Örneğin Rusya lideri Vladimir Putin, Türkiye’nin Suriye’ye askeri harekât niyetlerine açıkça atıf yapmamakla birlikte genel bir çerçeve içinde Kuzey Suriye konusunda bazı görüş farklılıkları olduğunu ifade etti.
İran tarafı da Türkiye’nin askeri harekât ihtimalinden duyduğu rahatsızlığı en üst düzeyde ülkenin dini lideri Ayetullah Ali Hamaney üzerinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a aktardı.
Ancak bu gibi farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, Tahran Zirvesi üç ülke arasında Suriye üzerinde geniş bir mutabakat alanının bulunduğunu bir kez daha ortaya koydu. En önemli mutabakat başlığının, ABD’nin Fırat’ın doğusundan çıkması ve burada PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG üzerinden oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) projesinin sonlandırılması olduğunu söyleyebiliriz.
Şimdi bu gözlemimizi Tahran Zirvesi’nden sonra yayımlanan “Türkiye Cumhurbaşkanı, İran Cumhurbaşkanı ve Rusya Cumhurbaşkanı Ortak Açıklaması” üzerinden göstermeye çalışalım.
ÜÇLÜ AÇIKLAMA: ‘ÖZYÖNETİM TEŞEBBÜSÜNÜ REDDEDİYORUZ’
Bu açıklamaya baktığımızda en önemli ifadelerden biri, Astana sürecinin bundan önceki bildirilerinde de rastladığımız üzere Suriye’de “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri”nin reddedilmesidir.
“Özyönetim” ile kastedilen, Fırat’ın doğusunda ABD’nin himayesinde oluşturulan ve ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu özerk yapılanmadır. Bu yapı şimdiden uluslararası camiada birçok kesimde “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” kimliği ile kabul görmeye başlamıştır.
Buna karşılık Türkiye-İran-Rusya üçlüsü, “
Bu raporun her yıl 15 Temmuz kalkışmasının yıldönümü nedeniyle hatırlanması, hararetli tartışmalara konu olması artık kanıksanan bir rutine dönüşmüş gibidir. Aslına bakılırsa, Türk kamuoyunda 15 Temmuz’la ilgili bazı soruların hâlâ gündemden çıkmamasının önemli nedenlerinden biri de bu komisyon raporunun akıbetidir.
TBMM Başkanlığı’nın önceki günkü açıklamasıyla bu konudaki tartışmalar daha da ilginç bir zemine oturmuştur. Açıklama, raporun resmen yayımlanmasının mümkün olmadığını, çünkü TBMM içtüzüğünde öngörülen usullere uygun bir şekilde sonuçlandırılmadığı görüşünü taşıyor.
KOMİSYON BAŞKANI: ‘RAPOR TAMAMLANDI, BAŞKANA TESLİM ETTİK’
Meclis raporu tartışmasının bu yıl biraz daha kuvvetli seyretmesi 2016 yılında kurulan araştırma komisyonunun AK Partili Başkanı, dönemin Burdur milletvekili, eski savcı Reşat Petek’in meslektaşımız İsmail Saymaz’a yaptığı açıklamalar oldu.
Saymaz’ın halktv.com.tr web sitesinde yayımladığı bu mülakatta, Petek, uzun süren sessizliğini ilk kez bozarak, raporun açıklanmaması konusunda eleştiriler yöneltiyor.
Aslında Petek’in tepkisine yol açan, TBMM’nin web sitesinde, araştırma komisyonunun faaliyetiyle ilgili olarak “Komisyon raporunu vermedi, (hükümsüz)” şeklinde bir cümlenin yazıyor olması. Petek, “Bu tarihi gerçekleri tersyüz eden bir açıklama. Böyle bir şey yazılmaması lazım. Doğru değil, gerçeği yansıtmıyor” diye konuşuyor.
Petek, “fiziken basılmış raporu” raporu dönemin TBMM Başkanı İsmail Kahraman’a teslim ettiklerini söylüyor. “Rapor tekemmül etti (tamamlandı) ama Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmedi. İşin özeti budur” diyor.
Peki neden Genel Kurul’a inmedi?
Gelgelelim, bu yıldönümlerinde siyasi alanda 15 Temmuz üzerinde yaşanan ayrışmanın her yıl biraz daha derinleşmekte olduğuna da tanıklık ediyoruz.
Darbe girişiminin fiilen gerçekleştiği gün ve hemen sonrasındaki günlere döndüğümüzde, Türkiye’de büyük bir dayanışmanın vücut bulduğunu görüyoruz.
15 Temmuz gecesi kalkışma sırasında TBMM’nin açık tutularak, F-16 savaş uçaklarının Meclis’i bombalamasına rağmen iktidar ve muhalefet milletvekillerinin bu saldırıya karşı birlikte sergiledikleri direniş, şimdiden Türkiye’de demokrasi tarihinin en değerli sayfalarından biri olarak kayda geçmiştir.
TBMM’DE DÖRT PARTİDEN TARİHİ BİLDİRİ
Darbenin hemen ertesi günü TBMM’de grubu bulunan dört partinin ortak bir bildiri yayımlayarak bu girişimi kınaması aynı dayanışma ruhunun bir uzantısıydı.
“Bizler, Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Halkların Demokratik Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi grupları olarak aziz milletimizin kendisine, milli iradeye, devletimize, özellikle de millet iradesinin temsilcisi olan milletvekillerine ve Gazi Meclis’e yönelik 15 Temmuz gecesi başlatılan ve 16 Temmuz sabahı etkisiz hâle getirilen darbe girişimini ve Meclis’e yönelik saldırıları şiddetle kınıyoruz” diye başlayan bu bildirinin en can alıcı bölümlerinden biri şuydu:
“Milletimiz müsterih olsun. Milletin Meclisi ve milletvekilleri milletin emanetini yere düşürmemiştir ve düşürmeyecektir.”
Tabii aklımıza hemen 7 Ağustos 2016 tarihinde düzenlenen ve Cumhurbaşkanı
15 Temmuz sonrasında kanun hükmünde kararnamelerle kamudaki görevlerinden ihraç edilen vatandaşların itirazlarını incelemek üzere oluşturulan Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’ndan söz ediyoruz.
Söz konusu yazıda Korgeneral Öztürk’ün 15 Temmuz gecesi nasıl bir hareket tarzı izlediğini dava dosyası üzerinden ayrıntılı bir şekilde değerlendirdiğim için dosyanın içeriğini burada tekrarlayacak değilim.
Tekrarlayacağım tek husus, Korgeneral Öztürk’ün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 23 Ocak 2019 tarihinde beraat ettiği, bu beraat kararının daha sonra önce istinaf ardından temyiz aşamalarında onandığıdır. Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi onama kararını 18 Haziran 2020 tarihinde almış, birinci derece mahkemesinin buna katılması ve kesinleşme şerhlerinin yayımlanmasıyla kendisi hakkındaki karar 13 Ekim 2020 tarihinde kesinleşmiştir.
Özetle, Erdal Öztürk 13 Ekim 2020 tarihi itibarıyla masumiyeti Türk yargı sisteminde kesinlik içinde tescil edilmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.
Gelgelelim yargı sürecinin kendisinin lehine sonuçlanması Korgeneral Öztürk’ün haklarının iadesi için yeterli olmamıştır. Biraz daha yakından bakarsak...
KESİNLEŞEN YARGITAY KARARI DA İLETİLDİ
Öztürk, darbe girişiminden hemen sonra 18 Temmuz 2016 günü tutuklanmıştır. 27 Temmuz 2016 tarihinde çıkartılan 668 sayılı KHK ile ordudan atılmış, bunun sonucu özlük haklarını büyük ölçüde kaybetmiştir. Ayrıca, 29 Eylül 2017 tarihindeki tahliyesine kadar 14 ayı aşkın bir süre hapis yatmıştır.
KHK ile kamu görevinden çıkartılan kişilerin haklarının iadesi OHAL Komisyonu’nun incelemesi ve oluruna tabidir. Komisyon’un gündeminde
Bundan önceki yıllarda da yaptığım gibi, yine 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili olarak açılan davaların seyrine kısaca göz atmak istiyorum geçen altı yıl içinde nereden nereye geldiğimizi görmek açısından.
Geçen yıl bugün yayımlanan yazımda toplam 289 darbe davasından 288’inin birinci derece mahkemelerde sonuçlandığını belirtmiştim. Bu kez tümünün sonuçlandığını yazmam gerekiyor.
Derece mahkemelerinde son bulan davaların genel bir dökümünü yaptığımızda şu tabloyla karşılaşıyoruz. Toplam 1.634 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 1.366 sanığa müebbet, 1.891 sanığa 2 ay ile 20 yıl arasında değişen sürelerde hapis cezası verilirken, 2 bin 870 sanık beraat etmiş. Ayrıca, 964 sanık hakkında ceza verilmesine yer olmadığına hükmedilmiş.
Özetle, Türkiye’de 58 ilde açılan 289 darbe davasında toplam 8 bin 725 kişi hakkında hüküm verilmiş ağır ceza mahkemelerinde.
BERAAT EDEN VE CEZA VERİLMEYENLERİN ORANI YÜZDE 44
Burada dikkat çekmemiz gereken bir durum, sanıklar hakkında çıkan beraat kararlarının sayıca hiç de küçük bir oran olmamasıdır. Toplama oranlandığında, darbe davalarında yargılanan sanıklardan yüzde 32.8’inin beraat ettiğini söylemeliyiz. Ceza verilmesine yer olmayanları da bu gruba dahil ettiğimizde aslında yaklaşık yüzde 44 gibi bir orana ulaşıyoruz.
Beraat edenler içinde darbe gecesi FETÖ’cü komutanları tarafından ellerine silah verilip sahaya çıkartılan erlerin de sayıca kabarık bir grup oluşturduğu olgusunun altını çizmeliyiz. Yargılamalarda beraat alan erlerin toplam sayısı 1.165’tir. Önemli bir bölümü hapis de yatmış olan bu durumdaki erlerin oranı, beraat kararı alan sanıkların toplamının yüzde 40.5’ine karşılık geliyor.
Bu arada, generallerin durumuna detaylı bir şekilde baktığımızda şu tespiti yapabiliriz. Biten davalarda toplam 85 general ağırlaştırılmış müebbet, 24 general müebbet, 26 general süreli hapis cezası almışken, 24 general de beraat etmiştir. Beraat eden subay sayısı ise 461’dir.
Bu sesleniş, mahkeme heyetinin salona girmek üzere olduğunu, celsenin açıldığını duyuruyor.
Hemen ardından AİHM’nin İzlandalı Başkanı Robert Spano, üzerinde cübbesi olduğu halde, mahkemenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Portekizli Abel Campos ile birlikte salondan içeri giriyor. Salonu dolduran topluluk bir süre ayakta Başkan’ın hâkimlerin oturduğu “U” şeklindeki uzun masanın tam ortasındaki koltuğuna varmasını bekliyor.
Görevli, Başkan’ın koltuğunu geriye çekerek kendisinin oturmasına yardımcı oluyor. Spano, oturmadan önce topluluğa kollarını iki yana açarak İngilizce “Please be seated” (Lütfen yerinize oturun) diye hitap ediyor.
STRASBOURG’DAKİ DİPLOMATLARIN İLGİSİ
Mahkeme salonunda Başkan Spano’nun karşısında, sağ tarafındaki masada Türkiye hakkında AİHM’ye başvuruda bulunan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ni temsilen İzlanda ve İrlanda’nın diplomatları oturuyor.
İrlanda, Konsey’in Bakanlar Komitesi’nde mevcut dönem başkanı. Başkanlığı önümüzdeki kasım ayında İzlanda devralacak İrlanda’dan. İkisinin birlikte bulunması komite adına sürekliliği temsil ediyor. İzlanda Daimi Temsilci, İrlanda ise Temsilci Yardımcısı düzeyinde temsil ediliyor toplantıda.
Başkan’ın karşısında diğer tarafta ise şikâyete muhatap olan, yani davalı konumundaki Türkiye’den Adalet Bakanlığı’nın Strasbourg’daki bir temsilcisi var. Spano, adını da açıklıyor temsilcinin: Güray Güçlü...
İlginç bir tablo,
O yıllarda bu ayrıcalığı yaşadığım pek çok şahsiyet oldu. Dün son yolculuğuna uğurladığımız İlter Bey’in bu isimler içinde benim açımdan çok ayrı bir yeri olduğunu belirtmeliyim.
İlter Türkmen’i önce Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olarak izlemeye başladım 1980 yazında. Demirel azınlık hükümeti işbaşındaydı o sırada. 12 Eylül darbesinden sonra Dışişleri Bakanlığı görevini üstlendi. Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nun diplomasi muhabiri olarak bu dönemini çok yakından izledim. İlter Bey’in, askeri rejimin zaman zaman yayınını durdurduğu bu gazetenin diplomasi muhabirine makamında özel mülakat vermesi kayda değer bir tarzdı doğrusu.
Bakanlık görevi sona erip yeniden kariyer diplomatlığına dönmesi ve ardından emekli olmasından sonraki dönemde de İlter Bey ile temasımız kopmadı. Ardından bu gazetede köşe yazarı olarak da buluştuk kendisiyle farklı sayfalarda.
Bakanlık sonrası dönemde 1985 ekim ayında New York’ta BM Daimi Temsilcisi olarak görev yaptığı sırada Cumhuriyet için yaptığım bir mülakatta kendisine, “Bakanlıktan sonra yeniden diplomatlığa dönmek nasıl bir şey?” diye sorduğumda, kahkahayı patlatarak “Bakanlığınızı unutmak şartıyla iyi geliyor...” karşılığını vermişti.
“Unuttunuz mu?” diye sorduğumda, “Tamamen unuttum, hatırlamıyorum...” diye yanıtlamış ve ardından yine bir kahkaha atmıştı.
1983 yılı Kasım ayı, Strasbourg’daki Avrupa Konseyi merkezi. Sedat Ergin , Selçuk Korkut, Raşit Gürün, İlter Türkmen, Yalım Eralp, Rıza Türmen, Selim Kuneralp, Ömer Ersun.
40’LI YAŞLARDA
Yapmak istediğim, geçen hafta üçlü mutabakatın imzalanmasından sonra kısaca değindiğim bir meseleyi biraz daha açmak. Bu mesele, NATO’ya üye olmak için başvuran Finlandiya ve İsveç’in mutabakata attıkları imzalarla Türkiye karşısında üstlendikleri taahhütlerin, mevcut NATO ülkeleri ve genelde bir bütün olarak NATO açısından ne anlam taşıdığı sorusudur. Birçok insanın zihninde, bu mutabakatın şimdi halıhazırdaki NATO üyeleri açısından ne ölçüde sonuç yaratacağı sorusu asılı duruyor.
NATO’NUN KAPISINDA PKK’NIN TERÖRİST KİMLİĞİNİN TEYİDİ
Önce bu tartışmanın çerçevesini çizelim. Bir kere mutabakatın beşinci maddesinde PKK’dan açıkça bir “terör örgütü” olarak söz ediliyor ve imzacı iki ülke, PKK ve onun uzantısı olan ya da bağlantılı grup ve şahısların faaliyetlerini önleme yükümlülüğü altına giriyor.
Ancak her iki ülkenin bu müzakere sürecinin öncesinde PKK’yı zaten terör örgütü olarak kabul ettikleri hesaba katıldığında, metne bu hususun girmiş olması yeni bir pozisyon olarak görülmeyebilir.
Bu çerçevede PKK’nın Batılı ülkelerin önemli bir bölümü tarafından terör örgütü kimliğiyle kabul edildiğini hatırlayabiliriz. PKK, örneğin 1997 yılından bu yana ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terör örgütleri listesinde yer almaktadır.
Keza, Avrupa Birliği’nin en üst karar organı Konsey’in 2 Mayıs 2002 tarihli kararında kabul ettiği terör örgütleri listesinde 6’ncı sırada “PKK” yazılı. Finlandiya ve İsveç de bu karara katılan AB üyeleri arasındaydılar.
Hâl böyle de olsa, bu iki ülkenin NATO’ya katılabilmek için PKK ile mücadele etme taahhüdünü Türkiye ile akdettikleri ayrı bir anlaşmada kayda geçirmiş olmaları yine de kendi başına anlamlıdır. Bir olgunun teyidinin yaptırılmasında ve güçlendirilmiş bir taahhüt şeklinde NATO üyeliğine giden yolun bir koşulu olarak irtibatlanmasında hiçbir mahzur yoktur.
YPG/PYD VE FETÖ