“Nasıl olur da bu kadar denetimsiz, başıboş bir şekilde yürüyebilir bu işler?” sorusu zihinlerimizde asılı duruyor.
Tabii karşımızdaki felaket tablosunun, yan yana gelmiş pek çok faktörün birleşmesinin bir sonucu olduğunu unutmadan, bugünkü yazımızda meselenin “yasal denetim” kısmına bakmaya çalışacağız.
MİLAT KÖRFEZ DEPREMİ OLDU
Bunu yapmaya kalktığımızda öncelikle “yapı denetimi”nin ülkemiz açısından görece yeni bir kavram olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu konuda ilk kez bir yasa çıkartma ihtiyacı Türkiye’nin 17 Ağustos 1999 Körfez depremi felaketinin büyük şokunu yaşamasıyla birlikte hissedilmiş.
Denetim işinin, öncesinde geçerli olduğu üzere yalnızca belediyelere bırakılamayacağı, inşaat sürecinin sağlama alınması bakımından teknik düzeyde uzmanlığı olan özel firmaların bu amaçla devreye sokulması düşüncesi ağırlık kazanmış.
Yasa hazırlanırken önemli ölçüde AB ülkelerindeki uygulamalardan esinlenilmiş. Döneme bakıldığında, bu konudaki yasanın çıkartılması 1999 yılı sonunda AB’nin Türkiye’ye tam üyelik adaylığını açıkladığı Helsinki Zirvesi kararından sonra AB reformlarının ivme kazandığı bir zaman kesitine rastlıyor.
Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyonunun imzasını taşıyan 4708 sayılı “Yapı Denetim Kanunu”nun TBMM’den geçip Resmi Gazete’de yayımlanma tarihi 13 Temmuz 2001. Yasa bundan bir ay sonra yürürlüğe girmiş. Yani denetim uygulaması depremden tam iki yıl sonra başlamış.
UYGULAMA
Bu çerçevede birçok faktör söz konusu. Malzemeden çalınması, inşaatın projeye uygunluğunun denetlenmemesi hemen ilk akla gelenler. Ancak bu konu tartışılırken meselenin genellikle gözden kaçan bir boyutunun özellikle altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da inşaat sürecinin çok kritik bir unsuru olan “zemin ve temel etüdü raporu” ile ilgili.
*
Bu raporla neyi kastediyoruz? Bir bina inşa edilirken mimari ve statik planlarının yanı sıra üzerine oturduğu zeminin özelliklerinin incelenmesi ve projenin mühendisler tarafından yapılacak statik hesaplarının binanın üzerine oturacağı zemine uygun olması gerekli. Bilimsel bakışı esas alan uygulamalarda zemin etüdünün yapılması inşaatın sağlamlığı açısından hayati önem taşıyor.
“Zemin ve temel etüdü raporu” ne yazık ki ülkemiz için göreceli olarak yeni bir kavram. Kamu binaları açısından bir standart haline getirilmesi 13 Mart 1992 tarihinde yaşanan Erzincan depreminden hemen sonra dönemin Bayındırlık Bakanı Onur Kumbaracıbaşı tarafından yayımlanan bir genelge ile başlamış.
Kamu dışında yapılan inşaatlarda bu uygulamanın başlaması için ne yazık ki 17 Ağustos 1999 Körfez depreminin yaşanması gerekmiş. Bu depremin mevzuat alanındaki ilk sonuçlarından biri, “3030 Sayılı Kanun Kapsamı Dışında Kalan Belediyeler Tip İmar Yönetmeliği” üzerinde 2 Eylül 1999 tarihinde yapılan değişiklik olmuş.
Depremden iki hafta sonra yapılan bu değişikliğin önemli bir boyutu var. Söz konusu değişikliğin 34’üncü maddesinde belediyeden imar durum belgesi alındıktan sonra inşaat projesi hazırlanırken, mimari ve statik planlarla, elektrik ve tesisat projeleriyle birlikte “jeolojik etüt raporu ve zemin etüt raporu”nun da hazırlanacağı belirtiliyor. Üstelik çok spesifik bir şekilde bu raporun “jeoloji ve/veya jeofizik mühendisi veya jeolog tarafından hazırlanacağı” da kayda geçiriliyor.
Bu yönetmelik değişikliğini kamu binaları dışındaki inşaatlar açısından Türkiye’de bir milat olarak görebiliriz.
*
Bugün bu sorulara yanıt ararken, önce mevzuat faktörüne ve bu çerçevede yasalarla, yönetmelikler ve muhtelif düzenlemelerle getirilmiş olan kurallara yakından bakmaya çalışalım.
Hemen baştan belirtelim, Türkiye’nin mevzuat anlamında eksiklikleri olsa bile, 1999 Körfez depreminden çıkarılan derslerin ışığında bugün bu alandaki boşlukların önemli ölçüde giderildiğini söylemek mümkün. Özellikle denetim sorununu gidermek amacıyla 2001 yılında inşaatların yapım sürecinde bağımsız denetim firmalarının rolünün zorunlu kılınması büyük bir boşluğu doldurmuş oldu.
Ancak burada daha başta ortaya çıkan bir sorun, DSP-ANAP- MHP Koalisyon Hükümeti tarafından 2001 yılında çıkartılan “Yapı Denetim Kanunu”nun pilot uygulama olarak yalnızca depremde öncelikli risk taşıdığı değerlendirilen 19 ilde başlatılması oldu. Bu iller şunlardı: Adana, Ankara, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Düzce, Eskişehir, Gaziantep, Hatay, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ ve Yalova. Pilot uygulamada yer alan üç il (Hatay, Gaziantep, Adana) son depremde en çok hasar alan, kayıp yaşayan bölgeler arasındadır.
2002 yılı sonunda işbaşı yapan AK Parti iktidarının uygulamayı bütün Türkiye’ye teşmil etmesi için sekiz yılın geçmesi gerekmiştir. Yapı Denetim Kanunu’nun bütün Türkiye’de uygulanmasına ancak 1 Ocak 2011 tarihinde başlanmıştır.
Bu arada denetim mekanizmasının işleyişinde de ciddi sorunlar baş göstermiştir. İnşaat şirketleri ile denetim şirketleri arasında sınırların çekilmemesi, müteahhitlerin denetimcileri seçebilmesi, kuralların baypas edilmesi anlamında ciddi ihlallere yol açmıştır. Bunun üzerine bundan iki yıl önce daha sıkı bir sistem getirilerek denetim şirketlerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kontrolündeki bir havuzdan otomatik olarak seçilmesi uygulamasına geçilmiştir.
*
Depremde bir bina çöktüğünde kimin sorumlu olduğu sorusuna yanıt ararken, öncelikle inşaat sürecinin hangi aşamalardan geçtiğini ve mevzuat çerçevesinde kimlerin kararlara katıldığı meselesini daha yakından büyüteç altına yatırmamız gerekiyor.
Ancak bugünkü yazımızın sınırları içinde aktaracaklarımız, 1999 sonrasında uygulamaya konan ve kademe kademe ilerleyen mevzuat açısından geçerli olan bir durumu anlatıyor. Çünkü Körfez depreminin acı sonuçlarının gösterdiği gibi, 1999 öncesinde Türkiye’de inşaatlarda etkin ve yaygın bir şekilde işleyen bir denetim mekanizması söz konusu değildi.
Kabul ediyorum, böylesine büyük bir deprem felaketinin ardından eski yazılardan söz etmem ilk bakışta yadırganabilir. Ancak aynı doğal afetin belli zaman aralıkları içinde tekrarlanmasında karşımıza çıkan tabloları karşılaştırmak bizi bazı sonuçlara götürecekse, neden olmasın?
Özellikle de tekrarlanan bir doğal afet karşısında alınması gereken dersler anlamındaki sonuçlar açısından...
Tabii eski yazıların üzerinden giderken, hafta başından itibaren TV ekranlarındaki tartışma programlarında uzman bilim insanlarımız tarafından yapılan değerlendirmeler, tespitler daha da sarsıcı bir hale geliyor.
Ayrıca, kısa bir arşiv taraması bugün deprem konusunda ifade edilen olguların, görüşlerin daha önce de defaatle söylendiğini, altı çizilerek vurgulandığını, hatta uyarı olarak duyurulmuş olduğunu gösteriyor.
Sonra hepsinin bir boşluğa düştüğünü düşünüyorsunuz.
*
Geriye dönük bu okuma egzersizine girişince hafızamdaki bazı görüntüler bütün canlılığıyla yeniden belirdi. TBMM raporuna göre 18 bin 373 vatandaşımızın öldüğü 1999’daki Körfez depreminde, bölgeye felaketin hemen sonrasında değil ama belli bir zaman geçmesinin ardından gittiğim için, yıkılan binaların enkazı çoktan kaldırılmıştı. Hatırladığım görüntüler, yapıların aralarındaki boş alanlardı; bir dönem üzerinde apartmanların, evlerin yükselmiş olduğu...
O boşluklar, artık yıkımı ve enkaz altında son bulan hayatları çağrıştırıyordu bütün ürkütücülüğüyle...
Bir insanın dünyaya gözlerini yeni yılın ilk günü açmış olması ilk bakışta çok istisnai bir yaş gününe işaret eder, değil mi? Oysa AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın biyografisinde öyle yazması, gerçekten de o tarihte doğduğunun bir delili değildir. Çünkü bu tarih, kendisinin çocukluğunda Sorgun’daki nüfus memurunun takdir etmiş olduğu bir husustur.
Arslan, “Nüfus memuruna göre 1964 yılının ilk günü ama anneme göre ise 1965 yılının ırgatlık zamanı, yani ekinler biçildiğinde doğmuşum” diye tespit ediyor aradaki çelişkiyi 2019 yılında Adalet Akademisi’nin yayını “Akademi Kürsü” dergisine verdiği mülakatta.
Sorun şurada ki, 1 Ocak 1964 tarihi ile annesi Melek Hanım’ın ifadesiyle 1965 yılının temmuz sonrasında başlaması gereken “ırgatlık zamanı” arasında bir buçuk yılı da aşan bir zaman farkı var.
“Anlayacağınız, gerçekte tam olarak ne zaman doğduğumu kimse bilmiyor” diye anlatıyor Prof. Arslan ve ekliyor: “Esasen bu önemli de değilmiş o zamanlar. Önemli olan ilkokula başlarken alınan nüfus cüzdanına yaşım tutacak şekilde bir doğum tarihini yazmakmış. Bunu da bu konularda uzmanlaşmış olan nüfus memurumuz kolayca halletmiş.”
Dolayısıyla, önceki gün AYM Başkanlığı görevine üçüncü kez seçilen
Sürpriz, çünkü pek çok kesim son dönemde mahkemede önemli ölçüde yerleşmiş olan oy kalıplarına bakarak, bunun yansıttığı güç dengesinden hareketle Prof. Arslan’ın bu kez kazanamayacağı hususunda az çok görüş birliği içinde görünüyordu.
Bunun nedeni, AYM Genel Kurulu’ndaki oylamalarda Prof. Arslan’ın özellikle çok kritik oylamalarda sıkça çoğunluktaki grupta değil azınlıkta kalan grupta yer alıp genellikle kararlara muhalefet şerhi yazmasıydı.
AK Parti-MHP blokunun seçim kurullarının yapısını köklü bir şekilde değiştiren yasayı TBMM’den geçirmesi üzerine CHP’nin yaptığı iptal başvurusunda Prof. Arslan’ın kullandığı oy bu bakımdan fikir vericidir.
Seçim kurullarındaki kıdemli hâkimlerin görev yapması uygulamasına son verilerek, üyeliklerin kurayla belirlenmesi yolundaki düzenlemenin iptali başvurusu 9 üyenin çoğunluğuyla reddedilmiştir. Prof. Arslan dahil 5 üye CHP’nin itirazını destekleyerek karşıoy kullanmıştır.
Geçen ocak ayının başında HDP’ye kapatma davasında bu partiye devlet yardımlarının banka hesabına “tedbiren bloke konmasını” öngören karar 6 karşıoya 9 oyla kabul edilirken, Prof. Arslan yine azınlıkta kalmıştır.
Keza 2016 yılında HDP eski Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir’e Meclis kürsüsünde “Kürdistan” ifadesini kullandığı için TBMM Genel Kurulu tarafından verilen disiplin cezasıyla ilgili bireysel başvurudaki yetkisizlik kararında da Prof. Arslan yine karşıoy yazmıştı. Bu karar da 6’ya 9 çıkmıştı. Örnekleri artırabiliriz.
AYM’NİN SÜRPRİZ ÜYESİ: KENAN YAŞAR
Oylama kalıplarına baktığımızda istisnalar olmakla beraber
Bugünkü yazıda ise belgenin “Hukuk, Adalet ve Yargı” bölümünü değerlendirmek istiyorum.
Bunu yaparken baştan hatırlatılması gereken bir husus, bu bölümde sıralanan taahhütlerin aslında 28 Kasım tarihinde yine bu altı parti tarafından ortaklaşa açıklanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği Önerisi” programı içinde önemli ölçüde duyurulmuş olmasıdır.
*
Pazartesi günü ilan edilen mutabakat belgesinin “Yargı Reformu” bölümü özellikle yargı bağımsızlığını güvence altına almaya yönelik köklü bir yapısal dönüşüm öngörüyor. Bu çerçevede hemen ilk sırada yer verilen hedef, birinci sınıfa ayrılan hâkim ve savcılar bakımından “coğrafi teminat” güvencesinin getirilmesidir.
Hâkim ve savcıların idari tasarrufla başka illerde görevlendirmelerine karşı koruyucu bir önlem olarak düşünülen coğrafi teminat konusu Türkiye’de yıllardır konuşulan, ancak bir türlü uygulamaya konmamış olan bir meseledir.
İlginç bir nokta, coğrafi teminat konusunun Abdulhamit Gül’ün Adalet Bakanlığı döneminde 2019 yılında hazırlanan Üçüncü Yargı Reformu Paketi’nde de önemli bir hedef olarak vaat edilmiş olmasıydı. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs 2019 tarihinde söz konusu reform belgesini açıklarken bu vaadi telaffuz ederek, “Mevcut tayin sistemi mesleki verimliliği olumsuz etkiliyor. Coğrafi teminat, hâkim ve savcıların isteği olmaksızın çalıştığı yerden başka bir yere tayin edilememesi anlamına geliyor. Bu düzenlemeyle hâkim ve savcıların mesleki teminatlarının daha da güçlendirilmesini hedefliyoruz” diye konuşmuştu. Gelgelelim daha sonra bu konuda herhangi bir yasal düzenleme getirilmemişti.
*
Mutabakat metninde vurgulanan önemli bir başka husus, a) Anayasa Mahkemesi (AYM) ve AİHM içtihatlarının diğer mahkemelerce dikkate alınması ve aynı zamanda b) Bu mahkemeler tarafından verilen kararların uygulanmasını sağlayacak önlemlerin alınacağına ilişkin bir hedefin de kayda geçirilmesidir.
Bugünkü yazımda belgenin en sonunda yer verilmiş olan “Dış Politika, Savunma, Güvenlik ve Göç Politikaları” bölümünü değerlendireceğim.
Bu bölümdeki dış politika alt başlığına baktığımızda önce genel bir tespitle yola çıkmamız gerekiyor. Dış politika meseleleri, uzun bir zamandır söz konusu altı partinin çoğu, özellikle de CHP açısından bir belirsizlik alanını gösteriyordu. Açıklanan programın, en azından burada hissedilen boşluğu şimdilik -belli ölçülerde- doldurduğu söylenebilir.
Yapacağımız bir başka gözlem, dış politika bölümünde köşeli, vurucu beyanlardan kaçınılmış olmasıdır. Mutabakat belgesinin iç politika kısmında seçmenlerin hemen zihinlerinde yer edecek, dolaşıma girecek bazı çarpıcı başlıklar olmakla beraber, dış politika bölümü bu çizginin biraz dışında tutulmuş gibi görünüyor.
Ayrıca, metni yazanların dış politikada çatışmacı, meydan okuyucu, yüksek volümle konuşan bir üsluptan özellikle kaçındıkları da söylenebilir. Bunun yerine sorunların çözümünde yapıcı bir anlayışla diplomasiyi önceleyen bir dil belirgin bir şekilde kendisini hissettiriyor.
Bütününe bakıldığında, Türkiye’nin dış politikasının geleneksel çok yönlülüğünün dengeli bir çerçevede gözetileceği bir perspektif görüyoruz metinde. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını, küresel ölçekte bütün coğrafyalarda, örneğin Afrika, Asya gibi farklı kıtalarda maksimize etmeye dönük hedeflerden söz ediliyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) de bu perspektifin dışında tutulmamıştır. Ancak bu örgüt ile ilişkilerin “gerçekçi bir zeminde değerlendirileceği” kaydedilmiştir. Yani ŞİÖ stratejik bir hedef olarak görülmemektedir.
BAŞAT DOĞRULTU BATI’YA DÖNÜK
Çok yönlü bir bakış söz konusu olmakla beraber, Batı’ya dönüklüğün bu belgede başat bir doğrultu olarak kendisini gösterdiği söylenebilir.
Metnin Batı dünyasına dönük bölümünde öncelikle Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin vurgulandığını görüyoruz. Burada