Paylaş
Bugünkü yazıda ise belgenin “Hukuk, Adalet ve Yargı” bölümünü değerlendirmek istiyorum.
Bunu yaparken baştan hatırlatılması gereken bir husus, bu bölümde sıralanan taahhütlerin aslında 28 Kasım tarihinde yine bu altı parti tarafından ortaklaşa açıklanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği Önerisi” programı içinde önemli ölçüde duyurulmuş olmasıdır.
*
Pazartesi günü ilan edilen mutabakat belgesinin “Yargı Reformu” bölümü özellikle yargı bağımsızlığını güvence altına almaya yönelik köklü bir yapısal dönüşüm öngörüyor. Bu çerçevede hemen ilk sırada yer verilen hedef, birinci sınıfa ayrılan hâkim ve savcılar bakımından “coğrafi teminat” güvencesinin getirilmesidir.
Hâkim ve savcıların idari tasarrufla başka illerde görevlendirmelerine karşı koruyucu bir önlem olarak düşünülen coğrafi teminat konusu Türkiye’de yıllardır konuşulan, ancak bir türlü uygulamaya konmamış olan bir meseledir.
İlginç bir nokta, coğrafi teminat konusunun Abdulhamit Gül’ün Adalet Bakanlığı döneminde 2019 yılında hazırlanan Üçüncü Yargı Reformu Paketi’nde de önemli bir hedef olarak vaat edilmiş olmasıydı. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs 2019 tarihinde söz konusu reform belgesini açıklarken bu vaadi telaffuz ederek, “Mevcut tayin sistemi mesleki verimliliği olumsuz etkiliyor. Coğrafi teminat, hâkim ve savcıların isteği olmaksızın çalıştığı yerden başka bir yere tayin edilememesi anlamına geliyor. Bu düzenlemeyle hâkim ve savcıların mesleki teminatlarının daha da güçlendirilmesini hedefliyoruz” diye konuşmuştu. Gelgelelim daha sonra bu konuda herhangi bir yasal düzenleme getirilmemişti.
*
Mutabakat metninde vurgulanan önemli bir başka husus, a) Anayasa Mahkemesi (AYM) ve AİHM içtihatlarının diğer mahkemelerce dikkate alınması ve aynı zamanda b) Bu mahkemeler tarafından verilen kararların uygulanmasını sağlayacak önlemlerin alınacağına ilişkin bir hedefin de kayda geçirilmesidir.
AYM ve AİHM içtihatlarının birinci derece mahkemeler tarafından içselleştirilmediği durumlar yargı sisteminde bir “ikilik” yaratarak, sıkça ihlallerin tekrarlanmasıyla sonuçlanıyor. Bir başka deyişle, AYM ve AİHM kararları, ihlallerin tekrarını önleyecek “objektif etki”yi bir türlü yaratamıyor, aynı ihlaller devam ediyor. Ayrıca, AİHM kararlarının azımsanmayacak bir bölümünün uygulanmaması sıkça Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin uygulamaya dönük taleplerini tekrarlamasına ve Konsey ile Türkiye arasında uygulamayla ilgili gerilimler yaşanmasına yol açıyor.
Önemli bir nokta, AYM ve AİHM içtihatlarıyla uyumun hâkimlerin terfilerinde de bir ölçüt olarak kabul edilecek olmasıdır.
Bu arada, “görevini kötüye kullanmak suretiyle” AYM ve AİHM’de hak ihlaline neden olup devleti tazminata mahkûm ettiren ve zarara sokan hâkim ve savcılara bu zararın rücu ettirilmesine ilişkin önerinin, uygulandığı takdirde belli bir caydırıcılık yaratacağı aşikârdır.
Özetlemek gerekirse, AYM ve AİHM içtihatlarına uyumun sağlanması, ortak metnin yargı bölümüne hâkim olan bakışın en önemli perspektiflerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
*
Metinde sıralanan Adalet Bakanı ve Müsteşar’ın Hâkim ve Savcılar Kurulu’ndan çıkartılması uygulaması kurulun bağımsızlığını sağlamak bakımından eskiden beri tartışılan bir husustur ve Batı’daki yöneliş de genellikle bu doğrultudadır.
Belgeye göre, ayrıca mevcut kurul Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olmak üzere iki ayrı yapı şeklinde düzenlenecektir. Bu kurulların üyelik seçimlerinde çoğulcu bir yöntemin izleneceği genel bir şekilde ifade edilmiştir.
İlgi çekici bir öneri de ceza yargılamalarında iddia makamı ile savunma makamlarının duruşma salonlarında fiziki olarak eşit konuma çekilmesidir.
*
Üstünde durulması gereken bir başka başlık, AYM konusunda yapılan taahhütlerdir. Burada güçlü ve etkili bir denetim için AYM’nin görev ve yetkilerinin “genişletilerek yeniden yapılandırılması” hedefinden söz ediliyor.
AYM’ye üye seçim yönteminin çoğulculuğu sağlayacak şekilde yeniden düzenleneceği belirtilmekle birlikte, metinde seçim meselesinin ayrıntısına girilmemiştir. Buna karşılık altı partinin geçen kasım ayında açıklanan anayasa değişikliği öneri belgesinde, AYM’nin üye sayısının 15’ten 22’ye çıkartılacağı, üyelerden 20’sini TBMM, 2’sini Cumhurbaşkanı’nın seçeceği, mahkemenin 4 daire halinde çalışacağı kaydedilmişti.
Dikkat çekici bir öneri, bireysel başvuruya konu olan hak ihlalinin kanundan ya da kanun hükmünde kararnameden kaynaklanması halinde AYM’ye ilgili normu iptal etme yetkisinin verilmesidir.
Yakın zamana kadar izlenen uygulamada mahkeme, ihlalin yapısal bir nedenden, yani yasanın spesifik bir maddesinden kaynaklanması halinde ihlal verirken bu durumu TBMM Başkanlığı’nın dikkatine getirip düzeltilmesi beklentisini iletmekteydi. Önerilen yöntemde ise AYM’ye ilgili yasa maddesini doğrudan iptal yetkisinin tanınması, AYM açısından yetki aşımına yol açacağı şeklinde eleştirileri tetikleyebilir.
*
Ayrıca, AYM’ye bireysel başvuruların ekonomik ve sosyal hakları kapsayacak şekilde genişletilmesi önerisinin mahkemenin işyükünü artıracağı söylenebilir.
Göze çarpan bir başka nokta, AYM’ye, kanunların yalnızca Anayasa’ya değil, aynı zamanda “Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası antlaşmalara uygunluğunu (da) denetleme” görevinin verilecek olmasıdır.
Eski AYM üyesi ve anayasa hukukçusu Prof. Fazıl Sağlam, geçen salı günü Cumhuriyet’te yayımlanan kapsamlı değerlendirmesinde, bu önerinin “AYM’nin işyükünde önemli bir genişleme yaratacağını, denetimin anayasa metni üzerinde yoğunlaşmasını önleyerek gereksiz bir karmaşaya da yol açabileceği” yolundaki endişesini belirtmiştir.
Burada muhtemel sıkıntılı bir nokta şurada beliriyor. AYM, zaten son yıllarda özellikle on binlerce bireysel başvurunun ağır işyükü altında ezilmiş durumdayken, görev alanının daha da genişletilmesinin mahkemenin etkinliğini olumsuz etkilemesi ihtimali göz ardı edilemelidir.
*
Metinde Türkiye’de eskiden beri rahatsızlık konusu olan tutuklamaların bir türlü istisna haline gelmemesi, genel ve yaygın bir uygulama olarak devam etmesi meselesi de geniş bir vurgu alıyor, bu sorunun çözümü için gerekli önlemlerin alınacağı ifade ediliyor. Bu bağlamda yargılamada hedef sürelerin yeniden revize edilerek yargılama sürelerinin makul seviyelere indirileceği de kaydediliyor.
Önemli bir başka taahhüt, “15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL kanun hükmünde kararnamelerinden kaynaklanan mağduriyetlere son verileceğinin” belirtilmesidir.
Başlangıçta FETÖ ile mücadele gerekçesiyle bu konuda alınan yetki, uygulamada FETÖ’cü olmayan vatandaşlara dönük olarak da geniş bir şekilde kullanılınca, örneğin üniversitelerde muhalif duruşlu akademisyenlere dönük ciddi tasfiyeler yapılınca, uygulama tepkileri beraberinde getirmişti. Ortak mutabakat metninde bu mağduriyetlere son verileceği genel bir hedef olarak sayılarak, izlenecek yöntemle ilgili detaya girilmiyor.
*
Kayda değer bir nokta ortak metinde “15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ tarafından gerçekleştirilen darbe teşebbüsü” ifadesine yer verilmiş olmasıdır. Türkiye seçim menziline girerken 15 Temmuz’un ve faili olan örgütün niteliği üzerinde AK Parti iktidarı ile muhalefet teşhis birliği içindedirler.
Burada altını çizeceğimiz husus, altı partinin söz konusu belgede “FETÖ ile kararlılıkla mücadele etme” taahhüdünde bulunurken, aynı bölümde hukuk devletinin bütün unsurlarını dikkate alma, mağduriyetlere izin vermeme, tüm soruşturma ve kovuşturmalarda suç, suçlu ve suçsuz arasında ayrım yapma, adil yargılanma hakkını tesis etme gibi hedefleri de vurgulamalarıdır.
Bu ifadelerin altyazısında FETÖ ile mücadelenin hukukun üstünlüğü ilkesi göz ardı edilmeden yürütüleceği mesajını okuyabiliriz.
Paylaş