Krizin ilk döneminde Erdoğan’ın Mısır’daki askeri rejime dönük salvoları, “Ey Sisi...” diye başlayan öfkeli açıklamalarıyla sürerken, ilginçtir ki, buna rağmen taraflar arasında köprüler tümüyle atılmış değildi. İki ülkenin büyükelçileri başkentlerde görev yapmaya devam ediyordu.
İlişkilerin tam anlamıyla çatırdaması, 23 Kasım 2013 tarihinde Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı’nın Mısır’daki rejim tarafından resmen “İstenmeyen Adam” (Persona Non Grata) ilan edilip kendisinden ülkeyi terk etmesinin istenmesiyle meydana geldi. Türkiye’nin de Ankara’da görevli Mısır büyükelçisine aynı yöntemle misilleme yapmasıyla iki ülke arasındaki diplomatik temsil düzeyi düşmüş oldu.
Kahire’yi bu adıma atmaya yönelten, Erdoğan’ın iki gün önce, 21 Kasım 2013 günü Moskova’ya hareket ederken yaptığı açıklamaydı. Erdoğan, açıklamasında “insanlık dramı” ifadesini kullanarak, Mısır’da binlerce insanı kapsayan ölümlerden, yaralamalardan, tutuklamalardan dolayı Kahire’deki rejimi ağır bir dille eleştirmiş ve hapiste olan “Müslüman Kardeşler” çizgisindeki eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye kuvvetle sahip çıkmıştı. Erdoğan, “Mursi’ye saygı duyduğunu ama onu yargılayanlara saygı duymadığını” söylemişti.
* * *
Sonrasında derinleşen krizin sonuçları yalnızca Ankara ile Kahire arasındaki ilişkilerin ikili düzeydeki çerçevesiyle sınırlı kalmamış, özellikle Doğu Akdeniz başta olmak üzere bütün bölgeye yayılmıştır. Türkiye ve Mısır’ın bölgedeki en önemli iki jeopolitik güç merkezi oldukları dikkate alındığında, bu iki merkez arasındaki eksen üzerinde tetiklenen sarsıntının bütün bölgedeki dengeleri yerinden oynatması, yeni fay hatları yaratması kaçınılmazdı.
Gelgelelim uluslararası alanda ciddi bir meşruiyet ve destek sorunu yaşamayan, Batı dünyasının ve Arap ülkelerinin önemli bir bölümünün desteğini yanına alan Sisi rejiminin geçici değil kalıcı olduğu ortaya çıktığı oranda, ilişkilerdeki soğukluğun sonuçlarının fiiliyatta daha çok Türkiye’yi sıkıntıya sokan ve bölgede yalnızlığa iten bir doğrultuda şekillendiği objektif bir olgudur.
Kahire’deki rejim de Ankara’nın “Müslüman Kardeşler” örgütünü desteklediği, himaye ettiği görüşünden hareketle kendisine dönük bir tehdit algısı üzerinden eğilmiştir Türkiye ile ilişkilerin yönetimine. Mısır Cumhurbaşkanı es-Sisi, bu çerçevede karşı strateji olarak Türkiye’ye zarar vermek, köşeye sıkıştırmak için kullanabileceği imkân ve araçları değerlendirmekten kaçınmamıştır.
* * *
Açıklamaya göre, diplomatik ilişkilerinin düzeyinin yükseltilmesi, iki ülkenin cumhurbaşkanlarının aldıkları karar uyarınca uygulamaya konmuştur. Bu adım, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden normalleştirilmesini hedeflemekte, ilişkilerin geliştirilmesi amacına yönelik karşılıklı iradeyi yansıtmaktadır, açıklamada belirtildiğine göre.
Bundan 10 yıl önce Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdülfettah es-Sisi’nin liderliğindeki darbeyle devrilmesi sonrasında Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler Ankara’dan gelen sert açıklamalarla birlikte karşılıklı olarak bütün köprülerin atıldığı büyük bir sarsıntının içine girmişti.
Önceki günkü dört paragraflık kısa açıklama, ilişkilerin tarihindeki bu soğukluk döneminin bittiğinin resmi ilanıydı. Böylelikle, Türkiye ile Mısır arasındaki talihsiz bir dönem kapanmış olmaktadır.
Bu dönemin Türkiye açısından oldukça yüksek bir maliyetin tahakkuk ettiği bir zaman kesiti olduğu dikkate alındığında, söz konusu gelişme vesilesiyle “Ne oldu?”, “Neden oldu?” sorularına bir kez daha yakından bakmak, bütün bu süreci kısaca hatırlamakta yarar vardır.
*
Ancak bunu yaparken öncelikle büyükelçi atamalarına ilişkin açıklamanın zamanlamasına dikkat çekmeliyiz. İlişkilerin normalleşmesine ilişkin duyuru Kahire’deki Sisi darbesinin 10’uncu yıldönümüne denk gelmiştir.
Gazete arşivlerini karıştırdığımızda, 2013 haziran ayı sonunda Mısır’da Mursi aleyhtarı gösterilerin patlak verdiğini, Mursi yanlılarının da benzer şekilde sokağa çıkarak protestoculara karşılık verdiklerini, gerilimin yükselmesi üzerine Ordu’nun 1 Temmuz 2013 günü Mursi’ye bir muhtıra verdiğini okuyoruz.
Mursi
Aralarında şairlerin, yazarların, halk ozanlarının da bulunduğu 35 vatandaşımız ateşe verilen bu otelde mahsur kalarak hayatlarını kaybetmişti.
Otuzuncu yıldönümü dolayısıyla basında birçok haber ve yorum yayımlandı, sosyal medyada paylaşımlar yapıldı. Bu hafıza tazelemesi sırasında katliamın korkunçluğunu bir kez daha benliğimizde hissettik, o büyük acıyı bir kez daha yaşadık.
Bu olayla ilgili eski dosyaları karıştırırken katliamın 11’inci yıldönümünün hemen ertesinde 4 Temmuz 2004 tarihinde Hürriyet’te yayımlanan “Hepimiz Birer Süs Bitkisiyiz” başlıklı yazım karşıma çıktı.
Bu yazı, Madımak Oteli’nde hayatını kaybeden iki şairimizin ölümden söz ettikleri dizeleriyle, olaydan sonra başka şairlerin onlar hakkında yazdıkları şiirlerden yapılan alıntılardan oluşuyordu. Daha doğrusu, bu dizelerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir metindi.
*
Söz konusu yazım “2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ın Madımak Oteli’nden yükselen dumanların isinin Türkiye’nin üzerine çöküverdiğini”, “Bu olayda diri diri yakılan insanlar arasında şair Metin Altıok’un da bulunduğunu” belirterek başlıyor.
Yazı şöyle devam ediyor:
“Metin Altıok
İstanbul’u Türkiye’nin küçük bir ölçeği olarak kabul edersek, bu metropolde sandıktan çıkan sonuçlar ve işaret ettiği seçmen davranışlarına ilişkin veriler bize zengin bir laboratuvar sunuyor.
Yaşam tarzları, aidiyetleri, siyasi tercihleri, tüketim kalıpları, sınıfsal konumları, özetle insanların temsil ettikleri karmaşık sosyolojik katmanlar bakımından birçok Türkiye’nin yan yana geldiği bir tablo var karşımızda İstanbul’da.
Bu tablonun bir köşesinde İstanbul’un seçimlerde fazla değişikliğe uğramayan, güç dengesinin devam ettiği ilçeler var. Bu ilçeler siyasi tercihlerin değişikliğe genellikle kapalı durduğu yerleşim merkezleri. Bizi pek şaşırtmıyorlar. Kadıköy ve Beşiktaş her zaman büyük çoğunluğuyla CHP’den yana tercih kullanırken, Bağcılar, Sultanbeyli ve Pendik’in mutlak şekilde AK Parti’nin üstünlük alanı olmaları gibi.
Bir de tarafların kurdukları ittifaklar üzerinden özellikle belediye ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde güç dengelerinin çekişmeli bir şekilde seyrettiği, güç merkezlerinin gidip geldiği, küçük oranlarda da olsa yer değiştirebildiği ilçeler var. Üsküdar, Beyoğlu gibi şehrin merkezinde olup çekişmeye sahne olan bu ilçeler, değindiğimiz özellikleriyle muazzam bir hareketlilik alanını gösteriyor. Her seçim öncesinde “Bakalım bu kez ne olacak?” sorusuyla merakınızı tetikliyorlar.
Bugünkü yazımızda yer verdiğimiz grafik son yıllarda Üsküdar’da yaşanan hareketliliği çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
Ülkedeki toplam seçmenin yaklaşık altıda birinin bulunduğu İstanbul’u kazanmak seçim başarısının en kritik göstergelerinden biridir. Özellikle AK Parti Lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’u kaybetmek ile Türkiye’yi kaybetmek arasında kurduğu denklem, her seçimde İstanbul’a farklı bir ilgiyle bakılmasının bir başka nedenidir.
Ayrıca, Refah Partisi-AK Parti çizgisinin, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturduğu 1994 yerel seçiminden sonra uzun yıllar bu şehirde hiçbir seçim ve referandumu kaybetmemesi, İstanbul’a AK Parti cephesinde özel bir konum kazandırmıştır.
Bu gelenek ilk kez 16 Nisan 2017 anayasa referandumunda bozuldu. AK Parti-MHP ittifakının 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa referandumunu ülke genelinde yüzde 51.41 gibi bir oranla kazanmasına karşılık, İstanbul’da “hayır” oylarının “evet” oylarının üstünde çıkması halk oylamasının en çarpıcı sürprizlerinden biriydi.
Referandumun İstanbul cephesinde, 4 milyon 728 bin seçmen başkanlık sistemine geçişi öngören anayasa değişikliklerine “hayır” oyu kullanırken, “evet” diyenlerin sayısı 4 milyon 479 binde kalmıştı. Arada neredeyse 250 binlik bir fark söz konusuydu.
1 Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti-MHP ittifakının sandıkta 5 milyon 311 binlik bir toplama ulaştığı hatırlandığında, “evet” oyları bu potansiyelin bir hayli altında çıkmıştır. Burada gözlenen çarpıcı bir durum, İstanbul’un bazı ilçelerinde “evet” oylarının AK Parti’nin o ilçelerde 2015’te kazandığı oyların altında olmasıydı. Üsküdar ve Fatih bunlar arasında dikkat çeken ilçelerdi.
2018 MECLİS SEÇİMİNDE 6 PUANLIK DÜŞÜŞ
AK Parti’nin 2017 referandumunu İstanbul’da kaybetmesi, bütün gözlerin bir yıl sonra yapılan 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Millet Meclisi seçimine çevrilmesine yol açtı. Bu seçim, bir anlamda İstanbul’da referandumun rövanşı olarak görüldü. Erdoğan, 24 Haziran 2018 tarihindeki seçimde partisinin üstünlüğünü ortaya koymasıyla ilk bakışta bu rövanşı aldı. AK Parti sandıktan birinci çıkarken, Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP’nin de desteğiyle oyların yüzde 50’sini aldı.
Seçimde birinci olmasına karşılık Millet Meclisi seçimi sandığından çıkan sonuçlar yine de AK Parti açısından düşündürücü bir tabloya işaret etti. Çünkü, bir önceki 1 Kasım 2015 seçiminde İstanbul’da 4 milyon 521 bin seçmen AK Parti’ye oy verirken iki buçuk yıl sonra sadece 4 milyon 29 bin seçmen bu partiye yönelmişti. Yarım milyon oya yakın bir düşüş söz konusuydu. Yaklaşık 6 puanlık bir gerilemeyle yüzde 48.8’den 42.6’ya inmişti iktidar partisinin oyları.
Geriye dönüp baktığımızda, bu araştırmaların önemli bir bölümünün Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Cumhur İttifakı’nın adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde, bazılarının ise ikisini birbirine çok yakın gösterdiklerini görüyoruz.
Keza, Meclis seçiminde muhalefet partilerinin Cumhur İttifakı’na karşı sayısal üstünlük sağlayacağı görüşü de çok uzun bir zamandır kamuoyunun azımsanmayacak bir kesiminde genel kabul gören bir tahmin olarak yerleşmişti.
Önceki akşam açıklanan sonuçlarla bu yöndeki bütün öngörüler altüst olmuştur.
DİP DALGA MİLLİYETÇİ TABANDA MI?
Burada üzerinde durulması gereken, yalnızca Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun önünde çıkması değil, aynı zamanda MHP’nin de sandıkta geriye düşeceği yolundaki beklentilerin aksine, gücünü belli ölçülerde korumuş olmasıdır. Bir önceki 24 Haziran 2018 seçiminde 5 milyon 565 bin 331 oy alan MHP’ye önceki gün sandıkta 5 milyon 476 bin 621 oy çıkmıştır. Yüzde 11.10 oranından 10.06 oranına gerilemiştir. Buna karşılık Parlamento’daki milletvekili sayısını 49’dan 1 artışla 50’ye çıkartmıştır.
Buna cumhurbaşkanlığı seçiminde ATA İttifakı’nın adayı MHP kökenli Sinan Oğan’ın 2.8 milyon dolayında oy alıp yüzde 5 oranının üstüne çıkarak yaptığı kritik hamleyi de eklemek gerekir.
Aslında Oğan’ın bir yükseliş eğrisi yakaladığı son haftalarda sıkça vurgulanan bir yönelişti. ATA İttfakı’nın paydaşı olan Prof. Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi’nin de Meclis seçiminde barajı geçemese de 1 milyon 214 bin oy (yüzde 2.23) aldığı not edilmelidir.
Sonuçta bu seçimin işaret ettiği önde gelen yönelişlerinden birinin, milliyetçi seçmen tabanının zemin kazanması olduğunu belirtebiliriz. Ayrıca, cumhurbaşkanlığı seçiminde İYİ Parti tabanından
Seçim heyecanının ortalığı kapladığı bir dönemde bu durum kaçınılmaz görülebilir. Oysa Kemal Derviş 2001-2002 yıllarında Türkiye’de siyaset ve ekonomi sahnesinin en önemli aktörlerinden biriydi ve ülkenin kaderinde belirleyici bir rol oynamıştı.
Aslında 2001 yılına dönük bir analiz yapılsa, gazete manşetlerinde ve haberlerinde kapladığı yüzölçümü açısından muhtemelen Türk basınında kendisinden en çok söz edilen kişi olarak çıkacağı şüphesizdir Kemal Derviş’in. İkinci Dünya Savaşı koşulları bir tarafa bırakılırsa o dönem itibarıyla tarihinin en büyük krizine giren Türk ekonomisini ABD’den gelip hazırladığı program ve sergilediği liderlik ile düzlüğe çıkartan kişidir.
Keza bu hadisenin bir yıl sonrasına, 2002’ye baktığımızda yine projektörlerin en çok üzerinde odaklandığı isimlerden biri olarak görebiliriz Derviş’i. Bu kez yaptığı hamlelerle siyasetin akışında kilit aktörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. En çok tartışılan dönemi de zaten bu zaman kesitinde siyaset alanında attığı adımlarla ilgilidir.
Bu noktada Kemal Derviş hakkında bir yazı kaleme almanın önemli bir güçlüğü var. Çünkü adı geçtiğinde Türk kamuoyunda ve siyasi çevrelerde kendisinin oynadığı rolle ilgili komplo teorilerinin ve kuvvetli kanaatlerinin birden ortaya çıktığı çok tartışmalı bir alanın içinde buluyorsunuz kendinizi. Burada olgularla komplo unsurlarını, kanaatleri birbirinden ayırıp sağlıklı bir hükme varabilmek kolay değil.
Dönemin Hazine Bakanı Kemal Derviş Hürriyet Ankara Temsilcisi Sedat Ergin ile makamında. Tarih 12 Temmuz 2002.
ULUSLARARASI ALANDA YÜKSEK BAŞARILAR
Ancak bütün bunları değerlendirmeye başlamadan önce
Bir ihtimalin üzerinde konuşulmaya başlanmasının, o ihtimalin gerçekleşmesinden daha kötü olduğu anlamında kullanılır bu deyim. Böylelikle, o şey hakkında konuşulmasının bile yeteri kadar kötü, arzu edilmeyen bir durumu gösterdiğini vurgularız; gerçekleşmese bile...
Önümüzdeki pazar günü yapılacak seçimler öncesinde ortalığı kaplamış olan atmosfere baktığımızda, bu deyimi davet eden bazı tartışmaların cereyan ettiğine tanıklık edebiliyoruz ne yazık ki...
Birçok sohbette konu dönüp dolaşıyor ve bu deyimi çağrıştıran meseleye geliyor. Sandıktaki ihtimallerden birinin gerçekleşmesi halinde, bunun hayata geçirilip geçirilmeyeceği sorusu üzerinde birden hararetli bir tartışma patlak verebiliyor.
Tartışma konusunun sandıktan muhalefetin başarılı çıkması ihtimalinin sonuçları üzerinde şekillendiğini belirtmeye gerek var mı, bilmiyorum.
Aslında başlangıçta daha düşük bir ses perdesinden yürümekte olan bu konuşmalar, kabul edelim ki son haftalarda iktidar kanadından bazı siyasiler tarafından kamuoyuna yapılan bir dizi beyanın da etkisiyle iyice su yüzüne çıkmıştır. Hatta mevzu, iktidar partisinin kaybetmesi ihtimalinin ülkede 15 Temmuz darbe girişimine benzer bir durum yaratacağının ileri sürülmesine kadar varmıştır.
İktidarın kaybetmesinin ülke açısından ne gibi ağır sonuçlar doğuracağı hususunda başvurulan benzetmelerin şimdiden yüklü bir külliyat oluşturduğunu söylemek mümkündür.
*
Bundan önceki seçimlerde pek karşılaştığımız bir durum değil bu.