Ziyaret karşılıklı olarak sıcak mesajlara sahne olurken, Gantz, çalışmaların artırılması için prosedürleri başlatmak üzere ekibine talimat verdiğini açıkladı.
Ayrıntı verilmese de yapılan açıklamalar, Türkiye ile İsrail arasında girilmiş olan hızlı normalleşme dönemiyle birlikte, diğer alanların yanı sıra savunma alanında da yoğun bir işbirliğinin kapısının aralandığına işaret ediyordu.
İlginç nokta, Gantz’ın 1 Kasım’da yani geçen salı günü İsrail’de yapılacak olan genel seçime rağmen bu ziyareti gerçekleştirmesiydi. Yani seçimden tam dört gün önce Türkiye’deydi. Seçim çalışmaları Ankara ziyaretinin önüne geçmemişti.
Gantz’ın mensubu olduğu “Ulusal Birlik” bloku seçimde oyların yüzde 9.02’sini aldı. Böylelikle, bu blok 120 sandalyeli İsrail Meclisi Knessett’e 12 milletvekili sokmayı garantilemiş görünüyor.
Ama Gantz için kötü haber, Savunma Bakanı olarak görev aldığı koalisyonun dayandığı ittifakın, sandıkta çok az bir farkla Netanyahu’nun başını çektiği ittifakın gerisinde kalmasıdır.
Büyük bir sürpriz olmazsa yeni koalisyon hükümetini sağcı Likud partisi lideri Benjamin Netanyahu’nun kurması bekleniyor. Ancak Netanyahu’nun başını çektiği ittifakın çok az bir farkla güvenoyu alabilecek görünmesi, kendisinin ittifak içindeki aşırı sağ partilerin etkisine daha açık hale geleceğini, her halükârda İsrail’i yönetmesinin pek kolay olmayacağını gösteriyor.
ERDOĞAN İLE NETANYAHU ARASINDAKİ GERİLİM
Seçimin sonucu Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü
Kılıçdaroğlu’nun kadınların kamuda başörtüsü takmalarını güvence altına almak üzere yasa değişikliği önerisinde bulunması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da aynı konuda anayasa değişikliğine gidilmesi yolundaki karşı önerisiyle birlikte, başörtüsü bir kez daha Türkiye’de siyasetin ana tartışma başlıklarından birine dönüşmüştür.
Siyaset zemininde yürümekte olan bu tartışmaya karşılık, kamuoyu yoklamaları başörtüsünün toplumun geniş kesimlerinde çoktandır bir sorun olarak görülmekten çıktığını gösteriyor.
Bu meselenin geride kalmış olmasında bir dizi faktörün yanı sıra Anayasa Mahkemesi’nin son on yıla yakın süre içinde geliştirdiği içtihadı da hesaba katmak gerekir. Mahkemenin başörtüsü konusunda almış olduğu kararlar üzerinden açtığı özgürlük alanı bu tartışmalar sırasında göz ardı edilmemelidir.
PROF. ARSLAN VE LAİKLİĞİN ÖZGÜRLÜKÇÜ YORUMU
AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın son konuşmalarında 2012 yılında bireysel başvurunun kabul edilmesi sonrasındaki dönemde AYM’nin “geliştirdiği hak eksenli yaklaşımla laikliğin özgürlükçü bir yorumunu getirdiğine” dikkat çekiyor.
Prof. Arslan’ın geçen pazartesi günü Rize’de “AYM’nin Temel Hakların Korunmasındaki Rolü” konulu panelde yaptığı konuşma, AYM’nin başörtüsünün kamudaki yeri üzerindeki içtihadının geçirdiği evrime işaret eden önemli unsurlar taşıyor.
AYM Başkanı, mahkemenin geçmişte “Başörtüsü yasağını tahkim edici ve meşrulaştırıcı bir rol oynadığını”, bu çerçevede “Sınırlayıcı/yasaklayıcı yaklaşımın katı bir laiklik yorumu üzerinden savunulduğunu, başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakmaya dönük yasal düzenlemelerin laiklik ilkesine aykırı bulunduğunu” hatırlatıyor.
LAİKLİK ÖZGÜRLÜKLERE
Yargılama sürecinin vardığı noktada, İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi, geçen 25 Nisan’da Kavala’yı Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesi uyarınca “Türkiye Hükümetini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasını Engellemeye Teşebbüs Etme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırmıştır. Mahkeme heyetindeki üç üyeden biri muhalefet şerhi düşmüştür bu karara.
Osman Kavala, bu karar çerçevesinde hukuken “hüküm özlü” sayılıyor. Bir başka deyişle, hakkında yalnızca birinci derece mahkeme tarafından verilmiş bir mahkûmiyet kararı bulunan bir tutukludur. Bu hüküm önce istinaf ve ardından Yargıtay’daki temyiz aşamalarını tamamlamadığı için hakkında henüz kesinleşmiş bir karar söz konusu değildir. Dolayısıyla, “masumiyet karinesi”nden yararlanma hakkına sahiptir.
Halen istinaf incelemesi için İstanbul’da bölge adliye mahkemesinde bulunan dosyanın, bu aşamada “bozma” kararı çıkmaması halinde, bir sonraki durak olarak Yargıtay’a gitmesi gündeme gelecektir.
Kavala’nın mahkûmiyetinin kesinleşebilmesi, her halükârda en son aşamada Yargıtay’ın birinci derece mahkemesi kararına “onama” vermesi halinde mümkün olacaktır. Yargıtay’dan “onama” değil de “bozma” çıkarsa, bundan da mahkemenin Kavala hakkındaki ağırlaştırılmış müebbet hükmünün haksız olduğu anlamı çıkacaktır.
Gelgelelim bütün bu yargısal süreçlerin tamamlanması noktasının çok uzağındayız bugün itibarıyla.
*
Bundan beş yıl önce ilk tutuklama kararını veren İstanbul Birinci Sulh Ceza Hâkimi, bu hükmünü hem “Anayasal düzeni ortadan kaldırma” (TCK 309) hem de “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” (TCK (312) suç isnatlarına dayandırmıştı. Sonradan TCK 309’dan verilen tutukluluk kararı kaldırılmıştı.
İlk tutuklama kararı sonrasında bu dosya geçen beş yıl içinde son derece karmaşık, dolambaçlı, iniş çıkışlı bir hukuki süreç izlemiştir. Örneğin,
Benzer kazaların Batı ülkelerinde neden daha az meydana geldiği, Türkiye’de maden kazalarında işçi ölümlerinin sayıca neden çok daha yüksek olduğu, Türkiye’nin bu alandaki küresel istatistiklerde neden yukarılarda yer aldığı soruları bir kez daha önümüze çıktı.
Bu sorulara yanıt ararken herhalde öncelikle kulak vermemiz gereken kurumlardan biri, Türkiye’de bilimsel liyakat, özgürlük ve dürüstlük ilkelerini bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak savunmak üzere kurulmuş olan Bilim Akademisi olmalıdır.
Bilim Akademisi Yönetim Kurulu, Amasra kazası konusunda yayımladığı duyuruda, önce 13 Mayıs 2014 tarihinde Soma Maden Ocakları’nda yaşanan faciada vurguladığı görüşünü tekrarladı, bir daha böyle durumlarla karşılaşmamak için “aklın ve bilimin önderliğine ihtiyacımız olduğunu” belirtti.
TEMEL NEDEN: ÖNLEME FAALİYETLERİ ÖNCEDEN TASARLANMAMIŞ
Bilim Akademisi, kazanın önlenememesinin nedenleri konusunda şu değerlendirmeleri yaptı:
“Bilim Akademisi olarak önerimiz, bu alanda yapılan bilimsel çalışma ve analizlerin bütüncül bir bakış açısıyla ele alınarak, sonuç getirecek adımların acilen atılmasıdır. Bilindiği üzere maden işletmeciliği gibi sosyoteknik sistemlerde yaşanan kazaları analiz etmek, sistem güvenlik yapısının tam olarak anlaşılmasını gerektirir. Bu kapsamda literatürde kaza analizi için önerilen çeşitli yöntemler arasında ‘Sistem Teorisine Dayalı Nedensel Analiz’ öne çıkmaktadır.
Soma ve Amasra facialarının önlenememesinin temel sebebi olarak, kaza kontrol hiyerarşisinin farklı seviyelerinde devreye girebilecek önleme ve azaltma faaliyetlerinin tasarlanmaması ve acil olarak devreye alınmaması ön plana çıkmaktadır.
21. yüzyılda ülkemizde yaşanan bu elim olayların sadece bir “kaza” olarak geçiştirilmemesi, “kader” gibi kavramlarla normalleştirilmemesi ve acilen üzerine gidilmesi talebimizi yeniliyoruz. Yaşananlar, bilime ve hukuka verilen önemin giderek azalması ve gün geçtikçe her sektörden emekçinin hayatının değersizleştirilmesinin bir sonucudur
Milliyet gazetesinin çatısı altında onun Milliyet’teki en yakın arkadaşlarından birinin anma töreninde.
İki hafta önce Sami Kohen’in ölümünün birinci yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törene konuşmacı olarak katıldım. Onun Türk basınındaki konumunu, Abdi İpekçi ile 1950’li yıllarda Milliyet’i yaratan kadro içinde yer almasını anlatırken, gökyüzündeki takım yıldızları benzetmesine başvurdum.
Gökyüzüne baktığımızda belli bir düzenle dizilen yıldızlar gördüğümüzü belirtip, “Türk basın tarihinin akışında da Milliyet’te o dönemde yıldızlar dizilmişler. Böyle bir çekim alanı yaratmış Milliyet” diyerek, Abdi İpekçi ve Sami Kohen’le birlikte hemen aklıma gelen isimler arasında Halit Kıvanç, Altan Erbulak ve Zeynep Oral’ı da saydım.
*
Kohen’in “Ver Elini Dünya” başlıklı nehir söyleşi kitabında da anlattığı üzere, İpekçi 1954’te Mithat Perin’in İstanbul Ekspres gazetesinden ayrılıp Milliyet’e geçerken yanında götürdüğü ekipte kendisiyle birlikte Halit Kıvanç da vardır.
Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ferhat Deniz, 14 Haziran 2018 tarihinde Suruç’ta meydana gelen olaylar hakkında hazırladığı 91 sayfalık iddianamenin girişinde önce çarşıda, ardından Suruç Devlet Hastanesi’nde yaşananların bir özetini aktarıyor.
Bu anlatıma göre, çarşıdaki (Şenyaşar ailesine ait) “İstanbul Ucuzluk” isimli işyerine milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ın beraberindeki heyetle ziyareti sırasında tartışma çıkmış, bu tartışma sopalı ve silahlı kavgaya dönüşmüştür. Bu hadisede Fadıl Şenyaşar silahla Mehmet Şah Yıldız’ı, İbrahim Yıldız ise Celal Şenyaşar’ı öldürmüştür.
Birçok yaralı vardır. Akabinde Şenyaşar ve Yıldız ailelerine mensup yaralılar Suruç Devlet Hastanesi’ne sevk edilmiştir. Olaylar burada devam etmiştir.
İddianameye göre, Şenyaşar ailesinden Esvet Şenyaşar (baba) ve Emine Şenyaşar (eşi), Suruç Devlet Hastanesi’ne yaralı olduklarını öğrendikleri çocuklarını ziyarete gitmiştir. Bu sırada Yıldız ailesinden ve yakınlarından kalabalık bir grup hastaneye intikal etmiş ve kalabalık grup tarafından Şenyaşar ailesine yönelik saldırı gerçekleştirilmiştir.
İddianamede şöyle devam ediliyor:
“Suruç Devlet Hastanesi’nde çıkan olaylar neticesinde müştekiler Ferit ŞENYAŞAR ve Mehmet ŞENYAŞAR’ın ateşli silahlarla ve darp edilmek suretiyle yaralandıkları, maktul Esvet Şenyaşar’ın hastane içerisinde kalabalık grup tarafından darp edildiği, devamında Esvet ŞENYAŞAR’ın müdahale için alındığı sedye üzerinde, serum tabyası ve oksijen tüpü vb. aletler ile kafasına vurulmak/darp edilmek suretiyle öldürüldüğü, maktul Adil Senyaşar’ın da yine hastane içerisinde ayrıca silahla vurulduğu, meydana gelen olaylar esnasında Suruç Devlet Hastanesi güvenlik kamerası görüntülerinin çalınması nedeniyle delillerin karartıldığı, hastaneye ve ambulanslara maddi olarak zararlar verildiği...” (Sayfa 7)
FAKIBABA’YA DA SALDIRDILAR
İddianamede gerek muhtelif resmi raporlardan gerek pek çok tanık ifadesinden bu ana akış üzerinden giden olaylarla ilgili sayısız detay bulmak mümkündür.
Başlığın soru şeklinde formüle edilmesi olayla ilgili açıklığa kavuşturulması gereken bir dizi sıkıntılı meseleye dikkat çekmeyi amaçlıyor.
Yazı, seçim öncesinde 14 Haziren 2018 günü Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde AK Parti milletvekili adayı İbrahim Halil Yıldız çarşıda seçim çalışması yürütürken patlak veren olaylarda 4 kişinin ölmesi, 8 kişinin de yaralanmasını konu alıyor.
Yıldız ve beraberindekiler HDP’ye yakınlıklarıyla bilinen bir ailenin işlettiği giyim eşyası satılan “İstanbul Ucuzluk” adlı dükkâna girince burada çıkan münakaşa kısa zamanda arbedeye dönüşüyor, karşılıklı olarak silahlar çekiliyor, ardından kavga sokağa taşıyor.
Olayların birinci bölümü Suruç Çarşısı’nda meydana gelmiştir. Milletvekili adayının ağabeyi Mehmet Yıldız bu sırada hayatını kaybetmiştir. Yaralanan dükkân sahibi Celal Şenyaşar ile kardeşi Adil Şenyaşar Suruç Devlet Hastanesi’ne götürülmüştür. Hastaneye kaldırılanlar arasında kavganın diğer tarafından yaralılar da vardır.
Mehmet Yıldız’ın ölüm haberini duyan yakınlarının oldukça kalabalık bir grupla hastaneye gelmeleri ile olaylar daha da büyümüş, hastane uzun bir süre tam bir kaos ortamına sahne olmuştur. Burada Şenyaşar ailesinden yaralılarının tedavisi yapılamamış, ayrıca saldırıya maruz kalmışlardır. Emniyet yetkilileri, bunun üzerine yaralıları ambulanslarla Gaziantep’e götürmeyi kararlaştırmıştır. Gelgelelim yaralıları taşıyan ambulanslar da hastane çıkışında saldırıya uğramıştır.
Sonuçta Gaziantep Adli Morgu’nda soyadı Şenyaşar olan üç kişi için ölüm raporu düzenlenmiştir. Bunlar dükkânın sahibi Celal Şenyaşar, kardeşi Adil Şenyaşar ve babaları Esvet Şenyaşar’dır. Baba Şenyaşar, çocuklarının yaralı olarak hastaneye getirildiklerini duyunca hemen gelmiş ancak burada uğradığı saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.
HASTANEDEKİ KAMERA KAYITLARI ÇALININCA
Tabloyu vahim kılan bir başka gelişme, yaşanan kaotik hadiseler sırasında hastanenin güvenlik kameralarının kayıtlarının çalınmış olmasıdır. Dolayısıyla hastanedeki saldırılarla ilgili en önemli delillere ulaşılabilmesi engellenmiştir.
Yazı, İdlib’de üslenmiş olan Heyet Tahrir eş Şam adlı bu örgütün bir hafta öncesinde kuzeye doğru yaptığı bir hamle ile TSK’nin harekât alanına geçip bölgenin merkezi Afrin kentine girdiğini anlatıyordu.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri listesinde yer alan HTŞ, Afrin’de durmamış, ikinci bir hamleyle bu kez doğuya doğru TSK’nın Fırat Kalkanı Harekât Bölgesi’ne yönelerek Azez şehrinin neredeyse kapısına dayanmıştı.
Eskiden Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olarak adlandırılan, 2017 yılında ilan edilen düzenlemeyle Suriye Milli Ordusu (SMO) adını alan ittifakın unsurları ile HTŞ arasında çıkan çatışmalarda siviller de dahil olmak üzere 60’a yakın kişi hayatını kaybetmişti.
SURİYE MUHALEFETİ AÇISINDAN OLUMSUZ GÖRÜNTÜ
Ardından Türkiye’nin ağırlığını koyması, bu çerçevede bölgeye bir askeri konvoy sevk etmesinden sonra çatışmalar durmuş, varılan mutabakatla silahlı HTŞ unsurları bölgeden çıkarak İdlib’e dönmüştü. Sosyal medyaya düşen bazı görüntüler HTŞ savaşçılarının çekildiğini teyit ediyordu. Bu arada sahadan gelen ve teyit edilmeyen birtakım haberlerde, bazı HTŞ unsurlarının kendilerini saklayarak Afrin ve civarında kaldıkları da iddia ediliyor.
Her halükârda bu hadiseler geride kafa karıştıran pek çok soru bırakmıştır.
Bir kere, Suriye muhalefetini temsil eden SMO içindeki bazı unsurlar bu çatışmalar sırasında HTŞ’nin yanında yer almış, bir bölümü ise çatışmaların dışında kalmıştır. Kendi bünyesinde patlak veren çatlak SMO’nun birliği, dayanışması açısından bütün dünyaya olumsuz bir tablo çizmiştir.
HTŞ’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harekât bölgesine girerek bir gövde gösterisinde bulunabilmesi izaha muhtaç bir konudur. Örgütün Türkiye faktörüne rağmen bu bölgeye nasıl girdiği/girebildiği meselesi geride bıraktığımız günlerde Suriye’yi izleyen çevrelerde birçok spekülasyonun, yorumun da konusu olmuş,