Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu, Rusya’nın Temsilcisi Büyükelçi Vassily Nebenzia ve İran’ın Temsilcisi Amir Said Iravani, bu mektubun ve ekinde yer alan ortak açıklamanın bir BM Güvenlik Konseyi belgesi olarak dağıtımının yapılmasını talep ediyorlardı.
Ekte yer alan, bu üç ülkenin dışişleri üst düzey temsilcilerinin 22-23 Kasım 2022 tarihlerinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldikleri Suriye konulu toplantının ortak açıklamasıydı. Bu talep karşılanarak, Astana açıklaması bir BM Güvenlik Konseyi belgesi olarak dağıtılıp uluslararası camianın dikkatine gelmiştir.
*
Aslında metnin içeriği daha önceki Astana ortak açıklamalarından çok da farklı değildir. Suriye’deki durumu görüşmek üzere toplanan bu üç ülkenin temsilcileri, ismini geçirmeden ABD’nin Suriye’de izlediği politikalara, sahadaki hareketlerine olan muhalefetlerini bir kez daha güçlü ifadelerle kayda geçiriyorlar.
Bu çerçevede önce “(Üç ülke) Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri dahil olmak üzere, terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına dair her türlü girişimi reddetmişlerdir” deniliyor.
Taraflar, bir sonraki paragrafta “Fırat’ın doğusundaki ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını yinelediklerini” belirtiyorlar, “Bu ayrılıkçı gündemlerin komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini” de ekliyorlar.
Önemli bir nokta, ortak açıklamada “Suriye’ye ait olması gereken petrol gelirlerinin yasa dışı olarak ele geçirilip aktarıldığı”na da dikkat çekilmesidir. Bu bölümün sonunda üç ülke, “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsü dahil terörü destekleyen ülkelerin eylemlerini kınadıklarını” duyuruyorlar.
*
Kısa zaman içinde bir merkezinde ABD yönetiminin, diğer merkezinde Kremlin’in, en doğuda da Tahran’daki İslamcı rejimin Erdoğan’ın söz ettiği harekâtı caydırmak üzere aynı ortak hatta bir araya geldiklerine tanık olmuştuk.
Olağan zamanlarda birbirleriyle sert, amansız bir mücadele içinde olan ülkeler, -örneğin ABD ile İran ya da özellikle Ukrayna savaşı sonrası ABD ile Rusya ekseni gibi- Türkiye’nin Suriye’de muhtemel bir harekâtı gündeme geldiğinde, ivedilikle aynı dalga boyunda buluşabiliyorlar.
Tabii Avrupa Birliği’ni, belli başlı Avrupa ülkelerini de bu kümelenmeye dahil ederek Türkiye’yi frenlemek üzere seferber olan koalisyonun sınırlarını genişletebilirsiniz.
Ancak sonuca baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen mayıs ayında söz konusu açıklamayı yaptığında ortalığı kaplayan itirazların, tepkilerin ardından harekât niyeti kuvveden fiile çıkmamıştı.
*
Geçen 13 Kasım’da İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde meydana gelen ve altı vatandaşımızın öldüğü patlamadan sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Türk makamlarının patlamanın arkasında PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’yi gösteren deliller bulunduğunu belirtmelerinin ardından 20 Kasım’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Suriye’ye dönük hava harekâtı başlatılmıştır.
Türkiye, bu kez A) Savaş uçaklarını Suriye hava sahasına girmeden sınır hattı üzerinde kullanarak, B) Silahlı ve silahsız insansız hava araçlarını Suriye’nin içine sokarak, ayrıca C) Hem Türkiye içinden hem de Suriye’deki harekât bölgelerinden icra edilen topçu ateşi ile Suriye’nin kuzeyindeki çok sayıda PYD/YPG hedefini yoğun bir şekilde vurmuştur.
Burası, PYD/YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu, ABD’nin himayesindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki coğrafyadır.
Washington’un önünde iki seçenek vardı. Birincisi, müttefiki Türkiye ile işbirliğine girerek bu tehdidin üstüne gitmesiydi. Bu durumda TSK’nın yanı sıra, sahada büyük ölçüde Türkiye’nin denetimi altındaki ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) unsurlarına dayanmak durumunda kalacaktı.
İkinci seçenek, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin askeri kanadı YPG’den yararlanmaktı.
*
ABD yönetimi, geniş bir zamana yayılan bir karar alma süreci içinde hareket etmiştir. Buradaki önemli bir nokta, ikinci seçeneğin Türkiye’ye dönük mutlak mahzurları nedeniyle yönetim içinde ciddi tartışmalara yol açmış olmasıdır.
Bu süreçte yönetim bir ara Türkiye ile işbirliği seçeneğine de yönelmiştir. Hatta, Suriye’de DEAŞ’a karşı yürütülecek mücadelenin esaslarını belirlemek üzere Türk tarafıyla bir mutabakat muhtırası müzakere edilmiş, 2015 mayıs ayında bir metin üzerinde önemli ölçüde ilke anlaşmasına da varılmıştır.
O dönemde Türkiye’de “Kürt Açılımı”nın yürütülmekte olduğunu, ancak bu sürecin de 7 Haziran 2015 genel seçiminden sonra kesildiğini hatırlayalım.
Ancak Başkan Obama son aşamada, tercihini PYD/YPG’den yana kullanmıştır. Araplar dahil başka etnik grupları da bünyesine almakla birlikte, ana omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kuruluşu 10 Ekim 2015 tarihinde duyurulmuştur.
*
Birinci yazı, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı” kurulmasına ve ayrıca cemevleriyle ilgili yapılan yasal düzenlemelere odaklanıyordu. Dün yayımlanan ikinci yazımız ise bu gelişmelerin AK Parti iktidarının geçen yirmi yılda Alevi meselesi karşısındaki genel tutumu içindeki yerini değerlendirmeyi amaçlıyordu.
Söz konusu adımlar, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Alevilerle ilgili vermiş olduğu bir dizi hak ihlali kararını da yakından ilgilendiriyor. Halihazırda Türkiye’nin uygulaması gereken bu kapsamda dört ihlal kararı var. Kritik soru, mahkemenin önümüzdeki dönemde bu düzenlemeleri ihlal kararlarının uygulanması açısından yeterli bulup bulmayacağıdır.
Şimdi bu kararlara yakından bakalım.
*
AK Parti döneminde Alevilerle ilgili olarak AİHM’den çıktıktan sonra uygulamaya konmuş olan tek bir ihlal kararı var. Bu, mahkemenin 2010 yılında verdiği “Sinan Işık/Türkiye” kararıdır. Alevi olan bu vatandaşın başvurusu üzerine, AİHM Türkiye’de nüfus cüzdanlarında din hanesi bulunmasında ihlal görmüştür.
Mahkeme, “Kişinin dini ve inancıyla ilgili değerlendirme yapmanın devletin görevi olmadığını” belirtmiştir. Türkiye’de 2016 yılından itibaren yeni kimliklerde din hanesinin kaldırılması üzerine bu ihlal kararıyla ilgili dosya kapanmıştır.
Gelgelelim, diğer dört ihlal kararı henüz kapatılmış değildir. İhlal kararlarının uygulamasının denetimini Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadı olan Bakanlar Komitesi yapıyor. Komite, belli aralıklarla ihlal kararlarını izleyerek Türkiye’ye bunların uygulama durumunu soruyor.
Hangileri bu kararlar?
Alevilerin yaşadıkları sorunların nasıl bir çözüme bağlanacağı sorusu, bu ayın başında iktidarda tam yirmi yılını dolduran AK Parti açısından, özellikle 2009 sonrası dönemde sürekli gündeminde duran, ancak çözümsüzlük içinde gidip gelen sıkıntılı bir konu olagelmiştir.
AK Parti’nin reformcu kimliğiyle ön plana çıktığı ilk döneminde AB’ye tam üyelik sürecinde atılan demokratikleşme adımları, Kürt sorununun yanı sıra Alevi dosyası üzerindeki perdenin de kalkmasına yol açmıştır. Alevi meselesi AB’nin ilerleme raporlarında geniş bir şekilde işlenirken, daha sonraki yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) çıkmaya başlayan ihlal kararları da AK Parti iktidarını bu konuda harekete geçme baskısı altına almıştır.
AİHM’den 2007 yılında çıkan zorunlu din dersleriyle ilgili “Hasan ve Eylem Zengin Kararı”nda verilen ihlal bu açıdan önemli bir ilktir. Konunun kamuoyunda da geniş bir şekilde tartışılmaya başlanmasıyla birlikte Alevi kesimlerinden gelen taleplerin yükselmesi, AK Parti liderliğini bir çıkış bulma arayışına sokmuştur.
Sonuçta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009 yılında sergilediği siyasi inisiyatifle “Alevi Açılımı” başlatılmıştır. Bu açılımın koordinatörlüğüne dönemin Devlet Bakanı Faruk Çelik getirilmiştir. İki yıla yayılan bir süreçte muhtelif Alevi kuruluşlarıyla toplam yedi çalıştay ve üç toplantı düzenlenmiş, bu çalışmaların sonuçları 200 sayfayı aşan bir rapor haline getirilerek 31 Mart 2011 tarihinde kamuoyuna açıklanmıştır. Toplam 30 öneriye yer verilmiştir önsözünü Erdoğan’ın yazdığı bu raporda.
*
Galiba bütün bu sürecin her şeyin üstüne çıkan yönü, getirilen önerilerden önce Türkiye’de Alevi sorununun varlığının kabul edilerek, bu sorunun ilk kez bir hükümetin siyasi inisiyatifiyle iki yıla yayılan kapsamlı bir çalışmaya konu edilmiş olmasıydı.
Belki bir bu kadar önem taşıyan, hazırlanan raporda Türkiye’de Alevilere dönük “ayrımcılığın” varlığının bir olgu olarak teslim edilmesiydi. Önerilerin ikinci maddesindeki şu ifadeler raporun kanaatimizce en çok ağırlık taşıyan noktalarından biriydi:
“Her şeyden önce ayrımcılığa yol açan uygulamalara son verilmesi ve özellikle de hukuki mevzuatın ayrımcılığı besleyen ve kurumsallaştıran öğelerden bir an önce arındırılması gerekmektedir.”
Aslında Alevilerle ilgili bazı gelişmelerin olacağına ilişkin niyet beyanları yaklaşık bir yıldır kayda geçmekle birlikte, bu konudaki adımlar ancak geride bıraktığımız haftalarda kuvveden fiile çıktı, mevzuatta birbirini tamamlayan iki ayrı düzenleme halinde.
Bunlardan birincisi, geçen 9 Kasım’da Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Kültür Bakanlığı bünyesinde yapılan bir idari düzenlemeydi. Ardından TBMM’de geçen hafta perşembe günü kabul edilen “Vergi Usul Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çerçevesinde cemevleriyle ilgili bir dizi düzenleme getirildi.
Bu süreçte muhtelif Alevi kuruluşlarının çeşitli açıklamaları ya da protesto gösterileri üzerinden eleştirel çıkışlarına tanıklık ettik.
Meselenin bu kısmına geçmeden, önce söz konusu düzenlemelerin ne getirdiği sorusuna yakından bakalım. Kültür Bakanlığı cephesi ile başlayabiliriz...
BAKANLIK’TA YENİ BÜROKRATİK BİRİME 53 KİŞİLİK KADRO
Resmi Gazete’de çıkan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yine bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tanımlanmış olan teşkilat yapısına bir ekleme yapıyor. Kararnameyle önce bakanlığın “Görev ve Yetkileri”nin altına (g) bendi olarak yeni bir madde konuyor. Bununla, “Alevi-Bektaşi kültürünün araştırılması ve cemevleriyle ilgili iş ve işlemleri yürütmek” de Bakanlığın görev ve yetki alanına dahil ediliyor.
Teşkilat kararnamesinde bundan bir önceki (f) bendinde de “Türkiye’nin turistik varlıklarını her alanda tanıtıcı faaliyetler yürütmek” görevi sayılmış. Alevi-Bektaşi kültürü bunun arkasından geliyor.
Yeni Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin en önemli yönlerinden biri, Bakanlık bünyesi içinde bir
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen pazar günü Dünya Kupası’nın açılışına katılmak üzere gittiği Katar’da Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi ile samimi bir pozda el sıkıştığı fotoğrafın, muhtemelen bütün bir dönemi anlatmak bakımından önemli bir sembol olarak referans alınacağına şüphe yoktur.
Erdoğan ile Sisi arasındaki tokalaşma, tarihçileri bir tarafa bırakalım, bugünden Türkiye’nin Mısır politikasının 2013 sonrasındaki döneminin ciddi bir şekilde sorgulanmasını, tartışılmasını beraberinde getirmiştir.
*
Hatırlayalım... Sisi, bundan dokuz yıl önce ülkenin genelkurmay başkanıyken seçilmiş cumhurbaşkanı, Müslüman Kardeşler hareketinin liderlerinden Muhammed Mursi’yi darbeyle devirdiğinde, uluslararası alanda kendisini en yüksek sesle eleştiren lider olarak karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bulmuştu.
Aslında Batılı ülkeler de darbeyi eleştirmekle birlikte, herkes bir noktadan sonra pragmatik nedenlerle Sisi rejimi ile ilişkilerini normal bir şekilde sürdürme yoluna gitmişti.
Mısır gibi Arap dünyasının en merkezi ülkesinin Mursi liderliğinde Müslüman Kardeşler ideolojisinde bir yönelişe girmesinden duyulan rahatsızlık da kuşkusuz Sisi’nin Batı’da ve bazı bölge ülkelerinde gördüğü anlayışlı muamelede belli bir rol oynamıştı.
Erdoğan farklı davranmıştır. Darbeyi hiçbir şekilde kabullenmeyerek Sisi rejimini meşru saymamış, kendisini açıkça karşısına alarak şahsı hakkında oldukça ağır bir söyleme yönelmiştir. Bu durum karşılıklı olarak büyükelçilerin geri çekilmesine yol açmış, sonuçta birbirlerine genellikle hep yakın durmuş iki ülke arasında bütün köprüler atılmıştır.
*
Ancak harekâtın bu yönlerinin değerlendirmesine geçmeden önce temel bir tespit yapalım. Türkiye’nin bu hamlesindeki ana hedefi, ABD’nin DEAŞ’la mücadele gerekçesiyle oluşturduğu ve omurgasını PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG üzerinden kurguladığı kısaca “SDG” olarak adlandırılan Suriye Demokratik Güçleri’dir.
Harekât üzerine yaptığı bir açıklamayla bunu “karşılıksız bırakmayacağını” duyuran, önceki gün sahada Kilis’teki Öncüpınar sınır kapısına roket saldırısı düzenleyerek karşılık veren SDG olmuştur. SDG’nin ABD’nin Suriye’deki en değerli müttefiki olduğunu, bu örgütün ekonomik ve askeri desteğini ABD’den aldığını hesaba kattığımızda, sahada yaşanmakta olan çatışmayı, sahnenin arka planında Türkiye ile ABD arasında cereyan eden dolaylı bir çatışma olarak görmekte bir mahzur yoktur.
Bir başka anlatımla, Türkiye ile ABD, Suriye sınırının kuzeyinde iki NATO müttefiki olarak yan yana konumlanırken, sınırın güneyinde ABD, PKK uzantısı olan ve Türkiye’yi de askeri açıdan hedef almaktan kaçınmayan SDG ile ittifak ilişkisi içine girmektedir. Bu yönüyle bakıldığında, ABD, sınırın kuzeyinde ve güneyinde Türkiye’nin karşısına iki ayrı kimlikle çıkmaktadır.
*
Bu noktada harekâtın Türkiye ile ABD’yi birlikte ilgilendiren bir başka dikkat çekici ayrıntısına odaklanalım. Cumhurbaşkanlığı tarafından önceki gün yapılan bir sosyal medya paylaşımına göre, Erdoğan bu harekâtla ilgili talimatı geçen hafta G-20 Zirvesi’ne katılmak üzere gittiği Endonezya’dan döndükten hemen sonra vermiştir. Bu paylaşımda, kendisini Endonezya’dan İstanbul’a getiren uçağın içinde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve iki askeri yetkili ile birlikte görüyoruz. Uçak, havalimanına 16 Kasım Çarşamba günü gece yarısına doğru inmiştir.
Fotoğraflardan anlıyoruz ki Erdoğan, G-20 Zirvesi’nden dönmüş ve uçaktan inmeden kendisini bekleyen askeri yetkililerin de katıldığı bir değerlendirme toplantısına katılıp ardından talimatını vermiştir.
Erdoğan, bir gün önce de (15 Kasım) Endonezya’da ABD Başkanı Joe Biden ile görüşmüştü. Bu durumda Erdoğan, Biden ile görüşmesinin hemen ertesi günü ABD’nin Suriye’deki müttefiki SDG’nin vurulmasını kararlaştırmıştır. Buradaki zamanlama kuşkusuz dikkat çekicidir.
*