Sedat Ergin

Kıbrıs’ta 41 yıl sonra beni yine şaşırtan tablo

19 Kasım 2022
Konuşmalar geçen salı sabahı Lefkoşa’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın mütevazı misafir salonunda geçiyor.

Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, KKTC’nin 39’uncu kuruluş yıldönümünde tebrikleri kabul ettikten hemen sonra Ankara’dan gelen TBMM Başkanı Prof. Mustafa Şentop, beraberindeki TBMM heyetini ve diğer konukları ağırlıyor.

Tam ortada konumlanan Tatar ve Şentop’un sağ tarafındaki geniş koltukta sırasıyla Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu, KKTC’nin ikinci Cumhurbaşkanı (2005-2010) Mehmet Ali Talat, Cumhur İttifakı’nın bileşeni Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanı Mustafa Destici ve KKTC Meclisi Başkanı Zorlu Töre oturuyor.

Derken çay-kahve sohbeti sırasında birden Annan Planı üzerine bir tartışma kopuvermesin mi... Ama ortalığı gerilimle kaplayan türden değil, karşılıklı dokundurmalar, hatta espriler üzerinden yürüyen bir tartışma.

*

Sohbetin girişinde Cumhurbaşkanı Tatar, KKTC’nin bugün geldiği noktadan memnuniyetini belirtiyor, “Neyimiz eksik? Vallahi hiçbir şeyimiz eksik değil. Elhamdüllilah başımız dik yaşıyoruz” diye konuşuyor.

Tatar, KKTC’deki yatırımların artmaya başladığından da söz ediyor. Limak Holding’in Onursal Başkanı Nihat Özdemir’in Gazimağusa’nın hemen kuzeyindeki İskele Bafra bölgesinde 200 milyon dolar tutarında golf sahası olan bir otel yatırımı yapacağını kendisine bildirdiğini anlatıyor.

Tabii yatırımlar konusu açılınca Annan Planı 2004 yılında referanduma sunulduğunda KKTC’de başbakanlık koltuğunda oturan ve bu plana kuvvetli bir destek vermiş olan İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat konuya giriyor. Talat, Annan Planı’nın yatırımlar açısından yararlı olduğunu belirtip, “Adaya yatırımlar Annan Planı sayesinde geldi” şeklinde konuşuyor.

Talat

Yazının Devamını Oku

Erdoğan-Biden görüşmesi... ABD ile ilişkilerde sıkıntılar aşılamıyor

18 Kasım 2022
ABD’de Demokrat Joe Biden’a Beyaz Saray’ın kapısını açan başkanlık seçimi 3 Kasım 2020 tarihinde yapıldı.

Kongre baskınının ardından yemin edip işbaşı yapmasının 20 Ocak 2021 tarihini bulduğunu dikkate alırsak, henüz iki yılı bile bulmuş değil kendisinin başkanlığı. Geçen iki yıla yakın süre zarfında Biden’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilişkisi, belli bir mesafenin hissedildiği, iniş çıkışlı bir çizgide seyretmiştir. 

Erdoğan ile Biden arasında geçen salı günü Endonezya’nın Bali adasında düzenlenen G20 Zirvesi sırasında yapılan görüşmeden yansıyanlara baktığımızda, bu tespitte değişikliğe gitmemizi gerektirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını söyleyebilmek güçtür.

*

Kısaca hatırlayalım. Biden, yemin ettikten sonra Erdoğan’ı aramak için üç ay beklemiş, 23 Nisan 2021 tarihindeki telefon konuşmalarından haziran ayında Brüksel’deki NATO Zirvesi sırasında gerçekleşecek ikili görüşmenin randevusu çıkmıştı.

Yaklaşık 45 dakika kadar süren ve büyük ölçüde baş başa yapılan 14 Haziran 2021 tarihindeki Brüksel buluşmasının önemli bir sonucu, ABD’nin Afganistan’dan çekilme planları çerçevesinde Kabil Havalimanı’nın işletilmesini Türkiye’nin üstlenmesi konusunun ivme kazanması olmuştu.

Kabil Havalimanı projesi, o tarihte Türkiye’nin stratejik önemini ABD’nin gözünde yeniden tanımlayacak, bu çerçevede ağır sorunlarla kilitlenmiş ilişkilerin önünü açacak bir sihirli değnek gibi görülmüştü. Ancak ABD’nin 2021 ağustos ayında erken bir şekilde icra edilen ve tam bir fiyaskoya dönüşen çekilişi sonucu Taliban’ın Kabil’i herkesi şaşırtarak önceden kontrolü altına alması, beliren kaos ortamı içinde bu planı boşluğa düşürmüştür.

Bunun üzerine ilişkilerde yeniden bir belirsizliğe girilmiş, bunu 2021 eylül ayında New York’taki BM toplantıları sırasında Erdoğan’ın kendisiyle görüşme talebine Biden’ın olumsuz yanıt vermesinin yol açtığı ve Cumhurbaşkanı’nın da bunun üzerine kendisine dönük rahatsızlığını oldukça kuvvetli ifadelerle dışa vurduğu randevu krizi izlemiştir.

Bu krizin ardından 31 Ekim 2021 tarihinde Roma’daki G20 Zirvesi sırasında gerçekleşen ve buzların kısmen eridiği buluşma gelmiştir. Yaklaşık bir saat 10 dakika süren Roma görüşmesi, en azından eylül ayında ortaya çıkan soğukluğun kontrol altına alınmasına yardımcı olmuş ve iki ülke arasında dışişleri bakanlıklarının merkezi rol üstlenecekleri bir “

Yazının Devamını Oku

KKTC İzlenimleri: Türk Devletleri Teşkilatı'nın 'Gözlemci Üye' kararı KKTC'de özgüveni artırmış

17 Kasım 2022
Bundan tam 39 yıl önce 15 Kasım 1983 günü Cumhuriyet gazetesinin genç diplomasi muhabiri olarak dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in düzenlediği basın toplantısına heyecanla gitmiştim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu o sabah Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) Meclisi’nin oybirliği ile aldığı bir kararla dünyayla duyurulmuştu.

Bu karar uluslararası alanda büyük bir sarsıntı yaratmıştı. Bütün dikkatler, doğuşu ilan edilen yeni devleti kimin ya da kimlerin tanıyacağı sorusuna çevrilmişti.

Akşam saatlerine kadar dış dünyadan KKTC’nin tanınması konusunda hiçbir açıklama gelmedi. Türkiye de sessiz kalmıştı. Dışişleri Bakanı Türkmen ise düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin KKTC’yi tanıma kararını açıklamış ve Yunanistan’ı “teenni”ye davet etmişti. Yani mesajını geniş bir şekilde yorumlayarak aktarırsak, Yunanistan’ı tepki olarak bir adım atmadan önce iki kez düşünmeye, yanlış bir hareket yapmamaya davet etmiş, yoksa bunun sonuçları olacağını hissettirmişti.

Ankara’nın planı, ilk olarak Bangladeş ve ardından Pakistan’ın KKTC’yi tanıdıklarını açıklamaları, Türkiye’nin de daha sonra bu ülkelere katılmasıydı. Ancak ABD ve Birleşik Krallık’ın büyük bir süratle bu iki ülke üzerinde bütün ağırlıklarını koymaları sonucu beklentiler boşa çıkınca, Türkiye’nin akşam saatlerine doğru tek başına tanıma açıklamasını yapmak dışında bir seçeneği kalmamıştı.


Maraş’ın girişinde: TBMM Başkanı Prof. Mustafa Şentop (soldan üçüncü), önceki gün Kıbrıs’taki Maraş bölgesine giderek burada KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar (en solda) ve KKTC Meclis Başkanı Zorlu Töre (en sağda) ile birlikte incelemelerde bulundu. Sedat Ergin (soldan ikinci) Maraş’taki heyetle birlikte.

O akşam Dışişleri’nden çıkıp haberi yazdırmak üzere Bakanlıklar’dan Kızılay’daki büroya doğru koşar adım giderken, yıllar sonra 2022 yılında KKTC’nin 39’uncu kuruluş yıldönümü törenlerini adada izleyeceğimi bilemezdim.

Önceki gün Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’nda kuruluş kutlamaları çerçevesiyle mehter marşıyla başlayan, ardından askeri bando eşliğinde devam eden resmi geçit törenini izlerken İlter Türkmen’in KKTC’yi tanıma kararını açıkladığı o basın toplantısını bütün canlılığıyla hatırladım.

Hiç unutmuyorum,

Yazının Devamını Oku

1962 Küba füze bunalımı yeniden tartışılıyor... ABD’nin Türkiye’ye söylediği nükleer yalan

12 Kasım 2022
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin beraberinde taşıdığı olumsuzluklardan biri nükleer silahların kullanılması ihtimalini yeniden tartışmaya açması oldu.

Rusya lideri Vladimir Putin’in geçen eylül ayında ülkesinin gerekirse bu yola başvurabileceğini hissettiren açıklamasıyla birlikte ortaya çıkan nükleer risk, endişe verici bir başlık olarak dünya kamuoyunun gündemine yerleşmiş bulunuyor.

Bu meseleyle ilgili özellikle Batı medyasında ve akademik çevrelerinde sayısız yayının yapılması ve hararetli tartışmaların yürütülmekte oluşu, Soğuk Savaş’ın geride kalmasıyla insanların zihinlerinden çıkmış olan bir konunun 21’inci yüzyılın da bir gerçekliği olarak yeniden karşımızda belirlemesine yol açtı.

İlginçtir ki, bu konuda yapılan yorumların neredeyse hepsinde, nükleer silah kullanma ihtimalinin 1962 Küba Füze Bunalımı’ndan sonra ilk kez bu ölçüde ciddiyet kazandığına dikkat çekiliyor. Küba Füze Bunalımı, bu yönüyle 2022 yılında da önemli bir tarihi referans olarak önümüzde duruyor.

Dünya, 1962 yılı ekim ayında gerçekten de ABD ile Sovyetler Birliği arasında bir nükleer savaşın eşiğine gelmişti. Ancak bugün yapılan yorumlarda, Türkiye’nin bu krizin çözümüne dönük pazarlıkların Küba ile birlikte en önemli iki takas unsurundan biri haline geldiği, krizin ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Türkiye’deki Jüpiter füzeleri üzerinden verdiği ödünlerle aşıldığı kısmı üzerinde yeterince durulmuyor.

Küba Füze Bunalımı, Türkiye’nin bundan 60 yıl önce kendisinin bilgisi dışında iki süper güç arasında masada nasıl bir pazarlık kartı olarak kullanılabildiğini göstermesi bakımından bugün de hatırlandığında başlı başına ibretlik bir konudur. Dolayısıyla, kısa bir hafıza tazelemesi yapmak yararlı olacaktır.

KÜBA’DAKİ FÜZELERE KARŞI TÜRKİYE’DEKİ JÜPİTERLER

Konuyu özetleyebilmek için önce krizin nasıl baş gösterdiğine bakalım. Kriz, ABD’nin 1962 yılı ekim ayında Sovyetler Birliği’nin Küba’ya orta menzilli nükleer yetenekli füzeler yerleştirdiğini tespit etmesiyle başlar. Küba’nın Florida eyaletinin güneydeki en uç noktasına 145 kilometre kadar uzakta olduğunu dikkate alırsak, bu ada ABD açısından çok yakın menzil içinde büyük bir nükleer tehdide dönüşecektir. Bu durum, yakınlık faktörü nedeniyle Sovyetler’in kıtalararası stratejik nükleer füzelerinden daha ciddi bir tehlike yaratacaktır ABD’ye.

ABD, bunun üzerine buraya yerleştirilen füzelerin ateşleme sistemlerini taşıyan Sovyet gemilerinin Küba’ya ulaşmasını engellemek amacıyla 22 Ekim tarihinde adayı ablukaya alır. Sovyetler Birliği, yoldaki gemileri çekmeyeceğini bildirince, Başkan

Yazının Devamını Oku

Tahıl Anlaşması krizi Türkiye’nin Ukrayna Savaşı’ndaki hareket serbestisini genişletti

11 Kasım 2022
Bundan on gün kadar önce Rusya’nın tahıl koridoru anlaşmasını askıya alıp kısa bir süre sonunda bu anlaşmaya dönmesi sırasında yaşanan krizin beraberinde getirdiği, bu hadisede oynadığı rol nedeniyle Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir dizi artçı dalga var.

Bu çerçevede Batı medyasında projektörler Türkiye’nin Ukrayna savaşındaki konumuna çevrilirken, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin geçirdiği dönüşüm ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Lideri Vladimir Putin arasındaki ilişkinin yapısının da çok yakından büyüteç altına yatırıldığı gözleniyor.

Yapılan yorumlarda beliren ana temaları, ekonomik yaptırımlara katılmayan Türkiye’nin Rusya için artık Batı’ya dönük tek çıkış kapısı haline geldiği, Türkiye ile Rusya arasındaki ticarette büyük bir sıçramanın yaşandığı, bu durumun Rusya’yı artan ölçüde Türkiye’ye dayanmak zorunda bıraktığı, bu çerçevede Erdoğan ile Putin arasındaki şahsi ilişkinin daha da önem kazandığı, bu ilişkide Türk tarafının pazarlık kartlarının çoğaldığı şeklinde özetlemek mümkün.

WALL STREET: ‘TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL ROLÜ GENİŞLİYOR’

Alıntı yapacağımız yayınlardan biri, ABD’de genellikle muhafazakâr çizgide bilinen ve iş dünyasına seslenen ünlü “The Wall Street Journal”da çıkan “Ukrayna Savaşı Erdoğan’a Nüfuzunu Genişletme İmkânı Veriyor” başlıklı bir haber yorum.

Gazetenin Ortadoğu muhabiri Jared Malsin tarafından kaleme alınan 5 Kasım tarihli bu yazı, Erdoğan’ın bir yandan Ukrayna’ya askeri desteğini derinleştirirken, diğer yandan Rus mevkidaşı Putin ile kanallarını açık tuttuğunu, bu şekilde Ukrayna’nın tahıl ihracatının devam etmesine yardımcı olduğunu belirtiyor. Bunu yaparken Erdoğan’ın bir “bölgesel oyun kurucu” olarak Türkiye’nin rolünü genişletmeye çalıştığını da yazıyor.

Gazetenin dikkat çektiği nokta, Erdoğan’ın Türkiye’nin bölgesel rolünü güçlendirebilmesini kolaylaştıran kilit unsurun, Batı’nın yaptırımları sonucu küresel ekonomiyle bağlarının kopmasından sonra, Rus parasının Türkiye’ye girişine izin verme konusunda istekli davranmasıdır.

The Wall Street Journal, Erdoğan’ın Putin’le düzenli bir şekilde görüşebilen bir iki dünya liderinden biri olduğunu ve yaptırımlara rağmen ticareti artırma taahhüdüyle Rusya’nın üzerindeki basıncın hafifletilmesine önemli bir katkı yaptığını yazıyor. Gazeteye göre, Türkiye kendisine silah göndermeye devam ettiği müddetçe, Ukrayna da Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini mesele yapmak eğiliminde değildir.

FINANCIAL TIMES: 

Yazının Devamını Oku

Putin’in Tahıl Koridoru Anlaşması manevrasından ne anlamalıyız?

10 Kasım 2022
Rusya Lideri Vladimir Putin’in 29 Ekim Cumartesi günü Ukrayna Tahıl Koridoru Anlaşması’nı askıya aldığını açıklaması küresel bir gıda krizinin tetiklenebileceği yolunda büyük bir endişenin yaşanmasına yol açtı uluslararası alanda. Yaklaşık beş gün süren bir gerilim ve Türkiye’nin aktif bir şekilde yer aldığı diplomasi sonucunda Rusya’nın 2 Kasım’da yeniden anlaşmaya dönmesi, şimdiden Ukrayna savaşının üzerinde çok konuşulacak sayfalarından birini oluşturuyor.

Peki geçen beş gün içinde ne oldu? Öncelikle, uluslararası alanda Rusya’ya karşı çok kuvvetli tepkiler ortaya kondu. Bu süreçte 1 Kasım Salı günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Lideri Putin arasında bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Bunu Erdoğan’ın ertesi gün (2 Kasım) Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodomir Zelensky ile görüşmesi izledi.

Bu arada Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın da Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu ile 31 Ekim ve 1 Kasım tarihlerinde olmak üzere iki kez görüşmesini, 31 Ekim’de Ukrayna Savunma Bakanı Oleksii Reznikov ve Altyapı Bakanı Oleksandr Kubrakov ile konuşmasını da bu trafiğe dahil etmeliyiz.

Ve 2 Kasım Çarşamba günü Rusya Lideri Putin anlaşmaya döndüğünü açıkladı.

Rusya’nın bu anlaşmayı askıya alma ve ardından mutabakata dönme kararları arasında ne gibi gelişmelerin yaşandığı, Putin’in bu hamlesiyle hangi hedeflere yöneldiği, bu hadisenin Rusya’nın pazarlık pozisyonu açısından ne anlama geldiği, ne gibi sonuçlara yol açtığı gibi başlıklarda uluslararası medyada sayısız haber ve yorum çıktı.

Öyle anlaşılıyor ki bu yorumlar daha bir süre devam edecek. Burada altı çizilmesi gereken bir nokta, Türkiye’nin krizin aşılmasında oynadığı rol nedeniyle Erdoğan ile Putin arasındaki ilişkinin kazanmakta olduğu boyutların özellikle Batı medyasındaki yorumların hepsinde kuvvetli bir vurgu almakta oluşudur.

KORİDORUN AÇIK TUTULMASI PUTİN’İ GERİLETTİ Mi?

Yaşanan krizle ilgili sıkça belirtilen görüşlerden biri, Türkiye ve BM’nin, Rusya’nın kararına rağmen Karadeniz’deki bu koridordan Ukrayna tahılını taşıyan gemilerin trafiğini teşvik ederek güzergâhı açık tutmalarının, alınan sonuçta belli bir rol oynamış olmasıdır.

Bu değerlendirmelere göre,

Yazının Devamını Oku

Cemil Çiçek’le başörtüsü tartışmasına bakış: ‘Tarih tekerrür ediyor gibi’

9 Kasım 2022
Geçen perşembe günü bu köşede çıkan yazımız, Türkiye’deki başörtüsü tartışmasına yakın tarihte bu konuda yapılan anayasa ve yasa değişiklikleri ile Anayasa Mahkemesi’nden çıkan muhtelif kararların oluşturduğu bir perspektif üzerinden bakmayı amaçlıyordu.

Bundan önceki üç ayrı denemede de AYM’den dönen bu değişikliklerin tümünün hazırlanmasında ANAP döneminde Devlet Bakanı, AK Parti zamanında ise Başbakan Yardımcısı olarak hazır bulunan bir siyasi şahsiyet, bugün Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olarak görev yapmakta olan Cemil Çiçek.

Dün kendisiyle yaptığımız sohbette, geçmişte bu düzenlemelerde oynadığı rolü hatırlatarak, “Bugünkü başörtüsü tartışmalarından yola çıkıp geriye doğru baktığınızda karşınıza çıkan tabloda ne görüyorsunuz?” sorusunu yönelttim.

“Şöyle geriye dönük baktığımda, tarih yeniden tekerrür ediyor gibi bir izlenim ediniyorum” diye söze girdi Çiçek ve ekledi:

“Maalesef bir toplum düşünün ki, bir konuyu 40 senedir tartışıp bir sonuca bağlayamıyorsa burada bir problem var demektir. Bunun en önemli sebebi, geriye dönük hafıza kaybımızdır. Veya hatırlayamama veya siyaseten Alzheimer gibi bir tablo çıkıyor orta yere. Halbuki biz bu tartışmaları geçmişte çok yaptık ve pek çok mağduriyetlere de sebebiyet verdik. Devletle milletin arası açıldı, siyaset kendi içinde kamplaştı, kutuplaştı.”

‘BAŞÖRTÜSÜ PROBLEMİ YOKTU, SADECE BİR YERDE SIKINTI OLDU’

Çiçek, başörtüsü dosyasında geriye giderken özellikle eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Turgut Özal’la birlikte hazır bulunduğu bazı siyasi olayları da anlatıyor. Bunlardan ilki 1988 yılında yapılan ilk denemedir: 

“1988 yılı başındaydı. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu’nda bir sıkıntı çıktı. O sırada ne üniversitelerde ne de başka bir alanda başörtüsü problemi vardı. Örneğin ben hükümetteydim, eşi başörtülü olan tek bakandım. Eşimle Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in verdiği Cumhuriyet Bayramı resepsiyonlarına birlikte katılıyorduk. Kamusal alan saçmalığı da yoktu o zaman. Sadece Hacetepe Hemşirelik Bölümü’nde sıkıntı yaşandı. Ve giderek kaşındı bu konu. Ve Meclis dışındaki unsurlar Özal’ı, ANAP’ı bu konuda sıkıştırmaya başladılar. Nerede toplantıya gitsek, birisi kalkıyor, ‘Bir gecede kanun çıkartıyorsunuz, neden başörtüsü için çıkartmıyorsunuz?’ diye soruyordu.”

Çiçek

Yazının Devamını Oku

Dışişleri’nde liyakatin önemini vurgulayan bir hatırat

5 Kasım 2022
Bir diplomat nasıl olunur?

Diplomatlık nasıl bir kariyerdir? Diplomatlar merkezde ve yurtdışında ne gibi görevler yürütürler, hangi koşullarda çalışırlar? Nasıl bir hayat yaşarlar? Meslek çizgileri nasıl bir kurumsal kültürün içinde şekillenir?

Büyükelçi Tunç Üğdül’ün kaleme aldığı “Diplomasi Cephesi/Hariciyeci Bir Çiftin 40 Yılı” başlıklı hatıratı, diplomatlık kariyeriyle ilgili bütün bu gibi soruların yanıtlarını iki diplomatın yaşam öyküleri üzerinden veren oldukça kapsamlı bir kitap.

Üğdül, kitabında 1980 yılında adım attığı ve 2020 yılında büyükelçi unvanıyla emekli olduğu Dışişleri Bakanlığı’ndaki 40 yıllık serüvenini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Kitap, paralel bir izlekte kendisi gibi hariciyeci olan ve o da büyükelçi unvanıyla emekliye ayrılan eşi Aslıgül Üğdül’ün mesleki çizgisinin seyrini de içeriyor.

Kitap boyunca evli bir hariciyeci çiftin kariyerlerinin birlikte ilerleyişini izliyoruz. Bazen birlikte aynı merkezlerde, daha çok da farklı ülkelerde görev yaparak icra ediyorlar mesleklerini. Bu kariyeri Tunç Üğdül’ü Türkiye’yi Slovakya, Fas ve Polonya’da büyükelçi unvanıyla temsil etmeye taşırken, Aslıgül Üğdül Türkiye’nin Afrika’daki ilk kadın büyükelçisi olarak Senegal’e gidiyor, bunu eşinin eski görev yeri Slovakya büyükelçiliği izliyor. ‘Üğdül’ler bir yandan da iki çocuklarını büyütüyorlar.

*

Kitap, önce Üğdül’ün Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde aldığı eğitimden başlayarak bakanlık sınavına nasıl hazırlandığını, nasıl bir sınavdan geçtiğini anlatarak başlıyor. Ardından genç bir diplomatın bakanlığın basamaklarında kademe kademe yükselerek, kurumun kültürü içinde yoğrularak nihai hedef olan büyükelçilik unvanına kadar yükselişini ve finalde bu görevi icra edişinin öyküsünü izliyoruz.

Bununla iç içe geçen ikinci anlatıda da ODTÜ mezunu olan eşi Aslıgül Üğdül’ün benzer yolculuğuna tanıklık ediyoruz.

Üğdül

Yazının Devamını Oku