Sedat Ergin

Suriye ile diyaloğu bekleyen çok zor sorular var...

21 Aralık 2022
Türkiye’nin Suriye ile normalleşme arayışlarını değerlendirdiğimiz dünkü yazımız, bu süreç başladığı takdirde bu kez yanıt bekleyen çok sayıda sorunun karşımıza çıkacağı tespitiyle bitiyordu.

Kuvvetle muhtemeldir ki, normalleşme kuvveden fiile çıkarsa, yönetilmesi bugünkülerden daha kolay olmayan bir dizi sınama Türkiye’nin gündemine yerleşecektir.

Bu sınamalara dönük bir fikir egzersizi yapmak istersek, herhangi bir önyargı taşımadan açık fikirli bir şekilde birçok soruya yanıt aramamız gerekecektir.

Önce birinci ve en temel soru: Dönmek isteyecekler mi?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2015 tarihli 2254 sayılı kararında mültecilerin dönüşlerinin emniyetli bir şekilde ve gönüllülük esasına göre gerçekleşmesi öngörülmüştür.

Bu durumda öncelikle Türkiye’de geçici koruma statüsü altındaki sığınmacıların hangi oranda Suriye’ye dönmeyi arzu edecekleri sorusu önem kazanıyor. Unutmayalım ki, araştırmalar göç hareketlerinde mültecilerin anlamlı bir bölümünün genellikle gittikleri ülkede kaldığına işaret ediyor.

*

Tabii Suriye’nin bugün içine sürüklendiği derin ekonomik çöküntüye, bunun yaşam koşullarında yol açtığı kötüleşmeye baktığımızda, güney komşumuz dönülmesi arzu edilecek bir ülke görüntüsü vermiyor. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in 12 Aralık tarihinde Güvenlik Konseyi’ne Suriye’de insani ihtiyaçların durumu hakkında sunduğu rapordaki gerçekler, bu ülkede büyük bir insanlık felaketinin yaşandığını bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.

Guterres

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Suriye ile normalleşme arayışı nereye varır?

20 Aralık 2022
Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri derken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin ikili düzeyde bozulmuş olan ilişkilerini normalleştirme hamlesi yaptığı bölge ülkelerinin arasına bir süredir Suriye de katılmış bulunuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, özellikle geçen ekim ayından bu yana verdiği beyanlarla Suriye ile yeniden normal ilişkiler tesis etme arzusunu taşıdığını son derece net ifadelerle ortaya koyuyor, Şam’daki Esad rejimine diyalog penceresini aralıyor. Örneğin, geçen 6 Ekim’de Prag’da yaptığı bir açıklamada “Vakti saati geldiğinde Suriye’nin başkanıyla da görüşme yoluna gidebiliriz. Şu an itibarıyla zaten alt düzeyde görüşmeler yapılıyor” demişti.

Erdoğan, ardından 17 Kasım tarihinde G-20 zirvesi için gittiği Endonezya’da yaptığı bir açıklamada “Siyasette ebedi olarak dargınlık, kırgınlık, küslük olmaz. Vakti zamanı geldiği anda oturur değerlendirir, ona göre bir yenilemeyi yapabilirsiniz. Hele hele Haziran seçiminden sonra bir sil baştan yapabiliriz” diye konuşmuştu.

Buna karşılık, geçen hafta 15 Aralık’ta Türkmenistan dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı, Suriye’ye dönük normalleşme mesajlarını bir adım daha ileri götürerek, bu kez somut bir mekanizma da önerdi şu sözleriyle:

Biz şu an itibarıyla Suriye-Türkiye-Rusya üçlü olarak bir adım atalım istiyoruz. Bunun için de önce istihbarat örgütlerimiz bir araya gelsin, ardından savunma bakanlarımız bir araya gelsin, daha sonra dışişleri bakanlarımız bir araya gelsin. Onların yaptığı görüşmelerden sonra da biz liderler olarak bir araya gelelim. Bunu da Sayın Putine teklif ettim. O da buna olumlu baktı. Böylece bir dizi görüşmeler zincirini başlatmış olacağız.

*

Burada yeni olan nokta, Erdoğan’ın bu açılımı yaparken üçlü bir format önermiş olmasıdır. Bu format kaçınılmaz olarak Rusya’yı Türkiye ile Suriye arasındaki ikili düzeydeki meseleler üzerinde doğrudan bir muhatap haline getirip, söz söyleme konumuna taşıyacaktır.

Kabul edelim ki Rusya bu işlevi uzunca bir zamandır dışarıdan dolaylı bir şekilde zaten görmekteydi. Bu kez bir paydaş olarak doğrudan denklemin içine girecektir.

Erdoğan

Yazının Devamını Oku

Ceza hukuku profesörlerinin İmamoğlu dosyasıyla ilgili bilimsel mütalaası ne diyor?

17 Aralık 2022
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki davayı çok yakından izlememiştim; içeriğini genel hatlarıyla biliyordum.

Kendisine siyaset yasağının kapısını da aralayan hapis cezasının Türkiye’de yol açtığı büyük sarsıntı karşısında dosyanın içeriğine daha yakından bakma ihtiyacını duydum.

İlk dikkatime çarpan husus, bundan üç yıl önce kullanılmış bir sözcük üzerinden başlayan soruşturma ve onu izleyen dava sürecinin oldukça uzun bir zamana yayıldığını görmek oldu.

İmamoğlu’nun bu ifadeyi kullanma tarihi 4 Kasım 2019. Kendisi hakkında Yüksek Seçim Kurulu tarafından yapılan suç duyurusunun tarihi 15 Kasım 2019. Soruşturmanın sonuçlanıp iddianamenin düzenlenme tarihi ise 27 Mayıs 2021 ve mahkemenin kararını verme tarihi geçen çarşamba günü, yani 14 Aralık 2022.

Dava dosyasında ana suç isnadını İmamoğlu’nun “Ahmak” sözcüğünü kullanması oluşturuyor. İmamoğlu, bu ifadeye Strasbourg’da Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı bir konuşmayı eleştiren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kendisine 4 Kasım 2019 tarihinde “Ahmak” demesi üzerine başvurmuştur. Daha doğrusu, gazeteciler aynı gün Soylu’nun kendisine “Ahmak” dediğini hatırlatıp tepkisini sormaları üzerine verdiği yanıtta kullanmıştır bu ifadeyi.

İmamoğlu, bu soruya verdiği ve “Ben lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye...” diyerek başladığı uzun yanıtın bir yerinde “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır...” demiş, ardından “Ben onu devlet adamlığına davet ediyorum” diye konuşmuştur.

Tartışmanın önemli bir boyutu, İmamoğlu’nun bu ifadeyi kullanırken, 6 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal eden Yüksek Seçim Kurulu’nu mu, yoksa kendisine aynı gün “Ahmak” demiş olan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu mu kastettiği sorusu üzerinde düğümleniyor. Bir de “Ahmak” yakıştırmasının hakaret, dolayısıyla suç olup olmadığı sorusu var...

SOYLU’DAN KENDİSİNE ‘AHMAK’ NİTELEMESİNE SUÇ DUYURUSU

Burada çelişkili bir duruma dikkat çekelim. Bu durum,

Yazının Devamını Oku

Çiçek’ten İmamoğlu kararı yorumu: 'Hukukiliği inandırıcı mı? İnanmıyorum...'

16 Aralık 2022
Önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 2 yıl, 7 ay ve 15 gün hapis cezasına çarptırılmasına yol açan beyanını bundan üç yıl kadar önce yapmış olduğuna dikkat çekti Cemil Çiçek dünkü sohbetimiz sırasında.

Çiçek, “Bundan üç küsur sene evvel söylenmiş olan tek cümlelik bir hakaret iddiasını mahkemede bu kadar uzun zaman geçtikten sonra ve üstelik bu kadar kritik bir eşikte karara bağlarsanız, verdiğiniz kararın hukukiliği de isabeti de inandırıcı olmaz” diye devam etti. Ardından ekledi: “Ben de inandırıcı olduğuna inanmıyorum zaten...”

‘YARGIYI ÜLKENİN BAŞ SORUNU YAPAR...’

Bu eleştirinin, uzun yıllar AK Parti iktidarı döneminde sırasıyla Adalet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı, TBMM Başkanlığı gibi kritik görevlerde bulunmuş, ayrıca halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği yapmakta olan bir siyasi şahsiyetten gelmesi, kuşkusuz burada yapılan tespite önemli bir ağırlık kazandırıyor.

Çiçek, değerlendirmesinin merkezine “hukukilik” boyutunu yerleştiriyor ve şöyle konuşuyor:

“Bu hukukilik meselesi her şeyi ifade eder. Geri kalanın önemi yok. Bu, üç dört ayda bitebilecek ya da bitmesi gereken bir konu aslında. Dosyada tek bir cümle var. Bir cümlenin hukukla ilişkisi üç seneyi geçtiği halde kurulamıyorsa, o zaman kararın hukukiliği de tartışmalı olur. Bu hem yargıya zarar verir hem de adalet gibi yüce bir kavrama çok zarar verir. Ülkeye de çok zarar verir.”

Yol açacağı mahzurlardan birini de şöyle anlatıyor:

“Yargıyı da ülkenin baş sorunu haline getirir...”

‘YASAK VARSA 

Yazının Devamını Oku

Avrupa Konseyi ‘kadına şiddet’ konusunda Türkiye’den ‘uygulama’ bekliyor

15 Aralık 2022
Türk kamuoyu altı yaşındaki bir kız çocuğunun dini nikâhla evlendirilmesi olayını tartışırken, geçen hafta Strasbourg’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısı bu kez Türkiye’de şiddete maruz kalan kadınların durumunu yakından ilgilendiren bir karara sahne oldu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulamasını gözden geçiren Bakanlar Komitesi, “Opuz Grubu/Türkiye” dosyasında Türk makamlarına bir dizi çağrıda bulunan yeni bir kararı kabul etti.

“Opuz Grubu” nedir? Bu, öncelikle Türkiye’de şiddete maruz kalmış Nahide Opuz adındaki bir vatandaşımızın başına gelenler üzerine 2002 yılında AİHM’ye başvurup 2009’da kazandığı davadan çıkan hak ihlali kararını konu alıyor. AİHM’de Türkiye’de kadına şiddet başvurularında çıkan benzer içerikteki ihlal kararları “Opuz Grubu” altında toplanıp Bakanlar Komitesi’nde birlikte değerlendiriliyor.

Bakanlar Komitesi, Konsey’in AİHM kararlarının uygulamasını denetlemekle sorumlu olan organıdır. Komite, değerlendirmesinde kararın uygulandığına kanaat getirdiği takdirde ihlalle ilgili dosya kapatılmakta, aksi yönde değerlendirme yaparsa dosya açık kalmaktadır.

Geçen haftaki toplantıdan sonra alınan karara bakılırsa, aradan 13 yıl geçtiği halde özellikle “Opuz Kararı” ve ayrıca bu başlık altındaki diğer benzer kararların önemli bir bölümü yine açık kalmıştır.

AİHM YENİ İÇTİHAT GETİRİYOR

Meseleyi değerlendirebilmek için spesifik olarak Nahide Opuz kararının içeriğine bakalım. Açık kaynaklarda bu kararın içeriğiyle ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Çok özet aktarmak gerekirse, bu dosya Diyarbakır’da yaşayan Nahide Opuz’un sistematik bir şekilde eşi Hüseyin Kopuz’un ağır şiddetine maruz kalmasıyla ilgilidir. Resmi makamlara tam 36 kez şikâyette bulunmuştur kocası hakkında.

Başvuruya konu olan olaylar kocasının 2002 yılında kendisiyle birlikte hareket eden annesini öldürmesine kadar varmıştır. Eşi yakalandıktan sonra yargılanıp cinayetten mahkûm olduğu halde, bir dizi indirimden yararlanarak altı yıl kadar hapis yatmış ve 2008 yılında serbest kalıp yeniden eşini tehdide başlamıştır.

AİHM, 2009 yılında

Yazının Devamını Oku

Genç bir kadının şikâyeti sistemi nasıl sarstı?

14 Aralık 2022
Türkiye, yaklaşık on gündür değerli meslektaşımız Timur Soykan’ın Birgün’de yayımlanan haberiyle kamuoyuna yansıyan, altı yaşındaki bir kız çocuğunun imam nikâhıyla evlendirilmesi hadisesinin şokunu yaşıyor.

Bu evliliğe rızasını bildiren babanın ülkenin önde gelen tarikatlarından İsmailağa Cemaati ile bağlantılı Hiranur Vakfı’nın başkanı olması, hadiseyi her bakımdan sarsıcı kılıyor.

Tek bir dosya, 2022 yılı Türkiye’sinde din adına yapılabilecek istismarın gidebileceği uçlardan ülkede yargının işleyişine, ayrıca tarikat bağlantılı iddialar karşısında sistemin son aşamaya kadar hareketsiz kalabilmesine ilişkin görüntülerin iç içe geçtiği vahim bir tabloyu bütün çarpıcılığıyla önümüze koyuyor.

Bu tabloda gördüklerimiz hiçbir yorum gerektirmiyor. Gerçekler herkesin görebileceği bir yalınlık ve berraklık içinde bütün yakıcılığıyla bize bakıyor.

*

Olayın ana anlatısında bir ailenin altı yaşındaki kızlarını yetişkin bir insanla dini nikâhla evlendirebilmesi, üstelik onun “kocası” ile baş başa zaman geçirmesine ve o yaşta çocuğun ne olduğunu bile anlayamadığı cinsel ilişkiye maruz kalmasına göz yummuş olmasının vicdanları yaralayan öyküsü var.

Ancak bu öykü her seferinde yeni boyutlar kazanarak, dallanıp budaklanarak karşımıza çıkıyor.

Örneğin, çocukla evlenmeyi gönüllü olarak kabul eden şahsın aynı zamanda bu vakfın bünyesinde görevli bir hafızlık hocası olması ve çocuklara hocalık yapması gerçeğiyle de karşılaşıyoruz dosyanın sayfalarını çevirirken. Bu fotoğrafın altyazısında çocukların din eğitimi kimlere emanet ediliyor sorusu bizden yanıt bekliyor.

*

Yazının Devamını Oku

ABD Suriye’de ‘mini devlet’ gerçekliğini kabul edince...

13 Aralık 2022
Washington’da Suriye konusunda önde gelen otoritelerden birinin, Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD yönetiminin Suriye Özel Temsilciliği görevini (2018-2020) yürüten, öncesinde de Ankara ve Bağdat’da büyükelçi olarak bulunan James Jeffrey olduğu hususunda şüphe yoktur.

Jeffrey, halen Washington’un önde gelen düşünce kuruluşlarından “Wilson Center”ın Orta Doğu Programı’nı yönetiyor.

Uzmanlığı ve tecrübesi göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin Suriye’ye yeni bir kara harekâtı niyetlerinin ABD ve Rusya cephelerinde rahatsızlığa yol açtığı bir dönemde Jeffrey’nin ABD’nin dış politika alanındaki etkili “Foreign Policy” dergisinin web sitesinde “ABD Türkiye ile Suriye’de Nasıl Uzlaşabilir?” başlığıyla kaleme aldığı yazıyı dikkatle değerlendirmekte yarar var.

MİNİ DEVLETİN ÇIKIŞ STRATEJİSİ FORMÜLE EDİLEMEDİ

Baştan belirtmeliyiz ki Jeffrey, Washington cephesinde Türkiye’nin kaygılarına genellikle anlayışla yaklaşan kanadı temsil ediyor. Örneğin, bazı ABD’li yetkililerin başvurduğu gibi PKK/YPG ile Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) birbirlerinden ayrı yapılar olduğu gibi tezlere itibar eden biri değil kendisi. Nitekim bu yazısında da çok açık bir şekilde “(Metinde) SDG desem de, bu aynı zamanda YPG ve ‘PKK’nın Suriye şubesi’ anlamına gelir” diye kayıt düşüyor.

Yazısındaki önemli bir tespit, ABD’nin Suriye’de DEAŞ’la mücadele etmek üzere sahada kara gücü olarak SDG’yi kullanmaya karar vermesinin sonucu bu ülkede bir “Mini devletin yaratılmasına yardımcı etmiş olmasıdır”.

Jeffrey’e göre, buradaki sorun, yaşanan süreçte Washington’un bu mini devletin “nihai aşamasını (endgame) somut bir şekilde ortaya koyamamış olmasıdır”. Hatta, tartışmalı olmakla birlikte, ABD’nin böyle bir stratejisinin bulunmadığı savını da ileri sürüyor.

Meselenin bu “mini devlet” boyutu üzerinde özellikle duruyor Jeffrey. Bu çerçevede ABD’nin Ortadoğu’dan uzaklaşabileceği yolundaki vurgulara bakınca, “Türklerin de sınırlarındaki PKK devletçiğinin ne olacağını öğrenmek istediklerini” söylüyor.

ABD POLİTİKASINDA BELİRSİZLİK VAR

Yazının Devamını Oku

Lavrov, Suriye’de “Patlamaya hazır mesele” ile neyi kastetti?

10 Aralık 2022
"Çünkü bu, son derece patlamaya hazır bir konudur...” tespitini yapıyor Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, geçen çarşamba günü Moskova’da ülkenin eski başbakan ve dış istihbarat örgütü başkanlarından Sergey Primakov’un anısına düzenlenen “Primakov Okumaları Uluslararası Forumu”ndaki açıklamaları sırasında.

Konuşmasının Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesine dün konan İngilizce çevirisinde, Lavrov’un Kürt ayrılıkçılığı meselesi bağlamında başvurduğu bu niteleme “extremely explosive” sözcükleriyle aktarılıyor.

Lavrov, bu görüşünü ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) üzerinden bu ülkede “ayrılıkçılığı” teşvik ettiği eleştirisiyle gerekçelendiriyor.

LAVROV’DAN KÜRTLERE: ‘ABD’YE ÇOK GÜVENMEYİN, BAKIN AFGANİSTAN’A...’

Lavrov’un bu mesajları Rusya’nın

A) Suriye’de çözümsüzlük içinde seyreden krize bakışını, B) Bu ülkedeki Kürtlerin ve aynı zamanda sahadaki silahlı Kürt örgütlerin rolünü ve onlarla ilişkilerini, aynı zamanda C) Türkiye’nin kaygılarına nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından önem taşıyor.

Bu konuşma, Türkiye’nin geçen 20 Kasım’da Kuzey Suriye’deki PKK/YPG/SDG hedeflerine dönük başlattığı hava harekâtının ardından ikinci aşamada yeni bir kara harekâtına girişme niyetlerini duyurduğu, bu çerçevede gerilimin yükseldiği bir döneme rastlıyor. Bunun sonucu sahada belirleyici bir rol oynayan aktörlerden Rusya’nın tutumunu okuyabilmek için Lavrov’un sözlerini büyüteç altına yatırmakta yarar var.

Öncelikle bir noktayı daha baştan vurgulayalım.

Yazının Devamını Oku