İÇİNDEN geçtiğimiz bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri Türkiye ile Yunanistan arasında hava kuvvetlerindeki güç dengesi. Bunun nedeni, her iki ülkenin hava kuvvetlerinin modernizasyonu ve yeni savaş uçağı alımlarıyla ile ilgili yaşanmakta olan kritik gelişmeler. Bu gelişmelerin Türkiye ve Yunanistan cephelerinde hangi yönlerde sonuçlanacağı, iki ülke arasında Ege’de havadaki askeri güç dengesini doğrudan etkileyebilme potansiyeli taşıyor.
Askeri yeteneklerin karşılaştırılması alanında en önemli uluslararası referanslardan biri kabul edilen “Küresel Ateş Gücü” (Global Firepower) isimli web portalına bakılırsa, hava gücünde muharip uçaklar açısından küresel sıralamada Türkiye 15’inci, Yunanistan ise 17’nci geliyor.
Muhtelif kaynaklardan derlediğimiz bilgilere göre, muharip yeteneklerde Türkiye’nin 235 kadar dördüncü nesil F-16 savaş uçağı ve 30 kadar genellikle 3.5’uncu nesil kabul edilen F-4 savaş uçağı var. Türkiye’nin halihazırda 4.5’uncu nesil savaş uçağı yok. Bunun yerine mevcut F-16’lara, VIPER diye adlandırılan bir modernizasyon projesi ile 4.5’uncu nesil özellikleri kazandırılması hedefleniyor. Türkiye, ayrıca ABD’den 40 adet 4.5’uncu nesil yeni F-16 VIPER savaş uçağı almak istiyor.
Türkiye’nin 5’inci nesil F-35 uçağı bulunmuyor. Aslında başlangıçta bu uçakların ortak üretim programında yer almasına karşılık, S-400 hava savunma sistemi aldığı için Türkiye 2019 yılında ABD tarafından bu programdan çıkartılmıştı.
Yunanistan’ın envanterinde ise 160 kadar F-16 bulunuyor. Geçen yıl Yunan F-16’larının VIPER modernizasyon projesi fiilen başladı. Toplam 84 kadar F-16 modernize edilecek. Komşumuzun yine dördüncü nesil olan 24 kadar Fransız Mirage uçağı var. Buna ek olarak, Yunanistan geçen yıl başında Fransa’dan 4.5’uncu nesil 6 adet Rafale uçağı aldı. Varılan mutabakat çerçevesinde Yunanistan’ın envanterindeki Rafale uçaklarının sayısının 2025 yılına kadar 30’a çıkması planlanıyor. Bir de 35 kadar 3.5’uncu nesil F-4 Yunanistan’ın muharip uçak envanterini tamamlıyor.
Süleyman Demirel törene katılan tek cumhurbaşkanıydı. Sınırlı sayıda Balkan ve Orta Avrupa ülkesi başbakan düzeyinde hazır bulunmuştu törende. ABD’yi ve AB ülkelerini Zagreb’deki büyükelçileri temsil ediyordu.
Batı dünyası Tudjman’ın cenazesine de mesafeliydi. Nedeni, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde ve Bosna’da patlak veren savaşlarda kendisine atfedilen savaş suçlarıyla ilgiliydi. Tudjman, ayrıca otoriter liderlik tarzı ve insan hakları alanındaki siciliyle de Batı’da genel olarak rahatsızlık yaratmıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel, yaptığımız sohbette her şeye rağmen Türkiye’nin cenaze merasiminde en üst düzeyde temsilinin doğru bir karar olduğunu belirterek, bu tür jestlerin ikili ilişkilerde ileriye dönük kalıcı olumlu izler bırakacağını anlatmıştı.
*
Evet, Demirel’in Zagreb’e cenaze törenine katılmak için yaptığı günü birlik gezisini izleyen gazetecilerden biri de o dönemde Hürriyet’in Ankara Temsilcisi sıfatımla bendim.
Tabii bizler Tudjman’ın cenazesini izlesek de, aklımız o hafta sonunda Türkiye’nin önünde açılmış olan Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifine kilitlenmiş durumdaydı.
Galiba biraz ayaklarımız yerden kesilmiş gibiydi. İçinde bulunduğumuz yüksek ruh halinin gerisinde bir cuma gününe denk gelen 10 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de başlayan AB Zirvesi’nde alınan tarihi bir kararla Türkiye’nin tam üyelik adaylığının resmen açıklanmış olması yatıyordu. Avrupa Birliği’nin Dış Politika Temsilcisi Javier Solana bu kararla ilgili son detayları müzakere etmek üzere Ankara’ya gelmişti.
Ankara’nın önerilen çerçeveyi kabulünün ardından dönemin başbakanı
Rakamlara bakınca aslında geçen yıl boyunca yakından gözlenen bir yönelişin kesinleşmiş tablosunu karşımızda bulduk. Rusya, geride bıraktığımız yıl Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı ülkeler sıralamasında birinciliğe yükselmiş.
Rusya, özellikle doğalgaz alımı nedeniyle Türkiye’nin ithalatında her seferinde ilk üç içinde olmakla birlikte, genellikle ikincilik ve üçüncülük sıralarını Almanya ile dönüşümlü olarak paylaşırdı. Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti, Türkiye’nin ithalatındaki birinciliğini başka hiçbir ülkeye kaptırmıyordu. Ancak Rusya, bu kez Çin’i geride bırakmıştır.
Rakamlar üzerinden göstermeye çalışırsak, 2021 yılında 32.3 milyar dolarla ithalatta birinci olan Çin, geçen yıl 41.3 milyar dolara çıksa da yine de sıralamada ikinci olmaktan kurtulamamıştır. Çünkü, 2021 yılında Türkiye’nin ithalatında 28.9 milyar dolarla ikinci sırada olan Rusya bu kez 59.6 milyar dolara fırlamıştır. Artış iki katın da biraz üstündedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın buradaki artış majör bir sıçramadır. Çok sık karşılanan bir durumdan söz etmiyoruz.
*
Rusya’nın Türkiye’ye ihracatındaki artış nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun yanıtı uzunca bir zamandır, daha doğrusu Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) aylık istatistiklerinde yavaş yavaş şekillenmekteydi.
Savaşın şubat sonunda patlak vermesinin ardından özellikle hazirandan itibaren Türkiye’nin Rusya’dan petrol ithalatı aylık bazda önceki yıllara kıyasla yaklaşık iki kat artmaya başlamıştı. Petrol ithalatında daha önce genellikle Irak birinci sırada dururken, Rusya birden bu ülkenin üstüne çıkmıştı.
Rusya’nın Batı’nın ambargosu karşısında düşük tarifeden petrol satmaya başlamasının Türkiye’nin bu ülkeden petrol ithalatını yukarı çeken ciddi bir teşvik faktörü olduğunu söylemek mümkün.
Bu raporlar, kapsadıkları dönemler itibarıyla sahada her alanda meydana gelen gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde aktarmayı hedefliyor.
Guterres’in 15 Aralık tarihli en son raporunun üzerinden giderken dikkatime takılan bir durum, Fırat’ın doğusunda Özerk Yönetim altındaki bölgede eğitim alanında yaşanan bazı sorunlara projektör tutulmuş olmasıydı.
“Özerk Yönetim” derken, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolü altındaki bölgeyi ve burada ipleri elinde tutan ABD’nin himayesindeki yapıyı kastediyorum.
BM raporuna geçen sorunlar başörtüsü alanındaki sınırlamalar ve Kürtçe müfredatın Arapça müfredata baskın kılınmaya çalışılmasıyla ilgili uygulamaları konu alıyor.
BM VE OKULLARDA BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI
Tartışma yaratan kararlarından biri, Suriye’nin kuzeydoğusundaki “Yerel Makamlar”ın geçen ekim ayında bu bölgedeki okullarda başörtüsünü yasaklamış olmalarıdır. Rapora göre, bu karar Deyrezor, Rakka ve Haseke’nin muhtelif yerleşimlerinde öğretmenlerin, velilerin ve aşiret liderlerinin gösterilerine yol açmıştır. Bu protestolar üzerine ilan edilen yasak askıya alınmıştır.
Bu hadisedeki dikkat çekici nokta, özerk yönetimin bu kararı yalnızca kuzeyde Kürt nüfusun daha ağırlıklı olduğu Haseke bölgesi değil, baskın Arap dokusuna sahip olan Rakka ve Deyrezor’da da uygulamaya kalkmış olmasıdır.
BM Genel Sekreteri raporunda, bu yasağın ifade, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin ihlalini oluşturacağını belirtiyor. Böyle bir yasağın kız çocuklarını, aileleri ve kadın öğretmenleri okula gitmekten caydıracağı, bunun sonucu kadınların çalışma ve eğitim haklarına zarar vereceği kaydediliyor raporda.
Bu açıklamasında Kalın’ın “Temel hak ve hürriyetlere” vurgu yapması beni konuya daha da yakından bakmaya yöneltti.
Aslında bu sözleri Kalın’ın İran’la ilgili ilk beyanı değil. Olaylar geçen sonbaharda ilk patlak verdiğinde Kalın’ın benzer bir açıklaması olmuş, ancak başka hadiseler baskın çıkınca nedense bu çıkışının üzerinde yeteri kadar durulmamıştı.
Mahsa Amani’nin 13 Eylül tarihinde başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle “Ahlak polisi” olarak bilinen “İrşad Devriyeleri” tarafından gözaltına alınıp götürüldüğü karakolda komaya girip üç gün sonra ölmesi, İran’da halen sürmekte olan ve yüzlerce göstericinin hayatını kaybettiği ülke çapındaki kitlesel protestoları tetiklemiş bulunuyor.
Bu hadiseler karşısında Türkiye’de siyasi çevrelerde sergilenen tepkilere baktığımızda şöyle bir tablo görüyoruz:
KALIN: ‘BİREYİN TERCİHİ ESASTIR’
Ankara’nın bu olaylarla ilgili ilk tutum açıklaması 23 Eylül tarihinde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın’dan gelmiş. Kalın, NTV’de Ahmet Arpat’ın bu konudaki sorusuna yanıt verirken, önce bu ölümden ve yaşanan olaylardan “büyük üzüntü ve endişe duyduklarını” anlatarak şunları söylemiş:
“Yani İran’da şu veya bu gerekçeyle bu tür karışıklıkların olması bizi üzüyor. Yani bir an önce temel hak, hukuk çerçevesinde bu sorunun çözümü, kadınlara dönük bu tür durumlarla karşılaşıldığında nasıl bir yol izleneceğine dair İran tarafının, İran yönetiminin de daha sağduyulu hareket edeceğine inanıyorum ben. Bu tür tercihlerle karşı karşıya kalındığında bireyin özgürlüğü, tercih hakkı dikkate alınmalıdır. Bu tabii ki toplumun genel, devletin ortaya koyduğu temel kanunları ortadan kaldırmayı hedeflemez. Ama bireyin tercihi de burada esastır. Bu ikisi arasındaki dengeyi gözeten, toplumsal barış ve huzuru önceleyen bir yaklaşımın hakim olması temel arzumuzdur.”
Burada İran yönetimine
Prof. Arslan’ın geçen salı günü AYM Anayasa Yargısı Araştırma Merkezi ile İstanbul’daki Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “AYM Kararlarında Yorum Sempozyumu”nda yaptığı konuşmayı kastediyorum.
Konuşmasına koyduğu başlık, zaten Prof. Arslan’ın Anayasa yargısının yönelmesi gereken hedeflere nasıl baktığı hususunda yeteri kadar açıklayıcıdır. Metin, “Anayasa Mahkemesi’nin Hak Eksenli Yorumu” başlığını taşıyor.
Anayasa yargısının “belki de” en önemli konusunu “yorum” meselesi olarak görüyor AYM Başkanı.
‘OTORİTER YÖNETİMLERDE YORUMA YER YOK’
Prof. Arslan, konuyu değerlendirirken önce hukukta yorum meselesinin Aristo’dan başlayarak felsefi köklerine iniyor, Alman filozof Heidegger’e atıflar yapıyor. Keza ünlü Alman düşünür Jurgen Habermas da karşımıza çıkıyor alıntılar arasında.
AYM Başkanı’na göre, anayasal yorum iç içe geçen üç daire içinde gerçekleşiyor.
Merkezdeki ilk dairede, yorumcu olarak yargıcın kişisel duygu ve düşünce dünyası yer alıyor. Bu çerçevede yargıcın yetişme tarzı, ideolojisi, sahip olduğu değerler manzumesi, tercihleri, sevgisi ve öfkesi yorumda etkili olabiliyor.
İkinci dairede yorumcu topluluğuna hâkim olan paradigma var. Paradigma için
Bu kararla birlikte, HDP hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2021 yılında AYM’de açılmış olan kapatma davasının ciddiyeti daha da kuvvetli bir şekilde hissedilmiş olmalıdır.
Bu karar birçok bakımdan önemli. Öncelikle, mahkemenin HDP davasında artık karar alma menzilinin yaklaşmakta olduğunu bizlere hatırlatıyor. Aynı zamanda mahkemedeki sayısal denge hakkında bir izlenim de veriyor.
Önem derecesinin kritik bir boyutu daha var. Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçiminin erkene alınması tartışmaları hesaba katıldığında, mahkemeden çıkacak kararın zamanlaması, içeriğine bağlı olarak sandığa gidilirken bütün siyasi hesapları etkileme potansiyelini de barındırıyor.
Tabii, muhtemelen önümüzdeki ay başında AYM Başkanlığı için yapılacak olan seçimi de bu denkleme yerleştirdiğimizde, galiba bütün projektörlerimizi artık yavaş yavaş AYM’ye doğru çevirmenin zamanının geldiğini anlıyoruz.
Gelin bugün biz de böyle yapalım ve önümüzdeki haftalarda, aylarda AYM cephesinde bizi bekleyen muhtemel gelişmelere ve bunlara ilişkin takvime kısaca göz atalım.
TEDBİR KARARI 9’A 6 OYLA ALINDI
Önce AYM’den önceki gün çıkan ara karara yakından bakalım. Aslında birbirini tamamlayan iki karar söz konusu.
AYM, ilk olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP’nin banka hesabıyla ilgili tedbir talebi hakkında karar vermeden önce, HDP’den bu konuda savunma almaya gerek olup olmadığını tartışmış. Toplam 15 üyenin bulunduğu mahkemede yedi üyenin karşıoyuna karşılık, sekiz üyenin oluruyla tedbir kararı için HDP’den savunma alınmasına gerek olmadığına karar verilmiş.
Bu konuda daha önce hiç olmadığı kadar detaylı ve eleştirel bir çizgide konuşan Çavuşoğlu, ilişkilerde gözlenen yavaşlamanın nedenini “Bizim uluslararası toplum nezdinde Uygur Türkleri’nin haklarını savunmamız Çin’i rahatsız ediyor” sözleriyle ifade etti.
Bakan, ardından Pekin ile bu başlıkta yaşanan sorunları tek tek sıraladı. Bunlardan biri, Çin’in sürekli Türkiye’de yaşayan ve Türk vatandaşı olan bazı kişilerin (bölücülük gerekçesiyle) iadesi yönündeki taleplerinin Ankara tarafından geri çevrilmesiydi. “Hiçbirisini vermiyoruz” diyen Çavuşoğlu, sosyal medyada bu kişilerin Çin makamlarına iade edildiği yolunda çıkan haberlerin doğru olmadığını anlattı.
‘İNSANLIĞA KARŞI SUÇ’ NİTELİĞİNDEKİ UYGULAMALAR
Açıklamalarının önemli bir yönü, Çavuşoğlu’nun Birleşmiş Milletler’in bir önceki İnsan Hakları Komiseri Michelle Bachelet’in geçen mayıs ayı sonunda Sincan bölgesi de dahil olmak üzere Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaretle ilgili olarak hazırladığı ve 31 Ağustos tarihinde yayımladığı rapora kuvvetli bir şekilde sahip çıkmasıydı. Bakan, raporun tüm ihlalleri gözler önüne serdiğini belirterek, “Biz buna tepki göstermek durumundayız” diye konuştu.
Şili’nin eski devlet başkanı olan Bachelet’in raporu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan bölgesinde Uygurlara ve ağırlıklı Müslüman olan diğer azınlıklara karşı yönelen ihlallerin “insanlığa karşı suç” oluşturabileceğini belirtiyor.
Çin, azınlık haklarını bastırmak ve “keyfi tutuklama sistemi” kurmakla suçlanıyor. BM raporunda, Sincan bölgesindeki cezaevlerinde insanlık dışı yöntemlerin uygulandığı, cinsiyete dayalı şiddete ilişkin bulguların da bulunduğu kaydediliyor. “Zorla tıbbi müdahale ile ayrımcı bir aile planlamasının ve doğum kontrol politikalarının uygulandığı” da Bachelet’in raporunda yer alan tespitler arasında.
YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN SİNCAN GEZİSİ
Çavuşoğlu