17 Mart 2005
Basketbolda demokrasi kuralları çalışmaz. Herkes her istediğini yapamaz. Tüm oyuncular en iyi yaptıkları görevleri yerine getirmek zorundadırlar. İyi şutör değilseniz, her boş kaldığınızda şut atamazsınız. BASKETBOLDA savunma coşup saldırdıkça, hücum zorlanıyor ve gücünü kaybediyor. Maçların skorlarına bakın, bir çeyrekte toplam 10 sayı. Bir devrede 20-20 biten maçlar izliyoruz. Maçları seyretmeyip sadece skor levhasına bakıyorsanız, "Acaba burada hentbol mu oynanıyor?" diye şüpheye düşebilirsiniz.
Basketbolda demokrasi kuralları çalışmaz. Herkes her istediğini yapamaz. Tüm oyuncular en iyi yaptıkları görevleri yerine getirmek zorundadırlar. İyi şutör değilseniz, her boş kaldığınızda şut atamazsınız.
Pivotsanız göreviniz ribaunt yapmak ve içeriye verilen toplardan sayı çıkarmaktır. Size 2 veya 3 numaralı oyuncu diyorlarsa koçun sizden beklediği fast breaklere koşmanız ve boş kaldıkça, perdelemeleri kullanıp, boş kaldıkça sayı atmanızdır.
Geriye oyun kurucular kalıyor. Diğer 4 oyuncudan beklenen adalelerini, becerilerini kullanmaktır. Point guardın görevi ise kaslarından önce beynini kullanıp takım oyununu oturtmaktır.
Oyun kurucunun önemi
Giderek basketbolda sadece bir kişinin beynini kullanması, diğerlerinin koçun tebeşirine esir olmaları etkisini gösteriyor ve oyunların skoru bu yüzden de hentbola benziyor.
Tabii, eğer point guardınızın yaratıcılığı az ise ve kenardaki koçun başını kaşıdığını görüp, o da baş kaşıma oyununu uygulayan cinstense, (inisiyatifini kullanmıyorsa) işiniz daha da güç demektir.
Bu yüzden NBA dahil dünyadaki tüm takımlar yaratıcı oyun kurucu bulmak için çırpınıyorlar. NBA'de bu yıl, geçen sene tel tel dökülen Phoneix Suns yeni transferi Kanadalı point guard Steve Nash sayesinde ligin kaderini değiştirdi.
Bu yıl Phoenix 82 maç oynayacak. Şu anda Nash sayesinde oynadıkları 63 maçın 48'ini kazanmış durumdalar. Geçen yıl kısır geçen ligde, bu yıl Phoenix'in sayı ortalaması 111.6 idi. Nash, 11.4'lük asist ortalamasıyla NBA'de çift haneli ortalamaya ulaşan tek oyuncu.
Steve Nash mi Jasikevicious mu?
Gelelim bu geceki Ülker- Maccabi maçına. Biz Avrupa'nın en iyi oyun kurucusu Sarunas Jasikevicious'u izleme fırsatı bulacağız. Jasikevicious çoğu kimseye göre Nash'den de iyi. Başka bir deyişle dünyanın en iyi point guardı. Bu konu tartışılabilir. Konunun tartışılmayacak yanı, olayın kolay gözükmeyen diğer cephesi. Jasikevicious'un Nash'den daha iyi savunmacı olduğu şüphesiz. İşin ilginç yanı Jasikevicious'un basketbolu Amerika'da öğrenmiş olması. O, Maryland Üniversitesi mezunu. NBA sorumluluların Amerika'da okumuş dünyanın en iyi oyun kurucusunu keşfedememeleri anlaşılır şey değil.
Avrupa'da her takım Litvanyalı oyuncularla dolu. Ülker'de de 3 tane var. Hepsi iyi oyuncular. Ama ortak yanları içe dönük, hatta çoğu zaman suskun olmaları. "Peki nasıl oluyor da Litvanya Avrupa'nın en iyi takımı oluyor?" diye sorabilirsiniz. Bu sualin yanıtını bu gece Jasikevicious verecek. Jasikevicious dışa dönük, hırslı, hatta ihtiraslı kavgacı savaşçı bir oyuncu. Onun liderliğindeki takımlar yenilgiyi kolay kabullenmiyorlar.
Pick and Roll ve Tunçeri
Bu geceki maçın daha da özel yanı, Ülker'de birebirde Avrupa'nın en iyi savunmacılarından Kerem Tunçeri'nin oluşu. Günümüzde basketbolda en çok yapılan oyun "Pick and Roll" yani "scrin yap içeri kaç." Son zamanlarda kütüphaneler "Pick and Roll"u önleme üzerine yazılmış kitaplarla dolu. Ama hiçbirinde Kerem'in taktiği henüz keşfedilmiş değil. Kerem perdelemeye gelen adama korkusuzca çarpıp dövüşerek "Pick and Roll" yapanları, yaptıklarına pişman ediyor, onlardaki isteği kırıyor.
Point guardların "takım oyunu yönünde hareket edelim, paslaşalım, başarıyı paylaşalım" mesajı artık yeterli olmuyor.
Gelelim öbür Kerem'e, yani Gönlüm'e... Basketbol dünyası beynini kullanan point guardların tek kişilik yönetimiyle basketbolun giderek zorlandığının farkında. Bu yüzden de hem beynini, hem de adale ve becerilerini kullanabilen, gerektiğinde 5 mevkide oynayabilen uzun adamlar (oyun kurucu pozisyonu) arıyorlar.
Yeteneklerinin farkında değil
Bu çok yönlü oyuncular için Kerem Gönlüm ideal bir tip. Ama bu o yeteneğinin farkında değil. Bu konu üzerinde her fırsatta konuşacağız. Ama sırası gelmişken, hala yedek sıralarını ısıtan Fatih Solak'tan da bir-iki kelimeyle söz edeyim. Solak'ın doğuştan savunmada blok yapma yeteneği var.
Ama bu o yeteneğine o kadar konsantre ki, bir türlü basketbolun diğer silahlarını geliştiremiyor. Onun aklı-fikri blok yapıp, işaret parmağını havaya dikip, "Ben buradayken atamazsın" anlamında kolunu sallamakla meşgul. Bloklardan sonra bu kol sallamayı ilk kullanan oyuncu NBA'in Afrika kökenli oyuncu Dikembe Mutombo idi. Mutombo da ilk yıllarında elini-kolunu sallarken gülünçtü. Ama sonra senelerce NBA'in en iyi savunma takımlarına seçildi, en iyi blokçusu oldu. Bu da yetmedi, NBA'den kazandığı paralarla önce okul, sonra hastane yaptırdı. Ve elini kolunu sallaması bile saygınlık kazandı.
Fatih, kolunu sallamakta acele etmemeli. Ne yapıp edip basketbolunu ilerletmeli. Koçların güvenini kazanıp, oynadığı süreyi artırmalı. Çünkü, Türk basketbolu blokçu pivotunu bekliyor. Fatih de ilk sırada.
İmaj paradan daha önemli
Gelelim Ülker'in yönetimine... Ben, Ülker'in eski şube sorumlusu Orhan Özokur'u yakından tanımam. Onunla toplasam 3-5 dakika konuşmuşumdur. Ama içimden ona saygı duyarım. Bunun sebebi de Orhan Bey'in rahatsızlığı sırasında Osman Solakoğlu'na gösterdiği ilgi ve yakınlıktır. Geçen hafta da yazdım. Eğer siz bir takımın sahada ölümüne savaşmasını istiyorsanız, oyunculara güven sağlamanız gerekir. Bunun temelinde de tribünde oturan başkan vardı. Orhan Bey'in basketboldan ayrılması ülke basketbolu için hoş bir olay değil.
Orhan Bey, Ülker'in her türlü ürününün değerini artırabilir, müessesenin değerini 2 misline çıkartabilir. Ama bütün bunlar her yıl Avrupa'da başa oynayan basketbol takımının Ülker ve hatta Türkiye imajına yaptığı katkının yanında yetersiz kalır.
Bugün Ülker'in elinde çok iyi teknik kadro ve güçlü oyuncular var. Ergin Ataman'ın İtalya'da gördüğü sevgi ve saygı Türk basketbolu için son derece övgü vericidir. Bu yüzden de ben Orhan Bey'in basketbolun diğer kıymetli ismi Lutfi Arıboğan'ı da alıp geri dönüp Ülker'i Avrupa şampiyonu yapmak için yeniden savaşırken görmek istiyorum. Tüm basketbol dünyasının da böyle düşündüğünü biliyorum.
Samim Göreç ve unutulmazlar
Not: Geçenlerde Samim Göreç ağabeyimizin ölüm yıldönümüydü. Orada söylediklerimi tekrarlamak istiyorum. Samim Göreç, Türk basketbolunun temel bilgileri, özellikle şut fundementalini yerleştiren isimdir. Bugün Türk çocukları Avrupa'nın en iyi şutörlerinin arasındaysa, bu başarının temelinde Göreç vardır. Bu yüzden milli maçlarda, Avrupa maçlarında attığımız her 3 sayı için ona teşekkür borçluyuz. Son olarak Atakol, Solakoğlu, Göreç gibi ölümsüz ve unutulmaz isimlerin adları geçince yapacağımız tek şey, saygıyla önümüze bakıp, onları rahmetle anmaktır. Ben, federasyonun Abdi İpekçi'de tüm bu ölümsüz basketbol adamları için bir unutulmazlar köşesi kurmasını bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2005
ABD'de kolejlerin çoğu, ABD ordusunun komando güçlerinin kullandığı antrenman programlarını basketbolda uygulamaya başladı. Ve bu sistem 3 silahşörlerin o ünlü sloganını potaya taşıdı, "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için." DÜNYADA ve Türkiye'de, basketbolda savunmanın dozu giderek artıyor. Koçlar daha iyi savunma yapmak için her çareye başvuruyorlar. ABD'de kolejlerin bir çoğu, Amerikan ordusunun komando güçlerinin kullandığı antrenman programlarını (Drill) basketbol için de uygulamaya başladılar. Bu yüzden de antrenmanlar zaman zaman savaş hazırlığına dönüşüyor.
Bu drillerin öncelikli amacı, oyuncuların özgüvenini artırıp, takımları için sonsuz fedakarlığa hazırlamak. Sloganları, "Ekstra efor." Özveri anlayışının sınırları her gün giderek zorlanıyor. Bu anlayışta her şey birebir savunmayla başlıyor. Top elinde olan adamı tutan oyuncu, kimseden yardım beklemeden tuttuğu adamı sınırlamak zorunda.
Sen korkma savaş
Eskiden oyunculardan ellerinden geleni yapmaları istenirdi. Şimdi ise bu yetmiyor. Oyunculardan her an, ellerinden gelenden fazlası isteniyor. Böylece özveri, gayret, cesaret gibi kavramların sınırları artık yok.
Top elinde olan rakip oyuncuyu tutan savunmacı, birebirde yenilmemek için ölümüne savaşırken, takımdaki diğer arkadaşlarına bir mesaj yolluyor; "Bu adam beni geçerse, sizin başınız derde girecek. Bu yüzden ben birebirde, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için anlayışı içinde ölümüne savaşacağım"
Diğer 4 oyuncunun artık savunmada kaç sayı attıklarını hesapladıkları, hatta sıkılıp kafalarını karıştırdıkları devirler geride kaldı. Çünkü artık biliyorlar ki, savunmacı adamını kaçırırsa savunmanın dengesi değişecek, farklılaşacak ve kendi başları derde girecek. Bu yeni anlayışa hazırlıklı olan diğer 4 oyuncunun mesajları da çok anlamlı, "Sen korkma, sen savaş, GEREKİRSE birebirde yenilirsen biz buradayız. Hepimiz senin için savaşmaya hazırız" diyorlar. Yani o 4 kişi de artık kırmızı alarmda duruyor ve "Hepimiz birimiz için" mesajını yolluyorlar.
Rakip guardın verdiği pastan sonra bütün oyuncuların rolü değişiyor. Ve bu iki anlayışın toplamı, pozitif bir enerjiye dönüşüp, müthiş, korkunç bir takım olmanın yolunu açıyor.
En iyi örnek Efes
Yalnız Türkiye'de değil, Avrupa'da bile, "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" anlayışını sahaya döken takımların başında bence Efes Pilsen geliyor. Dünya henüz bu uygulamaya yeni yeni hazırlanırken, Oktay Mahmudi ve Hakan Demir gibi iki genç koçun, böylesine çağ atlayan bir anlayışı sergilemesi Türk basketbolu için büyük bir övünç kaynağı.
Tabii bu başarının altında gözle görülmeyen psikolojik faktörlerde var. Aynı drilleri yaptıran, fakat aynı sonucu alamayan bir çok koça karşı bu iki genç koçun kişilikleri, pozitif enerji yaymaları, kararlılıkları işin görülmeyen yanlarından bazıları.
Burada akla bir soru geliyor; "Bu iki coachı ve bugünkü Efes Pilsen kadrosunu oluşturan 12 oyuncuyu, Türkiye'de başka bir kulübe yollarsanız, orada da savunmadaki o başarıyı yakalarlar mı?"
Tuncay Bey faktörü
Bence görünmeyen faktörler sadece koçlarla sınırlı değil. Bu soruyu yanıtlamak için esas görünmeyen faktöre, tribünlere bakmamız gerekiyor. Efes Pilsen Basketbol Takımı'nın özveri, güven ve dayanışmasının temelinde, boş tribünlerde bile tek başına bütün ciddiyetiyle maçları izleyen Tuncay Özilhan var.
Ben Tuncay beyi her gördüğümde, "Türkiye siyasette yeni liderler arıyor, siz de hala basketbol ile uğraşıyorsunuz" diye takılırım. Tuncay beyin cevabı ise, "Benim Efes basketbolu için sonsuz sorumluluğum var" olur.
Ben mi haklıyım, Tuncay Bey mi, kararsızım. Ama olayın tartışılmayacak bir yanı var. O da her kulübün Tuncay Bey gibi güven veren yöneticilere olan ihtiyacı.
Efes Pilsen'in problemi, maçların ikinci yarısında başlıyor. Bence bu olayın sebebi şu. Oyunun başlarında ve ilk yarıların sonuna kadar Efes Pilsen savunmasıyla rakip takımları bunaltıyor, sayı attırmıyor ve en az 10 sayı önde gidiyor. Rakip kim olursa olsun, İspanyol, İtalyan, İsrailli ve hangi dilde konuşuyor olurlarsa olsunlar ilk yarının sonunda soyunma odasında koçlar, Efes Pilsen'i gösterip oyuncularına, "Adamlar ölümüne oynuyor. Siz onların karşısında adeta kırıtıyorsunuz" diyorlar.
Kazanma formülü
Bu hakaret dolu uyarıya tepki gösterebilecek takımlar, ikinci yarıda Efes'inkine benzer bir savunma uyguluyorlar. Burada Efes'in hücum problemi ortaya çıkıyor. Ender ve Solomon'un hücum yeteneklerini üst üste koyamadıkları için kendileri gibi savaşan takımlara karşı maçların kaderi hep son ana kalıyor.
Antrenör baskısı
Solomon oyundan çıkarılırsa veya 2 numaraya çekilirse bozuluyor ve küsüyor. Ender ise ilk 5'te başlamadığı için zaten içe dönük, bekleneni veremiyor. Efesliler ikinci yarıda Ender, Solomon ve Domercant'ı yanyana oynatıp onların hücum yeteneklerini üst üste koymak zorundalar. Bu gerçekleşmezse pota altı oyuncuları, en az kendi pivotları kadar güçlü takımlara karşı zorlanmaları sürecektir.
Eğer rakip takımın guardını tutan oyuncu, dönüp dönüp arkasına bakıyor ve arkadaşlarından yardım bekliyorsa, bilin ki, o takımda, "Antrenör baskısı" vardır ve o tip koçların takımları ölümüne savunma yapamaz.
Ben yine de bütün alt yapı coachlarına tebeşirlerini bir yana bırakıp özellikle ilk yarıda Efes savunmasını izlemelerini öneririm.
"Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" anlayışı Türk basketbolunun savunma anlayışının temelini oluşturursa, zaten hücumda yetenekli oyuncularımızla Avrupa'da önümüzde kimse duramaz diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2005
<B>TURGUT Atakol</B>’dan sonra Türk basketbolunun temellerini atan, basketbolumuzu yoktan vareden, ikinci büyük ismimizi, <B>Osman Solakoğlu</B>’nu da kaybettik. Bu iki büyük basketbol adamının Türk basketboluna katkıları anlatılamaz. Bu yüzden ben, Solakoğlu ağabeyimiz ile ilgili bir-iki küçük hatıram ile yetineceğim.
G.Saray’a beni Osman Ağabey, Darüşşafaka Lisesi’nin okul takımında izledikten sonra, 17 yaşındayken transfer etti. G.Saray forması ile ilk oynadığım maçı hiç unutamam. Maç Şişli Halkevi’nin tenis kortu büyüklüğündeki açık hava sahasındaydı. Halkevi sahasının toprak zemini toz kalkmasın diye maçlardan hemen önce sulanırdı.
Bu çocuk da nerden çıktı
Koçumuz, Türk basketbolunun büyük ismi Samim Göreç’ti. Samim Ağabey beni oyuna soktuğunda, heyecandan ayakta duramıyordum ve ‘İnşallah bana pas vermezler’ diye dua ediyordum.
Öyle olmadı. Topu yere çarptırarak verilen bounce pas yeni çıkmıştı. Ben birara faul çizgisi üzerinde, sırtım rakip potaya dönük dururken, neslinin en usta top kullanan oyuncusu Doktor Ali Uras ağabeyim bana bir bounce pas attı. Ama toptan önce, topun çarptığı yerden fışkıran çamurlar gözüme girdi, topu göremedim. Top yüzüme çarptı ve çamurlar içinde sırt üstü yere yuvarlandım.
Tribündeki G.Saraylılar, ‘Bu takım yenilmez armada. Bu çoluk çocuk da nereden çıktı’ diye bağırırken, ben utancımdan ağlayarak soyunma odasına kaçtım ve basketbolu tamamen bırakmaya karar verdim.
Solakoğlu, benimle günlerce uğraştı ve yeniden antrenmanlara başlattı. Solakoğlu olmasa, ben basketbola başlayamazdım. İçimde ona duyduğum minneti düşünebiliyor musunuz?
Yenilmez armada
50’li senelerin başında Türkiye’de, Milli Lig yoktu. İstanbul Ligi ise adeta semt takımları ligiydi. Kurtuluş, Beyoğluspor, Kadıköy Modaspor gibi semt takımlarının ligi... G.Saray, yenilmez armadaydı. Fenerbahçe’de ise basketbol henüz yeni başlamıştı.
Türkiye’nin ilk gerçek pivotu Altan Dinçer ise Vefa’da oynuyordu. Bugün Shaq O Neal ne ise, Altan da oydu. Altan’ı G.Saray alsa, G.Saray’ı senelerce kimse yenemezdi. Ama Solakoğlu, tanıdığım en hasta G.Saraylı olduğu halde, Altan’ın, F.Bahçe’ye transferine göz yumdu, hatta yardım etti. Fenerbahçe güçlendi, lig kızıştı, ‘Yenilmez armada’ kavramı ise tarihe karıştı.
Ama Solakoğlu amacına ulaştı, Türk basketbolu büyüdü.
O senelerde G.Saray’da, başta Solakoğlu olmak üzere hepimizin görünce titrediğimiz, sonsuz saygı duyduğumuz, bir spor adamı vardı. Futbol antrenörü Gündüz Kılıç. G.Saray’ın küçücük lokali Hasnun Galip’te, Baba Gündüz ne zaman salondan geçse, başta Solakoğlu, hepimiz konuşmayı keser, ayağa kalkar önümüzü iliklerdik.
Verdiği sözü tuttu
Osman ağabeyin, -Baba Gündüz’e olan yakınlığı nedeniyle- ona ‘Hayır’ demesi mümkün değildi. Ama Baba Gündüz ne zaman Osman ağabeye, ‘Şu basketbolu bırak bana yardıma et. G.Saray futbolunu Avrupa’da zirveye taşıyalım’ dese, Osman ağabey hep aynı yanıtı verirdi, ‘Benden ne istersen iste, bunu isteme. Ben hayatımı basketbola adadım. Ölünceye kadar basketbolun hizmetindeyim.’
Solakoğlu, Baba Gündüz’e verdiği sozü tuttu. Son nefesine kadar Türk basketbolunu büyütmeye uğraştı.
Büstler yetmez
Biz eski basketbolcuların odasında Solakoğlu’nun resmi asılıdır. Ama onun resmi bugün tüm Türkiye’de, tüm basketbol lokallerinde zirveye asılmaya layık bir resimdir. Bu da yetmez. Türkiye’de yapılacak yeni ve modern bir basketbol salonuna onun ismini vermek ve onun küçücük bir büstünü yerleştirmek basketbolun ona olan borcunun ancak bir kısmını öder.
Tekrar ediyorum ancak bir kısmını.
Türk basketbolunun ve ailesinin başı sağolsun.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2004
Basketbolda bir deyim vardır, "Bir takım, oyun kurucusu kadar güçlüdür." Gerçekten de, 24 saniye arayla hücumda beyni, savunmada yüreği ortaya koymak kolay değil. Bunu başaran pek az oyuncu var.BASKETBOLDA eskiden beri geçerli olan bir anlayış vardır, "Bir takım, oyun kurucusu kadar güçlüdür" derler. Bu kavram giderek yaygınlaşıyor. Coachlar, hücum taktiklerinin geçerliliği için oyun kurucuları, kendilerinin saha içindeki bir uzantısı, hatta temsilcisi gibi görüyorlar.
Bu yüzden de oyun kurucular her hücumda, topu santraya kadar driplingle götürmenin ardından, set oyununda da hangi oyunun yapılacağına karar veriyorlar. Bu yüzden NBA'da takımlar, oyun kurucuların maç boyunca topu kaç kere yere vurduklarını ve topun onların elinde kaç dakika kaldığını istatistiklere geçirmeye başladılar bile.
Bir takımın hücum gücü point-guardının oyunu okuma yeteneği ile giderek daha eşanlamlı hale geliyor. Bu yüzden de oyun kurucular hücumda tecrübelerini, altıncı hislerini, zekalarını, özetle beyinlerinin bütün silahlarını kullanmak zorundalar. Bugün dünyada ve Türkiye'de hücumda kafalarını iyi kullanan bir çok oyuncu sayabiliriz.
Ama madalyanın çoğu zaman karanlıkta kalan bir de öbür yüzü var. Orada da bir takımın savunma gücü, point-guardının cesareti, gayretiyle orantılı. Özetle oyun kurucuların sorumlulukları göründüğünden çok büyük. Onlardan hücumda kafalarını, altıncı hislerini, savunmada ise cesaretlerini, özverilerini ortaya koymaları isteniyor.
24 saniye arayla hücumda beyni, savunmada yüreği ortaya koymak kolay değil. Bunu başaran pek az oyuncu var. Bunların başında Türkiye'de, savunmada sınırsız özveriye hazır Kerem Tunçeri geliyor. Onun ardından, "Kim geliyor?" diye sorarsanız, ben cevap vermekte zorlanıyorum.
Kerem Tunçeri'yi dikkatle izlerseniz, onun bacaklarının 2.10'luk bir adamın bacakları kadar açık, geniş olduğunu farkeder, müdafa duruşunun farklılığını hemen görürsünüz. Bu yüzden de hücum oyuncusunun Kerem'in yanından geçmesi çok güç. Kerem'in bakışlarından bile ölümüne mücadeleye hazır olduğunu hemen çözebilirsiniz.
Gerçekten de Kerem'in boş toplara balıklama atlaması, perdeleme yapan dev pivotlarla korkusuzca çarpışması onu izleyenler için fevkalade cesaret verici. Onu en yakından izleyenler ise 24 saniyelik savunma süresince rakibin forvetlerini, pivotlarını tutan takım arkadaşları. Kerem böylesine ölümüne savaşırken, onu bir kol mesafesinden izleyen, diğer 4 takım arkadaşının da savunmada geçerli, "Sonsuz özveri anlayışı"yla coşmaları da kaçınılmaz oluyor.
Başında söyledik, NBA'da istatistikler inanılmaz gelişme gösteriyor. Yakında bir oyuncunun bir maçta kaç kere nefes alıp verdiğini sayarlarsa şaşmayın. Ama point- guardın özverisinin, diğer 4 oyuncunun beyninde yarattığı coşku ve cesaretin derecesi henüz istatistiklere geçmiyor. Bu görünmeyen olumlu iletişimin istatistiklere geçeceği de yok. Özetlersek Kerem'in oynadığı takımın iyi savunma yapacağı kaçınılmaz.
Siz bir maçta, rakip point-guardı tutan oyuncunun, sık sık top tuttuğu adamın elindeyken dönüp arkasına baktığını görürsünüz. Bu davranış, "Bana kim nasıl yardım edebilir?" düşüncesinin resmidir. Anlayın ki o oyuncu yüreği yerine kurnazlığını, cinliğini ortaya koyma hazırlığındadır. Savunma yapar gibi görünen bu oyuncuların savunmasına, "Gölge boksu savunma" diyebilirsiniz. Oyuncuların yüreklerini ortaya koymamalarının nedeni oyuncuların cesaretinden çok coachların sorumluluğudur.
Savunmada arkasına bakıp, yardım bekleyen oyuncuların coachlarının antrenmanlarda, özveriyi, cesareti öne çıkaracaklarına, kendi taktiklerine güvendiklerini hemen anlarsınız. O coachun, aşırı taktisyen bir coach olduğunu ve idmanda en çok duyulan sözlerin, ikili sıkıştırma, adam değişme, görünüp kaçma gibi terimlerin, ingilizcelerinin durmadan tekrarlandığı muhakkaktır.
Savunmada saldırgan oyun kurucular listesinde F.Bahçeli yedek guard genç oyuncu Barış Güney de var. Barış rakip point guardın beyninde, "Bu da nereden çıktı. Neredeyse elimdeki topu çalacak" diye şüphe ve tedirginlik yaratacak kadar saldırgan. Barış ve benzeri cesur ve saldırgan oyun kurucuların, rakip oyun kurucunun beyninde ne kadar tahribata neden olduğu da istatistiklere geçmiyor.
Ama F.Bahçe'nin son çeyreklerdeki üstünlüğünün altında Aydın Örs'ün tecrübesi sükuneti ve özgüveninin yanında Barış'ın da rakip oyun kurucuları aşındırmasının payı büyük. (Son maçta Banvit'in point guardı ilk devre 15, ikinci devre ise 5 sayı atabildi)
Kerem'in hücumuna gelince.. Ne yazık ki, savunmadaki cesaretinin yerinde yeller esiyor. Hücumdaki görevi çoğu maçta, bir servis elemanı gibi, takımındaki skorerlere pas yetiştirmekle sınırlı kalıyor. Böyle olunca da, rakip savunmacılar Kerem'in dalışlarından korkmuyorlar. Ve Kerem'in takımındaki skorerleri tutanlar kendi adamlarına yüzde yüz konsantre olup, onların sayı kabiliyetlerini sınırlandırıyorlar.
Kerem'in bu durumdan kurtulmasının tek çaresi rakip potaya dalışlarıyla kazanacağı faul atışlarına bağlı. Kerem'in hücumdaki tutukluğunun, kendi takımındaki skorerlerin kaç sayısına malolduğu da henüz istatistiklere geçmiyor. Görüyorsunuz ya, basketbolun önünde hala sonsuz bir gelişme alanı var.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2004
<B>G</B>EÇTİĞİMİZ günlerde basketbol adına iki önemli ve olumlu olay yaşadık. İlki 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nı ülkemize taşımaktı. Burada <B>Turgay Demirel</B>’i gösterdiği çaba ve başarısından dolayı tebrik ediyoruz. Basketbol camiası, 2010 için el ele, omuz omuza, karşılıklı sevgi ve saygıya dayanarak çalışma fırsatını da böylece yakaladı.
Bizleri sevindiren ikinci olay ise, pazar günü F.Bahçe- Efes Pilsen maçında yaşadığımız basketbol şöleniydi. Hep söylüyorduk, ‘Büyük takımların seyircileri Abdi İpekçi Spor Salonu’nun önünde toplanıyorlar, ‘Siz iddialı bir takım kurun biz içeri gireriz’ diyorlardı.’ Bu hafta sözlerini tuttular.
Abdi İpekçi Salonu’ndaki koltukların dili olsa, ‘Allah Allah, milli maç da yok ama bu kalabalık da nerden çıktı?’ diyeceklerdir. Seyirci de, basketbol da muhteşemdi. Artık belli oldu, ‘O tribünler dolacak.’
Neden mi? Çünkü eksiklerine rağmen iyi takımlarımız da var.
İspatı mı? İşte Hürriyet Gazetesi’nin spor sayfaları.. Onlar tam kadro maça koştular basketbol maçı yazdılar.
BİR ARTI BİR, ÜÇ EDER!
SON zamanlarda saptadığımız ve dile getirdiğimiz bir şey var; ‘Büyük kulüplerde basketbol, futbolun ezikliği içinde.’ Yöneticiler futbolcuların ayakkabı numaralarını biliyorlar ama basketbol takımındaki 5 oyuncunun ismini bile sayamıyorlar. Hele hele onlara, ‘5 basketbolcunun adını, soyadını söyleyin’ deseniz, sahaya sürecek takım bulamazsınız. Bu açıdan konuya yaklaştığınızda, Mahmut Uslu’nun basketbola verdiği destek ve Başkan Aziz Yıldırım’ın o takım için salona koşması, alkışlanacak bir olay. Fenerbahçe’nin en büyük şansından biri işte bu. Diğeri ise tartışmasız Aydın Örs.
Efes’in başını döndürdü
Örs, Efes Pilsen maçını kazanmak için her türlü taktiği denedi. Soğukkanlığını oyunun hiçbir anında kaybetmedi. Tam zamanında ve yerinde çeşitli savunma taktikleriyle Efes Pilsen’in başını döndürdü. Ve son bölümde tam saha prese dönerek, rakibi büyük bir baskı altına aldı ve işi bitirdi.
Fenerbahçe gibi, Beşiktaş’ın da iyi bir takımı var. Ama işin doğrusu Beşiktaş Ayuso’yu arıyor. Ayuso, takım oyunun kilitlendiği dönemde öne çıkıyor ve kilidi çözüyordu. Beşiktaş şimdi onun gibi bir oyuncu arıyor. Bulurlarsa çok daha iyi olurlar.
G.Saray’ın da geçen yıla oranla daha iyi takımı var. Ama orada mali sorunlar gündemde. Basketbolda, bir oyuncunun kafasında istatistikler- rakkamlar dolaşmalı. ‘Kaç sayı attım, kaç ribaund aldım’ diye. Ama G.Saray’da durum farklı. Onlar mali sorunları aşabilmek için, ‘Para alabilecek miyim’ başka rakkamlar düşünüyorlar. G.Saray’ın sorunu bu. Olması gereken rakkamların yerini başka rakkamlar aldı. Kafaları karışık.
Ender sindiremiyor
Gelelim Efes Pilsen’e.. Türkiye’de, yürekli, özverili, fedakarca savunmanın öncüleri, Efes’in genç teknik yönetimi.. Ölümüne savunmayı oturtan onlar. Efes’in problemi oyun kurucularında.. Solomon ile Ender Arslan bir sinerji yaratamadılar. 1+1, 3 ederse siz sinerjiyi yarattınız demektir. Ama bu durum Efes için geçerli değil. Onlarda 1+1 neredeyse 1 bile etmiyor.
Solomon ve Ender’in güçleri, kuvvetleri, yetenekleri bir araya gelmiyor. Solomon, yerine Ender girdiğinde oyuna küsüyor. Bu, sahayı terkederken bile tribüne yansıyor. Bir daha oyuna girdiğinde de artık o etkisi kalmıyor.
Ender ise yedek kalmayı içine sindiremiyor. F.Bahçe maçında Ender oyuna girdiğinde, Efes 15 sayı öndeydi. ‘Sonradan oyuna girme’ probleminden üst üste 3 hata yaptı ve Efes o momentumu kaybetti.
Ender, Türk basketbolunun cesur, yetenekli ve başarılı bir oyuncusu. İkili sıkıştırmadan kurtuluşu ve turnikeye girdiğinde uzunların üzerinden topu potaya bırakışı, basketbolumuz için bir yenilik. Bunları Ender getirdi. Ama şut atarken özgüveni yok. Her basketi attıktan sonra elinin tersini öpüyor.
Sinerji gerekiyor
Efes Pilsen’deki üçüncü adam da Barış. Barış, fizik olarak Türkiye’nin en kuvvetli oyun kurucusu. Belki de ilk defa smaç yapan point- guardımız olacak. Çok iyi bir savunmacı ama o da kenarda oturuyor. Burada ister istemez Tanjevic aklımıza geliyor. Tüm bunların çaresi oyun kurucular arasında bir sinerji yaratmak ve birbirlerine destek olmalarını sağlamak.
Bunu Efes Pilsen’in teknik heyeti sağlayacak. Onlar F.Bahçe maçında bunu yaratamadılar. O maçın son 3 dakikasında F.Bahçe tam saha prese başladı. Efes, Solomon’u -ki Solomon 2 numara da oynayabiliyor- oyuna bile sokmadı.
İBO F.BAHÇE'YE
İbrahim’in, Fenerbahçe formasını giydiğinin ertesi günü Türkiye’de basketbolu kimse tanıyamaz. F.Bahçe’nin, Türk basketboluna en büyük katkılarından biri de bu olur.
İBRAHİM Kutluay, NBA’de ama oynamıyor. Geçen günkü Seattle Times Gazetesi, ‘Dünyanın en iyi şutörlerinden biri sahaya bile girmiyor’ diye yazıyordu. İbrahim’in şut yeteneğini, Seattle Supersonics’te ortaya koşma şansı çok az. İbrahim’in menajeri, İbrahim’i, Shaq O’Neal’in yanına yani Miami Heat’e götürürse orada başarılı olma şansı çok yüksek. Çünkü Miami’de rakiplerin çoğu Shaq’ın etrafında. Ama orada da şut atan ve sokan adam yok.
Basketbolda boş kaldığın zaman, üzerinde biriken gerilimle şut atmak, bazen baskı altında şut atmaktan daha zordur. İbrahim’de işte bu yetenek var. Eğer Shaq’ın yanında oynarsa çok büyük bir başarı kazanır. Shaq ile İbrahim’i aynı takımda şampiyonluk kovalarken, düşünsenize. Basketbolumuz adına ne büyük mutluluk.
Eğer böyle bir şey olmuyorsa, o zaman F.Bahçe yönetimi devreye girip İbrahim’i alıp getirmeli. İbrahim’in, Fenerbahçe formasını giydiğinin ertesi günü Türkiye’de basketbolu kimse tanıyamaz. Fenerbahçe’nin, Türk basketboluna en büyük katkılarından biri de bu olur.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2004
* NBA maçlarına büyük ilgi gösterilirken, Türkiye Basketbol Ligi'nde tribünlerin boş kalmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Basketbolun derdi futbolla. Türkiye'de futbol almış başını gidiyor, bunu yaparken de diğer spor branşlarının üstüne basıp, hepsini eziyor, yıpratıyor. Nasıl ezmesin ki, para futboldan kazanılıyor. Ve yöneticilerin o koltukta oturmaları futbolun başarısına bağlı. Bu yüzden belki de haklılar ve doğal olarak futboldan gelen parayı diğer spor branşları için kullanmıyorlar. Böyle olunca da zaten kendine gelir kaynağı yaratamayan basketbol bir kenarda sıkışıp kalıyor.
Kulüp yapısı değişik
Türkiye'deki kulüp yapısı da değişik. Barcelona ve Real Madrid gibi kulüplerin başkanlarına bir bakın, bir de bizim başkanlarımıza.. Ya da yöneticilerimize.. Orada futbol oynamış birikimli yıldızlar, kulüplerde aktif yöneticilik yapıyorlar. Zaten "futbol adamı" kavramı da buradan doğuyor. Ama bizde bu kavram, ya yazar ya da yorumcu olarak algılanıyor. Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi isimlere kulüp içinde menajerlik, şube kaptanlığı gibi sorumluluklar niye verilmiyor? Çünkü bu görevleri yöneticiler yükleniyor. Spor kulüplerinin başkanları bile neredeyse futbolun menajeri oldu. Böyle bir yapılanma olunca da, kulübün bünyesindeki bir başka spora bakacak hal kalır mı? Elbette kalmıyor.
* Peki bu engel nasıl aşılır? Neler yapılmalı?
Türkiye'de basketbolun öncelikli derdi tribünler. Kimse kendini aldatmasın, Abdi İpekçi Salonu tribünleri dolmadan "basketbol büyüdü" diyemeyiz. Tamam, Abdi İpekçi Salonu uzakta, insanların ulaşım gibi çeşitli sıkıntıları var. Ancak bunlar gerçeği saptırmaktan öte değil. Milli maçta doluyor da, lig maçlarında neden dolmuyor? Milli maçta gelenlerin lig maçlarına gelmemesinin sebebi yok. Biz şimdi ne yapıyoruz, salona perde çekiyoruz. Perde gerçeği saklamak demek.
Sadece Aziz Yıldırım
Siz hiç bir kulüp başkanın ağzından -10 yıldan bu yana- "amatör branşlar" kelimesini duydunuz mu? Bunu sadece, "Amatör branşlarda başarılı olacağız" diyerek Aziz Yıldırım telaffuz etti. Tebrik ediyorum.
Tabii, Fenerbahçe'nin bir başka şansı daha var, Mahmut Uslu. Sarı lacivertli kulüpte basketbolun ayakta sağlam durmasının en önemli isimlerinden biri Uslu. Beşiktaş ise şimdi bir salona sahip. Bu, çok önemli ve büyük bir adım.
* Beşiktaş geçtiğimiz yıl, F.Bahçe de bu yıl bir atılım gerçekleştirdi. Bu kulüplerimiz, Efes ve Ülker'in yakaladığı başarıyı yakalayabilirler mi?
Geçtiğimiz günlerde İnönü Stadı'nda 16 yaşında gencecik bir evladımız öldürüldü ve aynı hafta oynanan 9 futbol maçına sadece 38 bin seyirci geldi. Futbol maçına gitmeyen seyirci basketbola gelir mi? Belki.. Ama bunun da bir tehlikesi var, futbolun gelirinin azalması, basketbola mutlaka olumsuz yansıyacak.
Fenerbahçe'de, Aras Kargo'nun sponsorluğu, sarı lacivertli kulüp, daha doğrusu Türk basketbolu için bir mucizedir. Ama diğer kulüplerin taraftarı olan ünlü iş adamları yok mu? Mutlaka var. Onlar niye hamle yapmıyor. Çünkü tribünlerin dolmasını bekliyorlar. Tribünler boş, televizyon yayın geliri yok, basketbol, futbolun boyunduruğu altında. Sanki kapalı bir dairenin içinde dolaşıyormuşuz gibi. Ama bu zincir mutlaka bir yerinden kırılacak.
Rekabet olmalı
Türkiye'de acıklı olan aslında basketbolun durumu değil. Gidin okullara bir bakın, yüzbinlerce genç potaya şut atıyor. Acıklı olan boş tribünlere oynayan ligimiz. Fenerbahçe ligde zirveye oynuyor ama yine seyirci yok. Bunun tek çaresi var. Spor kulüplerimizin, F.Bahçe, G.Saray ve Beşiktaş'ın şampiyonluğa oynayacak kadro kurmaları şart. Biri değil, üçü birden zirveye oynamalı ki seyirci koşsun, rekabet olsun.
Şu anda Efes Pilsen ve Ülker zirvede olmanın keyfini çıkaramıyor. Eğer bu iki kulüp ekonomik olarak yatırdıkları paranın karşılığını almak istiyorlarsa birer milyon dolar verip televizyon yayını için sponsor olmak zorundalar.
* Basketbol adına hiç mi keyifli gelişme yok?
Daha düne kadar kimse boş tribünlerin farkında değildi. Şimdi, "Tribünlerin dolması" iddiası herkesin kafasında. Bu gerçeğin farkına vardık. Kulüp yöneticisi, federasyon, sporcu, gazeteci herkes bunu hayal ediyor. Bu çok önemli bir gelişme. Ama yeterli değil.
Kulüp başkanları, futbol değil, kulüp başkanı olduklarını hatırlayıp, futbol takımlarının bir idmanı için harcadıkları zamanı, Ankara'da harcasalar, Başbakan'a basketbolun derdini anlatabilseler iş bitecek. Ama hala yapmıyorlar.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2004
<B>YUNANİSTAN</B> maçından sonra, <B>‘Amerikalılar kabusu atlattılar mı?</B>’ veya <B>‘Rüyadan uyandılar mı?’ </B>diye sorarsanız, <B>‘Karar vermek için henüz erken’</B> derim. Yunan maçı için söylenecek tek bir şey var, ‘Amerikalılar, hazırlık karşılaşmaları dahil, oynadıkları 7 karşılaşmanın en iyi savunmasını sergilediler.’ Porto Riko’dan yedikleri 92 sayıya karşılık, Başbakanları dahil seyircisinin korkunç desteklediği Yunan takımını 71 sayıda tuttular.
USA takımının coachları çok tecrübeli ve başarılı basketbol adamları. Ama takımın yaş ortalaması ile aralarında 40 yaş fark var. Basketbol yazarları, kenar yönetimin arasında, takımla daha sıcak bir ilişki kurabilecek, genç bir yadımcı coach olmayışını eleştiriyolardı. Son maçtan sonra artık buna gerek kalmadı.
Lidere bakın..
Takım kenar yönetiminin kazanma hırsını, sahaya yansıtacak liderini de buldu. İnanmak güç ama gerçek bu isim, ‘Iverson...’ Iverson, NBA tarihinin en problemli oyuncularından biri. NBA basketbolunda egoistliği en iyi ifade eden slogon, ‘Önce ben, sonra takım’ ifadesidir. ‘Bu anlayışın simgesi hangi oyuncudur’ diye sorarsanız, size hemen Iverson’un resmini gösterirler.
Hele son 4-5 yılda Philadelphia’da, coach Larry Brown ile yaşadığı sürtüşmeler bu inancı daha da kuvvetlendirmişti. Aslında olaylar beklendiği gibi başladı. İlk oynadıkları Porto Riko hazırlık maçında soyunma odasına geç gelen Iverson’u, Larry Brown oynatmadı. Takım kaptanı, kendisi gibi geç gelen iki oyuncu ile beraber 40 dakika, elleri çenesinin altında maçı izlemek zorunda kaldı.
Kaslar ve beyin
Ama sonra işler yavaş yavaş değişti. Iverson her kaybettikleri maçtan sonra dünya basınına, ‘Bekleyin geliyoruz’ diyerek takımın moral kaynağı oldu. Bu çabalar sonunda, Yunan maçında meyvesini verdi. Coach Brown daha ilk günden beri, ‘Biz hiç kimseye, bize karşı ne olur zone savunma yapmayın diyemeyiz. Ama onlarda, bizim yapacağımız ölümüne adam adama savunmaya karışamazlar. Şampiyon olmak için rakipler ne yaparsa yapsın, savunmanın bir savaş olduğunu dünyaya sergileyin yeter’ diyordu.
Bu anlayış Yunan maçında Iverson sayesinde gerçekleşmeye başladı. Ve onun ateşlediği savunmaları sayesinde Yunan engelini aştılar. NBA’li siyah oyuncuların atletik yapıları müthiş, zıplamaları, çabuklukları, hızları korkunç. Özetle savunma için bir oyuncuda gerekli hertürlü adale yapısına sahipler. Ama onları frenleyen çok önemli bir handikapları var. O da beyinleri..
Siyah oyuncuların akılları, fikirleri rakkamlarda... Attıkları sayı, aldıkları ribaunt, çaldıkları top sayısında... Kısaca ertesi gün gazetelerde isimlerinin yanındaki sayılar, onların geçim kaynağı. Bu sayılar için oynuyorlar hatta, ‘Yaşıyorlar’ diyebilirsiniz.
Milli Takım’daki oyuncuları da, ‘Önce ben’ diyenlerden. Onları egolarından uzaklaştırıp, özveriye zorlayacak bir lidere ihtiyaçları vardı. ABD’nin en egoist oyuncusu sayılan Iverson’un savunmadaki özverisi, tüm oyunculara örnek oldu. Üstelik Yunan maçını Iverson, sağ elinin başparmağı sakat olarak oynadı. Yarı sakat Iverson savunmada yere atlarsa, diğerleri için onu örnek almaktan başka çare yoktu.
İşte size formül
Hücumda yine 3 sayı özürlüydüler. Iverson’un attığı üç adet, 3 sayıyı saymazsanız, geri kalan 11 oyuncu attıkları 18 adet 3 sayılık şutun sadece birini sayıya çevirebildiler. USA takımını yenmek için formül artık belli. 40 dakika zone yapacaksanız. Amerikalıların ribaunt ve pota dibi üstünlüklerini, fast - break sayılarını önlemek imkansız. Ama bütün bu sayılar skor levhasına 2 sayı olarak geçiyor.
Zone savunmanıza hücumda müthiş bir 3 sayı performansı ekleyip, onların sayı tabelasındaki 2 sayılarına sık sık 3 sayı ile cevap veren, ‘Olimpiyat Şampiyonu olur’ diyebilirsiniz. Yoksa ABD’de, Iverson’u günlerce yürürken göremezsiniz, omuzlardan inmez.
Son olarak, Iverson’ın 5 dakika geç kaldığı için cezalandırılamasını ve onun ertesi gün, ‘Hocam haklıydı’ yanıtını hatırlayan yazarların kafası karışık., Bazıları, ‘Acaba o ceza olayı coachun ve kaptanın, takımı, takım yapmak için hazırladıkları bir oyun muydu?’ diye soruyorlar.
USA Takımı şampiyon olursa, Iverson’un planlı cezalandırılması ABD basketbolunun gelmiş gelmiş en olumlu komplo teorisi olarak tarihe geçecek gibi görünüyor...
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2004
<B>USA</B>-Porto Riko maçı bir kere daha gösterdi ki, aynı soyunma odasında soyunup giyinmek, maçlara ve otele aynı otobüsle yan yana oturarak gidip gelmek, takım olmaya yetmiyor. Uyumlu takım olmanın her gün -dışarıdan kolay gözükmeyen- yeni yeni göstergeleri ortaya çıkıyor. NBA basketbol yazarlarından birinin ABD-Porto Riko maçı için izlenimleri ilginçti.
Yazar maçtan önce, takımlar hazırlanırken Amerikalıların 8 topla, Porto Rikoluların ise 3 topla ısındıklarını yazıyor. Ve diyor ki, ‘Amerika takımında daha oyun başlamadan, neredeyse her oyuncu eline bir top alıp ilk bakışta insanı etkileyen müthiş smaçlar sergiledi. Buna karşılık Porto Rikolular, 4 kişiye düşen bir topla durmadan pas yaptı ve şut attı.’
Isınırken pas yapmayan bir takımın oyunda paslaşmasını beklemek hayal olur. Biz İstanbul’daki maçların sonunda USA takımının, ‘Şut özürlü’ olduğunu belirtmiş ve, ‘Bu oyuncuların gezegeninde 3 sayılık şut atmak yasak mı?’ diye sormuştuk. Cevabı NBA oyuncuları, Atina’da 24 üç sayılık atışın, sadece 3’ünü sayıya çevirerek verdiler.
Perişan olmuşlardı
USA takımı, Porto Riko’yu, Avrupa’ya gelmeden önce oynadığı 2 hazırlık maçında da farklı yenmişti. Bu yüzden yazarlar, Atina’daki -19 sayılık- Amerika basketbol tarihinin en farklı mağlubiyetini izah etmekte zorlanıyorlar.
Bu yazarlar içinde kötümser olanların kullandıkları başlıklar, ‘Basketbol artık sadece bizim oyunumuz değil.. Üstünlük devri kapandı... Bize şutör gerekliyken, biz ne kadar gösteriş meraklısı varsa onları alıp getirmişiz’ şeklinde.
İyimserler ise, ‘Hala bir mucize olabilir ve madalya ile dönebiliriz’ diyorlar. ABD’nin, Avrupa’daki hazırlık maçlarını hatırlayalım. İlk maçta zone savunma yapıp, potanın dibine toplanan İtalyanlara karşı perişan olmuşlardı. İkinci maçta aynı takiği oynayan Almanları, Iverson’un son saniyedeki şans eseri şutu ile yenmişlerdi. Sonra geldikleri Türkiye’de, oynadıkları 2 maçı zar zor önde bitirdiler.
Zone’a hazırlanamadılar
Biz onlara karşı hiç zone savunma uygulamadık. Çünkü Tanjevic’in gayesi, adam adama savaşıp maç kazanmaktan çok, oyuncu kazanmaktı. Bu yüzden bizle oynadıkları iki maçın da ABD’lilere faydası olmadı. Zone savunmaya karşı hazırlanamadılar. Porto Rikolular ise aylardır Amerikalıların izindeler. Onların uzak şut zaaflarını herkesten iyi bildikleri için ilk resmi maçta neredeyse tamamen zone yaptılar. Ve ABD’lilerin 24’te, 3 isabeti felaketin nedeni oldu.
NBA de her gün istatistik merakı artıyor. Öyle inanılmaz şeyleri saymaya başladılar ki, okuyunca ne kadar tecrübeli olursanız olun, hayretler içinde kalıyorsunuz. Girmeyen 24 şutun, 6 tanesinde top potaya bile çarpmamış. Bunlara ‘Uçan top’ diyorlar. 3 top sokup, 6 şutta topu çembere bile değdiremeyen takıma, ‘19 sayı fark az bile’ diyorsanız haklısınız. Bu takımın en iyi 3 sayı atıcısı, NBA’de 47. sırada. Yani Jefferson’dan daha iyi 46 tane 3 sayı atan adam var. Onları seçmemişler.
Ya Duncan olmasaydı
Amerikalı coachları esas üzen yedikleri 92 sayı.. Larry Brown ilk günden beri, ‘Biz ancak ölümüne savunma yaparsak kazanırız’ diyordu. Bu yüzden yedikleri 92 sayı kenar yönetimini kara kara düşündürüyor.
Uzaktan şut sokamadığınız zaman sadece 3 sayı fırsatını kaçırmış olmuyorsunuz. Çembere çarpan toplar neredeyse faul çizgisine kadar geri tepiyor. Bu toplar rakibin eline geçerse tek bir pasta, fast-break fırsatı yaratıyor. Şutu sokamadığınız bir yana, topu anında kendi potanızda fileden süzülürken görüyorsunuz. Bu yüzden yakında NBA’da, ‘Girmeyen toplar kaç metre geri tepti?’ diye istatistikler görürseniz şaşırmayın.
Takımda yenilgiye en çok üzülen oyuncu, dünyanın en iyi pivotu sayılan Tim Duncan. Dışarıdan şut atamayan ABD’lilere karşı zone savunmalarda rakipler, Duncan’ı bir önden, bir arkadan 2 kişi ile tutma şansını yakalıyorlar. Bu yüzden Porto Riko maçında Duncan’ın 15 sayı, 16 ribaund -11’i hücum- 5 top çalma 5 asist ve 2 bloğu havaya gitti.
Kötümser ve iyimser yazarların tek bir ortak noktaları var. Duncan, Virgin Adaları’nda doğmuş bir sporcu. Genç yaşında USA forması giydiği için artık doğduğu adanın formasını giyemiyor. Bu yüzden ‘Tim Duncan, ABD’li sayılmasa ve bu takımda olmasa halimiz ne olurdu’ diyorlar.
Yazının Devamını Oku