İstanbul imajını Laleli mahvetti. Laleli, İstanbul’un sınıfını düşürdü. İstanbul bugün alışverişte keşfedilmeyi bekleyen küçük butikleri, özgün takı tasarımcıları, kadın ve erkek giyimindeki üstün kalite fiyat ilişkisi ile Milano ve Paris’le yarışabilecek bir şehir; ama kıstasımız Laleli olursa biz ancak Türkmenistan’daki Çöl Pazarı’nı geçtik diye övünebiliriz.
* * *
Türkiye imajının düzelmesi için İstanbul markasını başarmak zorundayız. İstanbul’u ne Marmara’daki bir adaya dikilecek Fatih Heykeli, ne de İlhan Koman’ın olağanüstü bir eser olan Akdeniz Heykeli kurtarabilir. Akdeniz Heykeli’nin büyük boyda bir kopyasının yapılması fikrini desteklerim; ama bunlar ‘kozmetik’ öneriler. Fatih Heykeli kuşkusuz her Türk’ün gururunu okşayacaktır; ancak iletişim stratejistlerinin Fatih’in tek simge olarak kullanılmasına haklı olarak karşı çıkacaklarına emin olabilirsiniz.
İstanbul’u kurtaracak olan, ortak bilinç oluşmasıdır. Öncelikle İstanbul imajının yerlerde süründüğünü kabul edeceğiz ve bu işi kotaracak bir yapı oluşturacağız. Uzağa gitmeye de gerek yok. Antalya markasının valisiyle, belediyesiyle, sivil toplumuyla, meslek örgütleriyle, jandarma komutanlığıyla, işadamlarıyla, turizmcileriyle, nasıl bir koordinasyon içinde oluştuğunu izlemek yeter. Antalya bu güçlü birlikteliği nasıl yapmışsa, Türkiye’nin diğer şehirleri onu örnek alsın, yeter.
Yazının Devamını Oku