15 Ocak 2005
DEĞERLER değişiyor. Dün bildiğimiz doğru, bir bakıyoruz bugün artık geçerli değil. Bakın anlatayım nasıl olduğunu... ‘Emret Bakanım’ bir İngiliz dizisiydi, Türkçe’ye uyarlandı. Tesadüf bu ya, geçen pazar yayınlanan bölümde bakan ve eşi, bir Arap ülkesine ziyarete giderler. Orada kendilerine tarihi değeri olan dekoratif bir eşya hediye edilir. Hediyeyi bakanın eşi alır, evin girişinde pek güzel duracağını söyler. Bunu duyan bakanın özel kalem müdürü, koşup hanımefendiyi uyarır: ‘Kanunlarımıza göre bunu hediye olarak evinize götürebilmeniz için değerinin 100 milyon TL’nin altında olması gerekir!’ Bakanın eşi ise özel kalemden, bunun ucuz bir taklidinin de olabileceğini belgelemesini ister. Özel kalem sorunu çözer, hediye evin en mutena köşesine yerleştirilir. Bu arada bakan eşinin gazeteci kadın arkadaşı, ev ziyaretine gelir. Bakanın eşi olan biteni kadın gazeteciye anlatınca bakanın başı derde girer. Sonrası bin türlü takla; ‘Biz bunu zaten iade edecektik’ demeçleri vs...‘Emret Bakanım’ günün gerçeklerini yansıtmayan demode bir dizi! Fevkalade eskimiş değerlerden yola çıkarak kurgulanmış. Gerçek hayatta artık hiç böyle şeyler olmuyor. Devlet erkánına 30-40 bin dolarlık hediyeler alenen verilip alınıyor. Bu yüzden kimsenin başı derde girmiyor. Olay gazetecilerin gözü önünde cereyan ediyor. Kimse kimseyi uyarmak ihtiyacını hissetmiyor. Nerede kalmış 100 milyon liralık hediye sınırı...* * *Avrupalı liderlerin İstanbul ziyaretleri sırasında Kapalıçarşı haberleri çıkar zaman zaman gazetelerde. Koca çarşı kapatılmıştır; ama adam ya da kadın ala ala 300 dolarlık kolye almıştır. Hiç düşünmeyiz bunun neden böyle olduğunu. İşin gerçeğinde ise konuk liderler ‘Sakın hediye almayın’ diye uyarılmışlardır. Alışveriş edecekleri varsa da vazgeçmişlerdir. Sanırım hediye meselesinde de bir ‘Avrupa standardı’ oluşturmamızın zamanı geldi.* * *Köhnemiş değerler, yeni değerler, modernlik, postmodernlik vs. tartışmasına katkıda bulunmak için bir önerim var. Bence Başbakan’ın eşi Emine Hanım’ın, Moskova’da ziyaret ettiği kuyumcuda hediye edilen gerdanlık ve broşu kabul etmesi postmodern bir davranıştır!Postmodern davranıştır; çünkü bizim bildiğimiz Nisa Suresi kadınların boyunlarını örtmelerini, ziynet eşyalarını göstermemeleri amacıyla ister. Burası çok nettir. Sure, ‘Boynunu kapat, üzerine gerdanlık ya da broş tak’ demez. Amaç gösterişi engellemektir. Fakirin fukaranın iştahını kabartmamaktır. Ama işte Başbakan’ın eşi, postmodern bir davranışla gerdanlık hediyeyi tüm Türk milletinin gözü önünde kabul ediyor. Soruyorum: Yoksa postmodernlik adına sevinmek mi lazım şimdi? Değerler değişiyor. Ne yapacağımızı şaşırdık.
button
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
<B>PERŞEMBE </B>günü cep telefonum çaldı. Baktım, Fransa’nın ülke kodu 33’le başlayan bir numara. Korkarak açtım, çünkü Fransa’nın Türkiye’ye olan ilgisi inanılmaz derecede arttı. Fransız meslektaşlarımız görüş almak için sık sık arıyorlar. 17 Aralık’tan bu yana Fransızca bilen Türk gazetecilerin hemen hepsi Fransız medyasının fahri Türkiye muhabiri konumunda.
Bu sefer arayan bir Fransız radyosu, ancak konu her zamankinden farklı. Fransız muhabir ‘Türkler Tsunami felaketi karşısında nasıl bu kadar duyarsız kalabildiler?’ diye soruyor.
Aynı gün Hürriyet’in manşeti de bu konuda. Fakat soruyu insanın kendine sorması başka, el oğlunun sorması başka. Soru dışardan gelince, sorgulama da farklı oluyor. O zaman filmi geriye sardım.
* * *
Tsunami felaketini Yavuz Baydar’ın olay sabahı ettiği telefonla öğrendim. Yavuz heyecan içinde ‘Çok büyük bir deprem oldu’ deyince elim ayağım çözüldü. Depremin Uzakdoğu’da olduğunu anlayınca açıkçası biraz rahatladım. Hemen televizyonun başına geçtim, Türk kanallarında normal akış devam ediyordu. BBC World’de sabitlendim.
Yavuz heyecanlıydı çünkü o da köken olarak dış haberci. Antenleri dışa açık olanlar için hele de formasyonunuz gazetecilikse bu büyüklükte bir deprem karşısında reflekslerinizin hepsi birden çalışmaya başlar.
Yavuz’un tepkisi en uç örnek. Ama bir de diğer uç var. O da dışa kapanmış, kendi küçük mahalle kozasında yaşayan Türkiye.
Dışa kapanmış derken ülke dışını da kastetmiyorum. Çoğumuza mahallesi bile geniş geliyor. Büyük çoğunluk için bırakalım binlerce kilometrelerce uzaktaki bir depremi, kendi mahallesinde patlayan su borusu bile müdahil olunması gereken bir mesele değil.
Neden böyleyiz? Çünkü Türkiye hálá kapalı bir toplum. Kendi küçük dünyalarımızda başa çıkamadığımız o kadar çok dert var ki, perdeyi açıp dışarıya bakamıyoruz.
Televizyonların izlenme oranlarına bakın. Haber kanalları son sırada. Haber dergileri satmıyor. Gazetede doğru dürüst haber okunmuyor. Bunun parayla pulla izahı yok. Örneğin geçen kış kar yağdı. Tüm televizyonlarda defalarca duyurulmasına rağmen adada oturan insanların geçen kış ada vapurlarının iptal edildiğinden haberi yoktu. Vapur iskelesinde bağırıp çağıran kelli felli tipler hiç mi gazete okumaz, hiç mi televizyon izlemezdi?
* * *
Fransız gazeteciyi atlattım.
Panjurlarını kapatmış bir Türkiye’nin Avrupa ailesinde yer almakta zorlanacağını elaleme duyurmak istemedim.
Ama size söyleyebilirim.
Değişmeliyiz.
Panjurları açmalıyız.
Tsunami karşısında toplumsal refleks sahibi olmak ancak bu şekilde olur.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2005
<B>YENİ </B>yıla birbirimize mutluluk, sağlık ve huzur dileyerek girdik. Huzur deyince biraz duralım. 2004’ü huzur içinde kapadığımız pek söylenemez. 17 Aralık Avrupa Birliği zirvesi sayesinde kavga edecek yeni bir konu bulduk. Aslında yılın son iki haftasında yaşadığımız tartışma, uzun süreli bir çatışmanın AB zirvesi nedeniyle tepe noktasına vurmasıydı.
AB meselesi ya da başka konular olsun, keyfimizi bozmadan, çatışma yaşanan durumların üstesinden gelmenin bir yolu yok mudur? Engellenme duygumuz ve kızgınlıklarımızla nasıl baş edeceğiz? Bunlara yol açan çatışmaları nasıl çözeceğiz? Çatışma ortamına giden yolların paradigmalarımız, yani kalıplaşmış düşüncelerimizle döşenmiş olduğunu hiç düşündük mü?
Biz Türkler büyük çoğunluğumuzla savunduğumuz bir mesele masaya geldiğinde o konuya ‘Ben kazanacağım, o kaybedecek. Aksi halde başarısız sayılırım’ mantığıyla yaklaşıyoruz. Hayatın her alanındaki yaklaşımımız genellikle böyle.
* * *
Hayat bir spor karşılaşması değil ve ‘kazanmak’ sizin gerçekten galip taraf olduğunuz anlamına gelmiyor. Siz kazanıyorsunuz; ama karşınızda size olan sevgi ve saygısını yitirmiş olan biri var.
İster ikili ilişkilerimizde, ister iş hayatında, ister diplomaside olsun karşınızdakini kaybetmek pahasına da olsa bir tartışmayı kazanmak istemek akıllı bir yaklaşım mı? Etkili iletişim ‘koç’u dostumuz Melek Bar Elmas şirket yönetimlerine eğitim verirken totaliter yaklaşımların değişmesi gereği üzerinde duruyor. Evde, işte ya da diplomasi masasında çatışma çözerken ille de kendi istediğinin yapılmasında ısrar eden, karşı tarafı etkin biçimde dinlemesini bilmeyen taraf, o masadan kazanmış gibi kalksa bile bir süre sonra kaybeden durumuna düşebiliyor. Ebeveyn-çocuk ilişkisi için de durum böyle. Melek Bar Elmas’ın eğitimini verdiği Thomas Gordon metodunda tarafların iki tarafı da tatmin edecek çözüm bulmaları gerekiyor.
* * *
‘Kaybeden yok’ demek istiyorsanız gayret göstermek gerekiyor. Öncelikle sorunu doğru teşhis edeceksiniz. İkinci aşamada bir değil birkaç çözüm yolunuzun birden olması gerekiyor. Bunun ardından da çözüm yollarını tartışıp, herkesi fazla memnun edenini bulacaksınız. En iyi çözümde anlaşmış olmak da yetmiyor, marifet bunu uygulamaya koymakta.
‘Bu kadarı yeter artık ama’ dediğiniz noktada bir kural daha devreye giriyor. Eğer taraflardan biri uygulamadan hoşnutsuz kalırsa çözümü gözden geçirmeniz de şart!
Yeni yılın ilk sabahı küçük bir ‘kaybeden yok’ ya da ‘kazan/kazan’ alıştırmasına ne dersiniz?
2005’in hepimiz için gerçekten huzur içinde geçmesini diliyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>YALAN</B> söylüyorsam Arap olayım! <B>‘Türk kafası’ </B>(Fransızca), <B>‘Annecim Türkler geliyor’ </B>(İtalyanca) vb. gibi ırkçı deyişleri yüzünden Avrupalıları eleştiriyoruz; ama Türkçe’nin de onlardan aşağı kalır yanı yok. Hatta bu alandaki dilsel yaratıcılığımızla Avrupa dilleriyle rekabet dahi edebiliriz. Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü ve işte karşımızda Başbakan’ın Suriye seyahati. Bu ziyaret Şam’ın Gaziantep’te konsolosluk açma girişimiyle sonuçlandıysa, demektir ki Türkiye çok hızlı biçimde yol alıyor.
Günlük kısır politik söylemlerin dışına kendinizi atabildiğinizde Türkiye’deki rota değişikliğini görebilirsiniz. Ne tarafa kafanızı çevirseniz bundan 15-20 yıl önce hayata geçmesi mümkün olmayan projeler fışkırıyor. Bu dönüşümü neyle izah edeceksiniz? Kuşkusuz demokrasi havası insanların daha fazla özgürlük solumalarına sebep oluyor. Bu sayede yaratıcılığın üzerindeki baskı kalkıyor. Kendini ifade edebilme yollarındaki tıkanıklıklar birer birer aşılıyor.
* * *
Dikkatimi çeken bir durum var, o da karşılaştığım birbirinden ilginç projelerin pek çoğunun tarih bilinci taşıması. Örneğin, Gaziantep Belediye Başkanı Asım Güzelbey, ‘Bir sabah kalktık, bütün şehir ‘Tarihi evleri koruyalım’ afişleriyle donatılmıştı’ diye anlatıyor. Sayıları 200’ü aşan mimar, Gaziantep’te kongre yapıp tarihi evlerin kurtarılması için harekete geçmiş.
Bir başka proje: Kelkit Havzası Tanıtım Projesi. Tokat, Gümüşhane, Sivas, Giresun arasındaki bölgeyi ayağa kaldıracak birbirinden ilginç işler yapılması için kollar sıvanmış. Tarihi Tokat evlerini kurtarmak, bu projenin sadece bir parçası.
Komşum Prof. Tarık Zafer Tunaya, ‘Tarih bilinci olmadan ne nerede durduğunuzu anlayabilirsiniz, ne de geleceği yakalayabilirsiniz’ derdi. Birbiri ardına genç insanların kaleminden çıkan yemek kitaplarını da bu bağlamda düşünmek lazım; çünkü mutfak da kültürümüzün geçmişle gelecek arasında bağ kuran en hayati parçalarından biri. Tijen İnaltong’un ‘Meyve Ağacından Hikáyeler’i, Takuhi Tovmasyan’ın nine mutfağından dağarcığında kalanları aktardığı ‘Sofranız Şen Olsun’u ve Selin Kutucular’ın ‘Dedemin Sofrasından: Büyükada Yemekleri’ adlı kitapları bu duruma üç güzel örnek. Her üç kitabın da çok yakında yabancı dillere çevrileceğine inanıyorum.
* * *
Nereye kafanızı çevirseniz tasarım ve markalaşma üzerine yurtdışına açılma hedefleri olan işler yapılıyor. Tasarım yarışmaları düzenleniyor. Sektör ve firma desteklerinin dışında bireysel çabalar da var. Tüveyç markasıyla yola çıkan bir kadın girişimci, kaftan, bindallı, yelek, lokum ezme, kolonya, sabun, peştamal, şekerlik, nazırlık gibi bütünlük taşıyan bir ürün gamıyla uluslararası piyasaları hedefliyor.
Daha size böyle onlarca proje sayabilirim. Türkiye’nin rotası bu yıl belli olacak. Bizi rahat bırakırlarsa 2005 virajını başarıyla alacağız. Arabayı devirmemek lazım.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE,</B> Avrupa ile aynı kulvarda koşuyor. Avrupa Birliği ile baş başa geçen uykusuz gecenin sabahında masamın üzerinde <B>‘Tornano i Romani-Romalılar Geri Döndü’</B> diye kapak yapmış kuşe baskı renkli bir dergi duruyor. Dergi Gaziantep’te basılmış, yerel Sabah Gazetesi’nin eki. Başlığın altında da ‘İki bin yıl önce Zeugma’da ekonomik ve kültürel zenginlik yaratan Romalılar, yeniden Gaziantep’te’ yazmakta.
Olay şu: Türkiye, AB ile müzakere koşullarını tartışırken İtalya Dış Ticaret Bakanı, 100 kişiden oluşan kalabalık bir İtalyan işadamı heyetiyle Gaziantep’te. Hedef, Gaziantep’te bir İtalyan Sanayi Bölgesi kurulması.
Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ‘Hepimiz Bizans’ın çocuğuyuz’ sözleriyle başlayan tartışmasına buyurun buradan devam edelim; ama asıl mesele bu değil.
Aslı mesele, bugün artık Türkiye’nin Avrupa Birliği ile aynı kulvarda koşuyor olması. Müzakere açılıp açılmaması da bu durumu değiştirmiyor. Türkiye’nin Suriye ile komşu olan bir Güneydoğu şehrinde İtalyan Sanayi Bölgesi kurulmasını başka nasıl yorumlayabiliriz?
* * *
AB ile aynı kulvarda koşmakla ne kaybettik? Sadece kazandık. Sürekli olarak ciğerlerimizi açtık, her geçen gün daha fazla oksijen soluduk. Sanayicimiz, Avrupa ile rekabet eden kalitede ürünler yapmaya başladı. Bu sayede ihracatımız arttı. Demokrasideki eksiklikler giderildi. Hapishanelerimiz düzeldi. İnsan hakları şikáyetleri asgariye indi. Geceyarısı Ekspresi gibi iğrenç bir film yapmış olan yönetmen gelip Türklerden özür diledi ve bunu dünya duydu. Kadın haklarında yıllarca yapılmayanlar gerçekleşti. AB bize Türkiye’de kadınların yüzde 30’unun okuma yazma bilmediği gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Bu ayıbı düzeltmek için harekete geçtik.
AB’ye üyelik projemiz bize hiçbir şey kaybettirmedi. Hatta Kıbrıs’ta barışı isteyen taraf olarak haklı duruma geçmemizde AB’nin rolü büyük. Avrupa Parlamentosu’nun üçte iki çoğunlukla Türkiye’yi AB üyesi olarak görmek istemesi ise bir mucize. Artık dünya, Türkiye’yi çok farklı algılıyor. Burada iyi şeyler olduğunun farkına vardılar. Dünya, Türkiye’yi tanıdı, neye benzeyip neye benzemediğimizi gördü.
* * *
AB’ye üyelik hedefi etrafında pek çok yeni yetenek kazandık. Örneğin, eskiden sadece Ermenilere ve Rumlara özgü bir iş olarak görüp küçümsediğimiz lobiciliği öğrendik. Avrupa Parlamentosu koridorlarını tanıdık.
AB de Türkiye’yi daha yakından tanıyarak çok şey kazandı. Binlerce yıldır ‘öteki’ diye görerek kendinden ayırdığı Türkiye’yi dışlamaktan vazgeçti.
AB’ye üyelik projemiz sayesinde bugün kendimize daha çok güvenen bir ulusuz. Doğru yoldayız. Bu yüzden de ‘Romalılar’ bizimle savaşmayı değil birlikte yaşamayı seçiyor.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2004
<B>FRANSA’</B>nın Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye karşı tavrı netleşmeye başladığından bu yana aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu pek çok <B>‘frankofon’</B>un ağzını bıçak açmıyor. Globalizmin dayattığı İngilizce’nin tüm şirretliğiyle dünyaya hakim olmasına rağmen hálá Türk aydın kesiminde Fransız dilinde eğitim görmüşlerin hatırı sayılır bir ağırlığı var.
İster Fransızca konuşan anlamında ‘frankofon’ diyelim, ister Fransız dostu anlamında ‘frankofil’, sonuç itibarıyla bu kesim Fransa’nın tavrı karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Aydınlanma’nın öncüsü ve özgürlük-eşitlik-kardeşlik sloganının doğum yeri olan Fransa’dan bu kadarı beklenmiyordu. Kendimizi kötü hissettik. Ne olmuştu bizim ‘sevgili Fransa’mıza. Politikacıları bir yana, Fransız aydınları bile nasıl olur da Türkler söz konusu olduğunda bu kadar dışlayıcı olabilirlerdi? Tarihte ne zaman ‘Öteki’ni dışlayıcı tavır alsa başı derde giren Avrupa geçmişten hiç mi ders almamıştı? Fransız televizyonlarında duyduklarımız, Fransız gazetelerinde okuduklarımız karşısında şoktaydık.
* * *
Ne yapabilirdik? Gazeteci ve akademisyenlerden oluşan İstanbullu küçük bir grup olarak yola çıktık; Fransız kamuoyuna yönelik bir çağrı hazırlayacaktık. Metni hazırlamamız bir ayı aştı. Fransız kültürünü solumuş insanların ne kadar müşkülpesent olduklarına bu süreçte hep birlikte tanık olduk. Esas felaket ise imza toplama sürecinde yaşandı! Çağrı metninin 74 imzacısı arasındaki birkaç kişi dışında hemen herkes değişiklik talebiyle geldi. Bu süreç zarfında Fransız kültürü ile yetişmiş olmanın kılı kırk yarmak ve güçlü bir egoya sahip olmak anlamına geldiğini de anladım. Mektubun içeriği bizi o kadar yordu ki imza toplama işini tamamlayamadan süre doldu.
Neticede bizim mektup Le Monde Gazetesi’ne ulaştı. Ancak aynı gün Le Monde’un genel yayın müdürü görevden alındı. Zeynep Oral’ın 45 kadar telefon görüşmesi sonunda mektubun 17 Aralık öncesinde Le Monde’un Görüş sayfasında yayınlanacağının haberini aldık.
Bu arada dün Le Figaro Gazetesi mektubun haberini yaptı. Fransız haber ajansı AFP de dün mektubun varlığını duyurdu.
Mektubu başta Yaşar Kemal olmak üzere Fransız devletinin şeref ve diğer kültür madalyalarını taşıyan dostlarımız da imzaladılar. Mektubun iki özelliği daha var. İmzacılar çok farklı siyasi görüşlerden geliyorlar. Ve üçte biri kadın aydınlardan oluşuyor.
* * *
Bu mektubun öyküsünü ders alınabilecek bir örnek olarak okurlarımızla paylaşmak istedim. Bundan sonra asıl üzerinde iletişim çalışması yapılması gereken konu Kıbrıs’tır. Çünkü Avrupa 24 Nisan referandumunu çoktaaan unuttu.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2004
<B>KADERDE </B>Amsterdam Havaalanı’ndaki çiçekçi dükkánından lale soğanı alıp İstanbul’a getirmek de varmış. İnsanın ağırına giden, yedi kilo lale soğanı taşımak değil, bunları simgesi lale olan bir şehre dışarıdan getirmek. Aylardan aralık. Lale soğanı ekim mevsiminin sonu. Merak ediyorum, Osmanlı dönemine öykünen belediyelerimizin kaç tanesi İstanbul parklarını laleyle donattı?
* * *
Sana ayda 600 Euro maaş bağlıyoruz, yeter ki ülkene dön! Sizi üzerine para verip geri göndermek isteyen bir ülkede yaşamak ister miydiniz? Ben istemezdim. Gerçi Hollandalı Türklerden öğrendiğime göre talep bizim taraftan gelmiş. ‘Geri gideriz ama para isteriz’ diyen bizimkilermiş.
Öyle ya da böyle... Hollanda tüm AB ülkeleri içinde hoşgörü düzeyi en yüksek ülke olmasına rağmen göçmen olmak kolay taşınır bir kimlik değil. Burası Türklerin en yüksek oranda vatandaşlık aldıkları ülke. Her 100 Türk’ten 65’i Hollanda vatandaşlığına geçmiş. Almanya’da aynı oran yüzde 26’larda.
Bir başka tespit daha: Fransa parlamentosunda Türk yok; ama Hollanda’da 5 Türk kökenli milletvekili var; hatta ikisi Hıristiyan Demokrat Parti’den. Hollanda 15 milyon nüfuslu Avrupa Birliği içinde küçük-orta boy bir ülke. 370 bin kişilik Türk nüfus, parlamentoda 5 kişi ile temsil ediliyorsa bu ülkede kötü gidenlerin yanında iyi giden şeyler de var demektir.
Hollanda, göçmenlerine özgürlük ortamı sundu. 1700 vakıf, 320 Türk derneği kuruldu. Bugün ise radikal dinci grupların, sınırsız özgürlüklere tehdit oluşturabileceğini anlamış durumdalar. Geçenlerde İslam’a karşı kışkırtıcı konuşmalar yapan bir Hollandalı sinema yönetmeni bıçakla boğazı kesilerek öldürüldü. Normal koşullarda televizyonda seyretmeleri gereken bir Irak görüntüsünün, gözlerinin önünde kendi ülkelerinde gerçekleşmesi Hollandalıları sarstı. Nerede hata yaptıklarını sorgulamaya başladılar. Ve birdenbire ırkçı söylemler hortladı.
* * *
Amsterdam’da ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi ile Hollanda’nın çokkültürlülük enstitüsü FORUM’un düzenledikleri bir panele katıldım. Aynı oturumu paylaştığımız Hollandalı profesör, çokkültürlülüğün çöktüğünü, alt kültürler kuvvetlendikçe demokrasinin zayıfladığı tezini savundu. Bir Avrupa rüyası yoktu. Herkes kendi küçük rüyasını görmeye başlayınca da ortak değerlerde buluşmak zorlaşıyordu.
İstanbul’a sadece lalelerle değil, son 15 yıldır göklere çıkarılan çokkültürlülük akımının AB’de ciddi olarak tartışmaya açılmasına tanık olarak döndük.
Bakalım laleler İstanbul’un havasına alışacaklar mı? Yoksa tüm göçmenler gibi onların da ruhu geride mi kaldı?
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2004
<B>PASTIRMA </B>yazı bir hafta sonu küçük bir gazeteci grubu çoluk çocuk Çeşme’ye gittik. Çoluk çocuk derken abartıyorum, çünkü gruptaki herkes tek çocukla defteri kapamış. Bu açıdan bizim grup İtalyan ortalamasının bile altında. Avrupa’da doğurganlık oranının 1.2 ile en dibe vurduğu ülke İtalya.
Ülke nüfusunun sabitlenmesi için her çiftin 2 çocuk yapması şart. Aile başına çocuk sayısı ikinin üzerinde ise nüfus artıyor, altında ise zaman içinde azalmaya başlıyor. Avrupa’da sadece hali vakti yerinde ailelerde çocuk sayısı yüksek. Bizde tersi oluyor.
Üç çocuklu Belçikalı arkadaşım Marianne’la bizim Avrupa Birliği üyeliğimizi konuştuk dün telefonda. Marianne ne kadar Türk dostu olursa olsun niteliksiz Türk işgücünün Avrupa şehirlerine yığılması onun için ciddi bir endişe kaynağı.
Marianne kadar eğitimli olmayanlar ise beş parasız Türklerin Avrupa şehirlerine akın edip oraları güvensiz yerlere dönüştüreceklerinden korkuyorlar. Müslüman Türklerin Avrupa’ya çıkışı bilinçaltında radikal İslamcıların patlattıkları bombalarla da birleşince Türkiye’nin şiddet ihraç etme potansiyeli olduğu düşünülüyor.
* * *
AB karşısında Türkiye’nin güçlü ve zayıf yanlarını, tehditleri ve fırsatları doğru dürüst masaya yatırmadık. Genç nüfusumuz tehdit-fırsat analizi gerektiren konuların başında geliyor. Türkiye’nin genç nüfusunu AB için bir fırsat olarak sunuyoruz. Yaşlanan Avrupa’ya baktığımızda gerçekten de öyle. Ancak genç nüfusu fırsata dönüştürmek için çok ciddi bir eğitim yatırımı ve planlaması yapmamız gerekiyor.
Öncelikle Avrupa’nın beklentilerini belirleyip bunlara cevap verecek belli konularda eğitim planı yapılması gerek. Eğer bunu becerebilirsek, Avrupa fonlarını bazı sektörle çıkan piyango gibi görmeyip, kendimiz buradan yönlendirebiliriz.
* * *
Fırsat ve tehdit birlikte geliyor. Avrupa’nın genç işgücüne ihtiyaç duyacağı yüzde yüz kesinlikte. Almanya’da ilkokullar kapanıyor. Pek çok ülkede hastanelerin bebek doğum üniteleri boş. İsveç 1.5 olan doğurganlık hızını kadın başına 1.7 çocuğa çekmek için 15 ay ücretli doğum izni, babalara haftada 1 gün ücretli bebek bakım izni verdi.
Türkiye hariç tutulursa, 2007’de üye olacak olan Romanya ve Bulgaristan da dahil bugün 482 milyon olan AB nüfusu 2050’de 454 milyona inmiş olacak. Aynı dönemde AB’de çalışma çağındaki nüfus yüzde 18 azalacak. 65 yaş üstündekilerin sayısında ise yüzde 65 artış olacak.
Gençler geleceğimiz ise ‘Türkler olmadan Avrupa’nın geleceği yok’ demek istemem ama Avrupa’nın geleceği en azından parlak görünmüyor.
Yazının Devamını Oku