Kabul ediyorum, böylesine büyük bir deprem felaketinin ardından eski yazılardan söz etmem ilk bakışta yadırganabilir. Ancak aynı doğal afetin belli zaman aralıkları içinde tekrarlanmasında karşımıza çıkan tabloları karşılaştırmak bizi bazı sonuçlara götürecekse, neden olmasın?
Özellikle de tekrarlanan bir doğal afet karşısında alınması gereken dersler anlamındaki sonuçlar açısından...
Tabii eski yazıların üzerinden giderken, hafta başından itibaren TV ekranlarındaki tartışma programlarında uzman bilim insanlarımız tarafından yapılan değerlendirmeler, tespitler daha da sarsıcı bir hale geliyor.
Ayrıca, kısa bir arşiv taraması bugün deprem konusunda ifade edilen olguların, görüşlerin daha önce de defaatle söylendiğini, altı çizilerek vurgulandığını, hatta uyarı olarak duyurulmuş olduğunu gösteriyor.
Sonra hepsinin bir boşluğa düştüğünü düşünüyorsunuz.
*
Geriye dönük bu okuma egzersizine girişince hafızamdaki bazı görüntüler bütün canlılığıyla yeniden belirdi. TBMM raporuna göre 18 bin 373 vatandaşımızın öldüğü 1999’daki Körfez depreminde, bölgeye felaketin hemen sonrasında değil ama belli bir zaman geçmesinin ardından gittiğim için, yıkılan binaların enkazı çoktan kaldırılmıştı. Hatırladığım görüntüler, yapıların aralarındaki boş alanlardı; bir dönem üzerinde apartmanların, evlerin yükselmiş olduğu...
O boşluklar, artık yıkımı ve enkaz altında son bulan hayatları çağrıştırıyordu bütün ürkütücülüğüyle...
Bir insanın dünyaya gözlerini yeni yılın ilk günü açmış olması ilk bakışta çok istisnai bir yaş gününe işaret eder, değil mi? Oysa AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın biyografisinde öyle yazması, gerçekten de o tarihte doğduğunun bir delili değildir. Çünkü bu tarih, kendisinin çocukluğunda Sorgun’daki nüfus memurunun takdir etmiş olduğu bir husustur.
Arslan, “Nüfus memuruna göre 1964 yılının ilk günü ama anneme göre ise 1965 yılının ırgatlık zamanı, yani ekinler biçildiğinde doğmuşum” diye tespit ediyor aradaki çelişkiyi 2019 yılında Adalet Akademisi’nin yayını “Akademi Kürsü” dergisine verdiği mülakatta.
Sorun şurada ki, 1 Ocak 1964 tarihi ile annesi Melek Hanım’ın ifadesiyle 1965 yılının temmuz sonrasında başlaması gereken “ırgatlık zamanı” arasında bir buçuk yılı da aşan bir zaman farkı var.
“Anlayacağınız, gerçekte tam olarak ne zaman doğduğumu kimse bilmiyor” diye anlatıyor Prof. Arslan ve ekliyor: “Esasen bu önemli de değilmiş o zamanlar. Önemli olan ilkokula başlarken alınan nüfus cüzdanına yaşım tutacak şekilde bir doğum tarihini yazmakmış. Bunu da bu konularda uzmanlaşmış olan nüfus memurumuz kolayca halletmiş.”
Dolayısıyla, önceki gün AYM Başkanlığı görevine üçüncü kez seçilen
Sürpriz, çünkü pek çok kesim son dönemde mahkemede önemli ölçüde yerleşmiş olan oy kalıplarına bakarak, bunun yansıttığı güç dengesinden hareketle Prof. Arslan’ın bu kez kazanamayacağı hususunda az çok görüş birliği içinde görünüyordu.
Bunun nedeni, AYM Genel Kurulu’ndaki oylamalarda Prof. Arslan’ın özellikle çok kritik oylamalarda sıkça çoğunluktaki grupta değil azınlıkta kalan grupta yer alıp genellikle kararlara muhalefet şerhi yazmasıydı.
AK Parti-MHP blokunun seçim kurullarının yapısını köklü bir şekilde değiştiren yasayı TBMM’den geçirmesi üzerine CHP’nin yaptığı iptal başvurusunda Prof. Arslan’ın kullandığı oy bu bakımdan fikir vericidir.
Seçim kurullarındaki kıdemli hâkimlerin görev yapması uygulamasına son verilerek, üyeliklerin kurayla belirlenmesi yolundaki düzenlemenin iptali başvurusu 9 üyenin çoğunluğuyla reddedilmiştir. Prof. Arslan dahil 5 üye CHP’nin itirazını destekleyerek karşıoy kullanmıştır.
Geçen ocak ayının başında HDP’ye kapatma davasında bu partiye devlet yardımlarının banka hesabına “tedbiren bloke konmasını” öngören karar 6 karşıoya 9 oyla kabul edilirken, Prof. Arslan yine azınlıkta kalmıştır.
Keza 2016 yılında HDP eski Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir’e Meclis kürsüsünde “Kürdistan” ifadesini kullandığı için TBMM Genel Kurulu tarafından verilen disiplin cezasıyla ilgili bireysel başvurudaki yetkisizlik kararında da Prof. Arslan yine karşıoy yazmıştı. Bu karar da 6’ya 9 çıkmıştı. Örnekleri artırabiliriz.
AYM’NİN SÜRPRİZ ÜYESİ: KENAN YAŞAR
Oylama kalıplarına baktığımızda istisnalar olmakla beraber
Bugünkü yazıda ise belgenin “Hukuk, Adalet ve Yargı” bölümünü değerlendirmek istiyorum.
Bunu yaparken baştan hatırlatılması gereken bir husus, bu bölümde sıralanan taahhütlerin aslında 28 Kasım tarihinde yine bu altı parti tarafından ortaklaşa açıklanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği Önerisi” programı içinde önemli ölçüde duyurulmuş olmasıdır.
*
Pazartesi günü ilan edilen mutabakat belgesinin “Yargı Reformu” bölümü özellikle yargı bağımsızlığını güvence altına almaya yönelik köklü bir yapısal dönüşüm öngörüyor. Bu çerçevede hemen ilk sırada yer verilen hedef, birinci sınıfa ayrılan hâkim ve savcılar bakımından “coğrafi teminat” güvencesinin getirilmesidir.
Hâkim ve savcıların idari tasarrufla başka illerde görevlendirmelerine karşı koruyucu bir önlem olarak düşünülen coğrafi teminat konusu Türkiye’de yıllardır konuşulan, ancak bir türlü uygulamaya konmamış olan bir meseledir.
İlginç bir nokta, coğrafi teminat konusunun Abdulhamit Gül’ün Adalet Bakanlığı döneminde 2019 yılında hazırlanan Üçüncü Yargı Reformu Paketi’nde de önemli bir hedef olarak vaat edilmiş olmasıydı. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs 2019 tarihinde söz konusu reform belgesini açıklarken bu vaadi telaffuz ederek, “Mevcut tayin sistemi mesleki verimliliği olumsuz etkiliyor. Coğrafi teminat, hâkim ve savcıların isteği olmaksızın çalıştığı yerden başka bir yere tayin edilememesi anlamına geliyor. Bu düzenlemeyle hâkim ve savcıların mesleki teminatlarının daha da güçlendirilmesini hedefliyoruz” diye konuşmuştu. Gelgelelim daha sonra bu konuda herhangi bir yasal düzenleme getirilmemişti.
*
Mutabakat metninde vurgulanan önemli bir başka husus, a) Anayasa Mahkemesi (AYM) ve AİHM içtihatlarının diğer mahkemelerce dikkate alınması ve aynı zamanda b) Bu mahkemeler tarafından verilen kararların uygulanmasını sağlayacak önlemlerin alınacağına ilişkin bir hedefin de kayda geçirilmesidir.
Bugünkü yazımda belgenin en sonunda yer verilmiş olan “Dış Politika, Savunma, Güvenlik ve Göç Politikaları” bölümünü değerlendireceğim.
Bu bölümdeki dış politika alt başlığına baktığımızda önce genel bir tespitle yola çıkmamız gerekiyor. Dış politika meseleleri, uzun bir zamandır söz konusu altı partinin çoğu, özellikle de CHP açısından bir belirsizlik alanını gösteriyordu. Açıklanan programın, en azından burada hissedilen boşluğu şimdilik -belli ölçülerde- doldurduğu söylenebilir.
Yapacağımız bir başka gözlem, dış politika bölümünde köşeli, vurucu beyanlardan kaçınılmış olmasıdır. Mutabakat belgesinin iç politika kısmında seçmenlerin hemen zihinlerinde yer edecek, dolaşıma girecek bazı çarpıcı başlıklar olmakla beraber, dış politika bölümü bu çizginin biraz dışında tutulmuş gibi görünüyor.
Ayrıca, metni yazanların dış politikada çatışmacı, meydan okuyucu, yüksek volümle konuşan bir üsluptan özellikle kaçındıkları da söylenebilir. Bunun yerine sorunların çözümünde yapıcı bir anlayışla diplomasiyi önceleyen bir dil belirgin bir şekilde kendisini hissettiriyor.
Bütününe bakıldığında, Türkiye’nin dış politikasının geleneksel çok yönlülüğünün dengeli bir çerçevede gözetileceği bir perspektif görüyoruz metinde. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını, küresel ölçekte bütün coğrafyalarda, örneğin Afrika, Asya gibi farklı kıtalarda maksimize etmeye dönük hedeflerden söz ediliyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) de bu perspektifin dışında tutulmamıştır. Ancak bu örgüt ile ilişkilerin “gerçekçi bir zeminde değerlendirileceği” kaydedilmiştir. Yani ŞİÖ stratejik bir hedef olarak görülmemektedir.
BAŞAT DOĞRULTU BATI’YA DÖNÜK
Çok yönlü bir bakış söz konusu olmakla beraber, Batı’ya dönüklüğün bu belgede başat bir doğrultu olarak kendisini gösterdiği söylenebilir.
Metnin Batı dünyasına dönük bölümünde öncelikle Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin vurgulandığını görüyoruz. Burada
Bu karar HDP’nin eski Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir’in 2017 yılında TBMM kürsüsündeki bir konuşmasında “Kürdistan” ifadesini geçirmesi nedeniyle kendisine TBMM Genel Kurulu tarafından disiplin cezası verilmesi üzerine AYM’ye yaptığı bireysel başvurunun akıbetini konu alıyor. AYM, 6 karşıoya 9 oyla Baydemir’in başvurusunda yetkisizlik kararı almıştır.
*
Konuyu değerlendirmeden önce kısaca Baydemir’le ilgili hadiseyi hatırlayalım. Dosyanın temelindeki hadise, Baydemir’in, 13 Aralık 2017 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda 2018 yılı bütçe tasarısı üzerindeki görüşmeler sırasında yaptığı bir konuşmada “Ben Kürt halkının bir evladı olarak, Kürdistan’dan gelen bir temsilci olarak benim şöyle bir rolüm var...” ifadesini kullanmış olmasıdır.
Baydemir’in bu sözleri genel kurulda tepkilere yol açmış, sonradan İYİ Parti’ye katılan MHP’nin o dönemdeki Grup Başkanvekili Erhan Usta, Baydemir’in “Kürdistan’dan gelen milletvekili” ifadesiyle, “olmayan bir yeri işaret ettiğini” söylemiştir. Usta, TBMM İçtüzüğü’nün 161. Maddesine dayanarak, Baydemir hakkında Meclis’ten “Geçici çıkarma cezası” uygulanmasını talep etmiştir.
Milletvekillerine verilecek disiplin cezalarını düzenleyen söz konusu içtüzük maddesinin birinci fıkrasının (3) numaralı bendinde “Görüşmeler sırasında ... Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasada düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak...” şeklinde bir hükme yer veriliyor.
TBMM’nin AK Partili Başkanvekili Ayşe Nur Bahçekapılı da “Baydemir’in ifadelerinin Meclis İçtüzüğü’nün 161. maddesine göre Meclis’ten geçici çıkarma cezası gerektirdiğini” söyleyerek, genel kurula cezanın uygulanması önerisinde bulunmuştur.
Sonuçta aynı gün yapılan oylamada Baydemir’in iki birleşim için geçici olarak Meclis’ten çıkartılması ve bir aylık ödenek ve yolluğunun üçte ikisinin kesilmesine karar verilmiştir oyçokluğuyla.
Baydemir
Onun torunu olarak her zaman yaşattığı “Kuvayı Milliye Ruhu” İsmet Solak’ın kimliğinin başat unsurlarından biriydi.
Tabii her şeyden önce o bir Trakyalı’ydı. 93 Harbi’nde Bulgaristan’dan çıkan büyük göç dalgasında Kırcaali’nden gelip Kırklareli’ne iskan edilen ve burada Kızılcıkdere köyünü kuran bir muhacir ailesinin bugünkü kuşağını temsil ediyordu. Aile baba tarafından Bektaşi’ydi.
Ve onun öyküsünün önemli bir parçası da Ankara’daki Kara Harp Okulu’ndan yani Harbiye’den geçiyordu. İlk ve ortaokulu Kırklareli’nde tamamladıktan sonra “Benim aşkımdır, hâlâ özlemini çektiğim bir büyülü sevdadır” dediği İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirmiş, ardından Harbiye’ye girmişti. O yıl mezun olacaktı ki 20 yaşındaki bir Harbiye öğrencisi olarak kendisini eski Harbiye Komutanı Albay Talat Aydemir’in 20 Mayıs 1963 tarihindeki ikinci darbe girişiminin ortasında Ankara Radyoevi’nin önünde buldu.
Darbeci komutanları tarafından Ankara’nın dört bir yanına sevk edilmiş olan Harbiye öğrencileri girişim başarısızlığa uğradıktan sonra bu kez kendilerini eğitim gördükleri okulun yatakhanesinde gardiyan nezaretinde tutuklu olarak buldular. O dönemde iki sınıftan oluşan Harbiye’nin her iki sınıfının bütün öğrencileri, toplam 1459 askeri öğrenci disiplin kurulu kararıyla okuldan ihraç edildi.
Diplomasını alamasa da “Harbiyeli olmak”, hayatının sonraki döneminde onun kimliğinin her seferinde iftiharla söz ettiği çok değerli bir parçası oldu.
HARBİYE’DEN ATILAN
Bugünkü yazımızda bu eylemle ilgili olarak sürmekte olan Kuran yakma fiilinin ifade özgürlüğüne girip girmediği tartışmasına daha yakından bakmaya çalışacağız.
Öncelikle altını çizmemiz gereken husus, bu hareketin korsan bir eylem değil, İsveç resmi makamlarının ifade özgürlüğü kapsamında görüp onay vermeleri sonucu gerçekleştirilen bir protesto gösterisi olmasıdır. Hatta, İsveç makamları Kuran yakma eyleminin olaysız bir şekilde tamamlanabilmesi için polis görevlendirmek suretiyle büyükelçiliğin önünde bir dizi ek güvenlik önlemi de almıştır. Yani, bu şahsın ifade özgürlüğünü kullanabilmesi için ona koruma da sağlamıştır.
Böylelikle, İsveç hükümetinin bu eylemle ilgili önemli bir sorumluluk üstlenmiş olduğunu kabul etmek durumundayız.
İsveç Başbakanı Ulf Kristersson, daha sonra tepkiler üzerine “Pek çok kişi için kutsal olan bir kitabı yakmak son derece saygısız bir davranıştır” diye konuşmuştur. Bununla birlikte, “İfade özgürlüğü demokrasinin temel bir parçasıdır. Ancak bir şeyin yasal olması mutlaka uygun olduğu anlamına gelmez” şeklindeki sözleri, kendisinin eylemi yasal gördüğünün açık bir ifadesidir.
RIZA TÜRMEN ÜÇ AİHM KARARINA DİKKAT ÇEKİYOR
Özetle, Kuran-ı Kerim’in yakılması eylemi bir demokrasi ve ifade özgürlüğü meselesi olarak takdim edilmektedir İsveç hükümeti tarafından.
Burada “İfade özgürlüğü” ile “İnançlı insanların değerlerine yapılan bir aşağılama ve hakaretin önlenmesi ihtiyacı” arasında bir çatışma görüyoruz. İsveç hükümeti, birinciyi ikincinin üstünde tutmuştur.
Peki Avrupa’nın hukuk ölçüleri açısından durum gerçekten de böyle midir?