Paylaş
Onları karşımızda bulduğumuz zaman kuvvetli bir güven duygusunun içimizi kapladığını hissediyoruz. Dosyalarına hâkimiyetlerinden etkileniyoruz. Anlattıklarına pür dikkat kulak kesiliyoruz.
Depremin neden, nasıl meydana geldiğini bu konulara yabancı olan çoğumuzun kavrayabileceği bir yalınlıkla izah ediyorlar. Onları dinledikçe aslında uğradığımız felaketin hiç de öngörülemeyen bir durum olmadığını, az çok kesinlik içinde önceden tahmin edildiğini, gerekli uyarıların uzun zamandır yapılmakta olduğunu da öğreniyoruz.
Jeoloji, jeoloji mühendisliği, jeofizik mühendisliği gibi dallara yayılan uzmanlıklarına baktığımızda, genel bir kategori olarak yerbilim alanında yetişmiş kadrolarımız ve bilim insanlarımız açısından ülkemizin bir eksiği olmadığını da görüyoruz.
Bu alandaki bilim insanlarımızın bir bölümünün çalışmalarıyla uluslararası alanda da temayüz ettiğini, kendi alanlarında dış dünyada otorite kabul edildiklerini öğrenip, bundan büyük bir memnuniyet duyuyoruz.
Hatta devlet protokolünde kabul gördüklerini, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği “Türkiye Ulusal Risk Kalkanı” başlıklı bir toplantıya davet edilerek kendilerine danışıldığını izliyoruz akşam bültenlerinde.
***
17 Ağustos 1999 Körfez depreminden sonra da böyle olmuştu. Türk toplumu, yerbilimi alanındaki uzman hocalarıyla tanışmıştı kısa bir süre içinde.
Örneğin, 2002 yılında ne yazık ki genç bir yaşta kaybettiğimiz İstanbul Teknik Üniversitesi Yer Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Aykut Barka, o dönemde uzmanlığıyla sivrilerek toplumda haklı bir saygınlık kazanmıştı. Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde önemli çalışmalar yürütmüş değerli bir bilim insanıydı Prof. Barka.
Yine o dönemde Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü olarak görev yapan Prof. Ahmet Mete Işıkara, toplumun deprem konusundaki bilinçlenmesine katkıları nedeniyle bir ulusal kahraman haline gelmişti. Tevazuu ve babacan tavırları nedeniyle kısa zamanda “Deprem Dede” diye anılmaya başlamıştı 2013 yılında kaybettiğimiz Prof. Işıkara.
O zaman yerbilimcilerimizin yaptıkları muhtelif çalışmalarla Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın tarihi bir süreklilik içinde batıya doğru kırılarak ilerlediğine, İstanbul’a doğru yaklaştığına dikkat çektiklerini öğrenmiştik. İzmit ve çevresini potansiyel bir enerji çıkış alanı, yani deprem bölgesi olarak gösteriyordu bu çalışmalar. Prof. Barka, depremden iki yıl önce işaret etmişti tehlikeye.
Sorun, onların bu çalışmalarının yeterince ciddiye alınmamış olmasıydı. Zaten deprem sürpriz bir bölgede değil, onların tarif ettikleri yerde kendini gösterdi. Türkiye, bilim insanlarının uyarılarına kulak vermemenin, bilime sırtını dönmenin bedelini Körfez depreminde resmi rakamlara göre 18 binden fazla insanını enkaz altında kaybederek ödedi.
Körfez depreminin ülkeye öğrettiği en kritik ders, bilim insanlarımızı dinlemenin en doğru yol olduğunu acı bir tecrübeyle göstermesiydi. Enkazları önlemenin, enkaz altında kalmaktan kurtulmanın, hayatta kalmanın çaresi bilimdi. Bu yönüyle yaşam hakkımızın en önemli güvencesiydi bilim.
En azından bir süre böyle algılandı.
Ardından o bilim insanları yavaş yavaş gündemimizden çıktılar. Bir zaman sonra her şey eskiye döndü. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözleri hoş bir seda olarak kaldı o günlerden.
***
Bilim insanlarımızın bir kez daha ekranlarımızda kuvvetli bir şekilde varlık göstermeleri 2020 yılı başında patlak veren COVID-19 salgınıyla birlikte oldu. Yine bir toplu çaresizlik hali söz konusuydu, tehdit altındaydık ve kendimizi koruyabilmek için sığınacağımız tek korunaklı liman bilim dünyasıydı.
Hemen Sağlık Bakanlığı bünyesinde ülkenin önde gelen hocalarından oluşan bir Bilim Kurulu oluşturuldu. Kurulun görüşlerinin ne kadarının uygulamaya konduğu tartışmaya açık olmakla birlikte, yine de onların karar alma mekanizmasının içinde olduğunu bilmek, toplumun salgınla mücadeleye ikna edilmesinde, yaşanan sıkıntıların aşılmasında hayati bir rol oynadı. Kurulun toplantı halinde görüntü vermesi bile toplumun gözünde bir güvenceydi.
O dönemde ülkemizin tıp alanındaki yetişmiş insan gücünün yetkinliğini görmek hepimizde pandeminin yol açtığı belirsizliği, korkuları dengeleyen bir güven duygusu yaratmıştı.
Bu güvenin gerisinde onların uzmanlıklarını seferber ederken herhangi bir özel çıkar gözetmeden, yalnızca toplum sağlığını, insan hayatını, ülkenin iyiliğini her şeyin üstünde tuttuklarını biliyor olmamız yatıyordu.
Evlerimize çekildiğimiz o dönemdeki kahramanlarımız; hastanelerde kendi hayatlarını tehlikeye atarak virüsle mücadele eden, hayatlarını veren doktorlarımız, bilgilerini yorulmadan toplumla paylaşan hocalarımızdı.
Sonra pandeminin geride kalmasıyla birlikte onlar da ekranlarımızdan uzaklaştılar.
***
Son deprem felaketinin ardından aynı kalıbın bir kez daha tekrar ettiğini görüyoruz. Projektörler yeniden onlara çevrilmiş durumda. Bu tekrardan şu sonucu çıkartmak mümkün.
Toplum olarak bir tehlike algıladığımızda, kendimizi çaresiz hissettiğimizde süratle bilim adamlarının kapısını çalıyoruz. Onları dinlemek ihtiyacını duyuyoruz, bize yol göstermelerini istiyoruz. En çok onlara güveniyoruz. Bize sadece gerçeği söylediklerini, toplum yararı dışında gözettikleri bir hedeflerinin olmadığını biliyoruz.
İktidardakiler, politikacılar, belediye başkanları bu tür felaketler karşısında hemen bilim adamlarına danışma ve aynı zamanda onlarla birlikte hareket ettiklerini gösterme ihtiyacını duyuyorlar.
Ve bir kez daha yaşanan felaketin aslında bir sürpriz olmadığını, gerekli uyarıların çok önceden yapılmış, haritaların çizilmiş olduğunu, örneğin Prof. Naci Görür gibi hocalarımızın anlatımlarıyla büyük ölçüde önceden haber verildiğini, buna karşılık bütün bu mesajların boşlukta kaybolduğunu görüyoruz.
Bu uyarılara rağmen deprem beklenen alanlarda istisnalar olmakla birlikte önemli ölçüde denetimsiz ve çürük bir yapılaşmaya göz yumulduğunu gecikmeli olarak idrak ediyoruz.
***
Burada gördüğümüz üzere her seferinde tekrarlanan bu kalıp Türkiye’nin bilimle, bilim insanlarıyla ilişkisindeki bir çelişkiye, hatta kısırdöngüye de işaret etmiyor mu?
Bir felaket yaşanmadığı sürece bilime, bilim adamlarına kulak vermemek, zora girince hemen onları yardıma çağırmak...
Oysa bu tür felaketleri önlemenin, kayıpları en aza indirmenin temel koşulu, bilimle düzgün ve süreklilik gösteren bir ilişki kurmak olmalıdır. Bu ilişkinin tesis edilebilmesinin yolu da öncelikle bilimi, bilim insanlarını her zaman önemsemek, söylediklerini dinlemek, hak ettikleri değeri verip, önlerini açıp onları yüceltmekten geçiyor.
Tabii, üniversitelerimizin akademik yetkinlikten ödün verilmeyen nitelikli bir ortamda özgürce bilim yapabildikleri koşulların yaratılması, aynı zamanda yurtdışına beyin göçünün önlenmesi bu hedefin olmazsa olmazlarıdır.
Paylaş