Sedat Ergin

Kurtuluş Savaşı’nda Meclis kürsüsü neden siyah örtüyle kaplandı?

13 Eylül 2022
Her önemli tarihi hadisenin 100’üncü yıldönümü kuşkusuz özel bir anlam taşır.

Bu hadise bir zaferse, tabii ki 100’üncü yıldönümü de ayrı bir coşkuyla kutlanır. Bu yıl “Büyük Taarruz” ve hemen ertesinde İzmir’in Kurtuluşu’nun 100’üncü yıldönümleri her zamankinden çok daha kuvvetli bir coşkuyla kutlandı.

Genellikle İzmir’in kurtuluşu da Büyük Taarruz’un, bu çerçevede Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın sahadaki son sahnesi olarak görülür. Nedense Bursa’nın bundan tam iki gün sonrasına rastlayan 11 Eylül 1922 tarihindeki kurtuluşu biraz gölgede kalır. Oysa milli mücadelede Yunan Ordusu’na karşı sahada mücadelenin sonuçlandığı en son yerlerden biridir Bursa.

Üstelik Bursa’nın kurtuluşunun Osmanlı Devleti’nin ilk döneminde başkentliğini yapmış bir şehrin kurtarılması anlamında ayrı bir değeri vardır. Bursa’nın işgal edildiği 8 Temmuz 1920 tarihi, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gözyaşlarının döküldüğü bir gündür. TBMM kürsüsü iki gün sonra verilen bir önergenin kabulüyle siyah bir örtü (puşide-i siyah) ile kaplanmıştır. O siyah örtü Bursa kurtulana kadar kürsüde kalmış, bütün vekillere Bursa’nın işgal altında olduğunu hatırlatmıştır.

Yunan subaylarının Bursa’yı fetheden Orhan Gazi ile babası Osman Gazi’nin türbelerine girip hatıra fotoğrafı çektirmeleri herkesi yaralamıştır o günlerde. Mehmet Akif Ersoy, Orhan Gazi’nin kabrinin çiğnenmesini de anlattığı ünlü “Bülbül” şiirini Bursa’nın işgali üzerine kaleme almıştır.

Meclis’in kürsüsünün üstüne çekilen siyah örtü, 11 Eylül 1922 tarihinde, yani Bursa’nın kurtulduğu gün kalkmıştır.

Önceki gün, Bursa’nın kurtuluşunun ve siyah örtünün kalkışının 100’üncü yıldönümüydü. Bursa’da düzenlenen resmi bir törenle kutlandı bu özel yıldönümü.

*

Evet, savaşı kaybetmiş olan Yunan Ordusu’nun çekilmek dışında bir seçeneği kalmamıştı. Ancak yine de savaşın bu son aşaması da kritik çatışmaların yaşandığı, ciddi kovalama, kuşatma harekâtlarının gerçekleştirildiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

ABD’den NATO genişlemesi konusunda gecikmiş bir özeleştiri

10 Eylül 2022
Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov’un geçen hafta ölümünün ardından kendisinin tarihteki yeri konusunda önemli bir tartışmaya tanıklık ettik.

Gorbaçov, dünyanın geniş bir kesiminde, özellikle Batı’da göklere çıkartıldı. Eski Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinin bağımsızlıklarını sağlayan, bu halkları özgürleştiren, iki Almanya’nın birleşmesini mümkün kılan, genelde Avrupa kıtasından başlamak üzere geniş bir coğrafyada demokrasinin, özgürlüklerin önünü açan bir lider olarak yüceltildi.

Buna karşılık komünist geleneğin “eski tüfekler” cephesinde, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına ve komünizmin çöküşüne yol açan, Amerikan hegemonyasına davetiye çıkaran bir lider olarak sert eleştirilerin hedefi oldu. Bugün komünizmden çok ayrı bir güzergâha girmiş olan, oligarkların köşe başlarını tuttuğu kendi ülkesi Rusya’da da...

Rusya Lideri Vladimir Putin’in kendisinin cenaze törenine katılmayışı bile, bugünkü Rus liderliğinin Gorbaçov’a nasıl baktığını anlamak için yeteri kadar açıklayıcıdır. Ukrayna’nın bağımsızlığının önünü açan Gorbaçov’un, Ukrayna’yı Rusya’nın doğal uzantısı olarak görüp işgal eden bugünkü Rus liderliği tarafından kutsanmasını zaten bekleyemeyiz.

*

Gorbaçov’un ardından sayısız makale yayımlandı. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan biri, ABD’de baba George Bush’un başkanlığı döneminde Dışişleri Bakanı olarak görev yapan James Baker’ın geçen salı günü The New York Times gazetesinde yayımlanan “Gorbaçov neden önemliydi” başlıklı yazısıydı.

Baker’ın bakanlık koltuğunda oturduğu 25 Haziran 1989’dan 23 Ağustos 1992 tarihine kadar olan üç yılı aşkın süre, dünya tarihinde özellikle de Avrupa’da çok köklü, dramatik değişikliklerin meydana geldiği bir döneme rastlıyor.

Bu dönem 1989 yılında Berlin Duvarı’nın çöküşüyle başlamış, ertesi yıl iki Almanya’nın birleşmesi, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılının bitiminde sona ermesi ve ardından toprakları üzerinde 15 ülkenin doğmasıyla devam etmiştir. Kısa zamanda Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin yerine yeni demokrasiler kurulmuştur.

Özetle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu-Batı ilişkilerinin üzerini kaplayan Soğuk Savaş’ın sona erdiği bir dönemden söz ediyoruz.

Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı Erdoğan Ukrayna savaşında Batı’ya mesafe koyuyor

9 Eylül 2022
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Sırbistan’da yaptığı açıklamalar sırasında Ukrayna savaşı konusunda Batı’ya karşı aldığı eleştirel ve suçlayıcı tavır, geçen şubat ayından bu yana sürmekte olan savaşta en dikkat çekici çıkışlarından biri olarak beliriyor.

Gerçi Erdoğan sözlerinin girişinde Türkiye’nin savaşta Rusya ile Ukrayna arasında “hep denge politikası güttüğünü” söylüyor. Bununla birlikte, ifadelerinin devamında savaş denkleminin kritik bir paydası olan Batı dünyasını en azından söylem düzeyinde bu denge politikasının dışında tutuyor. Rusya ve Ukrayna karşısında bu politikanın gereği olan dikkatli bir dil kullanırken, Ukrayna’nın müttefiki Batı’nın savaştaki tutumu söz konusu olduğunda Erdoğan’ın kendisini böyle bir çizgiyle bağlı hissetmediğini görüyoruz.

*

Açıklamalarının içerik analizini yaptığımızda, Erdoğan, öncelikle “Batı’nın takındığı tavrı doğru bulmadığını, tahrik üzerine kurulu bir politika güden bir Batı olduğunu” belirtiyor. Bu ifadesiyle, Batı’yı açıkça savaşı “tahrik etmekle” suçlarken, bu tutumun çözümü güçleştirdiğini kaydetmiş oluyor. Cumhurbaşkanı’nın bu görüşleri, belli çevrelerde Batı’nın Ukrayna’da çözüm istemediği yolunda bir süredir dile getirilen tezlere yakın bir çizgiyi yansıtıyor.

Batı’dan Ukrayna’ya vaat edilen paraların gönderilip gönderilmediğini de sorgulaması, “Nerede bu para, bu da sadece laf ola beri gele” diye konuşması, ayrıca gönderilen silahlar için “hurda” ifadesini kullanmasının, Ukrayna’ya yardımda bulunan Batılı ülkeler tarafından tepkiyle karşılanacağını tahmin etmek güç değildir.

Her halükârda, Rusya’nın işgali planlandığı gibi yürütememesi, sahada köklü bir strateji değişikliği yapmak zorunda kalması ve savaşın şu an bir kilitlenmeye girmiş olmasının gerisinde, Ukrayna halkının, ordusunun kahramanlığı ve dayanıklılığının yanı sıra, Batı’dan gelen desteklerin katkısı da azımsanamaz. Türkiye de insansız hava araçları dahil olmak üzere Ukrayna’nın savaş gücüne yardımda bulunan taraflardan biridir.

*

Erdoğan’ın buradaki önemli bir açıklaması, Rusya Lideri Vladimir Putin’in enerjiyi bir silah olarak kullanmasını mütekabiliyet çerçevesinde olağan karşıladığını ima ederek, “Herkes ona saldırınca da elindeki imkanlarını, silahlarını ne yapacaktır? Kullanacaktır, olay bu kadar basit” demesidir.

Bu düşünce kalıbından hareket etmesi,

Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan karşısındaki yeni söylemi

7 Eylül 2022
Geride bıraktığımız günlerde Yunanistan’ın Türk savaş uçaklarına radar kilitleme hadiselerinin artması ve Türkiye’nin konuyu NATO’ya götürmesi tartışılırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen cumartesi günü yaptığı bir açıklamayla Türk-Yunan ilişkilerinde yeni bir durum ortaya çıkmıştır.

Erdoğan, Samsun’da katıldığı TEKNOFEST etkinliğindeki hitabında, Yunanistan karşısında son dönemdeki hareketleri nedeniyle oldukça sert bir söyleme başvurmuş, “Ey Yunan, bak tarihe bak, tarihe dön. Çok daha fazla ileri gidersen bunun bedeli ağır olur, ağır. Yunanistan’a bizim tek cümlemiz var, İzmir’i unutma...” diye konuşmuştur.

Ancak konuşmasının en çok dikkat çeken ve Yunanistan ve Batılı merkezlerde gürültü koparan bölümü sona doğru adalara da değindiği şu iki cümledir:

“Adaları işgal etmeniz falan bizi bağlamaz, vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz...”

*

Önce Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerindeki “işgal” kısmına bakalım. Ege’deki adaların Yunanistan tarafından “işgal edildiği” şeklindeki bir görüşün resmi düzeyde dile getirilmesi pek karşılaşılan bir durum değil.

Öncelikle, Ege’de Yunanistan’a ait olan adaların egemenliği üzerinde iki ülke arasında bir mesele yoktur. Türkiye’nin itiraz ettiği, bunlar arasında 1923 tarihli Lozan Antlaşması ve 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması ile silahsızlandırılmış statüde olmaları öngörülen adaların Yunanistan tarafından buna aykırı bir şekilde silahlandırılmış olmasıdır. 

Yakın dönemde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bu adaların silahlandırılmasının bir “ihlal” olduğunu belirterek, “bu ihlal giderilmezse adaların egemenliklerinin tartışılacağı tezini dillendirmeye başlamıştır. Ancak bu formülasyonda da adaların işgal edildiği gibi bir tespit yer almıyor.

*

Yazının Devamını Oku

Yunanistan gerginlik politikasıyla ne amaçlıyor

6 Eylül 2022
2020 yılı yaz sonu-sonbahar başındaki dönemi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin savaş gemilerinin koruması altında yürüttüğü sismik araştırma ve sondaj faaliyetlerinin Yunanistan’la yol açtığı büyük gerilimle hatırlıyoruz.

Galiba 2022 yazı da iki komşu arasında Ege ve Akdeniz’de hava sahasında Yunanistan’ın Türk savaş uçaklarına radar kilitleme hadiselerinin yoğunlaşması ve Girit adasındaki Rus yapımı S-300 hava savunma sistemlerini de bu amaçla devreye sokmasıyla hatırlanacak.

Yalnızca ağustos ayının son haftası ve civarına denk düşen kısa bir zaman kesiti içinde meydana gelen ve gerilimin yükselmesini tetikleyen olayları kısaca kayda geçirelim.

ABD’NİN BOMBARDIMAN UÇAĞINA REFAKAT EDEN TÜRK F-16’LARINA KİLİTLEME

Bu gruptaki hadiselerden birincisi, 22 Ağustos tarihinde Akdeniz’in uluslararası hava sahasında uçan ABD’nin B-52 tipi uzun menzilli stratejik bombardıman uçağına eşlik eden dört Türk F-16’sına Yunan savaş uçakları tarafından hedef tespiti yapılarak radar kilidi atılmasıdır.

ABD’nin B-52 uçağının geçişi, ABD’nin “Bombardıman Görev Kuvveti” çerçevesinde planlayıp NATO kapsamına aldığı bir faaliyet olarak icra ediliyor. Bu faaliyetin planı üzerindeki çalışma 2 Temmuz’da başlamış ve NATO müttefikleri ile de koordine edilmiş. ABD, özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında Avrupa hava sahasında B-52 uçuşlarını artırmış bulunuyor.

Öğrenildiğine göre, bu uçuş sırasında Türk F-16’ları Akdeniz’in uluslararası hava sahasında iki kez taciz ediliyor. Biri Dalaman’ın güneyinde, diğeri ise Rodos adasının güneyinde.

İlginç bir ayrıntı, bu hadiseden dört gün sonra 26 Ağustos tarihinde bu kez Yunan savaş uçaklarının refakat etmiş olması ABD’nin B-52 bombardıman uçağına.

Özetle, ABD’nin planladığı, NATO’nun Avrupa’daki Hava Harekât Merkezi’nin bilgisi dahilinde gerçekleşen bir uçuş söz konusu. Radar kilitlemesi yapıldığı sırada ABD’nin bombardıman uçağının da sahnede olması, daha doğrusu faaliyetin merkezinde yer alması, kaçınılmaz olarak ABD’yi de meselenin içine çekiyor.

Yazının Devamını Oku

Putin, Girit’teki S-300’ün Türk F-16’larına kilitlenmesinden neden memnun olmuştur?

3 Eylül 2022
Türkiye ile Yunanistan arasında meydana gelen son gerginlikten en çok hoşnut olan kişinin Rusya Lideri Vladimir Putin olduğu hususunda şüphe olmamalıdır.

Putin, Kremlin’deki ofisinden krizin NATO’yu da içine alacak şekilde dallanıp budaklanmasını izlerken, kopan gürültüyü tetikleyen askeri mekanizmanın Rus yapımı S-300 hava savunma sistemi olmasıyla herhalde iftihar ediyordur. Nasıl iftihar etmesin ki?

Kremlin’in zaviyesinden bakarsanız, Yunanistan’ın S-300’lerin radarlarını Türk F-16 savaş uçaklarına kilitleyebilmeleri, ürettikleri bu sistemin etkin bir hava savunması sağladığının bir teyidini oluşturuyor.

Üstelik elde ettikleri “tanıtım” imkânının onlar açısından bir ek getirisi de var. Bu tanıtımın, iki NATO ülkesinin arasının biraz daha açıldığı bir çerçevede yapılması, Batı dünyası içindeki bir çatlağı derinleştirmek anlamında da bir fırsat yaratıyor. Türkiye’nin bu hadiseyi NATO’ya götüreceğini açıklaması, krizin NATO’ya da taşınacağını gösteriyor.

*

Pek çok açıdan örnek bir vaka olarak masaya yatırılıp analiz edilmesi gereken bir durum var karşımızda. Şöyle ki...

Birincisi, son kriz, Türk ve Yunan savaş uçaklarının Ege’nin iki ülke arasında anlaşmazlık konusu bölgelerde sıkça karşılaştıkları ve “it dalaşı”na girdikleri türdeki hadiselerden farklı bir duruma işaret ediyor.

Türk tarafının açıklamalarına göre, Yunanistan bu kez radar kilitlemesini Girit adasında konuşlanmış Rus yapımı S-300 hava savunma sistemleri üzerinden yaptı. Açık kaynaklara bakılırsa, daha önce S-300’lerden kaynaklanan böyle bir hadisenin yaşanmadığı anlaşılıyor. Ayrıca olay Girit’in açıklarında uluslararası hava sahasında geçiyor.

Milli Savunma Bakanı

Yazının Devamını Oku

Eski Moskova Büyükelçisi’nin gözünden Mihail Gorbaçov

2 Eylül 2022
Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov geçen salı günü Moskova’da 91 yaşında vefat etti.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında herhalde çok az lider dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov ölçüsünde tarihin akışına tuğrasını vurmuştur.

Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine yakından tanıklık eden diplomatlardan biri, o yıllarda Türkiye’nin Moskova’daki Büyükelçisi olarak görev yapan Volkan Vural’dı. Moskova’ya 1988 yılı eylül ayında ayak basan Vural, bu süreci gözlerken Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra birliğin içinden çıkan 15 yeni devleti Türkiye’nin tanıması ve ilişki kurması sürecini bizzat sahada yönetti. Türkiye’nin tanıdığı ama ilişki kurmadığı tek ülke Ermenistan oldu. Vural, 1988 yılında Sovyetler Birliği’ne atandı ama 1993 yılı haziran ayında Rusya’dan Türkiye’ye döndü.

Dün Büyükelçi Vural ile yaptığımız sohbette Gorbaçov’un liderliğini, attığı reform adımlarını, kendisinin tarihteki yerini değerlendirdik ve “Sovyetler’in dağılması önlenebilir miydi?” sorusuna da yanıt aradık.

BAŞTA SOVYETLER’İN DAĞILACAĞINA İHTİMAL VERİLMİYORDU

Vural, önce göreve başladığı ilk dönemde karşısında bulduğu Sovyetler Birliği realitesini anlatıyor. Moskova’ya adım attığı günlerde Sovyetler Birliği’nin dağılacağı gibi bir ihtimalin düşünülmediğini, Kremlin uzmanlarının da buna kesinlikle ihtimal vermediklerini hatırlatıyor.

Ancak büyükelçi olarak kendisini ayak bastığında en çok etkileyen, sistemin ne kadar “çökmüş”, keza ekonomik durumun ne kadar kötüleşmiş olduğunu gözlemlemek olmuştur:

“Ekonomik sistemde ciddi zorluklar vardı. Halkın alım gücü çok düşmüştü. Devletin verdiği sübvansiyonlar artık verilemiyordu. Evlerin kiraları artmış, konutların elektrik, su, doğalgaz fiyatlarına zam yapılmıştı. Rublenin değeri eriyordu. Ortada gerçekçi olmayan bir kur ve karaborsa kuru vardı. Arada 1’e 7 gibi dağlar kadar bir fark vardı. Karaborsa sisteminin devletin bazı kesimlerinin bilgisi dışında işlemesi mümkün değildi, çünkü çok yaygındı. Bence Sovyetler Birliği ekonomiden dolayı çöktü. Ekonomik yapı bu süper devleti taşıyamaz hale geldi.”

Bu noktada Sovyetler Birliği’nin 1979 sonunda Afganistan’ı işgalinin de birliğin çöküşü üzerinde önemli bir etki icra ettiğine dikkat çekiyor:

Yazının Devamını Oku

‘Gülşen hadisesi’nin ortaya çıkardığı sonuçlar

1 Eylül 2022
Arşiv Balıkçısı” köşesinde Hürriyet’in arşivlerinden geçmişteki olayları çıkarıp çarpıcı bir formatta karşımıza getiren Ateş Yalazan’ın hazırladığı sayfalara bakarken sıkça tuhaf bir duygunun içinde buluyorum kendimi.

Bir bölümü ben doğmadan meydana gelmiş, bir bölümü çocukluğuma ya da gençlik yıllarıma denk gelen bu haberlerde karşıma çıkan olayların bir kısmı bazen komik, bazen yadırgatıcı, bazen de gerçek ötesi gibi görünebiliyor. “Böyle bir şey nasıl olabilmiş?” diye soruyorsunuz kendinize.

Şarkıcı Gülşen’in İmam Hatip Okulları mezunlarıyla ilgili yaptığı sevimsiz bir espri yüzünden tutuklanması, ardından ev hapsine konması hadisesi karşısında, insan ister istemez bundan on yıllar sonra bugüne ait arşivleri okuyacak olanların neler düşüneceklerini merak ediyor.

*

Neyse ki bugünden gösterilen kuvvetli tepkiler, belki ileride bu konudaki haberleri okuyacak insanların bakışını da muhtemelen dengeleyecektir. Hadiseden çıkarabileceğimiz bir dizi sonuç var.

Bunlardan birincisi, Gülşen’in sözlerinin, espri niyetiyle sarf edilmiş olsa bile, yöneldiği kitle açısından rencide edici, aşağılayıcı bir içerik taşıdığı hususunda kamuoyunun çok geniş katmanlarında eleştirilmiş olmasıdır.

Muhafazakâr kesimlerin dışında kalan mahallelerde de Gülşen’in sözleri geniş bir şekilde ayıplanıp, kınanmıştır. Toplumda bu konuda büyük ölçüde bir konsensüsün oluştuğunu söylemek hata olmaz. Kendisi de zaten hatalı olduğunu kabul etmiş, kuvvetli bir özür beyanında bulunmuştur.

Bir diğer önemli sonuç, Gülşen’in tutuklanmasının hukuken ölçüsüz, haksız bir tasarruf olduğu hususunda toplumun hiç de yabana atılmayacak bir çoğunluğunun ortak bir çizgide buluşmuş olmasıdır. Muhafazakâr kesimden de sanatçıya uygulanan tutuklama tedbiri karşısında, kendisinin tavrı kınanmakla birlikte, eleştirel seslerin yükselmiş olması bu bakımdan kayda değerdir.

Kısmen bu durumun da bir sonucu olarak, geçmişte buna benzer potansiyel ideolojik, kültürel ayrışma konuları patlak verdiğinde toplumda bir damar bulabilirken, bu kez benzer bir dalgalanma olmamıştır. Hatırlanacaktır, geçen ocak ayında

Yazının Devamını Oku