27 Ağustos 2006
"Türk çocuğunun en yetenekli olduğu spor basketboldur" yazılı pankartın güç kazanması için Slovenya maçının önemi yok. Pankartlardan birinde de "Türkiye'nin beynelminel sahalardaki en güçlü spor branşı basketboldur" diye yazmamıza az kaldı. Bunun için bugün çok önemli.
MİLLİ Takımımızın oyuncuları Japonya dönüşü uçaktan ellerinde havaya kaldırdıkları iki büyük pankartla inerlerse, kimse şaşırmamalı. Pankartlardan birinde "Türkiye'nin beynelminel sahalardaki en güçlü spor branşı basketboldur" diye yazmamıza az kaldı. En az 4-5 oyuncumuzdan yoksun gençlerden kurulu milli takımımız, her iki kıtanın şampiyonunu yenerek bu iddiayı hak etti. Bu günkü Slovenya maçı bu bakımdan çok önemli. "Türk çocuğunun en yetenekli olduğu spor basketboldur" yazılı pankartın güç kazanması için Slovenya maçının önemi yok. Bu iddia şimdiden yerini buldu.
Eskiden beri yazıyoruz; Türk çocuğunun eli çok hassas. Topu yerden yere vururken bile onunla barışık. Özetle Türk çocuğu basketbol topunu seviyor top da Türk çocuğunu. Yeteneğimiz bununla sınırlı değil, Türklerin gözleri çok keskin, çok nişancı. Bu yüzden turnuvanın en iyi şut atan oyuncuları bizim takımda. İbrahim Kutluay ve Serkan Erdoğan gibi şut atan oyuncular dünyada çok az. Sırada Ersan İlyasova ve Cenk Akyol var.
Takımda moral, kondisyon mükemmel. Her oyuncu çevresine pozitif enerji yayıyor. "Basketbolda oyuna girmeden maç kazandıranlar" diye bir kavram var. Bu kenarda, benchte 40 dakika oturup yine de bütün heyecanı ile arkadaşlarını destekleyen, onları coşturan oyuncular için kullanılıyor. Bizde bu olguyu, yaşından ve tecrübesinden egosunu yenmesi beklenmeyen genç Semih Erden başta, tüm oyuncular gerçekleştiriyorlar.
Bir de "Oyundan çıkıp eşofman giyerken bile sayı atanlar" anlayışı var. Oyundan çıkarkan oyuncuların küskün olmaları basketbolun bir gerçeği. Oyuncular yerlerine girecek diğer oyuncuya pozitif katkıda bulunup sırtına vurup onu havaya sokarlarsa, bu beklenmeyen bir katkı olur. Her oyundan çıkanın yerine girenle havada el çırpması, Türk takımının simgesi oldu.
NBA oyuncularının takımda olmayışlarının nedeni ayrı bir tartışma konusu. Ama bu negatif olayın bile, üzerimizdeki etkisi çok olumlu. En gencinden en tecrübelisine kadar tüm oyuncularımız, bu olayı bir onur savaşı gibi algılamış durumdalar. Bunların başında Kerem Gönlüm, Kaya Peker ve Ermal Kurtoğlu geliyor. "Onlar yoksa biz varız" inancı, "Küçümsendiklerinden endişeli gençlerin ölümüne savaşmasını sağlıyor" demek abartılı olmaz. NBA oyuncularımız sayesinde "Kadroya girmeden takımı takım yapanlar" kavramı da yolda demektir.
İBO ARTIK GERÇEK BİR LİDER
Takım ruhunu aşılayanların başında İbrahim geliyor. İbrahim'i seyrederken önceleri bir çok üstün yeteneğinden sadece şutunu kullanıyor diye üzülüyordum. İbrahim'in konsantrasyonu sadece şut ve sayı atmaktı. Onun elinde top 40 dakika oyunda kalsa bile, saniyelerle ölçülürdü. Dripling sayısı da neredeyse şut sayısı kadardı. Kaptan bir bakıma "Skorerden lider olmaz" anlayışının kanıtıydı. Ama bu turnuvada İbrahim bambaşka. Ülker'i şampiyon yapan son maçlarındaki İbrahim'i sergiliyor. İbrahim de özveri, egonun yerini aldı. Önce ben anlayışı önce takım anlayışına dönüştü. Savunmada kendini yerden yere atan İbrahim, hücumda da top elindeyken artık şut kadar, arkadaşlarına da pozisyon yaratmaya kararlı. Psikolojik olarak da oyuna sonradan girerken özverili tutumu, tüm takıma örnek oluyor. İbrahim artık her yönüyle gençlerimizin örnek alacakları tartışmasız bir lider.
Burada
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2005
Türk basketbolunda artık, ‘Yenilen her kolay sayı, kişiliğimize, formamıza, hatta bayrağımıza yapılan bir hakarettir’ anlayışını uygulamamız gerek. Bana göre iki dilin konuşulduğu kenar yönetimleri etkili olamıyor. KOMŞUMUZ Yunanistan’ın Avrupa şampiyonluğu bir yandan ümitlerimizi inanca çevirirken, diğer yandan da üzüntümüzü artırdı. Olayın olumlu yanı, biz bugüne kadar ‘Avrupa Şampiyonluğuna oynayabiliriz’ diye yazar çizerken, içimizde hep ‘Acaba’ diye bir soru işareti vardı, ama bugün artık zirveye çok daha iddialı ve inançlı, gözümüzü kırpmadan bakabiliriz. Bu takımla Yunanistan şampiyon olabiliyorsa, artık tartışmaya gerek yok, biz de olabiliriz. Sırbistan&Karadağ’da kaçırdığımız fırsat şimdi çok daha belirginleşti, bu da işin üzücü yanı.
Aldığımız sonucu hazırlayan moral faktörleri, bugüne kadar fazlasıyla tartıştık. Bu yüzden bugün basketbol konuşalım diyorum. Yunanistan’ın şampiyonluğunda şüphesiz tüm rakipleri ürküten sert savunması başrolü oynadı. Peki, biz niye savunmada tutarsızız? Türk oyuncuların savunmayı çok gönülden yapmadıklarını, kafalarında zaman zaman ‘Şu 24 saniye bitse de hücuma geçsek’ diye, bir alt fikir dolaştığını belirtmiştik. Tabi bu durumlarda, adaleler beyinden ‘Ölümüne savaş’ emri almadıkları için savunmalar yetersiz oluyor. Ama Yunanlılar işin çaresini bulmuşlar. Savunmanın teneffüse çıkmasına izin vermiyorlar.
Bundan yıllar önce NBA’in gelmiş geçmiş en başarılı koçlarından Pat Riley, ‘Turnike yasak. Bize kimse kolay basket atamaz’ sloganıyla özetlenecek bir savunma anlayışını uygulamaya koymuştu. Riley’a göre, kendi takımlarının turnike yemesi aşağılayıcı, hakaret dolu, adeta ailelerine küfür yiyip kabullenmekle eş anlamlıydı. Onun antrenmanlarda savunma yaptıkları potaya, ‘Buraya kimse kolay sayı atamaz’ yazılı afişler astığı söylenirdi. Özetle, savunmayı bir onur meselesi yapmıştı.
Yunanlılar bu anlayışı benimsemiş durumdalar. Turnike yemek, onlara ağır hakarete uğrayıp, aşağılanmak gibi geliyor. Bu yüzden de tüm oyuncular, sakatlanma pahasına topla dalış yapan rakibin karşısına çıkıyor ve daldığına pişman ediyorlar. Yaptıkları sert savunmanın ardında yatan gizli moral faktör bu: Aşağılanmamak.
Hele rakip uzunların smaç vurması, turnikeden de daha ağır bir hakaret sayıldığı için, smaça kalkan her pivot etrafında, koluna, beline sarılmış en az 3 kişi buluyor. Rakiplerin her topla dalışında, kendi adamlarını bırakıp alan savunmasına dönüyorlar. Çoğu kere alan mı, adam adama mı savunma yapıyorlar, dışarıdan bile güç anlaşılıyor. Bizim de Türk basketbolunda artık, ‘Savunma bizim gururumuzdur. Yenilen her kolay sayı, kişiliğimize, formamıza, hatta bayrağımıza yapılan bir hakarettir’ anlayışını uygulamamız gerek.
Gelelim lider konusuna... Dirk Nowitzki, ikinci sınıf oyunculardan kurulu Alman takımına final oynattı. Ne kadar güç şartlarda şut atabildiğini görüp, gerçek bir NBA yıldızının Avrupa’da yaratacağı farkı hayranlıkla izledik. Bizim liderimiz yok. Bu yüzden Sırbistan&Karadağ’da Litvanya maçında 32, Hırvat maçında da 18 sayılık aleyhimize farklar oluşurken, dakikalarca, bırakın sayı atmayı, tek bir faul bile kazanamadık. Bu eşine az rastlanan çöküntü periyodlarının hesabını, point-guardlarımız ve teknik kadro vermek zorunda.
İki oyun kurucumuz, Kerem Tunçeri ve Ender Arslan artık zincirin zayıf halkası değiller. Sınıfı geçecek notu, zor da olsa aldılar. Ama takıma sınıf atlatacak performansı bir türlü sergileyemediler. Kerem bazı maçlarda bir üst seviyeye çıkacak gibiydi. Ona da Bogdan Tanjeviç, o meşhur tutarsız adam değiştirmeleriyle mani oldu. Kerem birebirde çok iyi bir savunmacı, Ender’in de yaratıcı gücü var. Ama ikisinin de özgüvenleri yetersiz. Onların başarı yolu, oyunun hemen başlarında iki faul kazanmaktan geçiyor. Ama ikisi de işin farkında değiller, hala özgüven şanslarını uzaktan şut atarak harcıyorlar.
Kenar yönetime gelince... Orada da sinerji yok, 1+1, 2 bile etmiyor. Levent Topsakal ve Orhun Ene Türk basketbolunun iki ümidi, ama çok büyük bir olasılıkla kenarda seslerini duyuramıyorlar. Nihat İziç de şüphesiz Türkiye’nin en iyi antrenörlerinden biri. Ne var ki, o da Tanjeviç gibi sınırsız uyarı ekolünden. Tanjeviç’in tenkidlerini stero olarak ikiye katlıyor. Bu ikisi, ümit takımlarımızı çalıştırsalar Türkiye’yi birkaç yıl sonra kimse tutamaz.
Geriye Doğan Hakyemez kalıyor. Doğan, hayatını basketbola adamış bir spor adamı. Saha kenarında oyun içinde neler oluyor, problemlerin özü nedir, en iyi o biliyor. İstifası bir yana yetkileri artırılmalı. Kenar yönetimin seçiminde Doğan’ın görüşleri ağırlık kazanmalı. Ve yine başarısız olursak, istifa o zaman konuşulmalıdır.
Tekrarlıyalım... Bana göre iki dilin konuşulduğu kenar yönetimleri etkili olamıyor. Avrupa’da da hiçbir takımın başında yabancı antrenör yok. Ben soyunma odasında, ‘Savunma gururumuzdur, gururumuzla kimse oynayamaz’ sözünün, Türkçe söylenmesinden yanayım. Başarı heykeli karşımızda duruyor ve bize ‘Uzaktan bakıp durmayın, benim size gelmemi beklerseniz çok beklersiniz. Artık topallamayın, yürüyüp, koşun gelin, beni söküp alın götürün’ diyor.
Not: Ermal çok karakterli bir oyuncu. Onun doping yapma ihtimali bence sıfır. Ayrıca, görüşlerini benimle paylaşan basketbolseverlere teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2005
Tanjeviç maçlarda kenarda bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız tenkit ve uyarı metodunu kullanıyor. Bu metod Türk oyuncuları yıpratıyor ve bezdiriyor. Tanjeviç’in Türk basketboluna daha vereceği çok şey var, ama bana göre Milli Takım koçu olarak değil.
Şampiyonası bizim için bitti. Dönüşte uçaktan indiğimizde, ‘Basketbol Türkiye’nin en başarılı spor dalıdır’ pankartını gururla havaya kaldırma şansımızı iyi kullanamadık. Maçlarda çok iyi oynadığımız devreler oldu. Ama hemen ardından sahada öylesine aciz kaldık ki, Hırvat maçında 32 sayılık, Almanya maçında 18 sayılık aleyhimize farkı oluşturan Türk basketbolunda eşi olmayan sahneler yaşadık.Türkiye’deki genel kanı, Milli Takımımız’ın bir türlü gerçek bir takım olamadığı yönünde. Basketbolda takım olamamak demek, sinerji üretememek demektir. Gücümüzü, yüreğimizi, yeteneklerimizi bir türlü üst üste koyamadık. Egomuzu yenemedik, ‘Ben’ yerine ‘Biz’ diye, hep birlikte omuz omuza haykırmayı başaramadık. Sinerjide takımın gücü oyuncuların bireysel yeteneklerinin toplamından daha büyüktür. 1+1, 2 değil, 3 eder. Takımda sinerji yoksa, yerini ego, tatsız rekabet, kıskançlık gibi unsurlarla özetlenecek bir kargaşa alır. 1+1, 2 bile etmez. Oyuncular adeta birbirlerinin altını oyarlar. 1+1, 0 olur.Lütfen gelmişlerBiz Sırbistan&Karadağ’da bunu yaşadık. Kendini yıldız sayan çok sayıda oyunculardan kurulu takımı yönetmek zor iştir. Hele bu oyuncuların bir kaçı NBA’den geliyorsa, işiniz daha güç demektir. Dünya küçülüyor, ama hala Türkiye’de NBA’de basketbol oynamak neredeyse bir başka gezegende top oynamakla eş anlamlı kullanılıyor. NBA oyuncuları yurtlarına döndüklerinde, kendilerini ‘Mars’tan lütfen gelmiş’ gibi ayrıcalıklı görüyorlar.Tabii bunun altında yatan en önemli sebep, reklam ve kazanılan paralar. Bir NBA oyuncusu kendi ülkesinde top oynayan 30-40 oyuncunun aldığının toplamından fazla para kazanıyor. NBA oyuncularının oynadığı diğer Avrupa takımları da benzer sıkıntıları yaşıyorlar. İşte Sırbistan&Karadağ takımı... Onların kendi ülkelerindeki şampiyonada finalleri tribünden seyredecek olmaları, o erişilmez Yugoslav basketbolu imajının sonu oldu.Kazanma sorumluluğuProblemin teknik yönüne gelince... Bizde hangi oyuncudan ne beklendiğini anlamak imkansız. NBA’de her oyuncunun belli görevi vardır. Bunlar içinde en önemlisi, takım oyunu teklediğinde veya kritik maçların sonunda, yapacağı sayılarla çarkı çevirmektir. Dirk Nowitzki Dallas Mavericks’te de maçı kazandırma sorumluluğunu taşıyan bir oyuncu. Üstelik Alman takımında rakibi yok. Yanındakiler çoğunlukla ikinci sınıf oyuncular. Alman takımı koçunun her fırsatta, ‘Nowitzki ne yapıyorsa doğru yapıyordur’ diyerek, onun egemenliğine yeşil ışık yakması, Nowitzki’nin işini kolaylaştırıyor. Bizimkiler ise, ikisi de oynadıkları takımlarda göreceli görev adamları. Gerektiğinde maç kazandırma yeteneklerini sergilemeye alışık değiller.Türk oyuncuların Avrupa’nın en iyi şutörleri olduğunu sık sık tekrarlıyoruz. Ama şut yeteneğini kullanabilmek için basketbolda adam geçme yeteneğinin de buna eklenmesi şart. Bizim oyuncuların adam geçme yetenekleri sınırlı. Bu yüzden sayı fırsatları sadece takım oyunundan bekleniyor. Oyuncularımız gerektiğinde korodan ayrılıp solistliğe soyunmadıkları için asist sayımız çok az. 16 takım arasında sonuncuyuz. Ferdi sıralamada ise ilk 50 oyuncu arasında sadece 3 asistle Kerem Tunçeri var.Tanjeviç’in anlayışıPivot oyunumuz da hala çok ilkel. Topu pivota verince, hep birlikte kıpırdamadan seyrediyoruz. Topu pivota vererek kat edip turnike atan takımlara karşı, ‘Bu da nereden çıktı’ diyerek hayretler içinde bakıyoruz. Bu yüzden de pivotların asist sayıları yanındaki satırlar bomboş.Gelelim taktiğe... Oynadığı tüm maçlarda tek bir dakika bile alan savunması denemeyen tek takım biziz. Bogdan Tanjeviç alan savunmasına dönmeyi, ‘Biz sizi adam adama tutamıyoruz, çaresizlikten alan savunmasına dönüyoruz’ anlayışıyla eş anlamlı görüyor. Ama alan savunmalarının rakip takımın kafasını karıştırması ve momentumlarını bozması şansı çok yüksek. Bu yüzden alan savunmasını denemeden mağlubiyeti kabul etmenin çok yanlış olacağına inanan koç sayısı çok fazla. Tanjeviç bunlardan biri değil.Yeri Milli Takım değilTanjeviç’in belirsiz sebeplerle yerli yersiz çok adam değiştirme anlayışı da bize uymuyor. Bizim oyuncuların en hassas oldukları konu, tam sayı atmaya başladıkları anda oyundan çıkmaları. Bu onları yıkıyor. Tanjeviç karakterli, tecrübeli, cesur bir basketbol adamı, ama Yugoslav ekolünün temsilcisi. O da maçlarda kenarda bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız tenkit ve uyarı metodunu kullanıyor. Bu metod Türk oyuncuları yıpratıyor ve bezdiriyor. Bu yüzden Yugoslav koçların aynı takımda uzun süre kaldıkça başarı şansları azalıyor. Onun Türk basketboluna daha vereceği çok şey var, ama bana göre Milli Takım koçu olarak değil. Federasyon kararından sonra bu konuda daha çok konuşacağız...Son olarak, genç, yıldız, ümit, B takım, bayanlar takımı gibi saymakla bitmeyecek kadrolarımıza sınırsız gelişme şansı tanıyan federasyonumuzu tebrik etmek lazım. NTV kanalına ve maddi desteğini esirgemeyen Garanti Bankası’na da teşekkür borçluyuz.NBA oyuncuları yurtlarına döndükleri ZAMAN kendilerini ayrıcalıklı görüyor.TAKIMDA sinerji yoksa, yerini ego, tatsız rekabet, kıskançlık alır.BİZİM oyuncuların adam geçme yetenekleri sınırlı. Pivot oyunumuz da ilkel.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2005
Tanjeviç maçlarda kenarda bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız tenkit ve uyarı metodunu kullanıyor. Bu metod Türk oyuncuları yıpratıyor ve bezdiriyor. Tanjeviç’in Türk basketboluna daha vereceği çok şey var, ama bana göre Milli Takım koçu olarak değil. AVRUPA Şampiyonası bizim için bitti. Dönüşte uçaktan indiğimizde, ‘Basketbol Türkiye’nin en başarılı spor dalıdır’ pankartını gururla havaya kaldırma şansımızı iyi kullanamadık. Maçlarda çok iyi oynadığımız devreler oldu. Ama hemen ardından sahada öylesine aciz kaldık ki, Hırvat maçında 32 sayılık, Almanya maçında 18 sayılık aleyhimize farkı oluşturan Türk basketbolunda eşi olmayan sahneler yaşadık.
Türkiye’deki genel kanı, Milli Takımımız’ın bir türlü gerçek bir takım olamadığı yönünde. Basketbolda takım olamamak demek, sinerji üretememek demektir. Gücümüzü, yüreğimizi, yeteneklerimizi bir türlü üst üste koyamadık. Egomuzu yenemedik, ‘Ben’ yerine ‘Biz’ diye, hep birlikte omuz omuza haykırmayı başaramadık. Sinerjide takımın gücü oyuncuların bireysel yeteneklerinin toplamından daha büyüktür. 1+1, 2 değil, 3 eder. Takımda sinerji yoksa, yerini ego, tatsız rekabet, kıskançlık gibi unsurlarla özetlenecek bir kargaşa alır. 1+1, 2 bile etmez. Oyuncular adeta birbirlerinin altını oyarlar. 1+1, 0 olur.
Lütfen gelmişler
Biz Sırbistan&Karadağ’da bunu yaşadık. Kendini yıldız sayan çok sayıda oyunculardan kurulu takımı yönetmek zor iştir. Hele bu oyuncuların bir kaçı NBA’den geliyorsa, işiniz daha güç demektir. Dünya küçülüyor, ama hala Türkiye’de NBA’de basketbol oynamak neredeyse bir başka gezegende top oynamakla eş anlamlı kullanılıyor. NBA oyuncuları yurtlarına döndüklerinde, kendilerini ‘Mars’tan lütfen gelmiş’ gibi ayrıcalıklı görüyorlar.
Tabii bunun altında yatan en önemli sebep, reklam ve kazanılan paralar. Bir NBA oyuncusu kendi ülkesinde top oynayan 30-40 oyuncunun aldığının toplamından fazla para kazanıyor. NBA oyuncularının oynadığı diğer Avrupa takımları da benzer sıkıntıları yaşıyorlar. İşte Sırbistan&Karadağ takımı... Onların kendi ülkelerindeki şampiyonada finalleri tribünden seyredecek olmaları, o erişilmez Yugoslav basketbolu imajının sonu oldu.
Kazanma sorumluluğu
Problemin teknik yönüne gelince... Bizde hangi oyuncudan ne beklendiğini anlamak imkansız. NBA’de her oyuncunun belli görevi vardır. Bunlar içinde en önemlisi, takım oyunu teklediğinde veya kritik maçların sonunda, yapacağı sayılarla çarkı çevirmektir. Dirk Nowitzki Dallas Mavericks’te de maçı kazandırma sorumluluğunu taşıyan bir oyuncu. Üstelik Alman takımında rakibi yok. Yanındakiler çoğunlukla ikinci sınıf oyuncular. Alman takımı koçunun her fırsatta, ‘Nowitzki ne yapıyorsa doğru yapıyordur’ diyerek, onun egemenliğine yeşil ışık yakması, Nowitzki’nin işini kolaylaştırıyor. Bizimkiler ise, ikisi de oynadıkları takımlarda göreceli görev adamları. Gerektiğinde maç kazandırma yeteneklerini sergilemeye alışık değiller.
Türk oyuncuların Avrupa’nın en iyi şutörleri olduğunu sık sık tekrarlıyoruz. Ama şut yeteneğini kullanabilmek için basketbolda adam geçme yeteneğinin de buna eklenmesi şart. Bizim oyuncuların adam geçme yetenekleri sınırlı. Bu yüzden sayı fırsatları sadece takım oyunundan bekleniyor. Oyuncularımız gerektiğinde korodan ayrılıp solistliğe soyunmadıkları için asist sayımız çok az. 16 takım arasında sonuncuyuz. Ferdi sıralamada ise ilk 50 oyuncu arasında sadece 3 asistle Kerem Tunçeri var.
Tanjeviç’in anlayışı
Pivot oyunumuz da hala çok ilkel. Topu pivota verince, hep birlikte kıpırdamadan seyrediyoruz. Topu pivota vererek kat edip turnike atan takımlara karşı, ‘Bu da nereden çıktı’ diyerek hayretler içinde bakıyoruz. Bu yüzden de pivotların asist sayıları yanındaki satırlar bomboş.
Gelelim taktiğe... Oynadığı tüm maçlarda tek bir dakika bile alan savunması denemeyen tek takım biziz. Bogdan Tanjeviç alan savunmasına dönmeyi, ‘Biz sizi adam adama tutamıyoruz, çaresizlikten alan savunmasına dönüyoruz’ anlayışıyla eş anlamlı görüyor. Ama alan savunmalarının rakip takımın kafasını karıştırması ve momentumlarını bozması şansı çok yüksek. Bu yüzden alan savunmasını denemeden mağlubiyeti kabul etmenin çok yanlış olacağına inanan koç sayısı çok fazla. Tanjeviç bunlardan biri değil.
Yeri Milli Takım değil
Tanjeviç’in belirsiz sebeplerle yerli yersiz çok adam değiştirme anlayışı da bize uymuyor. Bizim oyuncuların en hassas oldukları konu, tam sayı atmaya başladıkları anda oyundan çıkmaları. Bu onları yıkıyor. Tanjeviç karakterli, tecrübeli, cesur bir basketbol adamı, ama Yugoslav ekolünün temsilcisi. O da maçlarda kenarda bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız tenkit ve uyarı metodunu kullanıyor. Bu metod Türk oyuncuları yıpratıyor ve bezdiriyor. Bu yüzden Yugoslav koçların aynı takımda uzun süre kaldıkça başarı şansları azalıyor. Onun Türk basketboluna daha vereceği çok şey var, ama bana göre Milli Takım koçu olarak değil. Federasyon kararından sonra bu konuda daha çok konuşacağız...
Son olarak, genç, yıldız, ümit, B takım, bayanlar takımı gibi saymakla bitmeyecek kadrolarımıza sınırsız gelişme şansı tanıyan federasyonumuzu tebrik etmek lazım. NTV kanalına ve maddi desteğini esirgemeyen Garanti Bankası’na da teşekkür borçluyuz.
NBA oyuncuları yurtlarına döndükleri ZAMAN kendilerini ayrıcalıklı görüyor.
TAKIMDA sinerji yoksa, yerini ego, tatsız rekabet, kıskançlık alır.
BİZİM oyuncuların adam geçme yetenekleri sınırlı. Pivot oyunumuz da ilkel.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2005
‘Basketbol dünyasında yıldız oyuncular ne kadar büyük oyuncu olurlarsa olsunlar, tek kanatlı sayılırlar.<B> </B>Havalanmak, zirveye çıkmak için omuz omuza olmak şart. Yeter ki, omuz omuza resmi göstermelik olmasın.’MİLLİ Takımımızın geçen hafta Limoges’da iki gün arayla oynadığı Bulgaristan ve Fransa maçlarında sergilediği inişli çıkışlı performansları açıklamakta zorlanmıştık. ‘Bu konu, bir açık oturum konusu’ demiştik. Aynı soru pazar günü Podgorica’da bu sefer daha da karışık olarak yine karşımıza çıktı. Hırvatistan maçının 15. dakikasında 26-13 öndeydik. 3. periyodu ise 67-46 geride bitirdik. Başka bir değişle, 15 dakikada 32 sayı fark yedik.
Maçları canlı seyretmenin avantajları tartışılmaz. Ama TV’den izleyince de, maçları kaydetmek şansına sahipsiniz. Ben önceki geceki maçı defalarca izledim, gözlemlerim şöyle...
İki tür asist var
Oyunun ilk yarısında, belki inanmayacaksınız, ama son günlerin en başarılı Milli Takımı sahadaydı. Oyunun lokomotifi, iki oyun kurucumuz Kerem Tunçeri ve Ender Aslan’dı. Basketbolda sayı paslarına ‘Asist’ deniyor, ama bu kavram da ikiye ayrılıyor. Siz topu bir kenardan size verdiklerinde, elinizde tutmayıp diğer kenardaki adama pas verip 3 sayı attırırsanız, buna ‘Pasif asist’ deniyor. Ama takım oyunu içinde kendi becerinizi kullanıp, adamınızı geçip, karşınıza çıkan uzun adamın yanından pivotunuza topu geçirirseniz, çoğunlukla smaçla tamamlanan bu pas, ‘Aktif asist’ sayılıyor. Tabii hemen ardından, pivotunuzun çoşup savunmada yaptığı bloğa da katkınız kayda geçmese de müthiş oluyor.
Kerem ve Ender ilk defa aktif asistlerle dolu bir oyun sergilediler. Üstelik, oyuna ilk beşte başlayan Kerem Gönlüm de çok başarılıydı. Kerem Gönlüm, Bogdan Tanjeviç’in genç oyunculara şans veren sistemine artı puan kazandırıyor. Ama ne olduysa, devreden sonra oldu. İkinci yarıya başlayan 5 kişi tanınmaz haldeydi. Değişiklikler de işe yaramadı ve tarihimizin en acı 3. çeyreği 67-46 sonuçlandı.
Sorumluluktan
kaçıyorlar
Bu çöküntünün teknik ve taktikle ilgisi az. Olay daha ziyade psikolojik. Maçta biraz çekişme artınca, herkes sorumluluktan kaçıyor. Bizim yıldızlar topluluğumuz, ‘Yıldızlar takımı’ olma yolunda hala zorlanıyor. Her yenilen baskette, oyundaki hangi oyuncunun yüzüne baksanız, suçu başkasında bulduğunu sezebiliyorsunuz. Topluluğu takım yapacak sevgiyi bir yana bırakın, karşılıklı saygıdan eser yok. Hiçbir takımda, ‘Herkes birbirini sevecek’ diye bir kaide geçerli değildir. Ama ay yıldızlı formayı paylaşan tüm oyuncuların, birbirlerine saygı duymaları şart. Saygıya giden yol da özveriden geçiyor. Basketbolda özveri, savunmada ölümüne savaşmak demektir. Bizde ise herkesin aklı hücumda.
Videoyu seyrederken, oyuncuların bazılarını düşünceye dalmış görüyorsunuz. İnsanın aklından ister istemez, ‘Hücumda kaç sayı attığını düşünüyordur’ diye geçiyor. Tanjeviç’in çok oyunculu sisteminin, oyunun sonunda, zinde, faul problemi olmayan, günün en iyilerinden oluşan bir beşle bitirmek gibi bir avantajı var. Ama çok sık adam değiştirmeler, oyuncuların belirli sorumluluklar taşımalarını zora sokuyor. Görev olarak, kimden ne beklendiği, hala anlaşılmış değil.
Omuz omuza olmalı
‘Hırvatlara karşı oynadığımız 3. çeyrekteki bozgunun sorumlusu kimdir?’ diye sorsanız, her oyuncunun aklından başka bir oyuncu adı geçecektir. Çeyrekteki bozgunun sorumlusu kimdir, dakikalarca niye tek bir faul kazanamadık diye sorsak her oyuncunun aklından başka bir oyuncunun adı geçecektir yine. Alman takımına bakın, tüm sorumluluk NBA oyuncusu Dirk Nowitzki’de. Almanlar, Ruslar’ı 51-50 yenerken, Nowitzki 24 sayı ve 19 ribaundla oynadı. Nowitzki, NBA’e ilk gittiğinde yarı düztabandı, koşamazdı. Ama bugün dünyanın en iyi 10 oyuncusunun içinde. Biz ise Mehmet Okur’u alkışlamak için hala bekliyoruz. Alman takımı Nowitzki’nin takımı, onun performansını sınırladığımız an, onları yenmemiz hiç güç olmaz ve önümüz yeniden açılır. Mirsad, Mehmet, Hidayet, Nowitzki’nin bizi tek başına yenmesine seyirci kalırlarsa, çok yazık olur.
Bir kere daha söylemekte fayda var, Türk basketbolunu çok kaliteli, çok çekişmeli geçecek bir milli lig bekliyor. Bu patlamanın temelinde Milli Takımımız’ın başarısı yatıyor. Başarının sırrı da, takım olmaktan geçiyor.
Tekrarlıyorum, basketbol dünyasında yıldız oyuncular ne kadar büyük oyuncu olurlarsa olsunlar, tek kanatlı sayılırlar. Tek başlarına uçamazlar. Havalanmak, zirveye çıkmak için omuz omuza olmak şart. Yeter ki, omuz omuza resmi göstermelik olmasın. Oyuncularımız, Sırbistan&Karadağ’dan ya omuzlarda dönecek ya da 15 dakikada 32 fark yiyen takım olarak tarihe geçecekler.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2005
Dünya basketbolunda ‘Savunmadayken hücuma geçmek’ gibi bir yeni anlayış var. Milli Takımımız, Bulgaristan maçında saldırgan savaşçı anlayışıyla adeta ‘Bizim hücumumuz savunmamızdan başlar’ mesajı verdi. BASKETBOL genelde çok sayı atan takımın maçları kazanacağı bir oyun olarak kabul edilir. Az sayı yiyen takımın maçları kazanacağı anlayışı pek yaygın değildir. Bu yüzden dünya basketbolunda hücum, savunmanın hep önündedir. Dile getirilmese de, hücum bir heyecan kaynağı oluştururken, savunma zorunlu bir görev gibi algılanır.
Türkiye’de durum daha da abartılıdır. Savunmada oyuncularınızın çoğu, top rakip takımın elindeyken, ‘Şu 24 saniye bir geçse de hücuma başlasak’ anlayışındadırlar. Bizde bu zorunlu nöbet anlayışı daha çok yıldız oyunculardan kaynaklanır. Eğer, siz fotomuhabiriyseniz ve sizden ‘Savunmada yerdeki boş topa balıklama atlayan bir yıldız oyuncunun fotoğrafını’ çekmeniz isteniyorsa, işiniz çok zor demektir. Ama bu arada ‘Savunmada can sıkıntısından kafasını kaşıyan bir yıldız oyuncu fotoğrafı’ çekip arşivinizi eşi kolay bulunmayacak bir zenginliğe eriştirme şansınız olabilir.
Türk Milli Takımı’nın Limoges’daki ilk maçında, Bulgaristan karşısındaki ilk yarı savunması, bütün bu inançları alt üst edecek yoğunluktaydı. Bence o ilk yarıdaki prese dayalı savaşımız, basketbol tarihimizin en heyecanlı coşkulu savunmalarından biriydi. Dünya basketbolunda ileride üzerinde sık sık duracağımız, ‘Savunmadayken hücuma geçmek’ gibi bir yeni anlayış var. Milli Takımımız, o maçta saldırgan savaşçı anlayışıyla adeta ‘Bizim hücumumuz savunmamızdan başlar’ mesajı verdi.
Tanjeviç’in cesur bir koç olduğunu, genç oyunculara cesaretle şans tanıdığını geçen yazımızda belirtmiştik. ‘Savunmada hücuma geçmek’ anlayışı da, onun cesaretinin bir başka belirtisiydi. Saldırgan savunmamızla bulduğumuz fast-break sayılarıyla, Bulgaristan maçının sonucu ilk 20 dakika sonunda belli oldu. Tekrarlıyorum, savunmamız gurur vericiydi. Ukrayna maçı da kolay geçti.
Doğrusu biz Fransa maçında Bulgaristan maçının ilk yarısında uyguladığımız o müthiş savunmayı tekrarlayacağımız inancındaydık. Ama hiç öyle olmadı. Fransa maçında gerek savunmada, gerek hücumda tanınmaz haldeydik. İki gün önce Bulgaristan karşısında kazandığımız ivmeyi, eriştiğimiz zirveyi boşuna arayıp durduk. Bir türlü ‘Takım oyunu çarkını’ çeviremedik.
Motorunu çalıştıramayıp uçağı bir türlü havalandıramadık. İki gün içinde bu kadar farklı iki Milli Takım performansını açıklamak kolay değil. Siz, ‘Hücum edemediğimiz için savunma yapamadık’ derseniz, haklısınız. ‘Savunmamız çok zayıftı, bu yüzden hücum edemedik. Üstelik 3 Fransız hakem taraf tuttular’ derseniz, yine haklısınız. Bence bu bir açık oturum konusu. Ama bugün problemin sebebini araştırmak yerine, çözümü araştırma zamanı.
Basketbolda point-guardların önemi her geçen gün artıyor. Onlardan istenen şeylerin hududu yok. Rakip fast-breakleri durdurmak, rakibin point-guardını bunaltmak, böylece savunmayı coşturup hızlı hücumlarımızı başlatmak, bunlardan bazıları. Ama onlardan en büyük beklentimiz, özellikle hücumda liderlik yapıp takım oyununu oturtmak oluyor. Şu anda bizim milli takımımızın point-guardları artık zincirin zayıf halkası değiller, Kerem Tunçeri de, Ender Arslan da ellerinden geleni yapıyorlar. Ama takımın lideri konumunda da sayılamazlar. Bu yüzden hücumda takım oyununu oturtmak görevini sadece onların sırtına yüklemek haksızlık olur. Lider point-guard kavramına açıklık getirmek için Fransa maçındaki Tony Parker’ı hatırlamak yeterli olur. Siyah oyuncuları tutmak kolay iş değil.
Hepsi süper atletler, hele zıplama yetenekleri korkunç. Tony Parker’ın ilk yarıda Fransız uzunlara verdiği alley-hoop paslarla yaptırdığı müthiş smaçlar, maçın gidişinde etkili olduğu düşüncesi de bence geçerli bir görüş.
Takım oyunumuzla başarı motorunun marşına basıp coşkuyu başlatmak sorumluluğunu NBA oyuncularımızın paylaşmaları şart. Onlar rakip sahalarda yaşanan o güç maçlara alışıklar. Türk Milli Takımı’nın onların problem çözme tecrübelerine ihtiyacı var. Geçtiğimiz pazar günü hazırlık maçında Rusya, Litvanya’yı 77-71 mağlup etti. Bu maçta yine lokomotif, NBA tecrübesiyle Kirilenko’ydu. Üstelik olumlu katkısı attığı sayılarla sınırlı (11 sayı, 14 ribaund, 6 blok) değildi. Kirilenko’nun sahip olduğu becerilerin hepsine Hidayet ve Mehmet Okur da sahipler. Üstelik ikisinin de şutu onunkinden daha iyi. Takımı ateşleme sorumluluğun büyük bir kısmı onlara ait. Bu ekipte Mirsad da var.
Milli Takımımız’da iyi oyuncu sayımız sınırsız. Yeter ki, yetenekleri üst üste koymayı başaralım. Milli Takımımız’ın gücü sadece yetenekle de sınırlı değil, en önemli özelliği, hem genç, hem de tecrübeli oyunculardan kurulu oluşu. Tecrübe ve gençlik kolay kolay biraraya gelen özellikler değil.
Biz bu avantajımızı kullanmalıyız. Basketbolda demokrasi kuralları geçersizdir. Her boş kalanın şut atma gibi bir şansı yoktur. Bu yüzden çark dönüp coşku başlayıncaya kadar, her oyuncu sadece en iyi yaptığı işi ortaya koymalıdır.
Sırbistan&Karadağ’a seyircimizi götüremiyoruz. Ama yeteneklerimizi gençliğimizi, tecrübemizi ve yüreğimizi ne gümrüklerde, ne de maçlarda kimse elimizden alamaz. Yeter ki, biz silahlarımızı cesaret ve anlayışla kullanalım. Türkiye’de basketbol çok gelişti. Beklenen patlama için Milli Takımımız’ın başarısına çok ihtiyacımız var. Buna bizim inancımız tam.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2005
Ender Aslan hücumdaki cinlikleriyle hayranlık uyandırıyor, ama artık hayranlık yetmiyor. Ender özverili, kararlı, ölümüne savunmasıyla, yanında oynayanlarda ve maçı izleyenlerde saygı da uyandırmak zorunda. NBA'de ilk oynayacak Türk point-guard olma yolu, saygıdan geçiyor. BASKETBOLDA oyun kurucuların önemi her geçen gün artıyor. NBA'in bu yılki en iyi oyuncu seçiminde yıllar sonra beyaz bir Kanadalı guard, 31 yaşındaki Steve Nash ön sıralarda yer alıyor. Onun bu yıl transfer olduğu, geçen yılki galibiyet sayısı 29 olan Phoenix Suns, bu yıl 60'a yaklaşan galibiyet sayısıyla NBA sıralamasında en başta. Steve Nash sayesinde Phoenix'in hatta NBA'in bütün maçlarında tempo arttı, seyir zevki çoğaldı, tirbünler dolmaya başladı. (Phoenix'in attığı sayı ortalaması 111. Son lig maçında Phoenix: 125-LA Lakers: 99. 125 sayının 51'i 17 tane 3 sayılık şuttan)
Phoenix'in bu yılki başarısı Steve Nash ile sınırlı değil. Koçları İtalyan asıllı Mike D'Antoni de İtalya'nın gelmiş geçmiş en iyi point guardlarından biri. Üstelik play maker (oyun kurucu) adlı bir kitabı var. Mike D'Antoni'nin savunma hakkındaki görüşü ilginç... Ona göre savunma adale kadar beyinle ilgilidir. NBA'e seçilmiş tüm oyuncuların fiziki yetenekleri iyi savunmacı olmak için yeterlidir. Yeterki, ölümüne savaşmak için karar versinler.
Top elinizdeyken savunma başlar
NBA'de son yıllarda Detroit Pistons ile zirveye taşınan kontrollü oyun tarzı hakim. Bu anlayışa göre savunma kurgusu, hücumda set oyununda daha top sizin elinizdeyken başlar. Acele şut atmazsanız, yeterince pas yaparsanız ve geriye çabuk dönerseniz, yediğiniz sayı azalır. Mike D'Antoni'ye göre bu uygulama doğru olabilir. Ama zaman içinde bu sıkıcı oyunlar oynanırken tribünleri doldurmak için devre aralarında konserler düzenlemek bile yetmeyecektir.
Mike D'Antoni ve Steve Nash bu yüzden uygulamayı tersine çevirme çabasındalar. Bizim hücumumuz savunmada başlar inancındalar. Onlara göre savunmayı oyunculara sevdirip takımı çoşturmak, saldırtmak için hücum hızlanmalı ve özgürlük artmalıdır. Oyuncunun savunma yaparken ölümüne savaşması için, kafasında her kapılan toptan sonra hızlı oyunla rakip potaya vurulacak smaçların resmi olmalıdır. Bu hayal gücü sayesinde, savunma da sıkıcı bir görev olmaktan çıkar, oyunun eğlenceli bir parçası olur diyorlar.
Panter pençesi ve gölge boksu
Gelelim Türkiye'ye... Bizde de kontrollü oyun uygulaması geçerli. Zaten hangi anlayışı kullanırsanız kullanın, oyun kurucuların sorumluluklarının hududu yok. Fast-break'i onlar başlatacaklar, sette takım hücumunu oturtacaklar, sayı atıp maçı kazandıracaklar ve herkesten önce geriye dönüp rakip point-guarda baskı yapacaklar. Yazmakla bitecek gibi değil. Tabii bizim cin gibi oyun kurucuların çoğu, işin kolayına kaçıp görevlerinin ağır kısmını, savunmayı hafife alıyorlar ve ellerini kollarını sallayıp savunma yapar gibi yapıp, gerçek savunma yapmıyorlar.
Dünyada birebir savunmada iki resim hakim. Rakip oyuncunu bunaltan yürekten savunmacılara "Panter pençesi" deniyor. Savunma yaparmış gibi yapıp aslında savunma taklidi sergileyenlere de "Gölge boksu" veya "Kelebek dansı" yapanlar deniyor. Oyun kurucular çoğunlukla takımların en uyanık oyuncuları oldukları için, çoğunun yaptığı savunmanın yukarıdaki resimlerden pantere mi, yoksa gölge boksuna mı, benzediğini anlamak çok zor oluyor, ama maçlarda kafası karışmayan tek yer var, o da sayı levhası. Bu yüzden oyun kurucuların kaç sayı attıklarından çok, tuttukları adamın kaç sayı ve asistle oynadıklarına bakmak gerekiyor.
Hayranlık yetmiyor
Tekrarlamakta fayda var, Milli Takımımız'ın başarısı point-guardlara bağlı. Bu yüzden kulüplerdeki oyun kurucu incelememizi sürdürelim... Milli Takımımız'ın formda bir Ender Aslan'a çok ihtiyacı var. Dünyada Magic Johnson ile başlayan uzun boylu point-guard anlayışı, onunla sona erdi. Bu yüzden NBA'de kısa boylu beyaz oyun kurucuların sayısı her gün artıyor. NBA'de New Orleans'ta oynayan, bu yılın en çok gelişme gösteren oyuncuları arasında ilk sırada yer alan 1.79'luk Dan Dickau. Ender'i onun yanında görseniz, takımın pivotu zannedersiniz.
Dünyada oyun kurucular arasında panter mi, kelebek mi, konusunda en güç karar verilecek oyuncu bence Ender. Hücumdaki cinlikleriyle hayranlık uyandırıyor Ender, ama artık hayranlık yetmiyor. Ender özverili, kararlı, ölümüne savunmasıyla, yanında oynayanlarda ve maçı izleyenlerde saygı da uyandırmak zorunda. NBA'de ilk oynayacak Türk point-guard olma yolu, saygıdan geçiyor.
Savunma yapar gibi yapanlar
Ülkerli Tutku Açık, Mike D'Antoni'yi haklı çıkarıyor. Çoğu kez savunmayı yapar gibi yapanlar arasında, ama savaşmaya karar verdiği gün ise çok iyi bir savunmacı oluyor. Geçenlerde Ülker'in Efes Pilsen ile oynadığı maçta, Ülker takımının tarihindeki en iyi savunması sergilendi. Bu başarının altında Tutku'nun Solomon'a yaptığı bunaltıcı savunma yatıyordu. Bence bu akşamki CSKA Moskova maçının sonucu da, Tutku'nun dün akşam kendi kendine aldığı savaşma kararına bağlı. Tutku ile Kerem Tunçeri o içe dönük ve suskun Litvanyalıları coşturursa bu maçı alma şansları yüksek.
Gelelim Hakan Köseoğlu'na... Oyun kurucularda aranan ilk özellik liderliktir. Liderliğin yolu sorumluluk yüklenmekten geçer. Hakan hücumda Türkiye'de sorumluluk alan yürekliler sıralamasında en önde. Ama o, savunmada bırakın ölümüne savunma yapmayı, savunma taklidine bile üşeniyor. Savunmada bir hakemden bile çok sağına soluna bakıyor. Hakan'ın özverili savunma kararı, Tuborg Pilsener'i büyük takım yapar.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2005
Şu anki Milli Takımımız, Türk basketbol tarihinin en iyi oyuncularından kurulu. Başarı ölçümüz ise oyun kurucularımızla sınırlı. BİR önceki yazımızda Türk basketbolunun Avrupa'da bir tur öne geçmesi için basketbolumuzun oyunu okuyabilen, adele ve beceri yanında, beynini de kullanan uzun oyuncular aradığını yazmıştık. Geçen hafta oynanan Maccabi-Ülker karşılaşması kısa boylu (point guard) yanında, oyun kurucu uzun (point high post) adam olmadan, işlerin ne kadar güçleşeceğini bize gösterdi. Ülker-Maccabi maçının ilk yarısında, dünyanın en iyi point guardı olduğu iddia edilen Litvanyalı Jasikevicius, kendini oyuna vermedi, sahada adeta dolaştı durdu. Ama ikinci yarının hemen başında takımın yönetimini ele aldı ve öyle bir 10 dakika sergiledi ki, ona "Dünyanın en iyi point guardı" diyenlere puan kazandırdı. Ve Ülker ilk yarısında önde olduğu maçta, 3. çeyrekte sadece 4 sayı atabildi. Fark da açılarak oyunun sonucu bu çeyrek sonunda belli oldu.
Yeni savunma anlayışı
Ama oluşan farkın kolay görünmeyen yanı Maccabi'nin yaptığı özel savunmaydı. Eskiden Türkiye'de ve Avrupa'da koçlar takımlarının savunmasını adam adamadan zone savunmaya dördürmek için ilk yarı sonunu, soyunma odasını beklerlerdi. Sonra işler hızlandı. Önce molalarda, sonra ise kenardan yapılan işaretlerle takım savunmaları değişir oldu. Bu yıl bu iki savunma o kadar içiçe girdi ki, takımların hangi savunmayı yaptıklarını söylemek, maç yorumcuları için bile çok güçleşti.
Top pivota verilince "zone'a dönme taktiğine alışmıştık. Bu yıl ise ABD'de kolej takımları yeni bir savunma anlayışı ortaya çıkardılar. Başladıkları 24 saniyelik savunma süresinde rakip takım 2 veya 3 pas yapar yapmaz, zone savunmayı bozup adam adama savunmaya geçiyorlar. Savunmalar birbirine eklenip, birbirleriyle bütünleştiğinde, ortalık karışıyor, problem bir Arap saçına dönüyor ve koçların iş çok zorlaşıyor. Siz mola alıp 3 pastan sonra adam adamaya dönüyorlar dediğinizde, bir bakıyorsunuz ki, rakip takım 'zone'a dönmek için pas sayısını değil, yer değiştirmeleri kullanmaya başlıyor. Molanız boşa gidiyor. Koçların yapacağı çok bir şey yok. Çare, artık her takımın özellikle faul çizgisi üzerinde etkili uzun oyun kurucu (point high post) bulması.
Kerem Gönlüm gibiler bulunmalı
Bu problemli savunmalardan sonra herkesin Kerem Gönlüm tipindeki oyuncuları bulup yetiştirmesi, artık kaçınılmaz oldu. Malesef tip olarak Kerem Gönlüm'e benzeyen tüm oyuncular her takımda yedek sıralarında oturuyorlar. Ona benzeyen tek oyuncu Mehmet Okur. Ancak eski kafalı Utah koçu, Mehmet'i oyunu okuma kabiliyetini kullanacağına ona buna perdeleme yapmakla görevlendiriyor. Bu yüzden Ülker teknik yönetiminin Kerem'e özel bir ilgi göstermesi şart.
Kerem'in pas, şut, dripling, ribaund, yapamadığı bir şey var mı? Yok. Peki, "Kerem bu saydıklarımızdan hangisini çok iyi yapıyor? diye sorarsanız, cevap, "Keşke bunu sormasaydınız" olur. Çünkü, çok iyi yaptığı hiçbir şey yok. Kerem'in giriş kapısında "Büyük oyuncu olmadan buradan çıkılmaz" yazılı bir çalışma ortamına ihtiyacı var. Kerem büyük oyuncu olmadan, Ülker hedeflediği zirvelere erişemez.
Milli maçlar yaklaşıyor. Bilmiyorum, hiç kendi kendinize "Mrsiç veya Dickel gibi bir point guardımız olsaydı, Türk Milli Takımı Avrupa'da kaçıncı olurdu?" diye sorduğunuz oluyor mu? Şu anki Milli Takımımız Türk basketbol tarihinin en iyi oyuncularından kurulu. Başarı ölçümüz ise oyun kurucularımızla sınırlı.
Hücum ve savunma
İsterseniz bu yazıda Cüneyt Erden'i ele alalım. Koşup zıplayan her oyuncunun rüyası, Cüneyt'le aynı takımda oynamak olmalıdır. Darüşşafaka'da bugün hangi oyuncu ribaundu alacaklarını hissedip, bütün hızıyla rakip potaya koşsa, topu elinde buluyor. Eğer bu koşan oyuncu iyi de zıplıyorsa, topu havada tam yerinde yakalayıp pası smaçla tamamlayarak yeri göğü inletiyor. Alkışı smaçı vuran alıyor, ama pası veren Cüneyt.
Ben Cüneyt'in fast-break'lerde en az Jasikevicius kadar yetenekli ve başarılı olduğuna inanıyorum. Başka bir deyişle Cüneyt, hızlı oyunda Avrupa'nın en iyi point guardlarından biri. Ama fast-break bittikten sonra set oyununda Cüneyt sahneyi terk ediyor. Halbuki onun şutu, hatta drive'ı da var. Ama çabuk yoruluyor. Basketbolda yorgunluk beynin katilidir. Yorulunca yaratıcılığınızı kaybedersiniz. Cüneyt yorulunca yalnız yaratıcılığını değil, zaten yetersiz olan liderlik vasfını da tamamen kaybediyor. Cüneyt, Milli Takım'da ne yapar? Eğer, Cüneyt güçlü bir kadroya sahip Darüşşafaka'yı iyi bir takım olma yolunda omuzlarsa, Milli Takım için de ümit olabilir. Cüneyt'in üstün hücum yeteneklerine karşı, savunması da yetersiz.
Basketbolda herkesin aklı hücumdadır. Savunma İSTENMEYENİ YAPMAK demektir. Hücumu yokuş aşağı, savunmayı yokuş yukarı koşmaya benzetebilirsiniz. Hücum, yetenek, beceri, savunma ise özveri ve kararlılık demektir. Bugün hala Harun Erdenay'ın adının yanında "Avrupa'nın en iyi HÜCUM oyuncusu" yazılı. Ama Harun savunma da yapsaydı, yukarıdaki cümlede "hücum" kelimesi geçmezdi ve geriye ne kalırdı, dikkatli okuyun.
Daçka'nın emrindeyim
Geçen hafta Darüşşafaka cemiyet toplantısı vardı. Eski günleri hatırladım... Yarım asır önce Fatih Çarşamba'daki okulun basketbol sahası küçücüktü ve tam sahada ancak 3'e 3 oynanabilirdi. Depolanmış çimento torbaları yüzünden dripling yaptıkça, yüzünüze gözünüze toz bulaşır, önünüzü göremezdiniz. O, 3 kişilik takımda yer bulmak için biz öğle yemeğinden vazgeçip salonun kapısında sıraya girerdik. Ben herşeyden önce o günlerden sonra bugünkü muhteşem tesisi kazandıran Çetin Berkmen'e ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Ayrıca Darüşşafaka'ya duyduğum sonsuz minnetin ufacık bir kısmını geri ödemek ümidiyle, tecrübemi maçlarda kenardan "Daçka... Daçka..." diye haykıran okul çocuklarının emrine vermeye kararlıyım. Bunu açıklıyorum.
Yazının Devamını Oku