20 Kasım 2004
<B>ŞEKER </B>Bayramı’ndan kalma bir hamam öyküsü, Bursa Çelik Palas’tan. Ailede Bursa’da aynı hamama giden 4’üncü kuşak olan oğlumun su keyfini seyrederken aklıma gelenler: Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Türkleri Avrupa Birliği’nde istemeyenlere dönüp ‘Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız’ derken ne kadar haklıydı. Türk hamamı, Roma kültürünün kalıntısı. Kubbelerin altında aydınlıkla sıcaklığın muhteşem buluşması.
Salus Per Aquam, kısaca SPA. Suyun temizleyici özelliğinin bedene ve ruha yansıdığı, bizim kaplıca dediğimiz yere Romalılardan bu yana verilen ad.
Oğlumun büyük dedesinin Bursa hamamlarını keşfettiği yıllarda evinde sıcak suyu olan hemen her Çekirge Semti sakini, iki odası da olsa misafir kabul edermiş. Bursa’nın şifalı suları çelikli. Atatürk’ün oteli diye bilinen Çelik Palas’ın adı buradan geliyor.
Geçen yüzyılın başı. Atatürk gençlik yıllarında Avrupalı asillerin gittiği Alman-Çek sınırındaki Karlsbad kaplıcalarının müdavimi. Cumhuriyeti kurunca, Karlsbad’a özenip Yalova Termal’i yaptırtıyor. Çelik Palas işte bu projenin uzantısı.
* * *
Tarih, güzellikleri silmek istemiyor. İyi şeyler kaybolur gibi olsa da bir şekilde yeniden karşımıza çıkıyor. Atatürk’ün Karlsbad tutkusunun üzerinden 100 yıl geçtikten sonra bugün bütün Avrupa’da yeniden kaplıca modası var. Seyahat sektöründe buna, insanın kendisini iyi ve sağlıklı hissetmesi anlamında Wellness turizmi diyorlar. 2000 yılından itibaren üç yılda Wellness yönünde tercih kullanan Alman turist sayısında yüzde 125 artış olmuş. Sağlık turizmi yeni trend. Şanslıyız; çünkü jeotermal kuşaktaki Türkiye, dünyadaki ilk 7 kaplıca ülkesinden biri.
Dünya su kültürünü yeniden keşfe çıkıyor. Hamam, su kültürünün sembolü. Hamam tası, bereket ana Kibele’nin değerli eşyası. Tanıklığımız, sigara tablası yaptığımız hamam taslarının, içine çiçek ekilen mermer kurnaların zafer borusu çalarak geri dönüşüne...
* * *
Hamam sefası bittikten sonra Çelik Palas’ın balo salonunda akşam yemeği. Anılarda kırk yıl öncesine ve bu aynı salona geri dönüş. Geleneklerin gelecek kuşaklara aktarımı. Ait olmanın verdiği haz. Ve çalan cep telefonu: ‘Odanız Bursa ovasına mı bakıyor?’ diye soran babam. Onun yanından ‘Bursa ovası mı kaldı!’ diye seslenen annem.
Yemyeşil ova artık yok. Dedemle birlikte İstanbul’dan Bursa’ya gelirken yolda karşımıza çıkan tavşanları hatırlamak dahi hüznümüzü hafifletmiyor. Ama oğlumla birlikte Çelik Palas’ın yuvarlak havuzlu hamamına girmenin keyfi her şeyi unutturuyor.
2004 yılının Şeker Bayramı’nda Çelik Palas’ta kurnanın başında hamam tasıyla su dökünen küçük Bizanslı Türk’ü seyrediyorum. Onu bekleyen gelecek bizimkinden çok daha parlak, buna adım gibi eminim.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
‘<B>YALVARMAYI bırakın!’ </B>Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’nun geçen ay İstanbul’da yapılan toplantısına katılan bir İtalyan milletvekili söylüyor bunu. Bazı Türklerin malum tavrı karşısında dayanamıyor İtalyan temsilci. Avrupa Birliği karşısında yalvar yakar oluşumuz zaman zaman öyle bir noktaya geliyor ki, bizi en çok destekleyenlerin bile insanlık onuruna dokunuyor.
Burası Türkiye. Bir tarafta her ne pahasına olursa olsun AB diyenler varsa diğer tarafta da Nuh deyip peygamber demeyen takım var. Türkiye AB’yi bu iki tavrın sahipleri arasındaki tartışma ortamında izliyor. Bir yanda AB’nin her dediğini doğru sayıp tereddütsüz kabul edenler, diğer yanda ise AB projesini Türkiye’yi bölmek isteyenlerin ellerindeki testere olarak görenler.
Etrafınıza bakın. Bu iki yolun dışında bir başka bir seçenek sanki yokmuş gibi konuşup duruyoruz. Televizyon kanalları lehte ve aleyhtekileri karşı karşıya getiriyor. AB konusunu kulaktan dolma bilen, ama ekranı dolduracağına güvenilen ağzı kalabalık kim varsa söz sahibi kılınıyor.
Demokrasiden anladığımız bu mu? Duyduğumuz saçmalıklar karşısında insan bazen Eflatun’u bile hatırlıyor. Ünlü filozofun ‘Devlet’inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasaklamış olmasına hak vereceğimiz geliyor.
* * *
Türklerin kader çizgisinde 21’inci yüzyılın ilk kilometre taşı 17 Aralık’ta konulacak. Avrupa Birliği’ne üyeliğimiz için yıllardır çabalayanlardan biri olarak üyelik müzakerelerinin açılmasına çok sevineceğim. Ancak bu demek değil ki bundan sonra yayılıp oturabiliriz. Asla. AB ile ‘Müzakere’yi yürütürken Türkiye’nin çıkarlarını sonuna kadar nasıl koruyacağız? Karşılıklı dengeyi kaybetmeden bunu nasıl yapacağız?
Bunun için AB karşısında ‘üçüncü tavır’a ihtiyacımız var.
AB’nin açtığı fırsat pencerelerinden dışarı bakarken karşımızdaki tehditleri de görebilecek bir tavır. Riskleri gidermek için tedbir öneren bir duruş. AB hedefimize giden yolda üzerinde duracağımız sağlam bir çizgi. Üçüncü tavır budur.
* * *
Ve bir örnek: Çok sayıda Fransız politikacı Türkiye’nin AB üyeliğine karşı tavır alırken biz ne yaptık? Türk kamuoyu önderlerinin Fransa karşısındaki pısırık tavrı hayal kırıcıydı. Fransız devletinin o pek kıymetli şeref madalyasının geri verilmesinin gündeme gelmesine bile katlanamayanlar ‘Aman kızmayalım’ dediler. Hatta ‘Pis kokuyoruz adamlar haklı’ diyen dostlarımız dahi çıktı.
Derin bir nefes alıp herkesi üçüncü tavır üzerinde düşünmeye davet ediyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2004
<B>DEDEM Veli Alemdar, </B>Makedonyalıydı. Balkanlar’a yakışır derecede sert adamdı. Evde korku salardı. Arnavutça ve Sırpça bilirdi. Bektaşi kökenliydi. Rakıya sonradan tövbe etmişti. Neredeyse yüz yıl önce Birinci Balkan Savaşı çıktığında Balkanlar’ın hákimi Osmanlı İmparatorluğu. Batı Makedonya’daki Gostivar’da yaşayan dedem ve kardeşleri, Bulgarlara karşı Osmanlı’nın Doğu ordusunda savaşmışlar. Dedem bu savaşta gözünün önünde kardeşini yitirmiş.
Savaşmış insan psikolojisi. Ölümle burun buruna gelmek, bir başkasının hayatına hangi uğurda olursa olsun son vermek... Ölmeye gitmek... Dedem bir daha oralara dönmeyi hiç istemedi.
Dedemlerin zamanında Gostivar’da Türkler çoğunlukta. 1961’deki nüfus sayımında Türkler ve Makedonlar eşit çıkmış. Bugün ise Arnavut nüfus herkesi geride bırakmış durumda.
Dünya ile birlikte Balkanlar da değişiyor. Önceki gün Amerika Birleşik devletleri, Makedonya Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Dedem yaşasaydı, acaba ne derdi bu gelişmeye?
* * *
Makedonya, Amerika tarafından resmen tanınınca dedemi ve o kuşak Balkan göçmenlerini andım. Makedonya’nın tanınmasına sevindim. Demek ki aradan yüz yıl da geçse bağlar kopmuyor. Balkanlar ile Anadolu’nun ilişkisi gelecek kuşaklara aktarılıyor. Ama oraların tekin yerler olmadığını da biliyoruz.
Amerika’nınki gecikmiş bir tanıma. Başkan Bush, Amerika’daki Rum lobisi yüzünden bu tanımayı yapmak için seçimden bir gün sonrasını bekledi. Makedonya’yı resmen tanıması Yunanlıları kızdırdı. Bu iş Yunanistan’da hükümeti sarsacak kadar ciddi bir mesele onların gözünde. Kendi Makedonya’larını ayırmak için 2 milyon nüfuslu bu küçücük ülkeye Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonyası denmesi için inat ediyorlardı. Bağımsız oldu diye cezalandırıp ambargo bile uyguladılar. Yıllardır da Büyük İskender Yunanlıydı diye propaganda yaparlar.
Selanik bin yıldır tarihi Makedonya’nın başkenti. Büyük Makedonya hem kuzey Yunanistan’ı, hem de Arnavutluk’un bir bölümünü kapsıyor. Diğer taraftan eskinin büyük Arnavutluk’u da Yunan topraklarının bir bölümünü kapsıyor.
Atina’nın 20’nci yüzyıldan bu yüzyıla sarkan korkusu, bir taraftan Makedonya’nın, diğer taraftan Arnavutluk’un kuzey Yunanistan’ı alıp götürmeleri. Yunanistan kendini emniyette hissetmiyor.
* * *
19’uncu yüzyılda dünyada milliyetçilik akımının çıkmasıyla birlikte alt kimlikleri kullanarak uluslararası siyaset yapmak moda oldu. Bu eğilim hálá sürüyor. Ve hálá kimse bu kartı kullanmanın ne kadar tehlikeli olduğunu anlayamadı. Bugün hálá Balkanlar’dan Ortadoğu’ya Osmanlı’nın parçalanmasının sancıları yaşanıyor. Etraf kan gölü. Kimse akıllanmıyor.
Veli dedem yaşasaydı, bunları söylerdi.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2004
<B>AVRUPA </B>Parlamentosu Yeşiller Grubu toplantısının İstanbul’da yapılması ses getirdi. Yeşillerin Türkiye’ye verdikleri destek üzerine yazılıp çizildi. Ancak önemli bir nokta çoğumuzun gözünden kaçtı: Avrupa yeşil hareketi içinde Türk yeşilleri yok. Bırakalım üye olmayı, gözlemci olarak bile yok!
Arnavutluk’tan Gürcistan’a, Ukrayna’dan Moldova’ya kadar 30 küsur ülkeden Yeşil partiler bir aradalar. Ait oldukları ülkenin Avrupa Birliği üyesi olması, hareketin içinde yer almak için şart değil; çünkü zaten AB’li yeşillerin ortak vizyonu, Avrupa sınırlarını mümkün olan en geniş haline getirmek.
Avrupa coğrafyasında bazı ülkelerdeki yeşiller güçsüz, bazılarında güçlü. Fakat toplu halde değerlendirdiğimizde karar mekanizmaları üzerindeki etkilerinin uluslararası boyuta ulaştığını görebiliyoruz. Türkiye’nin AB üyeliğine verdikleri destek bunun somut örneği.
Türkiye’de Avrupa’ya entegre bir yeşil hareketin hálá olmaması bana tuhaf geliyor.
* * *
Yeşillerin en güçlü olduğu ülkelerin başında Almanya geliyor. Belçika, İsveç, Finlandiya, Birleşik Krallık, Lüksemburg’u da saymak gerekir. Hatta Belçika’da toplam oyları yüzde 18’i bulan iki yeşil parti var.
Kim bu yeşiller? Nedir amaçları? Çevreci oldukları kuşku götürmez; ama hepsi bu mu? Yeşil kelimesinin ayrılmaz diğer parçası ‘barış’... Nitekim Avrupa’nın en güçlü yeşil hareketlerine baktığımızda Almanya öne fırlar. Çünkü yeşil hareket 80’li yıllarda serpildi.
80’lerin ilk yarısında Avrupa’da en önemli tartışma konusu nükleer başlıklı Amerikan füzeleriydi. 1982 yılında Bonn’da yapılan NATO Zirvesi, yeşillerin güçlenmesinde bir dönüm noktasıdır.
ABD Başkanı Ronald Reagan, o NATO zirvesinde nükleer başlıklı Pershing ve Cruise füzelerinin Almanya’ya yerleştirileceğini açıklarken, dışarıda yüz binlerce Avrupalı yeşil gösteri yapıyordu. Ön saflarda da bebek arabalarıyla gelen genç anneler yürüyordu.
Nükleer tartışma, yeşil hareketi besledi.
* * *
Türkiye’de yeşil girişimler olmadı değil. 80’li yıllarda İzmir’de bir parti kuruldu. İstanbul’da Radikaller vardı. Arkası gelmedi. Bir de parti kurma amacı olmayan yeşiller vardı. 80’lerin ikinci yarısında bir grup gazeteci, Yeşil Dayanışma adını verdiğimiz bir oluşumun içinde yer aldık. Mimar Sinan Çimento Fabrikası’na ve boğazdaki çöp gemilerine karşı düzenlenen eylemler bizim başımızın altından çıktı. Çok da iyi oldu.
Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yeşil partilerin programında sadece çevre boyutu yer almadı. Sosyo ekonomik anlamda da yeşil olmak mümkün. Yeşil partilerde kadınların payı yüzde 50. Adaletsiz küreselleşmeyi reforme edecek seçenekleri yeşiller sunuyor.
Vatandaşın güç sahibi kılınması anlamında daha fazla demokrasi yeşil ilkelerin başında geliyor. Türkiye’de yeşil bir partinin yapacağı çok şey var.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2004
<B>SANIRIM </B>1984 yılıydı. Türkiye’den Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’e göçmüş bir Süryani aileyi ziyarete gittim. Okur yazar olmayan anne-baba, altı çocuk ve dört kedi, aşağı yukarı 25 metrekarelik tek bir odada yaşıyorlardı. O sırada kedimi yeni kısırlaştırmıştım. Aileye de aynısını yapmalarını önerdiğimde beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. ‘Allah’ın işine karışılmaz’ dediler bana.
Orada ne mi arıyordum? Bu ailenin yaramaz bir erkek çocuğu vardı. Bir gün evi yakmaya kalkışıyor, ertesi gün ayakkabıları toplayıp kaynayan kazana atıyordu. Başa çıkamayan anne-baba ise her seferinde oğlanı bir temiz dövüyor, çocuk sokağa kaçınca peşinden koşup yakaladıklarında da evire çevire pataklıyorlardı.
Bir gün Brüksel polisi evin kapısına dayandı. Komşuların şikáyeti vardı. Bu evde çocuk dövülüyordu. 5 yaşındaki oğlanı alıp götürdüler ve devletin korumasına aldılar.
20 yıl önce tanık olduğum bu olay tüm boyutlarıyla beni çok etkiledi.
* * *
Avrupa düzeyinden bakınca küçük Sıla’nın, onu öldüresiye döven annesinden alınmasından daha doğal ne olabilir? 20 yıl önce yukarıda anlattığım olayı yaşayıp üzerinde düşünmeseydim, belki bu kadar rahat olamazdım. 3.5 yaşındaki kız çocuğuna devlet tarafından sahip çıkılmasını normal karşılıyorum.
Her şey evde başlıyor. Erkekler, kadınlara nasıl davranıldığını önce kendi evlerinin içinde izliyor. Kadınsak boyun eğmeyi annemizde görüyoruz. Evin içinde şiddeti kanıksamışız. Öyle ki, yüzü gözü şiş karakola sığınan kadını ‘Hadi barışın’ diye dayakçı kocasına teslim eden polis, görevini yapmış sayar bizde. Hatta gözü morarmış kadına ‘Hak ettim’ dedirtip muhabire fotoğrafının çektirildiğini bile gördük.
Devletin gözleri morarıncaya kadar dayak yiyen bir canlıyı evimizden kurtarabilmesi için mağdurun ille de sarışın, mavi gözlü, tatlı bir kız çocuğu olması gerekmemeliydi.
* * *
Doğru olan yapıldı. Ya bundan sonrası? Evinde dayak yiyen bütün çocukları, genç kızları ve kadınları devlet korumasına alamayacağımıza göre başka çözümler üzerinde durmalıyız. Bunların en başında da belediyelerin yoksul ailelere yönelik sosyal danışmanlık hizmetlerini örgütlemesi geliyor. Bazen bu ihtiyaç, peynir ekmekten daha önemli olabilir.
Küçük kızının gözlerini morartan anne ile babasının bu tür bir destek ve eğitim almaları gerekiyor.
Aile içi şiddetin engellenmesi, sağlıklı bir toplum olabilmek için şart. Korkularını yenmiş, kendine güvenen, sorgulayan bireylerden oluşan bir toplum... Bunu hedeflerken, ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyenlerin yanıldığını da anlıyorum. AB’nin yolu her yerden önce kendi evimizin içinden geçiyor.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2004
<B>PERŞEMBE </B>günü Brüksel-İstanbul seferini yapan uçak Avrupa Birliği başkentinde iyi bir iş başarmış olan kadınlarla doluydu. Nihayet Cumhuriyet vitrininden dışarı atlayabilmiştik. Avrupa Birliği için kadın inisiyatifini örgütleyen Kadın Dayanışma Grubu üyeleri olarak Brüksel’de Türk kadınının anlatıldığı konferanstan dönüyorduk. Konferans Avrupa’nın önde gelen kadın kamuoyu önderlerini bir araya getirebilmişti. Ayrıca konferansın yapıldığı Belçika Güzel Sanatlar Müzesi’nde Filiz Çağman ve Nazan Ölçer gibi sanat ve kültür dünyamızın iki kudretli primadonnasının oluşturdukları ‘Anneler, Tanrıçalar ve Sultanlar’ adlı muhteşem bir Anadolu kadını sergisi vardı.
* * *
Aynı gün Fransa Parlamentosu Türkiye’yi tartışıyordu. Fransa’nın Türkiye’nin üyeliğine karşı beklenmedik tepkisi açıkçası hepimizi çileden çıkarıyordu. Brüksel’den sonra ikinci adımı Fransa’da atmaya karar verdik. Uçakta bunu nasıl kotaracağımızı planladık. Derken Nilgün Cerrahoğlu elinde Fransızların muhafazakar Le Figaro gazetesi ile ‘Müjdemi isterim’ diye geldi. Le Figaro’da ‘Fransa dostları Türklerin düş kırıklığı’ başlıklı bir makale çıkmış. Yazıyı yazan Fransız kadın gazeteci Marie Michele Martinet, Tempo’da çıkan ‘17 Aralık’ta Fransa Türkiye’yi engellerse Yaşar Kemal Fransızların en yüksek devlet nişanı olan Legion d’Honneur’ü geri versin’ sözlerime de yer vermiş.
Ertuğrul Özkök dün bunu doğru bulmadığını yazdı, ama demek ki etkili olmuş ki önerim Le Figaro’da haber olabildi.
Ayrıca bu önerinin tetiklediği aynı yazıda, Türkiye Aile Planlaması Vakfı’nın AB-Türkiye Nüfus ve Göç konferansına davet ettiğim Marie Michelle Türkiye nüfusunun korkulduğu gibi artmadığına, doğurganlık oranının sadece 2.2 olduğuna, Avrupa’dan her yıl 40 bin Türk’ün kesin dönüş yaptığına da değinmişti. Bunlar Türkiye için bu kritik günlerde verilmesi gereken çok kıymetli mesajlar.
* * *
Özkök ise beni ikna edemedi. Sadece Yaşar Kemal değil, gücü yeten herkes Fransa’ya dönük bir aktivite içinde zaten olmalı. Özkök ‘Yaşar Kemal madalyasını geri vermesin, ama Fransız basınında yazılar yazsın’ diyor. 17 Aralık’a kadar Özkök haklıdır. Zaten ben de ‘Hemen çıkıp şimdi iade etsin’ demiyorum. Ancak 17 Aralık’ta eğer gerçekten Fransa’nın azizliğine uğrarsak, o zaman yazımda önerdiğim gibi Yaşar Kemal’e de diğer Fransız madalyalılara da yakışan onu geri vermektir. Ayrıca pekçoğunun bunu yapmaya hazır olduklarını da biliyorum.
Le Figaro’da Fransız siyasi elitinin Fransa imajına verdikleri zararın bilincine varmaları gerektiğine de değinilmiş. Yazının sonu ise Paris’ten beklentinin ortalığı yatıştıracak olumlu bir mesaj olduğu cümlesi ile bitiyor. Ve bu yazı Fransa Parlamentosu’nda Türkiye’nin tartışıldığı gün çıktı. Fena mı oldu?
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2004
<B>ÖĞRENCİLİK </B>yıllarımı saymazsak Avrupa Birliği’ni izlemeye 1980’de başladım. 24 yıl insanlık tarihinde kısacık bir süre, insan hayatında ise önemli bir dilim. ‘Geceyarısı Ekspresi’ni, ‘Yol’ filmini Brüksel sinemalarında seyrettim. 1980 ile 90 arasında Avrupa ülkelerine 500 bine yakın Türk siyasi mülteci geldi. İşkence suçlusu bir ülkeden geliyorduk. O yıllarda Avrupa’da Türk olmak çok; ama çok zordu. Yıpratıcı bir süreçti.
Türkiye-AB ilişkilerinin çeyrek yüzyıllık seyri dur kalk banliyö treni hızıyla oldu. Zaman zaman bunun sonsuza kadar devam edecek bir yolculuk olduğu duygusuna kapıldık. Tren bir türlü son durağa ulaşmıyordu.
* * *
1990’da ‘Bir Avrupa Rüyası’ adlı ilk kitabım çıktı. ‘Türkiye’yi bir gün AB’ye alırlarsa Müslüman olduğu için alacaklar’ öngörüsü dahil bugün hálá ne söylüyorsak hepsi o kitapta vardı. Yani çok fazla değişen şey yok.
1997’de ilişkiler buzdolabına konulduğunda kahroldum. Hem ruhen, hem de mesleki olarak yapılan bir yatırımın sıfırı tükettiğini görmek korkunçtu. Elimde 17 yılın birikimi ve artık beş para etmeyen bir uzmanlık alanım vardı.
İki yılda buzlar eridi, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye aday ilan edildi. Tam sevinirken Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizine girdi. ‘Oğluma Avrupa Mektupları’nı o dönemde yazdım.
3 Ağustos 2002 günü TBMM, idam cezasının kaldırılması ve Kürtçe öğrenim ve yayın dahil koskoca bir reform paketi kabul etti. Unutulmaz bir gündü.
Zina tartışması sırasında neredeyse depresyona girdim. Erdoğan geri adım attığı an ise eşimi dostumu arayıp kutladım.
6 Ekim 2004’te AB Komisyonu, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğini belirterek üyelik müzakerelerinin başlamasını tavsiye etti. Oğluma ve bu ülkenin tüm çocuklarına karşı mahcup olmayacaktım.
Türkiye’nin Avrupa projesini savunmuş olan bütün bir kuşağın da aynı şeyleri hissettiğini biliyordum. Bu ülkenin aydınları sürekli olarak bir sonraki kuşaklara değerlerini ve ideallerini aktaramamakla suçlanmıştık. Sanık sandalyesinden nihayet kalkıyorduk.
Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
* * *
Avrupalı Yeşil siyasetçi Daniel Cohn-Bendit’e göre Avrupa bir mucizeler kıtası. Birinci mucize, İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa ve Almanya’nın barışmasıydı, ikincisi ise 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı. Üçüncü mucize de Türkiye’nin üye yapılmasıyla Avrupa’nın geçireceği devrim. Avrupa Birliği, Türkiye’nin üyeliğine gidecek yolu açarak kendi kendine meydan okuyor.
Dünyada risk almadan gerçekleşen hiçbir ilerleme yok. Ülkeler için de, kişiler için de bu böyle...
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin bugünkü kanaat önderleri içinde Fransızca eğitim görmüş ya da Paris’te gençliğini geçirmiş hálá pek çok sayıda aydın var. Hürriyet’te Ertuğrul Özkök, Özdemir İnce, Figen Batur ve İlter Türkmen’in de aynı şeyleri hissettiklerine neredeyse eminim, dostlarım Vivet Kanetti, Nur Vergin, Zeynep Atikkan, Aydın Uğur, Mine Kırıkkanat, Asaf Savaş, Nilüfer Göle ve Tülin-Seyfettin Gürsel’le de konuşsam biliyorum ki onlar da aynı duyguları taşıyorlar, Fransa bugünlerde bizi büyük hayal kırıklığına uğratıyor. Kimimiz Fransızların Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine verdikleri olumsuz tepkiyi her şeyden önce şahsi olarak ağır yaşıyor. Keşke Paris’e hiç gitmeseydim diyeni bile duydum!
Fransa Türkiye’nin üyeliğinden neden bu kadar korkuyor? Aydınlanmanın çıktığı toplum ırkçı mı oldu? Nedir Türklerle alıp veremedikleri? Ve bu tavır kırılabilir mi?
* * *
Biliyoruz ki Fransız toplumu özünde muhafazakárdır. Şu sıralarda yapılan sondajlar Avrupa Anayasası’na hayır diyenlerin daha fazla olduğunu gösteriyor. Fransızlar İngiltere’nin AB üyeliğine karşı da iki kez veto yetkisini kullanmışlardı zamanında, sırf Londra’yı fazla ‘Atlantist’, yani okyanusun öteki tarafındaki Amerika’nın yanında gördükleri için. Adalı İngiltere’yi iki kez Avrupa kapısından döndüren Fransa halkı Müslüman olan Türkiye’yi de kolay kabul etmeyecek. Türban meselesi, bir zamanlar sömürgeleri olan Kuzey Afrika’dan göç, bilinç altında ve üstünde Türkiye’ye karşı korkularını biliyor. ‘Zina’ etrafında kopan fırtına da bu korkuların üzerine tüy dikti.
Fransız ruhuna inebilenler bilir. Bir Fransız ilk başta her şeye itiraz eder. Fransızların hiçbir şeyi kuzu kuzu kabul ettiği görülmemiştir. Ancak sonradan ikna edilmeye de açıktırlar. Ve bir kere ikna oldular mı da, daha önce karşı çıktıkları her ne ise onun yılmaz bir savunucusu olarak karşınıza dikilirler. Bu da işin bize ‘Dur bakalım’ dedirten tarafı.
* * *
Pazar gününün en çok satan gazetesi Journal de Dimanche’ta Türkiye için olumlu bir başyazı yayınladı. Muhafazakar Le Figaro’da ise tam tersine kötü bir başyazı çıktı. Demek ki durum büsbütün umutsuz değil, ama üzerinde çalışılması gerekiyor.
Kim yapacak bu çalışmayı? Fransızların epik şiiri Chanson de Roland’ı ezbere bilen Türkleri bir araya getirip lobi yapmayı neden denemedik? Almanya’ya yüklenip Fransız kamuoyunu ihmal ettik. Oysa AB’nin iki kurucu ülkesinden biri Almanya ise diğeri Fransa.
Bugün hálá Fransa’da bir şeyler yapmak için geç kalınmış değil. Bunu da devletten beklemeyelim. Fransa karşısındaki derin hayal kırıklığımızı gidermek için nasıl harekete geçeceğimizi birlikte düşünelim. Tabii Fransa’dan öğrendiklerimiz arasında ‘ulusal refleks’ de varsa yapabiliriz bunu...
Yazının Devamını Oku