Zeynep Göğüş

Anneler Günü hediyem

7 Mayıs 2005
<B>ANNELER </B>Günü’nü ilk kez kutladığım sene Göztepe İstasyon Caddesi’ndeki iki metrekarelik tuhafiyeci dükkánından büyük boy bir Pereja kolonyası aldığımı hatırlıyorum. Annem o sabah göğsünün üzerinde kocaman bir kolonya şişesinin ağırlığıyla uyandığını hiç unutmaz.

Anneler günleri birbirini kovaladı, hediyeler değişti. Köşkler yıkıldı, yerlerinde gökdelenler bitti. Bir ara, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi diye de bilinen İstasyon Caddesi’nin adını Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Caddesi’ne çevirdiler. Caddeye tekrar eski adını vermeleri için mücadele etmek de bu satırların yazarına düştü. Tütüncü Mehmet Efendi’nin köşe başında tezgáh açıp cıgaralık tütün satan bir adam olmayıp Tekel’in ilk kurucusu olduğunu yazınca caddenin adı da kurtuldu. Göztepe’ye ve onun dut ağaçlarına, fıstık çamlarına, mimozaların açtığı tren yoluna, Abdülhamid’in haremağasının adını taşıyan pazaryeri Nadir Ağa bayırına, köşklerin demir kapılarından sarkan mor salkımlara olan borcumu bir hamlede böylelikle silmiştim o zaman.

Daha doğrusu sildiğimi düşünmüştüm.

Oysa Göztepe’deki çocukluk dekorunun içinde yer alan her şeyden ve herkesten o kadar çok şey almışım ki, bunların hiçbirinin silinmesi mümkün olmayan borçlar olduğunu anlamak için hayatın içinde uzunca bir yol almam gerekti.

Bütün bunların içinde annenin borcu ise öde öde bitecek gibi değil.

* * *

Keşke Göztepe yerine başka şeyler değişseydi. Bugün hálá sadece çok küçük bir azınlık, eğitimli bir anneyle büyüyor. 50’li yıllarda da bu böyleydi, bugün de değişmedi.

Kızlarını eğitememek Türkiye’nin büyük ayıbı. Kızlarımıza bakın, Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana topyekûn harekete geçme refleksini çalıştıramayan bir ülkede yaşadığınızı anlayın.

Bugün toplumda bir kıpırdanma var; ama yeterli mi? Kızların eğitimi, 21’inci yüzyılda ve ancak AB kapıya üç kere vurduktan sonra medya kampanyasına bırakılacak iş miydi?

Bugünün dünyasında rekabet gücünü belirleyecek olan birinci öğe eğitim. Bir ülkenin çocukları 5 yaşından itibaren internete bağlanıyor mu bağlanamıyor mu? Gelecekte ne olacağımız, dünyanın neresinde duracağımız buna bağlı.

Kız çocuklarını okula göndermeyen Türkiye, kendi gerçek gücünün kaçta kaçını devreye sokabildi? 600 bin kız hálá okulsuz.

Dünya kavramsal olarak ‘bilgisayar okur yazarlı’ devresine geçmişken biz hálá harfleri sökemedik. AB içinde bilgisayar ve internet kullanımında son sıradayız ama cep telefonunda ilk sıralardayız.

Demek ki sözlü toplum evresini aşamadık.

* * *

Sevgi paylaşarak çoğalırsa...

Ve bu ülkenin geçmiş ve gelecek annelerine bir şeyler borçlu isek...

Kız çocuklarının okutulması kampanyasına katkıda bulunalım. Hediyemiz bu olsun.

Böylelikle biraz da Kurtuluş Savaşı ruhunu çağırmış olalım.

Oğlum bunu anlayacak: Başka hediye istemiyorum.

Biliyorum, annem de istemeyecek.
Yazının Devamını Oku

Sosyal mobilya IKEA

30 Nisan 2005
<B>ULUSLARARASI </B>mobilya devi IKEA nihayet Türkiye’de. Siz onun İsveç bayrağının mavi sarı renklerini kullanmasına, acıkan müşterisine İsveç köftesi satmasına, kimliğini İsveç değerleri üzerine oturttuğunu söylemesine bakmayın. IKEA’nın merkezi çok uzun süredir ağır İsveç yasalarının boyunduruğundan kurtulmak için Hollanda’da. Fabrikaları ise dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda. Üretiminin yüzde 20’si Çin’de yapılıyor. Kurucusu İsviçre’nin Lozan şehrinde yaşıyor.

IKEA hakkında az bilinen bir başka gerçek de daha dünyada globalizmin esamisi okunmazken sahibinin 1950’lerin sonunda İsveçli mobilya parçası üreticilerinin IKEA’nın ucuz fiyatlarına karşı başlattıkları boykotu kırmak için komünist Polonya ile anlaşması. Yabancı sermayenin ucuz işgücüne başvurma yöntemi de bir IKEA yeniliği sayılabilir.

IKEA 2000’li yıllarda sosyal sorumluluk kurallarından taviz vermiyor. Ancak bu tarihin gerisini düşerseniz karşınıza kimi zaman Asya’da çocuk işçi çalıştırdığı için, kimi zaman da işe almada ayrımcılık yaptığı ya da zehirli kimyasallar kullandığı gerekçesiyle başı belaya giren bir IKEA da çıkabilir.

IKEA ’nın en azından dışa yansıyan yüzünde tüm globalizmine rağmen İsveç ‘rengini’ koruyabilmiş olması kuşkusuz yüksek bir iletişim becerisini gösteriyor. Türkiye’deki mağazasında Osmanlı’ya esir düşen kralları tarafından İsveç mutfağına sokulduğu bilinen köftenin satılacak olması da bir başka iletişim ayrıntısı.

* * *

En başa dönersek 17 yaşındaki genç dáhi Ingvar Kamprad, isminin baş harfleri ile Güney İsveç’te çocukluğunun, gençliğinin iki köyün adlarının baş harflerini yan yana getirip IKEA ’yı yaratıyor. Mobilyalar taşınırken kamyonlarda çok yer tutuyor. Bu güçlüğü aşmak için Ingvar’ın bulduğu yöntem her şeyi parçalayıp nakliyeyi küçük kutularla yapmak. Fiyatları düşüren asıl etken bu. Memnun müşterilere de bir miktar el becerisi ile kutunun içinden eksik vida çıkmaması için dua etmek düşüyor.

1950’lerin İsveç’inde herkes daha iyi ve eşitlikçi bir toplum peşinde iken IKEA ideolojik olarak devletle ve dönemle örtüşüyor. IKEA’nın en çok sayıda insana mümkün olan en ucuz fiyatta evlerini döşemelerine imkan yaratma tutkusu giderek döneme uyan önemli bir ‘sosyal mesaj’ haline geliyor.

* * *

İsveç renkleri, İsveç değerleri, İsveç tasarımı ve İsveçli bir sosyal mesajla IKEA, Türk evine de girmeye hazırlanıyor. IKEA toplumda büyük bir değişimin de habercisi olabilir. Nasıl ki McDonald’s fast food sektörünü rekabetiyle olumlu yönde dönüştürdü, IKEA da mobilyada aynısını yapabilir. 200 milyonu bulmayan fiyatlarla ‘şık’ bir oda döşeyebilmek tek başına yaşamları teşvik edecek. IKEA’nın ‘ev açma’yı kolaylaştırarak özellikle büyük kentlerde bireyselleşmenin önünü açan bir etken olacağını öngörmek mümkün.
Yazının Devamını Oku

Gameboy kuşağı

23 Nisan 2005
<B>DÜNYA </B>Bankası’nın son raporuna göre Türkiye’de en zengin yüzde 10 ile en fakir yüzde 10 arasındaki uçurum daha da derinleşmiş. En zengin yüzde 10’un yıllık kişi başına gelir ortalaması 13 bin doların üzerinde. Bu gruba girenlerin çocukları ‘gameboy’ oynuyor. Diğerleri muhtemelen oynamıyor.

Gameboy, dünyanın en popüler video oyunu diye tarif ediliyor. Gameboy advance’i internetten almak isterseniz yüzde 15 indirimli fiyatı 255 milyon TL. Bunun oyun kasetleri ise 10 milyondan başlayan fiyatlarda satılıyor. 6-7 yaş grubunda en popüler kasetler ‘Sonic’, ‘Spiderman’ ve ‘Ninja Kaplumbağalar’.

Gameboy kuşağı tuhaf bir dil konuşuyor. İnternetteki gameboy forumlarından seçtiğim bir cümlede şöyle deniyor: ‘Bu adalara (Büyükada’dan söz edilmiyor!) gerçek gameboy advance olanlar (demek ki sahtesi de var) wireless adaptör yolu ile gidilio. (Gameboy kuşağı Y’leri iptal etmiş). ‘Yu-Gi-Oh’lar, ‘Avatar’lar... Farklı dünyanın farklı dili çocuklarımızı bizden uzaklaştırıyor.

* * *

Dünyada da çocuklar ‘gameboy oynayanlar ve oynamayanlar’ diye acımasızca ayrılıyor. Bilgi çağına erişim ve hatta Türkiye’nin geleceği bu çerçevede belirleniyor.

Gameboy’un zararları üzerine binlerce yazı çıkıyor. Bu yazılara bakarsak çocuğunuza bu aletlerden aldınızsa geleceğin suç örgütü üyelerini ya da iletişim kurmakta zorlanan asosyal tipler yetiştiriyor olabilirsiniz.

Benim oğlum da gameboy kuşağı. Okul servisinde normalde başka araçta olmaları gereken yaşça büyük çocukların oğluma söz geçirememeleri üzerine çıkan kavgaları yatıştırmak için eline bir gameboy tutuşturmamız tavsiye edilince biz de Akmerkez’in yolunu tutup ‘kurbanlar’ arasına girdik.

Test sonucu şunları söyleyebilirim: Gameboy sonuçta bir alet, her şey sizin çocuğunuza verdiğiniz eğitimle ilgili. Oğlum gameboy’unu, ikinci haftasında bir sınıf arkadaşına hem de 1 haftalığına ödünç verdi. ‘Cem’in gameboy’u yok anne, biraz da o oynasın’ dedi. Demek ki gameboy’un gücü 6 yaşındaki bir çocuğu egoist ve paylaşıma kapalı hale getirmeye yetmedi.

İzlediğim kadarıyla çocuklar arasında gameboy oyunu değiş tokuşu var. Dolayısıyla paylaşımcı olmadıklarını kimse söyleyemez.

Gameboy iletişimi engellemiyor, onun bir parçasına dönüşüyor. Rekabet de yine bu çerçevede öğreniliyor. Kim hangi oyunda hangi evreye geçti? Kendini kanıtlama zevkini çocuklar o küçük ekranda yaşıyor.

* * *

Nüfusun yüzde 30’unun 15 yaş altı olduğu genç Türkiye’de kamuoyu önderleri hem çok yaşlıyız, hem de hálá geçen yüzyılın meselelerini çözümlemiş değiliz.

Güncel sütunlarda hálá ‘Atatürk iyiydi, İsmet Paşa kötüydü’ diye polemik yapılıyor. Biz geçen yüzyılda kaldıkça da, gençlerle aramızdaki uçurum gelir dağılımını aratmayacak derinlikte büyüyor.

Yine de umutsuzluğa kapılmak için neden yok. Oğlum gameboy’unu cebine koyup 23 Nisan törenine gidiyor. Bayrak çekilecek, Ata’ya saygı duruşunda bulunulacak, coşkulu şarkılar söylenecek.
Yazının Devamını Oku

AB’nin Meksika’sı olmak

16 Nisan 2005
<B>GAZİANTEP-</B> <B>‘Güneydoğu’da tek göz evde dokuz kardeş büyüyüp de başkentte İngilizce tıp okuyanı da gördük.’</B> <B>Derya Güzelbey </B>bunları anlatırken İstanbul’da çocuklarını harıl harıl lise ve üniversite sınavlarına hazırlayan arkadaşlarımı gözümde canlandırıyorum. Bir tarafta büyük bir sınav endüstrisinin çarkları dönüyor, öte tarafta tek göz mağara evde büyüyen bir ‘kardelen’ kendi kendine çiçek açıyor.

Derya Güzelbey, modern bir genç kadın olarak Gaziantep Yardım Gönüllüleri Derneği’nin Başkanı. Büyükşehir Belediye Başkanı’nın eşi olmanın verdiği bu konumu tevazu içinde tüm vaktini dernek faaliyetlerine hasrederek geçirdiğini gördüm. Anlattıklarını dinlerken de bol bol gözyaşı döktüm!

Dernek olarak ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyasını başlattıklarında çocukların nüfus káğıdı olmadığını, çünkü anne babalarının ‘parasızlıktan’ nikáhsız yaşadıklarını görmüşler. Ancak nikáh kıymak öyle basit bir iş değilmiş. Çünkü Akdeniz anemisi testi yaptırmak şartmış ve maliyeti 114 milyon TL imiş. 22 milyon adam başı cüzdan parası, ayrıca cezalı nüfus kaydı için para, arzuhalci vs. derken nikáh için ciddi bir maliyet çıkıyormuş. Önce bunlar için fonlar oluşmuş, hatta arzuhalcilerle kapışılmış.

Sıra nikáha geldiğinde 7-8 çocuklu da olsalar bazı çiftlerden gelinlik giyme talebi gelmiş. Başı kapalı hanımlar genç kız gelinliklerini seçince de, neme lazım, eşlerden izin gerekmiş! Beş belediye otobüsü gelin aracına dönüşmüş, derneğin bir odası fotoğraf stüdyosu olmuş.

İşte bu fotoğraflara bakmak bana çok dokundu.

* * *

Türkiye’nin 6’ncı büyük şehri ve sanayi merkezi Gaziantep’e Adana üzerinden karayoluyla vardım, çünkü 20 trilyon harcanarak yapılan piste ‘inişler sakıncalı’ raporu verildiğinden havaalanı 3 Haziran’a kadar kapalı. Kaynak israfına bundan iyi örnek olabilir mi? Bir yandan cüzdan çıkartacak parası olmayan insanlar, öte yandan 20 trilyonu havaya atıp bölgesel stratejik üstünlüğünü Halep lehine yitirme riskini alan bir kent.

* * *

Gaziantep önce fıstık-baklava-kebap evresini aşıp örnek sanayi kenti oldu, şimdi marka değeri olarak kültür ve tarihini ön plana çıkarmaya hazırlanıyor. Ancak tüm göç alan büyük kentlerin sosyal sorunları kapkaç ve sokak çocukları dahil burada da mevcut.

Şehir, Avrupa Birliği bilincinin en yüksek olduğu yerlerden biri. Ancak yine de buradan bakınca özellikle sosyal sorunlar bağlamında tüm Türkiye için gerçek olan bir tehlikeyi düşünmeden edemiyor insan. Türkiye AB ile tam uyumu sağlayıp üye olamaz ise ABD’nin Meksika’sının durumuna düşebilir. Yani, AB’nin kenarında sorunlu bir bölge. Belalı işlerin döndüğü, sosyal olarak AB sınırları dışında tutulan bir yer.

Türkiye Avrupa’nın Meksika’sı olmayacak ise bunu Gaziantep ispat edebilir. Ve bunu başarma iradesini Gaziantep’te gördüm.
Yazının Devamını Oku

Kandilli’de erikler açtı

9 Nisan 2005
<B>ÖNCE </B>erik ağaçları beyaz çiçeklerini açtı. Boğaziçi’nde baharın ilk belirtisidir erik ağaçlarının beyazlanması. Erguvanlar içinse mayıs başını bekleyeceğiz. Kandilli, İstanbul’da eski yapısını hálá muhafaza eden ender semtlerden biri. Gerçi son zamanlarda buradaki bütün boş delikler de villalarla doldu, ama eski Kandilli özelliğini yitirmeden baştan başa restorasyon geçirdi. Çınarlar, erikler, mor salkımlar, at kestaneleri yerlerinde duruyorlar.

Çiçeklenmiş erik ağaçlarının beyaz fırça darbeleriyle süslediği Kandilli tepelerinde Adile Sultan Sarayı’nın inşaatı VAKSA ve İstanbul Valiliği’nin katkılarıyla sürüyor. Sakıp Sabancı, ölümünden sadece üç gün önce bu tarihi binanın kültür merkezine dönüştürülmesi için yüklü bir bağışta bulunmuştu.

Saray, 2. Mahmud’un kızı Adile Sultan için 1876 yılında ağabeyi Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış. Adile Sultan Sarayı, 1986 yılında yanmadan önce Kandilli Kız Lisesi’nin yatılı bölümüydü. Yangından sonra harabe haline gelen yapının kurtarılması için Kandilli Kız Lisesi Eğitim Vakfı’nın gösterdiği çabalar meyve verdi. Haziran ayında açılışı yapılması planlanan merkez, Kandilli’ye yakışır biçimde sanat ve kültür dünyasının buluşma noktası olacak.

* * *

Sakıp Sabancı’
nın kendi adını en saygın biçimde yaşatacak olan bu merkeze yaptığı 6.5 trilyonluk büyük bağış, Boğaziçi sırtlarındaki villalarda oturan İstanbul büyük burjuvazisinin yeni görevlerine işaret ediyor. Türk burjuvazisi, küreselleşmeyle birlikte sosyal uçurumların açıldığı bu dönemde, dünyadaki örneklerinde de olduğu gibi kendini kültürel olarak ‘upgrade’ etmek ve yeniden konumlandırmak durumunda.

Bugünün dünyasında zenginlerin kendilerini eğitmeleri, kültürlü olmaları ve sosyal sahiplenme duygularını bilmeleri gerekiyor. Merak edenler Bill Gates örneğini izleyebilir. Yoksul zenci çocuklar okulu için ayırdığı bir milyar dolar ve dünya çocukları için 750 milyon dolarlık çiçek aşısı kampanyası Gates’in sosyal destek projelerinden yalnızca ikisi.

Sosyal sahiplenme ya da sosyal sorumluluk, burjuvazinin ‘yeni görevi’. Aslında Osmanlı’nın 700 yıllık vakıf ve imaret kültürünü bilenler için ‘eski görevi’ de denilebilir. Çeşmeleriyle, hastaneleriyle, aşevleriyle ve eğitim kurumlarıyla yoksullara dönük sosyal sahiplenme Osmanlı’yı 700 yıl ayakta tutan en önemli direklerden biriydi. ‘Yeni yoksulluğun’ global planda tartışıldığı bir dünyaya, ‘genetik kültür mirasımızdan’ derlediğimiz güzel çiçekler de sunabiliriz. Örneğin, kapkaç çetelerine satılan Güneydoğulu çocukları kurtarma ve eğitme konusu boş bir alan olarak bekliyor.

* * *

Kandilli sırtlarında baharın gelmesinin işareti olarak önce erikler çiçek açtı. Zenginlerin kültüre yatırım yapması fikri de ülkede yavaş yavaş tomurcuklanıyor.
Yazının Devamını Oku

Tasarım yoksa ölüm var

2 Nisan 2005
<B>TÜRKİYE </B>ekonomisi yüzde 9.9 oranında büyürken ve kişi başına düşen milli gelir 4 bin doları aşarken nasıl oluyor da şehirlerde hırsızlık vakaları artıyor? Bu artışı ne sadece Rahşan Hanım affıyla, ne denetimsizlik, ne de yoksullukla açıklamak mümkün.

Hırsızlık vakalarının artışı toplumsal yozlaşmanın bir parçası. En üstün değerin para haline geldiği bir ortamın dışavurumu. Kendi değerlerinden tiksinen aydınların 21. yüzyıl Türkiye toplumuna yeni bir tasavvur sunamamalarının bir sonucu.

Milletçe kalbimizin birlikte attığı bir an hatırlıyor musunuz? Ortak payda olarak tek başına futbol ya da Süreyya’nın sonradan hayal kırıklığı ile sonuçlanan 1500 metre koşusu da sözünü ettiğim tasavvuru oluşturmaya yetmiyor.

* * *

Avrupa Birliği kökeninde geniş tabanlı bir uluslararası aydınlar hareketi olan yeni bir tasarım olarak doğdu. AB’yi kuran vizyonerlerin tasarladıkları ya da tasavvur ettikleri birliktelik modeli Avrupa’yı daha uzun süre ayakta tutmaya yeter. Çünkü Avrupa kendini yeniliyor. Tasavvura yeni tasavvurlar ekliyor. Ortak para biriminden sonra ortak anayasayı hedefliyor. Gün gelecek Ukrayna, Türkiye ve belki de Rusya büyük Avrupa’ya katılacak.

Ardından Avrupa’ya tekrar yeni bir tasavvur gerekecek. Gerekecek, çünkü Alev Alatlı’dan alıntıyla, ‘Toplumların da insanlar gibi bir yaşam takvimi vardır’.

Türkiye’nin aydınları bu ülkenin dibe vuruşlarında hep politikacıları sorumlu tuttular. Politikacıları suçlayarak bugünlere geldik. Oysa dünyayı yorumlamak da, o yorumdan yepyeni bir tasarım çıkarıp halka sunmak da aydınların işiydi.

Sürekli Batı’dan örnek vermenin hüzün verici tarafını biliyorum ama bizim Batıcı Türk aydınlarımız toplumsal tasarım üretmek anlamında hiç Batılı olamadılar.

Aydınları tasarım üretmeyi beceremeyen toplumlarda politikacıların ülkeyi komedi filmi çevirir gibi yönetmeleri normaldir. Türk Ceza Kanunu’nun başına gelenler buna iyi bir örnek değilse nedir?

Avrupalı olmak, ortak tasarımın içinde yer alan yönetim tarzıdır aynı zamanda. Bu tarz toplumsal tasarımı ilgilendiren yasalarını bizdeki gibi son dakika kararlarıyla yapmaz. Bakın Avrupa Anayasası’na, yıllardır Avrupa kurumlarında tartışılıyor.

* * *

Hırsızlık ve kapkaç çoğaldı, korku kültürü içinde yaşar olduk.

Ama bakın size bir de madalyonun öteki yüzü: Annem Mecidiyeköy tarafında bir bankadan çıkıyor. Kış bir türlü bitmedi ya canı kestane çekiyor. Kestaneleri alıp yoluna devam ederken arkasından genç bir çocuk bağırıyor: ‘Teyze cüzdanınızı düşürdünüz.’

Burası da Türkiye.

Henüz hepimiz kötü olmadık. Tüm değerler yok olmadı.

Fakat son dönemeçteyiz.

Ya bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkıp bu toplumun insani özellikleriyle Batı’ya katılacağız, ya da yok olacağız.

Görev aydınların: Toplumsal tasarım yoksa ölüm var.
Yazının Devamını Oku

Bayrağın altı

26 Mart 2005
<B>EPEY </B>oluyor, Nevruz’daki bayrak yakma hadisesinden çok önce Office Store’a uğradığımda çalışma odam için masada duran tipte küçük bir Türk bayrağı satın almıştım. Bu alımı tepkiyle ya da kızgınlıkla yapmadığım için bugün kendimi mutlu hissediyorum. Benim küçük bayrağım bütün büyük bayraklardan daha kıymetli.

Üstelik biliyorum; Suriye sınırı biraz daha kuzeyden çizilmiş olsaydı babamın bayrağı farklı olabilirdi. Balkan trajedisi sonrası muhacir akımı olmasaydı annem muhtemelen bugün Makedon bayrağı altında dolaşacaktı.

Nerede doğduğumuz bir tesadüf olabilir; ama bu kendimizi doğduğumuz yere ait hissetmemize ve bayrağımızı sevmemize mani değil.

Bir yere ait olmak yerine kendini boşlukta hissetmekten daha kötü bir ruhsal ceza olabilir mi?

Ama çoğu aydınımız mazoşisttir.

* * *

Kozmopolitliğe karşı çıkmadan Türk aidiyetinle barışık olabilmek, Türkiye’ye bağlılığını evrensel adalet duygusuyla bağdaştırabilmek... Zor olan ve pek çok aydının başaramadığı işte budur.

Bazı arkadaşlarım iki satırla özetlemeye çalıştığım bu tavra ‘neo milliyetçilik’ demek istiyorlar. Türkiye koşullarında MHP’ye gönderme yaparak bu ifadeyi kullandıklarını biliyoruz. Ama yenisi de olsa eskisi de olsa uluslararası algı düzeyinde fark etmiyor. Kimse ondan vazgeçmese de adı koyularak söylenen milliyetçilik iyi gözle bakılan bir akım değil.

Örneğin, ABD’deki ‘yeni milliyetçilik’ Başkan Bush ile özdeşleşiyor. Zaten neo milliyetçiliği küresel ölçekte gündeme getiren de Bush yönetiminin söylemi oldu: ‘Ya bizimlesin, ya değilsin’ diyen tehditkár neo milliyetçilik sadece takvimde yeni. Bunun ‘Ya Sev Ya Terket’ten pek bir farkı olmadığı gibi ürkütücü bir tehdit boyutu da var.

Hitler’in propagandacıbaşısı Goering, ‘İnsanlara saldırıya uğrayacaklarını, barış yanlılarının vatanlarını sevmeyip tehlikeye attıklarını söyleyene herkes inanır’ demişti. Şimdi de Türkiye’de AB yanlılarına karşı benzer bir saldırı söz konusu. Goering’in barış yanlılarını bizdeki AB yanlılarıyla değiştirdik mi tamam.

* * *

Varoluşu için düşman aramaya gerek duymayan bir neo milliyetçilik olabilir mi?

Ya dışlayıcı olmayan bir neo milliyetçilik? Bu olabilir mi?

Bayrağımıza sahip çıkmalıyız. Ama nasıl?

Bayrağın altında biriken genç nüfusu eğitmeden Türkiye, Avrupa Birliği içinde kendine onurlu bir yer açabilir mi? Gençlerimizi eğitip kültürle harmanladıktan sonra AB’ye ister gir ister girme, zaten ne fark eder? Ay yıldızlı bayrağın altındaki gençlere hangi bilinci ve kültürü veriyorsunuz?

Ne mutlu Türküm diyebilen insanlara hakaret edenleri neden el üstünde tutuyoruz?

Biz ne zaman mı adam oluruz?

Bayrağımızı sevmek için tehdide ve düşmana ihtiyaç duymadığımız gün, paçayı kurtarmışız demektir.

Kendini bir yere ait hissetmemekten daha kötü bir ruhsal ceza olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Misafir kısmetiyle gelir

19 Mart 2005
<B>BERLİN ’</B>de dünyanın en büyük turizm fuarına katıldım. Türkiye’nin bu fuarda 5 bin metrekareye yayılan varlığıyla gurur duydum. Karşılaştığım bir Alman turizm araştırmacısına göre, <B>‘Türkiye Markası’</B>nın en önemli fark yaratanı <B>‘insani boyut ve misafirperverlik’</B>ti. Vatandaşlarımızın insancıllığı Alman turistler tarafından Türkiye’nin en önemli ayırt edici özelliği olarak görülüyor. Alman araştırmacı ‘Lütfen bunu koruyun’ dedi.

Öte yandan Harvard İşletme Fakültesi’nin misafirperverlik üzerine bir raporu yayınlandı. Rapor özetle şunu anlatıyor: Misafirperverlik ancak yüzde 20 oranında öğrenilebilir. Yüzde 80’inin ise genlerinizde hatta kanınızda olması gerekiyor.

Türkiye’nin el yordamı ile turizmde gösterdiği büyük başarının sırrı belki de bu.

* * *

İnsaniyet denince düşünmek gerek.

Hümanizm, Rönesans’ın temel kültürel akımı olarak karşımıza çıkar; insana ve insan değerlerine en büyük ağırlığı veren düşünsel yaklaşımdır. Hümanizmin şuurlu biçimde dinden ayrıldığı söylenir. Ancak en büyük Avrupalı hümanist Rotterdamlı Erasmus da bir din adamıdır.

Mevláná, Yunus Emre, ahilik geleneği. Türkler Rönesans’ı yaşamadılar, ama kendilerine özgü bir insaniyetçilikleri hep oldu. Türklerin insancıllığını, misafirperverliğini nasıl izah edeceksiniz? Bu özellik Kafkaslar’dan dalga dalga tüm Balkan Yarımadası’na yayılmıştır üstelik. Osmanlı dönemi tüm yabancı seyyahlarında bu milletin lütufkarlık ve insaniyetinden dem vurulur.

Örneğin Dr. A. Brayer adlı yazar, ‘Osmanlılarda öyle bir ruh vardır ki, bu sayede onlar, her misafire mukaddes bir nimet nazarıyla bakarlar. Ev sahibi, misafirine evinin en güzel odasını tahsis ederek her hizmetini canla başla yapar. Hatta misafiri hastalandığı zaman hekime götürür parasını dahi verir. Zira misafire masraf yaptırmayı ayıp saymaktadırlar’ diye yazmıştır.

Fenerbahçe Teknik Direktörü Daum da geçenlerde Köln’deki bir toplantıda Türk misafirperverliği karşısında büyülendiğini anlatıyordu.

Kapkaça, hırsıza uğursuza, turiste sülük gibi yapışanlara ve açıkgöz hanutçulara rağmen imajımız bu.

* * *

Bazen misafirperverliği abartırız.

Allah aşkına bir tabak daha al, yaş deri çatlamaz.

Orada rahat edemedin buyur şuraya otur, arkana da yastık al.

Bugün 50’nci çayınsa da bir bardak da bizden olsun.

Bu gece yatıya kal.

Türkiye’nin fark yaratanı insaniyeti, misafirperverlik bunun göstergesi.

Bu anlayışı kaybetmemeliyiz.

Atalarımız ‘Vakitsiz gelen misafiri kovarlar’ demiş.

Şimdi ise misafirin ‘vakitsizi’ makbul. Rağbet off season gelen turiste. Türkiye otelleri kışın da dolu olmak istiyor.

Türkiye’ye turist yağıyor.

Biliyorsunuz, ‘misafir kısmetiyle gelir’.

Bu yıl 20 milyon turist bekliyoruz.

Haydi hayırlısı; ‘misafir evin bereketidir.’
Yazının Devamını Oku