Sedat Ergin

Mahkeme, Yeşiller ile İçişleri Bakanlığı arasındaki kritik davada kimi haklı buldu?

18 Mart 2023
Bugünkü yazımı daha önce bu köşede birkaç kez işlediğim bir konunun fikri takibi çerçevesinde kaleme alıyorum.

Bu dosyada meydana gelen iki gelişme beni bu yazıya yöneltti.

Bu gelişmelerden birincisi, Yeşiller Partisi’nin kuruluş başvurusunun sonuçsuz kalması üzerine bu partinin kurucuları ile İçişleri Bakanlığı arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkta Ankara’daki idare mahkemesi tarafından verilen kararla ilgilidir. Mahkemenin kararı İçişleri Bakanlığı aleyhinde çıkmıştır.

İkinci gelişme ise bu partinin kurucularının İçişleri Bakanlığı’nın olumsuz tutumunun sonucu olarak, Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı çerçevesinde önümüzdeki 14 Mayıs’ta yapılacak olan seçime katılabilme imkânından yoksun kalmış olmalarıdır.

*

Konunun özünde yatan mesele şöyle özetlenebilir: Avrupa’daki benzerlerine uygun, özellikle çevre ve iklim değişikliği sorunlarına öncelik veren bir programla yola koyulmak isteyen Yeşiller Partisi’nin kurucuları, 21 Eylül 2020 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na başvurularını yapmıştır.

Ancak yasa uyarınca başvurudan sonra gerekli “alındı belgesi” İçişleri Bakanlığı tarafından düzenlenmediği için, Yeşiller Partisi kuruluş sürecini iki yıldır bir türlü başlatamıyor. Çünkü bir siyasi partinin örgütlenme çalışmaları, bağış toplama gibi faaliyetlere başlayabilmesi ancak bu belgenin verilmesinden sonra mümkün olabiliyor.

Anayasa’nın 68’inci maddesinin hükmü çok açık. Siyasi partilerin “önceden izin almadan kurulacaklarını ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdüreceklerini” söylüyor bu madde.

2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın partilerin kuruluşunu düzenleyen 8’inci maddesinde kuruluş aşamasında İçişleri Bakanlığı’na iletilmesi gereken parti tüzüğü ve programı, kurucuların nüfus kayıt örnekleri gibi belgeler sıralandıktan sonra

Yazının Devamını Oku

Pandemide ölen insanlarımızı hatırlamak

16 Mart 2023
TÜRKİYE’nin 50 bine yakın vatandaşımızın ölümüne yol açan 6 Şubat deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalıştığı bugünler, küresel ölçekteki pandeminin yansıması olarak yakın zamanda yaşadığımız COVID-19 salgınının baş göstermesinin üçüncü yıldönümüne rastlıyor.

Türkiye’de testi pozitif çıkan ilk vakanın tespit edildiğinin Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca tarafından açıklanması, 11 Mart 2020 tarihinde olmuştu. Koca’nın bu virüsten ilk vatandaşımızın hayatını kaybettiğini duyurduğu 17 Mart 2020 tarihli beyanı ise bundan altı gün sonrasına rastlamıştı.

Yarın, ilk ölüm vakasının duyurulmasının üçüncü yıldönümüdür. Korku içinde evlerimize kapanıp televizyon başında COVID-19 haberlerine kilitlendiğimiz o günleri hatırlayalım.

SALGINDAKİ İNSAN KAYIPLARININ BÜYÜKLÜĞÜ YENİ ANLAŞILIYOR

Özellikle ilk dönemini büyük ölçüde evlerimizde karantinada geçirdiğimiz bu üç yıl hepimizin hayatlarının en zor, en sıkıntılı zamanlarından biri olarak geçmiştir. Pandemi, hayatın, toplumsal düzenin her alanına olumsuzluk anlamında damgasını vurmuş, köklü sonuçlara yol açmış, büyük değişimler meydana gelmiştir. Örneğin, toplumun azımsanmayacak bir bölümünün bugün hâlâ evden çalışıyor olması, pandeminin neden olduğu en kuvvetli sonuçlardan biridir.

Bu dönemin en ağır, en üzüntü verici yönü, salgın nedeniyle hayatlarını kaybetmiş olan vatandaşlarımızdır. Aslında bu kayıpların gerçek büyüklüğünü de ancak yeni yeni anlamaya başlıyoruz.

Bunun nedeni, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıklanmasını iki yıldır askıda tuttuğu 2020 ve 2021 yılına ilişkin “Ölüm ve Ölüm Nedeni İstatistikleri”ni çok gecikmeli olarak ancak geçen ay sonunda yayımlamış olmasıdır.

Bu istatistiklerle gün ışığına çıkan 2020-2021 dönemine ilişkin “ek ölüm” sayıları, COVID-19’un yol açtığı ölümlerin, duyurulan resmi COVID-19 kaynaklı ölüm rakamlarının çok üstünde olduğunu ortaya koymuştur.

COVID-19’un neden olduğu ölümlerin resmi tablolardaki verilerin bir hayli üstüne çıktığı, zaten kamuoyunda tahmin edilen bir durumdu; daha doğrusu bir açık sırdı. TÜİK’in verilerinin önemi, bu açık sırrın şimdi aleniyet kazanıp herkesin gördüğü bir bilgi haline gelmesinden kaynaklanıyor.

Yazının Devamını Oku

Pandemi dönemindeki COVID-19 kaynaklı ölümlerin dökümüne yeniden bakmak gereği

15 Mart 2023
Dünkü yazımız, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) paylaştığı pandeminin 2020-2021 yıllarına ilişkin “ek ölüm” sayısının, o dönem için Sağlık Bakanlığı tarafından daha önce açıklanan COVID-19 kaynaklı ölüm toplamının çok üstünde olduğunu anlatıyordu.

Yazımız, TÜİK’in A) 2018 ve 2019 yıllarına ait Türkiye’deki bütün ölüm vakaları toplamı olan 862 bin 390 sayısı ile B) pandemi dönemine denk gelen 2020-2021 yıllarına ait ölüm toplamı olan 1 milyon 73 bin 532 sayısı arasındaki farktan yola çıkıyordu. Aradaki 211 bin 142’lik fark, bize pandemi döneminde ortaya çıkan ek ölüm sayısını veriyordu.

Bin kişi başına düşen toplam vefat sayısını ifade eden “Kaba Ölüm Hızı”nın Türkiye’de pandemi öncesindeki yıllarda genellikle iniş çıkışlar olmaksızın düz bir çizgi izlediğini dikkate aldığımızda, 211 bin dolayındaki bu rakam olağan olmayan bir artışın altını çiziyordu.

Oysa kamuoyuna duyurulan COVID-19 kaynaklı resmi ölüm rakamlarının toplamı bu sayının yarısının da altındaydı. O zaman ölüm sayısında olağan olmayan ama nedeni COVID-19 diye de gösterilmeyen ek farkı nasıl izah edeceğiz sorusu beliriyor.

TÜİK İLE BAKANLIK RAKAMLARI TAM TUTMUYOR

Tam bu noktada dünkü yazımızda kısaca değindiğimiz resmi rakamlarla ilgili bir tutarsızlığa da dikkat çekelim. Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı tabloda 2020 yılı COVID-19 kaynaklı ölümler 20 bin 881, 2021 yılında ise 61 bin 480 olarak gösterilmişti. Toplamı 82 bin 361’e geliyordu.

Oysa TÜİK tarafından geçenlerde açıklanan ölüm sayıları majör bir ölçüde olmamakla birlikte yine de Bakanlık rakamlarından farklıdır. TÜİK, COVID-19 kaynaklı ölümlerin toplamını 2020 yılı için 22 bin 136, 2021 yılı için 65 bin 198 olarak vermiştir.

Bu farklılığı izaha muhtaç bir durum olarak dikkate getiriyoruz. Ancak bu yazının devamında TÜİK’in muhtelif hastalık kategorileri verilerini değerlendireceğimiz için, yapacağımız hesaplamalarda ölüm sayılarıyla ilgili Bakanlık değil, bu kez doğrudan TÜİK tablolarını esas alacağız.

ÖLÜMLERDE SOLUNUM VE 

Yazının Devamını Oku

TÜİK’in paylaştığı pandemi dönemi ‘fazla ölüm’ sayısı açıklanan COVID-19 ölümlerinin çok üstünde

14 Mart 2023
COVID-19 salgınının ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöktüğü günlerde Türkiye’deki önemli tartışma başlıklarından biri, Sağlık Bakanlığı’nın virüs nedeniyle ölen vatandaşlarımızın sayılarına ilişkin açıkladığı verilerin sağlıklı olup olmadığını konu alıyordu.

Sağlık Bakanlığı, o günlerde sıkça vefat sayılarını olduğundan düşük gösterdiği yolundaki eleştirilerin hedefi olmuştur. Tabip odalarından, akademik çevrelerden, siyasetçilerden gelen eleştiriler üzerinden ciddi tartışmalar yaşanmıştır kamuoyunda.

Bu çekişmeli durumun nedenlerinden biri, her akşam Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan turkuvaz tablodaki resmi sayılarla sahadan gelen bilgilerin sıkça örtüşmemesiydi. Özellikle salgın dalgalarının tırmanışa geçtiği dönemlerde bu tartışma yoğunlaşıyordu.

RESMİ AÇIKLAMALAR DEFİN RAKAMLARININ ALTINDAYDI

Burada mezarlıklarda defin işlemlerinden sorumlu olan belediyelerin tuttukları ölüm kayıtlarıyla duyurulan resmi ölüm sayıları arasında bariz çelişkiler ortaya çıkıyordu. Bu köşede 16 Aralık 2021 tarihinde yayımladığımız “COVID-19 Ölümleri ve Dolaylı Kayıplar Tartışması” başlıklı yazımızda bu konuya odaklanmıştık.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenli bir şekilde tuttuğu defin rakamlarını esas alarak, “TURCOVID 19” isimli dijital veri platformu ve Bilim Akademisi’nin yayın organı “sarkac.org”un işbirliği içinde düzenli olarak yayımladıkları “Ek Ölüm” grafiği, karşılaştırma yapabilmek bakımından çarpıcı çelişkilere işaret ediyordu.

Fikir verici olması bakımından şu örneği hatırlatalım. Pandemiden önce 25 Kasım 2019 tarihinde İstanbul’da toplam 202 kişi defnedilmişti. Tam bir yıl sonra pandeminin ikinci dalgasına rastlayan 25 Kasım 2020 tarihinde ise İstanbul’da 473 kişi defnedilmiştir. Arada 271 kişilik fark vardı. Buna karşılık aynı gün Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 kaynaklı ölümlerin Türkiye toplamı olarak beyan ettiği sayı 168 kişiydi.

Yani yalnızca o gün itibarıyla İstanbul’da önceki yıla kıyasla iki katından da fazla kayda geçen “ek ölüm” sayısı (271) Bakanlık tarafından Türkiye toplamı olarak duyurulan rakamı (168) fazlasıyla geçiyordu.

VAKALARIN DA EKSİK 

Yazının Devamını Oku

AYM’nin son kararı HDP’nin kapatılması ihtimalini uzaklaştırdı mı?

11 Mart 2023
Anayasa Mahkemesi önceki günkü toplantısında Halkların Demokratik Partisi (HDP) hakkında yürümekte olan kapatma davasında biri sözlü savunmanın ertelenmesi, diğeri bu partiye hazine yardımına konmuş blokajın kaldırılmasına ilişkin iki önemli karar aldı.

Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dünkü açıklamasıyla birlikte 14 Mayıs’ta yapılacağının büyük ölçüde kesinleşmesinin 24 saat öncesine rastlayan bu AYM kararlarını nasıl değerlendirmeliyiz? Özellikle birinci karar HDP’nin seçim öncesinde kapatılabilmesi ihtimali açısından nasıl bir durum yaratıyor? Bu ihtimali uzaklaştırdı mı?

*

Önce birinci kararla başlayalım. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin’in 10 Ocak tarihinde AYM’de mahkeme heyeti önünde sözlü açıklama yapıp kapatma talebini tekrarlamasından sonra, HDP’ye buna karşı sözlü savunmasını yapabilmesi için 14 Mart tarihi verilmişti mahkeme tarafından. Yani önümüzdeki salı günü...

HDP, geçen pazartesi günü (6 Mart) AYM’ye bir dilekçeyle başvurarak, gerek deprem felaketi gerek 11 Şubat tarihli “Olağanüstü Hal Kapsamında Yargı Alanında Alınan Tedbirlere İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”ne dayanarak, sözlü savunmanın “üç ay süreyle” ertelenmesini istedi. HDP’nin bu talebi, sözlü savunmanın 6 Haziran tarihine, yani 14 Mayıs gibi belirmiş olan muhtemel seçim tarihinin üç hafta sonrasına kalmasını içeriyordu.

AYM Genel Kurulu, bu başvuru karşısında önceki gün “oybirliğiyle” aldığı kararında HDP’nin sözlü savunmasını 11 Nisan tarihine, yani bundan bir ay sonrasına ertelemiştir.

Bu yönüyle AYM kararı HDP’nin üç aylık talebinin gerisinde kalıyor. Bir başka anlatımla, HDP’nin sözlü savunması seçimden yaklaşık bir ay önce yapılacaktır. Bu zamanlama HDP hakkındaki kapama davasında belirsizlik ihtimali anlamında kritik bir durum yaratacaktır.

Nitekim  HDP Eşbaşkanı Prof. Mithat Sancar, dün sabah FOX TV’de yaptığı açıklamada AYM kararıyla HDP açısından “belirsizliğin devam etmekte olduğunu” belirterek, “24 ay bekleyen AYM bir ay daha bekleyemez miydi diye bir soru haklı olarak sorulabilir. Bu dava seçim süreci başladığı anda artık görülüyor olmamalı. Yani karar net ve resmi biçimde seçim sonrasına bırakılmalı. Bunun için de gerekli başvuruları yapacağız” diye konuşmuştur.

*

Yazının Devamını Oku

Bilim insanlarına sadece afetlerde değil, her zaman kulak vermek gerekiyor...

9 Mart 2023
YAKIN zamanda yaşanan “Altılı Masa”nın sarsılması hadisesini hariç tutarsak, 6 Şubat’ta Doğu Anadolu Fay Hattı üzerindeki yerleşimleri vuran büyük deprem felaketinden bu yana akşamları en çok onlarla beraberiz. Muhtelif televizyon kanallarında ekrana çıkarak deprem felaketi ve bu tehlike karşısında nasıl bir mücadele yürütülmesi gerektiği konusunda toplumu aydınlatıyorlar.

Onları karşımızda bulduğumuz zaman kuvvetli bir güven duygusunun içimizi kapladığını hissediyoruz. Dosyalarına hâkimiyetlerinden etkileniyoruz. Anlattıklarına pür dikkat kulak kesiliyoruz.

Depremin neden, nasıl meydana geldiğini bu konulara yabancı olan çoğumuzun kavrayabileceği bir yalınlıkla izah ediyorlar. Onları dinledikçe aslında uğradığımız felaketin hiç de öngörülemeyen bir durum olmadığını, az çok kesinlik içinde önceden tahmin edildiğini, gerekli uyarıların uzun zamandır yapılmakta olduğunu da öğreniyoruz.

Jeoloji, jeoloji mühendisliği, jeofizik mühendisliği gibi dallara yayılan uzmanlıklarına baktığımızda, genel bir kategori olarak yerbilim alanında yetişmiş kadrolarımız ve bilim insanlarımız açısından ülkemizin bir eksiği olmadığını da görüyoruz.

Bu alandaki bilim insanlarımızın bir bölümünün çalışmalarıyla uluslararası alanda da temayüz ettiğini, kendi alanlarında dış dünyada otorite kabul edildiklerini öğrenip, bundan büyük bir memnuniyet duyuyoruz.

Hatta devlet protokolünde kabul gördüklerini, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği “Türkiye Ulusal Risk Kalkanı” başlıklı bir toplantıya davet edilerek kendilerine danışıldığını izliyoruz akşam bültenlerinde.

***

17 Ağustos 1999 Körfez depreminden sonra da böyle olmuştu. Türk toplumu, yerbilimi alanındaki uzman hocalarıyla tanışmıştı kısa bir süre içinde.

Örneğin, 2002 yılında ne yazık ki genç bir yaşta kaybettiğimiz İstanbul Teknik Üniversitesi Yer Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof.

Yazının Devamını Oku

‘3 Mart kazası’ndan çıkartılacak dersler

8 Mart 2023
Uzun bir zamandır aracın büyük bir süratle yokuş aşağı duvara doğru sürüklenmesinde olduğu gibi, kazanın adım adım yaklaştığını nefesimizi tutarak izlemekteydik.

İki tarafın da pozisyonları aylar geçmesine karşılık hâlâ birbirinden uzak duruyor, aradaki açıklık kapatılacak gibi görünmüyordu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yaptığı bir dizi hamleyle, attığı adımlarla adaylığının açıklanmasına doğru uzanan yolu biraz daha tahkim ediyordu. İYİ Parti lideri Meral Akşener ise muhtelif beyanlarıyla her seferinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığına sıcak bakmadığını hissettiriyordu.

İkisi arasındaki çekişme kamuoyunun gözü önünde açıkta cereyan ediyordu.

Bir uzlaşı formülü geliştirilemediği takdirde ikisinin tutumları arasındaki karşıtlığın bir kırılmaya yol açması kaçınılmazdı. Nitekim sonunda kaza olmuştur.

*

Kanaatimizce yaşanan hadiseye kimin haklı kimin haksız olduğu gibi bir tartışma ekseninden yaklaşmak çok sağlıklı görünmüyor. Şu nedenle ki, bu ölçekteki krizlerde mutlak kusur ya da mutlak kusursuzluk gibi kavramlarla hareket etmek sıkça yanıltıcı sonuçlara, eksik hükümlerin verilmesine neden olabilir.

Aslında uzun bir zaman içinde ağır ağır yayılan bu gibi krizlerde, herkesin değişen oranlarda sorumluluğu vardır çoğunlukla. Kaza ihtimali varsa ve bu yöneliş ekranda uyarı işaretleri veriyorsa, bu durum denklemin içindeki bütün aktörler açısından çatışmayı önleme, bu yönde çaba sarf etme yükümlülüğünü doğurur.

Örneğin aktörlerden biri, kendi pozisyonunu güçlendirmek amacıyla başvurduğu bir oldu bitti ile karşı tarafı güvensizliğe itmek anlamında sorumluluk taşıyabilir krizin dallanıp budaklanmasında.

Bir diğer aktöre, inatçı bir tutumla doğru dürüst bir risk analizi yapmadan, kararını ciddi bir muhakeme süzgecinden geçirmeden ortalığı kırıp döken bir hamleye giriştiği gerekçesiyle krizde sorumluluk tahakkuk ettirebilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Tam yirmi yıl sonra TBMM’nin tarihi 1 Mart tezkere oylamasına bakınca

2 Mart 2023
Dün 1 Mart 2023’tü. Yani tezkerenin TBMM Genel Kurulu’nun tarihi oturumunda yapılan oylamada reddedilmesi hadisesinin yirminci yıldönümü.

Tezkere kabul edilmiş olsaydı, Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgal etmek amacıyla kendi toprakları üzerinden “Kuzey Cephesi”ni açmasına izin verecek, on binlerce ABD askeri Türkiye güzergâhından Irak’a girecekti. Bu durum Türkiye’yi açıktan savaşın bir parçası haline getirecek, Türkiye toprakları ABD ordusu için bir harekât alanı haline gelecekti.

TBMM’nin gizli oturumunda yapılan oylamada ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına izin verilmesini öngören tezkere için 264 lehte, 250 aleyhte ve 19 çekimser oy kullanıldı. Bu arada 13 kadar milletvekili de katılmamıştı oturuma.

Gizli oturumdan sızan ilk bilgiler tezkerenin  kabul edildiği yolundaydı. Ancak hemen ardından tezkerenin Anayasa’nın “TBMM toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir” hükmünü taşıyan 96’ncı maddesine takıldığı ortaya çıktı. Oylamaya 533 milletvekili katılmıştı. Bu durumda karar için gerekli salt çoğunluk eşiği 267’ydi. Lehte oylar bunun üç eksiğiydi.

O tarihte TBMM’de AK Parti’nin 362, CHP’nin 177 üyesi vardı. Ayrıca 6 bağımsız ve bağımsız seçilip DYP’ye katılmış iki milletvekili bulunuyordu. Siirt seçimi iptal edildiği için TBMM’nin üye toplamı 3 kayıpla 550’den 547’ye düşmüştü.

Her halükarda AK Parti’nin 362 milletvekiline sahip olduğu dikkate alındığında, kabul oylarının 264’te kalmış olması grupta 100’e yakın bir fire verildiğini gösteriyordu. Bunların önemli bir bölümü “ret” oyu  vermiş, bir bölümü çekimser oy kullanmış, bir grup ise oylamaya katılmamıştı.

*

Peki hangi faktörler TBMM’de bu sonucun alınmasında rol oynamıştı? Yirmi yıl sonra geriye baktığımızda birçok faktörün bir araya gelmesinin tetiklediği basıncın TBMM’de alınan bu sonucu doğurduğunu söylemek mümkün. Bu faktörleri herhangi bir önem derecesi atfetmeden sıralayarak şu şekilde özetleyebiliriz:

ABDULLAH GÜL

Yazının Devamını Oku