HTŞ ile ÖSO grupları arasında özellikle geçen hafta yaşanan, önceki gün yeniden patlak veren çatışmalarda ölenlerin sayısının siviller de dahil olmak üzere 60’a yaklaştığı anlaşılıyor.
TSK’nın gözetimi altında bulunan bir bölgede meydana gelen bu olaylar, kuşkusuz Türkiye açısından önemli sonuçlar taşıyor, Suriye rejimi ile normalleşme tartışmalarının sürdüğü bir dönemde.
*
Son olayları değerlendirebilmek için önce biraz geriye, geçen haziran ayına dönelim. Haziran ayında merkezi Afrin şehri olan Zeytin Dalı Harekât Bölgesi’nde ÖSO bileşenleriyle ÖSO çatısı dışında kalan Ahrar eş Şam gibi silahlı muhalif gruplar arasında çatışmalar meydana geldi. Bu çatışmalar sırasında İdlib’de üslenmiş olan HTŞ, 18 Haziran tarihinde Zeytin Dalı bölgesine girerek çatışmalarda ÖSO’nun karşısında yer alacak şekilde taraf oldu.
HTŞ, bu hadiseler sırasında yaklaşık 700 araçtan oluşan dev bir konvoyla bu bölgeye giriş yaparak Afrin’in 20 kilometre kadar güneybatısındaki Cinderes kasabası ve civardaki köylerde belli bir süre için kontrolü eline geçirdi. Sonradan Türkiye’nin de devreye girmesiyle HTŞ Afrin bölgesinden çekildiyse de örgüt bu hamlesiyle önemli bir mesaj vermiş oldu ilgili bütün taraflara.
Böylelikle, Hatay’a bitişik İdlib’de büyük ölçüde alan hâkimiyetine sahip olan, kurduğu ve “hükümet” olarak adlandırdığı bir idare üzerinden bu bölgeyi yöneten HTŞ, ilk kez İdlib sınırları dışına çıkmış oldu. HTŞ, Türkiye’nin kontrolü altındaki bir bölgeye girerken, askeri gücünü sahaya sürdüğünde arazideki dengeyi pekâlâ Türkiye’nin himayesindeki ÖSO aleyhine değiştirebileceğini gösterdi.
Ateşkesin ardından uzun bir süre her şey yatışmış görünüyordu ki kapanmış görünen anlaşmazlık konuları geçen hafta yeniden patlak verdi ve HTŞ bir kez daha sahaya girdi, üstelik bu kez Afrin’e kadar çıktı.
*
Özellikle o dönemde yayımladığım ilk yazıyı okuduğumda şunu fark ettim. İçinde bazı güncellemeler ve uyarlamalar yaptığım takdirde, önemli bir bölümünü tekrarladığımda, fikir akışı ve ana mesajlar bakımından pekâlâ bugün için de büyük ölçüde geçerli 2014 yılındaki bu yazı.
Zaten başlığına bakmak bile bunu göstermek açısından tek başına yeterli. “Maden kazalarında fıtrat faktörü ve bilimsel bakışın gereği” başlığını koymuşum 16 Mayıs 2014 tarihli bu yazıya.
Sekiz buçuk yıl sonra aynı tartışmaya dönmüş bulunuyoruz.
*
O yazıya “Yaşanan büyük faciadan sonra, bu gibi büyük kazaların ardından her seferinde yaşandığı gibi yine aynı soru karşımıza çıkıyor” diye başlayıp, sormuşum:
“Teknolojideki gelişmeler izlenmiş, gereken bütün önlemler alınmış, ayrıca bu konudaki prosedürler, kurallar titizlikle gözetilmiş olsaydı, bu kaza önlemez miydi?”
Pek çok vatandaşın bu soruya “Tabii ki önlenebilirdi” yanıtını vereceğini de eklemişim.
Ardından ülkenin karar vericileri arasında değişik yaklaşımlara rastlamanın mümkün olduğunu belirterek devam ediyor yazı. Bu çerçevede dönemin başbakanı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onayının ardından yürürlüğe girmesiyle birlikte kendimizi Türkiye’de yeni bir dönemin içinde bulacağız.
Bu yasanın uygulaması artık herkesin günlük hayatının bir parçası haline gelecektir. Çünkü yalnızca gazeteciler değildir bu yasanın getirdiği sınırlamaları göz önünde bulundurmak zorunda olanlar. Aynı zamanda sosyal medyayı kullanan bütün vatandaşlar da bundan böyle tweet mesajı atarken ya da başka mecralarda paylaşımda bulunurken kullandıkları ifadeleri artık iki kez düşünmek durumunda kalacaklardır, “Gönder” düğmesine basmadan önce.
Bunun nedeni, yasanın vatandaşların kendilerini ifade ettikleri bütün sosyal paylaşım mecralarını da kapsayan bir genişlik taşımasıdır.
*
Sorunun temeli, yasayla getirilen düzenlemelerde suçun tanımının son derece geniş ve muğlak bir şekilde formüle edilmiş olmasıdır. Zaten yasanın “Hukuki belirlilik” ilkesi bakımından çok sayıda sakınca taşıdığı bizzat Yargıtay temsilcisi tarafından da ortaya konmuştur TBMM Adalet Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında.
Metindeki muğlaklığın savcılar ve hâkimler tarafından geniş bir şekilde yorumlanarak uygulanması ihtimali ifade özgürlüğünün kullanılması açısından önemli handikaplar yaratmaya adaydır.
Bu ihtimale dikkat çekebilmek için yeni düzenlemenin Türk Ceza Kanunu’nun 217’nci maddesine yaptığı eklemeyi özellikle hatırlamamız gerekiyor.
Buna göre, “
Bu haberlerden ilk bakışta Biden yönetiminin devreye girerek Kongre üzerinde ağırlığını koyduğunu anlamamız gerekiyor.
Ancak yönetimin bu hamlesine bakarak dosyanın Kongre’de nihai şeklini aldığı sonucunu çıkarmak da yanıltıcı olur. İşin bu kısmını yazının sonuna bırakıp konunun genel çerçevesini değerlendirebilmek için yakın zamandan iki olayı hatırlayalım.
ABD BÜYÜKELÇİSİ YUNAN HAVA ÜSSÜNDEKİ TÖRENDE NE DEDİ?
Bu olaylardan birincisi, ABD’nin Atina Büyükelçisi George Tsunis’in geçen 12 Eylül’de sosyal medya hesabından paylaştığı görüntülü bir haberde karşımıza çıkıyor. Tsunis, “F-16 VIPER modernizasyon programını kutlamaktan onur duyuyorum” diyor bu paylaşımında.
Bu mesajı destekleyen fotoğraflarda ABD Büyükelçisi Yunan Hava Kuvvetleri’nin Tanagra Hava Üssü’nde bir F-16 savaş uçağının önüne yerleştirilmiş kürsüden törene katılan üst düzey konuklara hitap ediyor. Fondaki ABD ve Yunanistan bayrakları da bu görüntüyü tamamlıyor.
Kutlama töreni, Yunanistan’ın elindeki F-16 uçaklarının modernizasyonu için ABD ile yürütülen işbirliği programı çerçevesinde ilk iki uçağın yeni donanımlar eklenerek “VIPER” diye adlandırılan bir üst kategoriye geçmesi vesilesiyle düzenlenmiştir.
Teknik terminoloji ile ifade etmek gerekirse, yetenekleri açısından bugün itibarıyla “4’üncü nesil” olan F-16 uçakları, bu modernizasyon programından geçerek “4.5’uncu nesil” kategorisine çıkacaklardır.
Bundan, uçağın radarlarının menzil derinliğinin artması, radar izlemesinde çoklu hedefe odaklanabilmesi, aynı zamanda radarla elde edilen bilgilerin aktarım yeteneğinin geliştirilmesi ve bütün bu işlevlerin icra edilebilmesini sağlayacak olan görev bilgisayarının ve bütün yazılımın da bir üst eşiğe sıçramasını anlıyoruz.
MUDANYA sahilinde Gemlik Körfezi’ne bakan iki katlı ahşap binanın girişinde salonun sol tarafındaki küçük odada zaman sıkışmış gibi duruyor. Pencereden dalgalı bir denizin görüntüsü içeri yansıyor. Odanın ortasındaki masanın iki tarafında, tarihin kritik bir dönemeç noktasında o masaya oturmuş müzakerecileri temsil eden balmumundan heykelleri var, askeri üniformalarıyla birlikte.
Masanın girişe göre sol tarafında kalpağıyla TBMM hükümetinin müzakerecisi, İstiklal Savaşı’nda Garp Cephesi’nin muzaffer komutanı İsmet İnönü... Tam karşısında İngiliz Korgeneral Harington. Onun solunda Fransız Tümgeneral Charpy ve sağında İtalyan Korgeneral Mombelli...
İnönü Vakfı Başkanı Özden Toker ile ödül töreninden sonra bir arada.
Önceki gün, yani bundan tam yüz yıl önce 11 Ekim 1922 tarihinde, o masanın etrafında oturan Ankara hükümetinin temsilcisi ile itilaf devletlerinin temsilcileri, Kurtuluş Savaşı’nda ateşkesi ilan eden, savaşı resmen bitiren Mudanya Mütarekesi’ne imza atmışlardı.
İmzalar atıldıktan sonra İsmet İnönü, beraberindeki generallerle birlikte evin merdivenlerden inecek ve onları açıkta bekleyen savaş gemilerine hareketleri öncesinde askeri törenle uğurlayacaktı.
Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” kitabının üçüncü cildinde yazdığına bakılırsa, bu sırada askeri selam birliği vaziyet alır. Müttefik generaller kıtayı teftiş ederek geçerken, askeri bandonun şefinin değneğini kaldırmasıyla mızıka marşa girer. Generaller, bu marşın ahengine ayak uydurarak rıhtıma doğru yürürler.
Aydemir
Bu tartışmaların temelinde Muhterem İnce’nin Sayıştay kökenli olmaması geliyor. Biyografisine bakıldığında, İnce’nin üniversite mezuniyetinin ardından 1994 yılındaki kaymakam adaylığından başlayarak kariyerini geçen haziran ayı sonuna kadar İçişleri Bakanlığı’nda geçirdiği ve Bakanlık bürokrasisinin en üst noktasına kadar yükseldiği görülüyor.
İnce, örneğin Bakanlığın Personel Genel Müdürü (2014-2016) olarak görev yapmış, 2016 yılı haziran ayında Artvin Valiliği görevine atanmış. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden iki ay kadar sonra İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı’na getirilmiş. Türkiye 2018’de Başkanlık Sistemi’ne geçtikten sonra da İçişleri Bakan Yardımcısı unvanını almış.
Bir başka anlatımla, kendisini 2016 sonrasındaki dönemde İçişleri Bakanlığı’nın Bakan Süleyman Soylu’dan sonraki iki numaralı ismi olarak nitelendirmek hata olmaz.
*
Toplam 15 üyesi bulunan AYM’de Sayıştay üyelerine ayrılan iki koltuk var. Bu üyelerden Hicabi Dursun yasa gereği 12 yıllık görev süresi bu ay sona erdiği için yerine Sayıştay kontenjanından yeni bir ismin seçilmesi gerekiyordu.
Muhterem İnce, İçişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yaparken geçen mayıs ayında boş bulunan Sayıştay üyelikleri için TBMM’de yapılacak seçimde aday olmuştu. İnce, 29 Haziran tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda Sayıştay üyesi seçilmişti. O tarihte özellikle CHP sözcüleri tarafından yapılan açıklamalarda, İnce’ye daha sonra AYM üyeliğine giden yolu açmak için “hülle” olarak bu yönteme başvurulduğu ileri sürülmüştü.
TBMM’deki iktidar bloku çoğunluğu geçen hafta İnce’yi bu kez Sayıştay kontenjanından AYM üyeliğine seçmiştir. CHP ve HDP’nin katılmadığı oylamanın üçüncü turunda kullanılan 302 oydan 282’si İnce’ye gitmiştir.
Sonuçta
Karşımızda yalnızca sosyal medya değil, aslında bütün mecralar itibarıyla Türkiye’de ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün geleceğini ilgilendiren, bu özgürlüklerin alanını ciddi derecede sınırlama, daraltma potansiyelini taşıyan bir yasa teklifi var.
Kaygılar en çok AK Parti ile MHP tarafından ortaklaşa verilen teklifin 29’uncu maddesi üzerinde toplanıyor. Bu madde, Türk Ceza Kanunu’nun “Kamu Barışına Karşı Suçlar”a ilişkin “Beşinci Bölümü”nde yer alan 217’nci maddesinin devamına “Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma” altbaşlığı ile şu eklemenin yapılmasını öngörüyor:
“MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”
Bir sonraki fıkraya göre, suç failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle ya da örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenirse, ceza yarı oranında artırılıyor.
YARGITAY İÇTİHATLARININ İÇİNDEN YÜKSELEN İTİRAZLAR
Bu maddede suçun son derece geniş ve muğlak bir şekilde tanımlanmış olması, uygulamada hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan “Hukuki Belirlilik” ilkesi açısından ciddi mahzurlar yaratıyor.
Bu teklifi değerlendirirken en doğrusu, konunun önemli bir uzmanı olan Yargıtay üyesi Dr. İhsan Baştürk’ün TBMM Adalet Komisyonu’nun 15 Haziran tarihindeki oturumunda “teknik” bir dille kayda geçirdiği çekinceleri bir kez hatırlamak olmalıdır.
Dr.
ABD’nin stratejisini Yunanistan’a dayandırmasının bölgedeki bir başka NATO üyesi Türkiye açısından sonuçlar doğurmaması düşünülemez.
Bugünkü üçüncü yazımızda, askeri alandan sonra bu yönelişin ana zeminine, Washington, Ankara ve Atina arasındaki siyasi güç dengelerindeki duruma, daha doğrusu burada beliren dengesizliğe bakmaya çalışacağız.
Bunu her köşe noktasında bu üç ülkeden birinin yer aldığı bir üçgen benzetmesi üzerinden göstermeye çalışalım. Yunanistan ile ABD arasındaki yakınlaşma, bu üçgen içinde ağırlığın Atina-Washington hattı üzerinde yoğunlaşmasına yol açıyor. Bu yoğunlaşma üçgende ciddi bir kırılma yaratmaya aday görünüyor.
*
Karşımızdaki durumu Biden döneminin bir sonucu olarak değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. ABD’de Demokrat Başkan Joe Biden’ın seçilmesinden çok önce başlamış, ana çerçevesi Trump döneminde şekillenmiş olan bir süreçten söz ediyoruz. Ancak şurası da bir gerçek ki, ibrenin Yunanistan’a doğru döndüğü bu süreç, geçmişte Yunanistan’a sempatisini hiçbir zaman saklamamış olan Biden’ın başkan olmasıyla birlikte ivme kazanarak daha büyük bir ölçeğe yerleşmiştir.
İşin geldiği nokta, Başkan Biden’ın geçen mayıs ayında Beyaz Saray’da Yunanistan Başbakanı Kryakos Miçotakis’i kabul ederken, şaka yollu kendisini “Bidenopoulus” diye takdim etmesine kadar uzanmıştır.
Başbakan Miçotakis’in bu Washington ziyareti sırasında Kongre’ye hitabı sırasında tam 37 kez alkışlanmasının da sembolize ettiği gibi, ABD-Yunanistan ilişkileri tarihinin en parlak dönemlerinden birinden geçmektedir.
Yunanistan, siyasi açıdan Washington’da