Hemen belirtelim. Türkiye’nin 2022 yılında dış ilişkilerindeki en büyük sürprizlerinden biri, muhtemelen en büyüğü, yılın sonuna doğru Esad rejimi ve Rusya’nın savunma bakanları ve istihbarat yöneticileri ile Moskova’da üçlü çerçevede gerçekleşen buluşma olmuştur.
Bu görüşmeden yansıyan normalleşme arayışı, önem ve ağırlığı bakımından galiba yıl içinde kaydedilen kritik gelişmelerin çoğunun üstüne çıkmıştır.
*
Toplantının bizzat gerçekleşmiş olması, Türkiye’nin Suriye içsavaşı karşısındaki tutumu ve Esad rejimi ile ilişkileri bakımından çok uzun yıllar tartışılacak bir gelişmeye işaret ediyor.
Türkiye’nin 2011 yılında Suriye’de patlak veren isyan hareketleri karşısında ilk dönemde açıkça silahlı muhalefetten yana tavır aldığını, rejimin devrilmesi yönünde kuvvetli bir çaba sarf ettiğini hatırladığımızda, 11 yıl sonra rejimi kabullenme ve onunla teröre karşı işbirliği yapmayı konuşma noktasına gelinmesinin geriye dönük bu tartışmayı davet etmesi kaçınılmazdır.
Olayların akışına baktığımızda, Moskova’daki buluşmanın gecikmiş bir adım olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Şu nedenlerle...
Birincisi, Rusya’nın 2015’te bütün ağırlığını koyarak askeri gücüyle, özellikle de hava kuvvetleriyle Esad’ın yardımına koşması cephedeki dengeyi zaten çok önce rejim lehine değiştirmişti.
İkincisi, Irak’ın ardından Suriye sahasına da yayılan DEAŞ tehlikesi karşısında Batı dünyasının
Ortadoğu ülkelerinin önemli bir bölümüyle ilişkileri soğuk ve dalgalı sularda seyrediyordu. Bu ülkeler bir araya gelip Yunanistan ile Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de yanlarına alarak Türkiye’ye karşı bir ittifak halinde hareket ediyorlardı.
Türkiye’nin o dönemde bölgeyle ilişkilerinde ne kadar zemin kaybettiğini görmek açısından kısa bir hatırlama yapmak yararlı olacaktır. İsrail ve Mısır ile ilişkiler deyim yerindeyse dibe vurmuştu.
Mısır’la ilişkilerdeki kırılma, 2013 yılında Müslüman Kardeşler örgütünün liderlerinden, ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdülfettah es-Sisi tarafından devrilmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu darbeye şiddetli bir tepki göstermesiyle yaşandı.
Erdoğan’ın bir kampanya şeklinde sürdürdüğü sert tepkisi, Sisi rejiminin yanı sıra, Müslüman Kardeşler örgütünden rahatsız olan ve bu nedenle Sisi’nin arkasında duran Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerin bozulmasını da beraberinde getirdi. BAE, daha sonra 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin arkasında olmakla da suçlanacaktı AK Parti iktidarının önde gelen isimlerince.
Derken 2018 yılında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda hunharca öldürülüp cesedinin ortadan kaldırılması hadisesi yaşandı. Cinayeti işleyenler, bu özel görevle İstanbul’a gönderilmiş olan ve çoğu Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın maiyetinde çalışan askeri yetkililer ve istihbarat görevlileriydi. Türkiye, uluslararası camiayı ayağa kaldırıp Veliaht Prens bin Selman’ın sorumluluğunu ortaya koyan kuvvetli bir kampanya yürüttü. Zaten soğuk bir durumda seyreden ilişkiler tam anlamıyla koptu.
İş burada bitmedi. Türkiye, bu ülkelerle sahada da sık sık karşı karşıya gelmeye başladı. Örneğin, Türkiye Libya’da BM’nin meşru kabul ettiği Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni desteklemeye başlayıp askeri yardımda bulunurken, karşı cephedeki Halife Hafter’in ordusunun arkasında ise Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve ayrıca Rusya’nın paralı askerleri Wagner Grubu vardı. 2020 Temmuz ayında Libya’da Türk Hava Kuvvetleri unsurlarının görev yaptığı Vatiyye’deki hava üssünü bombalayan esrarengiz savaş uçağının BAE bayrağı taşıdığı, resmen teyit edilmese de herkesin az çok üzerinde mutabık olduğu bir husustu.
Bunun üstüne, Suudi Arabistan ve BAE savaş uçakları birden Doğu Akdeniz semalarında göründüler. Suudi ve BAE pilotları, zaman zaman Girit adasındaki üslere konuşlanıp Yunanistan’la askeri tatbikatlara katılıyorlardı. Bu hareketler, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı açık bir meydan okumaydı.
TÜRKİYE ENERJİ
“Ukrayna savaşının ortasında Türkiye ve Rusya’nın ikili ekonomik ilişkilerini derinleştirmesi endişe kaynağıdır” dedi Borrell, Avrupa Parlamentosu’na gönderdiği resmi bir yazıda.
Alman medyası üzerinden gün ışığına çıkan ve Deutsche Welle’nin de aktardığı bu yazıda, Borrell, Türkiye’nin AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara “uymama politikası”ndan rahatsız olduklarını kaydederek, Türkiye’den yaptırımlara uymasını beklediklerini de açıklıyor.
Meselenin en ilginç tarafı, Borrell’in bu beklentiyi ifade ederken Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığının altını çizme gereğini duymuş olmasıdır. AB’nin Dışişleri Bakanı konumundaki Borrell, “Türkiye dahil bütün aday ülkelerden kararlaştırılan önlemlere uymaları bekleniyor” bildiriminde bulunuyor Avrupa Parlamentosu’na.
*
Borrell’in bu açıklaması olmasaydı, AB’nin üst düzey yöneticilerinden birinden Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adayı statüsüne hâlâ sahip olduğunu galiba pek duymayacaktık. AB yetkililerinin artık telaffuz etmekten kaçındıkları Türkiye’nin adaylığı, Ukrayna savaşı çerçevesinde AB’nin Türkiye’den beklentileri, talepleri söz konusu olduğunda birden hatırlanmıştır.
Tabii Borrell’in bu ifadelerini duyunca, 2021 yılında Avrupa Komisyonu’nun aldığı bir kararla Genişleme Bölümü’nde Türkiye dosyasını tek başına bulunduğu direktörlükten alıp Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle aynı direktörlüğe transfer etme kararını hatırlıyor insan ister istemez.
Komisyonun bu adımında organizasyonel şemasında Türkiye’nin idari olarak bağlandığı coğrafi bölgeyi değiştirmesi Türkiye’ye bakışının gerisindeki perspektifi çarpıcı bir şekilde yansıtıyordu. Bu tasarruf, AB bürokrasisinde tam üyelik dosyasının tümden kapatılmış olduğuna, AB’nin Türkiye’yi zihinsel olarak kendisinden tümüyle uzaklaştırdığına işaret ediyordu.
Ukrayna savaşıyla birlikte AB’nin genişleme stratejisinin bundan sonraki aşaması için Balkan ülkelerinin entegrasyonuna dönük çalışmalarda belirgin bir hareketlilik uç vermiş olsa da Türkiye yine bu kümenin dışında tutulmuştur.
İlişkilerin süreklilik içinde istikrarlı bir yakınlaşma süreci izlemesini bir uçağın kademe kademe irtifa kazanarak yükselmesine benzetmiştik. Üstelik ilişkilerdeki yükselme yönelişi 2022 yılında Ukrayna savaşı ile yeni bir ivme kazanarak eşik atlamıştı.
Geride bırakmakta olduğumuz 2022 yılında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin seyrini değerlendirirken de pekâlâ yine aynı metafora başvurabileceğimizi düşünüyorum. Ancak bu kez sürekli irtifa kaybederek yol alan bir uçak var gökyüzünde. Üstelik sıkça türbülansa girip sert savrulmalar da yaşıyor.
Geriye dönüp bakıldığında, 2022’de iki ülke arasındaki ilişkilerin artı hanesine yazılabilecek olumlu gelişmelerden söz edebilmek güçtür. Belki bu duruma tek bir istisna gösterilebilir. Bu da, ABD yönetiminin ağırlığını koymasıyla 2023 yılı Ulusal Savunma Bütçe Yasası’nda Türkiye’ye 40 yeni F-16 savaş uçağı ve 80 kadar F-16 modernizasyon kitinin satışında Ege ile ilgili koşullar içeren ifadelerin ABD Temsilciler Meclisi’ndeki metinden çıkartılmasıdır.
Söz konusu yasa Kongre’den Türkiye açısından bu gibi koşullardan arındırılarak çıkmıştır. Ancak bu gelişmenin F-16 projesinin önümüzdeki günlerde Kongre’den kazaya uğramadan geçmesi açısından yeterli olup olmayacağını görmek için beklemek gerekiyor.
TEMAS TRAFİĞİNE BAKINCA
Yılın bir dökümünü yaparsak, genel ziyaret trafiğine bakıldığında 2022’de ABD’den Türkiye’ye üst düzeyde siyasi bir ziyaret gerçekleştirilmiş değildir. Keza Türkiye’den başkent Washington D.C.’ye de üst düzey bir ziyaret olmamıştır. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile Stratejik Mekanizma toplantısı için geçen mayıs ayında New York’ta görüşmüştür.
Buna karşılık, geride bıraktığımız yıl zarfında Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in geçen mayıs ayında ABD’nin başkentine gerçekleştirdiği son derece gösterişli bir ziyarete tanıklık ettik. Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos’un temmuz ayındaki Washington ziyareti de dikkat çekiciydi.
Türkiye ile ABD arasındaki üst düzey temaslar ise genellikle uluslararası toplantılar vesilesiyle yürütülüyor. Bu çerçevede 2022’de ABD Başkanı
Bu süreç Rusya’nın 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’yı işgal etmesiyle önemli bir sınamayı karşısında bulmuştur. Rusya’nın bariz saldırganlığının Türkiye ile ilişkilerdeki yakınlaşmayı nasıl etkileyeceği sorusu Ankara ve Moskova’nın gündemine girmiştir.
Türkiye’nin NATO müttefiki olması, Batı dünyası ile Rusya arasında ortaya çıkan büyük gerilimde kendisini birden sıkıntılı bir zeminde bulmasına yol açmıştır. Türkiye, dış ilişkilerinde belki de İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki en zorlu sınavlardan biriyle karşı karşıya gelmiştir.
Uluslararası kuralları hiçe sayan bu saldırganlığa karşı ilkesel temelde tavır alma gereği ve ittifak üyeliğinden kaynaklanan yükümlülükler, kuzey komşusu ile ilişkilerini geleneksel olarak dikkatli bir şekilde yürütme ihtiyacı ile birleştiğinde, Türkiye’nin nasıl bir yol izleyeceği dış politikanın en kritik meselesi haline gelmiştir.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin çok geniş bir gündeme yayılarak Suriye gibi sahada askeri işbirliğini de içeren son derece girift bir hale gelmiş olması, ayrıca enerji gibi bazı alanlarda Türkiye’nin bu ülkeye belli bir bağımlılığının bulunması gibi faktörlerin de hesaba katılması gerekiyor. Tabii, buradaki güçlüklere Türk ekonomisinin içinden geçtiği ciddi ölçülerdeki kırılganlığını da ekleyebiliriz.
Türkiye, üstelik bu savaşa Batı ile ilişkilerinin sorunlarla kaplı olduğu bir zaman kesitinde yakalanmıştır. ABD ile ilişkiler son derece mesafeli bir şekilde seyreder, AB ile kurumsal düzeydeki ilişkiler kilitlenmiş bir durumda askıda tutulurken, Ukrayna’daki savaşın Batı ile bağlara nasıl yansıyacağı ayrı bir tartışmanın konusudur.
TÜRKİYE RUSYA’NIN BATIYA AÇILAN KAPISI
Burada dikkat çekeceğimiz bir nokta şudur: Başlangıçta Ukrayna savaşının Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde pekâlâ yeni bir başlangıç yapılabileceği yolunda beklentiler yaygın bir şekilde dile getirilmiştir. Keza Almanya’nın doğalgazda Rusya’ya bağımlı hale gelmesinden çıkartılan ders ışığında, Türkiye’nin bu alanda Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi gerektiği tezi de birçok çevrede kabul görmüştür.
Gelgelelim, hadiselerin akışı bu beklentilerin gerçekleşmesi yönünde seyretmemiştir. Savaş 10 ayı geride bırakırken Türkiye’ye dönük sonuçlarının muhasebesini bugün daha iyi yapabilecek durumdayız. Bu çerçevede şu tespitleri belirtebilmemiz mümkündür:
Her yıl sonunda, geride bırakılan yılın dış politikasını önemli başlıklar altında değerlendirmeyi kendi açımdan bir gelenek haline getirdim. Dış ilişkilerin belli bir başlığı altındaki ana yönelişlere kuşbakışı bakmaya çalışıyorum bu yazılarda. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler ortamında hangi istikamete doğru gittiğini, hangi rotada yol aldığını gözlemek açısından yararlı bir egzersiz oluyor.
Bu çerçevede her yıl Rusya dosyasına özel bir ilgiyle eğiliyorum. Geride bırakmaya hazırlandığımız 2022 yılını değerlendirmek için 2018, 2019, 2020 ve 2021 yılları sonunda Türk-Rus ilişkilerini konu alan analizlerimi topluca yeniden okuduğumda, karşıma son derece tutarlı, süreklilik içinde aşama aşama yükselen bir ilişki yapısının çıktığını bir kez daha gördüm.
İki ülke arasındaki ilişkilerde yerleşen yakınlaşmayı göstermek bakımından son yılların akışı üzerinde bir hafıza tazeleme yaparsak şu tespitleri kayda geçirebiliriz.
2018: TÜRKİYE’NİN YENİ STRATEJİK ORTAĞI ARTIK RUSYA
2018 yılı sonundaki değerlendirmeye “Türkiye’nin Yeni Stratejik Ortağı Rusya, Ancak...” başlığını koymuşum. ABD ile ilişkiler krizden krize savrulurken, AB ile ilişkiler belirsizliğe girerken, 2018 yılında Türk dış politikasına damgasını vuran ana yöneliş Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşma süreci olmuş. Bu bağlamda en azından 2018 yılı için Türkiye’nin stratejik ortağının ABD değil Rusya olduğu tespitini yapmışım.
Burada kuşkusuz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alma kararının belirleyici bir etkisi söz konusu. Astana Süreci ile birlikte, Erdoğan ve Rusya lideri Vladimir Putin’in İran’ı da yanlarına alarak Suriye’de artan ölçüde işbirliğine girmeleri, yakınlaşmanın gerisindeki önde gelen bir faktördür.
Ayrıca, bu üç ülkenin ABD’nin Suriye’de Fırat’ın doğusunda bağımsız bir Kürt devleti kurma arayışına girdiği yolundaki bir ortak tehdit değerlendirmesinde buluşmaları da bir diğer faktördür.
Ancak bazı çekinceler de ifade etmişim bu değerlendirmenin sonunda. Bunlardan biri, ilişkiler gelişirken buradaki ayarın Türkiye’nin Rusya karşısında elinin zayıflayacağı bir çizgiye kaymaması gerektiğidir.
Emekli askeri Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok, geçen 9 Eylül’de Sincan F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde ziyaret ettiği Emekli Hava Korgeneral Vural Avar’la olan sohbetinden aklında kalan çarpıcı diyaloglardan birini bu sözlerle aktarıyor.
Üçok, görüşmeden hemen sonra tuttuğu notlarda, Avar’ın “Sürekli eski söylediklerini tekrarladığını, isimleri unuttuğunu, koğuş arkadaşının ismini hatırlamadığını” belirtip, şöyle demiş:
“Çok zayıf ve kırılgan. Bu kışı çıkaramaz...”
Üçok’un geçen eylül ayındaki bu öngörüsü ne yazık ki tutmuştur. Vural Avar, geçen pazartesi akşamı Sincan’da kaldığı üç kişilik hücrede gözlerini kapatıp uykuya geçmiş, sonra uyanamamıştır. Sabah infaz memuru tarafından yapılan sayımda uyanmayınca, öldüğü anlaşılmıştır.
Sincan’da sessiz bir ölümle hayata veda etmiştir.
28 ŞUBAT DAVASINDA HÜKÜM GİYMİŞTİ
Gözlerini kapadığında, Vural Avar 28 Şubat Davası’nın hükümlüsüydü. Yapılan yargılama sonucu “Hükümeti vazife görmeye men etmek” suçundan müebbet hapis cezası almıştı. 19 Ağustos 2021 tarihinden bu yana hapisteydi.
Öncesinde, 28 Şubat soruşturması başladığında ilk olarak 12 Nisan 2012 tarihinde tutuklanmış ve yirmi ay kadar Sincan’da kaldıktan sonra 7 Kasım 2013 günü tahliye edilmişti. Ancak uzun bir yargılama sonucunda Yargıtay’ın kararı sonrasında kendisini yeniden Sincan’da demir parmaklıkların arkasında bulmuştu.
Birincisinde, Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgaliyle birlikte patlak veren savaşta Türkiye’nin ilk aşamada Montrö Sözleşmesi’nin 19’uncu maddesine dayanarak Boğazlar’ı savaşan taraflara, bu çerçevede Rusya’ya kapatma kararının uluslararası alandaki yankılarını, bu adımın tetiklediği tartışmaları fark edeceklerdir.
Aynı zamanda, Montrö Sözleşmesi’ne de sahip çıkmak amacıyla bu konuda bir bildiriye imza atan 100’den fazla emekli amiralin o sırada mahkemelerde yargılandığını, ancak bir yıla yaklaşan kovuşturma süreci sonunda bütün sanıkların topluca beraat ettiklerini de okuyacaklardır.
Bu arada, soruşturmanın ilk aşamasında bazı sanıkların ilk aşamada gözaltına alındıklarını, hatta bu gruptakilere bir süre elektronik kelepçe takıldığını da öğreneceklerdir.
Aynı zaman kesiti içinde bu iki gelişmenin nasıl birlikte meydana gelebildiği, muhtemelen karşılarında yanıt bekleyen bir soru olarak asılı duracaktır.
*
Ukrayna Savaşı’nın özellikle başlangıç dönemini yakından izlemeye çalışmış bir gazeteci olarak dikkatimi çeken durumlardan biri, yabancı basında Türkiye’nin sergilediği tutum çerçevesinde Montrö’ye yapılan atıfların, bu konuda kaleme alınan haber ve makalelerin sıklığı oldu. Akademik çevrelerde, düşünce kuruluşlarında da Montrö hakkındaki yayınlarda belirgin bir artış gözlendi bu dönemde.
Bütün bu yayınların, toplandığında mütevazi ölçülerde bir kitap oluşturacağını söylemek mümkündür.
Bugünün tecrübesiyle geriye bakıldığında, 1936 yılında Montrö Sözleşmesi’ni müzakere eden Türk heyetinin üyelerinin geleceğe dönük her ihtimali hesaplayan, ne kadar titiz, detaylı bir müzakere süreci yürüttüklerini teslim etmek, onların hatıralarına karşı bir vatandaşlık görevidir.