Zeynep Göğüş

Çek elini oradan

25 Eylül 2004
<B>TÜRKİYE’</B>yi sarsan <B>‘zina’</B> tartışması sayesinde hangi dönemeçte durduğumuzu bir kez daha idrak ettik. Bir tarafta Avrupa Birliği’nin temsil ettiği modernist değerler, diğer tarafta kasaba bağnazlığı... Hangisini seçeceğiz? Zina tartışmasının özü budur.

Tempo Dergisi’nin iki hafta önce kapağında sorduğu yeni Türk Ceza Kanunu tasarısı ile ‘Ahlak zabıtası geri mi geliyor?’ sorusuna Samsun’dan olumlu yanıt geldi. Deniz kenarındaki parkta oturan çiftlerin el ele tutuşup sohbet etmelerinin yasaklandığını gördük Samsun’da. Motosikletli ahlak polisi, gençlere yanaşıp ‘Düzgün oturun’ uyarısı yapıyor.

Türbanlı genç kızın, erkek arkadaşının omzuna elini attığı fotoğraf ise kuşkusuz en ilginciydi.

Türkiye gerçeğini bundan daha iyi anlatan bir fotoğraf olabilir mi? Bu ülkede kadın-erkek ilişkileri hızla değişiyor. Kadınlar yüzlerini modernizme dönüyor. Başı açık-kapalı fark etmiyor. Kadınlarda değişim ve ‘açılım’ arzusu, ülkeyi yöneten erkeklere göre daha belirgin. Okula gitmeyen 500 bin kızımız okulla tanışma şansı buldukça değişim daha da hızlanacaktır.

* * *

Türbanlı kızın, güneşli bir günde deniz kenarında bankta otururken elini erkek arkadaşının omzuna atmasına ahlak zabıtasından itiraz geliyor. Kızın yaptığına ‘uygunsuz dokunuş’ deniyor. ‘El ele gezme, koluna dokunma, çek elini oradan, haydi evinize’... Bunlar galip gelen kasaba zihniyetinin emirleri. Erkek egemen taşra bağnazlığının yansıması.

Zina yasasıyla açığa vuran zihniyet, kadının özgürleşmesini de durdurmaya çalışıyor. Zina yasasının özünde değişime direnç var, demekte haksız mıyız?

Fotoğraftaki kız, başındaki türbana rağmen Avrupa Birliği’ne açılımı temsil ediyor.

* * *

Tercihiniz nedir? Bağnaz değerlerin hákim olmasıyla kasabalaşan Türkiye mi? Yoksa kentli çağdaş değerleri benimsemiş, Avrupa Birliği ile bütünleşen bir ülke mi? Olup biteni iyi değerlendirmek lazım. TCK üzerinde kopan ve zinada odaklaşan kavganın geri planında yatan çekişme budur. Erkek arkadaşının omzuna kolunu atan türbanlı genç kız, modern ve reformcudur. Kasaba değerlerinin yüklendiği bir ceza yasası hazırlayanlar ise ne modern olabilir ne de reformcu. AB sayesinde modernist baskı sonuç verdi, ama kavga sürecek.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin ehliyeti iptal

18 Eylül 2004
<B>AKP </B>iktidara geldikten sonra kendini <B>‘muhafazakar demokrat’</B> olarak tanımladı. İslamcı kökeninin üzerini örten yeni bir kimlikle ortaya çıktı. Her şey güllük gülistanlıktı. AKP lideri ve bakanları sınavları geçip ‘uluslararası ehliyet’ aldılar. Görünürde her şey mükemmeldi. Ancak gün geldi, ehliyet sahibinin ‘renk körü’ olduğu anlaşıldı. Zina sorununda ısrarın başka yorumu olamazdı.

Bugün Brüksel’de ve Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için canını dişine takıp çalışanlar çıldırmak üzereler. Seyrettikleri Türk filminden hiçbir şey anlamıyorlar.

Avrupa hukukunda hiç kimseyi evliyken başka biriyle ilişkisi var diye hapse atamazsınız. Bunu en muhafazakár Avrupalıya da kabul ettiremezsiniz. Avrupa’daki muhafazakár demokratlarda böyle bir anlayış yoktur.

* * *

‘Zina’
, kavram olarak dini toplumun bir tortusudur. Kavga da bu yüzden kopuyor.

Zina tartışması boyunca Ankara’dan gelen bilgiler, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Başbakan Erdoğan’la aynı görüşte olmadıkları yolundaydı. Hatta hükümetteki tüm bakanlar Başbakan gibi düşünmüyorlardı. ‘Zina yapana hapis’ diye tutturan Başbakan'dı. Başbakan’ı ikna etmek mümkün olmuyordu.

Sonunda Başbakan ikna edildi. Tam sorun çözüldü derken yeniden bir manevra başladı. Üzerinde onca vakit ve emek harcanan koskoca Türk Ceza Kanunu tasarısı geri çekildi.

Öyle anlaşılıyor ki AKP içinde ciddi kavga çıktı. Gül-Erdoğan çatışmasının AKP tabanını çatlattığı belirtiliyor. AKP’nin tarikatlardan ve milli görüşçülerden oluşan nüvesi genel merkeze haber yollamış, ‘Zina maddesini kaldırırsanız buraya gelmeyin’ mesajını göndermiş.

* * *

6 Eylül’de Türkiye’ye AB yolunu açacak olan rapor çıkıyor.

Eş aldatmaya ceza verilirse AB ile müzakereleri başlatmayacakları çok kesin. Bunu biz uydurmuyoruz. AB en yüksek seviyedeki beyanatlarla bu görüşünü çok net biçimde duyurdu.

O halde ne yapılmak isteniyor? Akıl dışı bir durum.

Zina konusunda yapılanlar 2000 yılındaki ekonomik krize yol açan sorumsuz siyasileri hatırlatıyor. O krize yol açan siyasetçilerin tümü siyaset sahnesinden silindiler. Duyulan tepki AKP’yi iktidara taşıdı.

Zina maddesinde ısrar ederek Türkiye’nin AB yolunu tıkarsa AKP çok büyük vebal altına girer. Eğer geri adım atmazlarsa siyaset sahnesinden silinirler, tıpkı kendilerinden öncekiler gibi.

AKP kendi içindeki gericilerden kurtulmak için bu olayı fırsat bilmeli. Başka türlü uluslararası ehliyetini bir daha ona vermezler. Türkiye’de de direksiyona geçemezler.
Yazının Devamını Oku

AB ve batan gemi

11 Eylül 2004
<B>İSKENDERUN </B>açıklarında zehirli atık yüklü bir gemi battı. Hepimiz öfkelendik. Geminin zehirli yüküyle birlikte dört koca yıldır Türk makamları tarafından çözümsüz bekletildiğinin ise kimse pek farkına varmadı. Sanki gemi daha dün Türk sularına girmişti. Zehir yüklü olduğu bilinen bir gemi nasıl olup da kıyılarımızda herkesin bilgisi dahilinde dört yıl kalabilmişti? Hangi rüşvet mekanizmaları devreye girmişti? Kim hálá neyi koparma derdindeydi ki geminin durumuna çözüm bulunamamıştı?

Bir eleştiri de kendimize: Geminin zehirli atık yüklü olduğunun farkına varmak için Türk medyasının dört yıl beklemesi mi gerekiyordu? Daha önce aklımız neredeydi?

* * *

Kamuoyu atık yüklü geminin suda yatmış görüntüsünü seyrederken, ülkemize AB Dış İlişkiler Komiseri Verheugen geldi. Yine hep siyaset konuştuk. Diyarbakır’a odaklandık. AB-Türkiye ilişkisini siyasetten ibaretmiş gibi algılamaya devam ettik. Oysa AB, Türkiye’ye böyle bakmıyor.

5 Ekim’de sonuncusunu beklediğimiz İlerleme Raporları, 2000 yılından itibaren her yıl yayınlanıyor. Türkiye’nin AB’ye katılım süreciyle ilgili bu raporlarda siyasi ve ekonomik kriterlerin yanında, ‘Üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri üstlenebilme yeteneği’ diye bir bölüm daha var. Tüketici sağlığının korunmasından çevreye, şirketler hukukundan tarıma, sosyal politikalardan istihdama kadar pek çok bölüm var; ama biz Türkiye-AB ilişkisinin bu yönüne ilgi duymadık. Çünkü kendimizi AB hakkında atıp tutanlara teslim ettik. Ağzı olan bu konuda konuştu, konuşmaya da devam ediyor.

Avrupa Birliği hakkında fikir yürütenlerin büyük çoğunluğu AB’nin kurumsal işleyişi, kararların nasıl alındığı, üyelik mekanizması gibi konularda ‘teknik’ bilgi sahibi değildiler; ama futbol maçı yorumlar gibi AB hakkında değerlendirme yaptılar.

* * *

Önümüzdeki dönem biz istesek de istemesek de AB ile siyasi kriterlerin dışındaki meseleleri de konuşmak zorunda kalacağız. Açılışı zina ile yatakta yapmaksak da olurdu; ama bunu da başardık. Artık AB-Türkiye ilişkisini istesek de istemesek de Kıbrıs’tan, Güneydoğu’dan, işkenceden ibaret gibi göremeyiz.

Bundan böyle kadın hakları meselesi, töre cinayetleri, dayak, AB ile ilişkimiz boyutunda sürekli gündemde olacak. İşçi haklarını, sendikalaşma konusundaki sorunları konuşacağız. Atık taşıyan gemileri, tren kazalarını, madende ölen işçileri tıpkı bugün siyasi konuları tartıştığımız gibi ele alacağız.

AB bu kez de sosyal ve ekonomik meselelerimizle uğraşacak. Müzakere açılınca iş bitmeyecek, önümüzdeki günler kolay geçmeyecek.
Yazının Devamını Oku

Terör ve çocuk

4 Eylül 2004
İSTANBUL’da dün televizyon seyreden 10 yaşındaki çocuğun, Kuzey Osetya’daki okulda teröre doğrudan muhatap olanlardan pek farkı yoktu.O da teröre hedefti. Onun da güven duygusu zedelenmekteydi. Dünya elmaşekeri değildi, külahta dondurma, uçurtma hiç değildi. Tehlikelerle dolu, düşmanca ve sevgisiz bir yerdi büyüklerin dünyası. İstanbul’da televizyon seyreden çocuk 10 yaşına gelene dek, dünyada iki milyon çocuk büyüklerin yaptığı savaşlarda ölmüştü. Canlı bombalar, çocukların kocaman açılan gözleri önünde patlıyor, içinden uçak geçen gökdelenler yıkılıyor, nihayet çocuklar okullarında rehin alınabiliyordu. 10 yaşındaki Türk çocuğunun ve dünyanın dört bir yanındaki diğer tüm çocukların ruh dünyası şiddet birikimiyle yoğruluyordu. Medya terörü ya da medyadaki terör çocukları kayırmıyordu. Yoğun bir çaresizlik duygusu sarıyordu çocukları.İçinde yüzlerce çocuk bulunan okulun etrafında çatışmalar sürerken, İstanbul’daki çocuklar Süpermen’in neden Kuzey Osetya’ya da yetişmediğini merak ettiler. Terörle ruhları örselenen çocuklar, haksızlıklar karşısında direnme güçlerini yitiriyorlardı. Ruhsal dirençleri zayıflamış terör kuşakları, kendilerini savunamıyorlar ve sonuçta hayatla baş edemiyorlardı. Bitkin ve bezgindiler. Hemen teslim oluyorlardı. İleride edilgen ve ürkek birer dünya vatandaşı olmaya adaydılar. Onlar daha şimdiden Süpermen bağımlısıydılar. Büyüyünce ‘Olağandışı bir kurtarıcı gelse de hayatımız değişse’ diyecektiler. * * *Osetyalı genç anne, ‘Lütfen çekmeyin’ diyordu televizyonculara, ‘Yavrum bizi tanımıyor’. Derin şok geçiren küçük rehine, annesinin kucağında etrafına boş gözle bakıyordu. Bu sahneyi seyreden bütün anneler, kendilerini o kadının yerine koyabildiler. * * *Çocukların terörden anlam çıkarmaları zordu. Osetya’dakiler neden üç gün boyunca aç ve susuz kalmışlardı? Neden annelerinin yanına koşamamışlardı? Afganistan’da, Irak’ta neden çocuklar ölmüştü? Yoksa onlar kötü taraf mıydı? Peki kim ‘iyi’ydi? Bütün dinler kardeşse neden din adına insanlar birbirlerini öldürmeye devam ediyordu? Ortada bir tutarsızlık vardı. Büyükler terör eylemleri karşısında tuhaf tepkiler veriyordu. Çocukların bazıları ürkekleşerek kendi ruhlarını korumaya aldı, bazıları ise tam tersini seçti. Yoksa şiddet dolu bir yaşam mıydı normal olan? Terör 21’inci yüzyılın yaşam tarzı mıydı? Bir ihtiyaç mıydı? 10 yaşındaki çocuk, kardeşi gibi pısırık olmayacaktı. Terörün acımasızlığını ekranda da olsa yaşamıştı. Şiddet uygulamak onun için doğaldı. Gidip mahalledeki çocuklarla kavga edecekti. Öfkeli bir adam olacaktı. Ne kadar yıkıcı olursa, o kadar güçlü sayılacaktı.
Yazının Devamını Oku

AB, kadın ve medya

28 Ağustos 2004
<B>ERTUĞRUL Özkök </B>geçenlerde köşe yazarlarıyla ilgili tespitlerinde haklıydı. Köşe yazarlarımız kendilerini önemsemesinler. Bu memlekette köşe yazarının esamisi okunmuyor. Özkök’ün yazdıklarını medyanın etkinlik sorunu biçiminde ele almak da mümkün. Ve bu noktada da özeleştiri yapmamız gerek. Medyanın prestij kaybından baştan sona gazeteyi çıkaran herkes sorumlu.

Bundan kim zarar görüyor? Tabii ki Türkiye’de yaşayan herkes...

Niyetim üç gün önce Hürriyet’in birinci sayfasına yerleşen ‘AB’de kadın engeli’ başlıklı haberden yola çıkarak yukarıda yazdıklarımla bağlantı kurmak.

* * *

Sabah-ı şerifler hayrolsun. AB’de kadın meselesinin engel çıkaracağını yeni keşfedenlere böyle denmesi gerekir.

Bundan 20 yıl önce o zaman Verheugen’in konumunda olan AB Komisyonu Dış İlişkilerden sorumlu üyesi Cheysson Türkiye’ye geliyor. Kendisiyle yaptığım röportajda Cheysson şöyle diyor: ‘Kadını görünür kılmadan, her alanda eşitliği sağlamadan AB’de yer alamazsınız. Bu açıdan önemli bir kültürel fark görüyorum.’

Bu haberim o zaman kullanılmadı, gazetecilik tabiriyle ‘arşive manşet’ oldu. Birkaç yıl sonra da ‘Tek başına kendi işini kuran kadınlar’ başlıklı dizi yazı önerim ‘Böyle bir şey mümkün olamaz’ gerekçesiyle reddedilecekti.

6 Mart 2004’teki ‘Siyasette yüzde 96 erkek kotası’ başlıklı yazımda bu olayı tekrar anlatmışım.

* * *

Daha yakın zamana gelelim: ‘Din tamam, sorun kadın’ başlıklı köşe yazısını 18 Ekim 2003’te yazmışım. ‘Asıl mesele din değil, kadın. Kızların okuryazarlık oranı, Meclis’teki kadın sayısı başımıza iş açacak’ demişim. Kimsenin dikkatini çekmemiş.

‘Babacan’dan kadınlara müjde: Evde oturacaksınız’ başlıklı yazım 27 Aralık 2003’te çıkmış. Kadın işsiz artışını ‘Kadınlar evde oturmayı tercih ediyor çünkü kocaları iyi kazanıyor’ diye yorumlayan Ekonomi Bakanı’na ‘AB’ye üye ülkelerde kadınların evde oturmasının iyi bir şey olduğunu söyleyen ekonomi bakanını koltuğu sekiz şiddetinde sallanır’ demişim. Kimsenin dikkatini çekmemiş.

Tempo’da Temmuz 2003’te AB Temsilcisi Krechmer’le söyleşim yayınlanmış, orada da kadın meselesi öne çıkmış. Kimsenin dikkatini çekmemiş.

Biz hálá kendimizi ‘Oy hakkını kadınlara Fransa’dan önce verdik, akademisyen kadın sayımız yüksek’ diye avutalım. Adamlar gelip kadın okur yazarlık oranına bakıyor.

Herkesten önce Türk medyası kadın meselesini önemsemedi. Feminizmin ne olduğunu bilmeden feministlere çatmayı marifet bildi. Ciddi kadın yazarlar horlandı. Şimdi yumurta kapıya dayanınca ayıldık.

Hepimize tekrar günaydın! Ve teşekkürler AB.
Yazının Devamını Oku

Kum saati ve eko turizm

21 Ağustos 2004
<B>EGE </B>kumsalları zamanın kaybolduğu yerler. Sonsuz maviliğe yayılan düşünceler, beyaz köpükten bir beşikte sallanırken onlara koyabildiğiniz tek sınır ufkun çizgisidir burada. Kumsaldaki seslere kulak vermek, zamanı ele geçirmeye yetmez. Zaten öyle bir niyetiniz de yoktur kumsalda. Çocuk sesleri, anne sesleri, delikanlı sesler, yavru köpek havlaması... Hepsi de ayrı kum saatinin içinden süzülmektedir yavaşlıkla.

Derken önünüzden deniz tanrısı Poseidon geçer, İlyada Destanı’ndan fırlamış bir rüzgár sörfçüsü kılığındadır bu sefer.

Homeros şahittir; burası herkesten önce deniz tanrısının adası.

* * *

Kumsal’da ayak izleri birbirine karışır. Gökçeada’nın 1456’da Fatih tarafından Bizans’tan alınması, Balkan harbinde İtalyanların, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin ve bir ara da Yunanlıların eline geçtikten sonra Lozan’la Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, 1964’te ve 74’te adanın Rum sakinlerinin buradan gitmesi, kuma yazılmışçasına gerilerde kalmıştır.

Kum saatinin bir tarafı dolduysa, ters çevirmeli.

Bundan böyle bizi adanın geleceği ilgilendiriyor. Rüzgár sörfüyle denizde süzülen uzun sarı saçlı adam, Bulgar sörf hocası. Barışın turizme katkısı, iyi komşuluk ilişkileri... Adayı son iki yıldır Bulgar sörfçüler keşfetmiş. Etraf Bulgar plakalı araçlarla dolu.

Bulgaristan’la turistik yakınlaşmada Karlova ile Gökçeada’nın kardeş belediye olmaları da rol oynamış. Aydıncık Koyu’nda kamping işleten Necdet Şen’e göre bu yakınlaşmada Bulgar göçmeni olan Arkeoloji Müdiresi Doç. Halime Hüryılmaz’ın da etkisi olmuş. Halime Hüryılmaz, adada yeni keşfedilen 5 bin yıl öncesine ait bir höyükte kazı yapıyor.

* * *

Adanın eski adı İmroz, bereket tanrıçası İmbrasos’tan geliyor. Bereketli Gökçeada, organik tarıma çok müsait. Etrafta sanayi tesisi yok, köylü ilaç kullanmadan üretim yapmaya yatkın. Ve Avrupa Birliği ile uyum çerçevesinde yapılan bir yönetmelik değişikliğiyle burada AB normlarında ekolojik tarım yapılmaya başlanmış. Son beş yıldır adada zeytin sineği için havadan ilaçlama yapılmıyor.

Kaymakamlık adada Ekolojik Tarım Komitesi kurmuş. Önce işe zeytin ve zeytinyağıyla başlanmış, sonra sıra bağlara gelmiş. Ekolojik arıcılık, ekolojik hayvancılık derken Gökçeada bu alanda pilot bölge seçilmiş.

On yıldır her yaz gidilen bir Ege adasının öyküsü, aynı zamanda Türkiye’nin de aynı dönemdeki gelişimine ayna tutmakta. Bundan sonrası için burada ekolojik turizm tesislerine ağırlık verilmesi gerekir. Doğa turizmi, çiftlik turizmi gibi yeni eğilimler için mükemmel bir yer. Eko turizmin düzenli yapılaşmayla, tahrip edilmiş kiliselere, evlere ve köylere çekidüzen verilmesiyle de desteklenmesi şart. Poseidon’un adasında bunlar yapılırsa bereket tanrıçası İmbrasos’un tüm cömertliğiyle akar kum saati.
Yazının Devamını Oku

Hollywood ve Büyük Ortadoğu

14 Ağustos 2004
<B>İSVİÇRE’</B>de geçen yıl bastırılan Kürdistan Dinarı’nın bir yüzünde Mezopotamya güneşi diğer yüzünde ise elinde Kürdistan bayrağı olan <B>Selahattin Eyyubi </B>vardı. Türkiye’de Selahattin Eyyubi adını taşıyan insanlar, camiler, okullar, mahalleler var. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Ortadoğulu büyük komutan. Geçmişte kökenin Kürt ya da Türk ya da Arap olmasının hiçbir önemi yoktu. Neresinden bakarsanız bakın tarihin gördüğü en büyük komutanlardan biriydi Selahattin Eyyubi. Daha 12’nci yüzyılda Ortadoğu coğrafyasında Mısır, Suriye ve Irak topraklarını birleştirmeyi başarmıştı. 21’inci yüzyıla geldiğimizde ise Hollywood’un duruma el koyması gerekti.

Oscar’ların adayı ünlü yönetmen Sir Riddley Scott, Selahattin Eyyubi dönemini anlatan 75 milyon dolar bütçeli Kingdom of Heaven-Cennet Krallığı adlı filmi çevirmeye başladı. Filmin kahramanı 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Selahattin Eyyubi’den başkası değil. Filmde iyi adamlar Müslüman, kötü adamlar ise Hıristiyan. Filmde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan bir ‘Kardeşlik örgütü’ de var.

Hepsi ne kadar da hoş, değil mi? Ne var ki sinema endüstrisindeki büyük prodüksiyonların hiçbiri masum birer sanat eseri olsun diye yapılmıyor. Hepsinin de çok incelikli pazarlama stratejisi, zamanlaması ve ideolojisi var.

Selahattin Eyyubi süper prodüksiyon olarak acaba neden karşımıza bugün çıkarılıyor?

* * *

İngiliz tarihçiler yönetmen Ridley Scott’a ateş püskürüyorlar. Haçlı uzmanlarına göre gerçekleri çarpıtarak Müslümanları melekleştiren bu filmBin Ladin’e hizmet edecek.

Senaryonun günümüz için anlamlı tarafı Selahattin Eyyubi’nin bugün üzerinde çalışılan Büyük Ortadoğu’nun tarihteki ilk mimarı olması. Diğer taraftan da 12’inci yüzyılda Ortadoğu’da barış ve birliği Kürt kimliği atfedilen bir tarihi kahramanın sağlaması.

* * *

Ridley Scott Fas çöllerinde Cennet Krallığı’nı çevirirken Vatikan’dan beklenen açıklama geldi: ‘Müslüman Türkiye geleceğini Hıristiyan köklere sahip Avrupa’da değil, İslam ülkeleri Birliği’nde aramalıdır.’ Kardinal Ratzinger’in bu açıklamasına Başbakan Erdoğan ‘Bizim muhatabımız AB, Vatikan AB üyesi değil’ cevabını verdi.

Bir cevap da bizden: Hele şu Ridley Scott filmi piyasaya bir çıksın... Oscar’ları toplasın... Kürtlerin önderliğinde Mısır-Suriye ve Irak birleşsin, o zaman durumu yeniden değerlendiririz. Ayrıca isteyen bizim 1970 Yılmaz Duru yapımı Cüneyt Arkın’lı ve Orhan Günşiray’Selahattin Eyyubi’mizi de seyredebilir.
Yazının Devamını Oku

Simit ve İstanbul markası

7 Ağustos 2004
<B>LİRADAN </B>altı sıfır atılınca simidin fiyatı 40 kuruş olacak. İnsanın 40 yıl sonra çocukluğundaki simit fiyatını yakalaması büyük mutluluk. Peki ya simitçiler? Şimdi İstanbul’u turizm merkezi yapma projesi içinde simitçiler tek tip kıyafete girecekmiş, kıyafetleri Cemil İpekçi tasarlıyormuş. İpekçi’ye itirazımız olamaz da tek tip giyinme fikri otoriter çağrışımları nedeniyle insana antipatik geliyor. Yine de simidi İstanbul markasının mühürlerinden biri haline getirmek iyi fikir. Simit tablasıyla bütünleşmiş bir giysi İstanbul’un markalaşmasına da hizmet edebilir.

İstanbul’un bir cazibe merkezi haline gelmesi, Türkiye’nin global dünyada bulunduğu yerden bir üst basamağa çıkmasında önemli bir adım. Türkiye’nin Çin’le rekabet edebilmesi için de, turist çekebilmesi ya da Avrupa Birliği normlarına uygun düzenlemeleri daha hızlı yapabilmesi için de ‘imaj’ çok önemli.

* * *

Global ekonomi süper ligse, Türkiye’nin lige girmek için son maçı yaptığını, maçın uzatmaya kaldığını, altın golü ise İstanbul’un atabileceğini söyleyebiliriz.

İstanbul’un cazibe merkezi haline gelmesi için yaratıcı fikirlere ihtiyacımız var. Giysilere gelince, giyim kuşam yüzyıllardır kimlik simgesi. Bugün Alman, Amerikalı, Arap, İranlı, Hintli ya da Faslı dendiğinde insanların zihninde canlanan imgeler, onların toplumsal kimlikleri hakkındaki yargılarımız değil de nedir?

Bu noktada Türk hazır giyimi, Türkiye’nin tanıtımına hizmet edebilecek olanaklara sahip. Modanın vazgeçilmez dergisi L’Officiel’in son sayısında iki Türk tasarımcının yer alması -Dice Kayek ve Hüseyin Çağlayan- bu anlamda çok önemli. IGEDO tarafından Düsseldorf’ta yapılan CPD Fuarı’nın Özlem Süer defilesiyle açılması az buz bir başarı değil. Reuters Ajansı 151 ülkeye Türklerin bu fuardaki etkinliklerini duyurdu. Türk moda tasarımları tüm dünya için haber değeri taşıyor.

* * *

Moda fuarları arasında önde giden IGEDO’nun Başkanı Manfred Kronen’in İstanbul için değerli önerileri var. Kronen, Türk tasarımcıları izliyor. Türk firmalarına ‘marka katma değeri’ yaratma çağrısında bulunan Kronen, İstanbul’da düzenlenecek IF Moda Fuarı’nın da bir Türk tasarımcının giysileri ile açılmasını öneriyor. Vogue Dergileri içinde en prestijlisi İtalyan Vogue’u. Kronen, bu dergide çekimleri İstanbul’da yapılan tasarımların yer almasının büyük getirisi olacağını düşünüyor. TÜYAP bu yıl ilk kez IGEDO ile işbirliğine gitti. İstanbul’un moda merkezine dönüşmesi ve marka olması önemli bir stratejik adım. IGEDO’nun sağlayacağı dışa açılma olanakları saymakla bitmez.

Uzun lafın kısası, hedefe ulaşmada simitçilerden yararlanmak da iyi bir fikir. Biz çocuklara simit sattırmayalım, aslında bu bile yeter.
Yazının Devamını Oku