Bunun sonucu on binlerce hükümlü yasanın sağladığı imkânlardan yararlanmaya, yani serbest kalmaya devam ederken, meslektaşımız Barış Pehlivan’ın bir yazısı nedeniyle yeniden cezaevine gönderilmesi son günlerin kamuoyunda tartışma yaratan başlıklarından biri oldu.
Bu konuda alınan bir dizi yargı kararını, bunlara yapılan itirazları inceleyip son olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin sekiz yıl süreyle dekanlığını yapmış olan ülkemizin tanınmış ceza hukukçusu Prof. Adem Sözüer’in bu konudaki bilimsel mütalaasını da okuyarak meseleyi anlamaya çalıştım. Kanaatimi yazının sonunda ifade edeceğim.
*
Önce çok kısa bir tarihçe. Pehlivan hakkında o dönemde genel yayın yönetmenliğini yaptığı bir haber sitesinde 2020 yılında Libya’da şehit olan bir MİT görevlisinin -adı geçirilmeden- cenaze töreninden söz edilen bir haberin yayımlanması nedeniyle aynı yıl verilmiş olan ve ardından geçen yıl ocak ayında istinaf mahkemesinde kesinleşmiş ve 3 yıl 9 ay hapis cezası öngören bir mahkûmiyet kararı var.
Pehlivan, hakkındaki karar kesinleşince cezaevine girmemek için pandemi döneminde infaz yasasında denetimli serbestliğe ilişkin getirilen düzenlemeden yararlanmak amacıyla 15 Şubat 2022 tarihinde Bakırköy 2. İnfaz Hâkimliği’ne başvurmuş. İnfaz hâkimliği, aynı gün cezanın denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak infazına karar vermiş, yani kendisinin serbest kalmasını kararlaştırmış.
*
Peki işleri karıştıran ne?
Bütün mesele, 2020 yılında pandemi döneminde yeni infaz düzenlemeleri getirilirken, denetimli serbestliği mümkün kılan ana hukuki metin olan 2004 tarihli ve 5275 sayılı
Denktaş, o gün seçim çalışması için Pile’ye gideceğini belirterek beni de davet etmişti.
KTFD Başkanı’nın seçim çalışması beni şaşırtan ölçülerde bir sadelik içinde geçti. Denktaş’ın Renault marka özel otomobiline bindik. O direksiyon mahalline oturdu, ben de yanına. Bu şekilde Lefkoşa’dan yola çıktık. Yol boyunca da sohbet ettik.
Derken Pile’ye geldik. Burası Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler kontrolündeki “Yeşil Hat” içinde Türklerle Rumların bir arada yaşadıkları küçük bir köydü.
Denktaş, buradaki bir kahvede vatandaşlarla toplandı.Seçim çalışması da bir kahve sohbeti şeklinde geçti. Köyün ahalisinden bazı Rumlar da asfalt yolun hemen karşısında meraklı bakışlarla Denktaş’ı izledi. Ayrılırken Denktaş’ın onlarla
ayaküstü samimi bir hava içinde Rumca sohbet etmesi bu kısa Pile seyahatinin en çarpıcı sürprizlerinden biri olmuştu benim için.
Kıbrıs’a ilk kez ayak basan bir gazeteci olarak hep kriz ve gerginlik haberleri üzerinden algıladığım adada karşıma çıkan insani düzeydeki bu sıcak manzaralar beni bir hayli etkilemişti. Pile’de hayat Kıbrıs sorununun çatışma eksenli dinamiklerinden farklı bir şekilde akıyordu. Pile, her şeye rağmen adada bir arada yaşamanın çok küçük ölçekte mütevazı bir sembolizmini temsil ediyordu.
***
Son bir haftadır Pile civarında BM Barış Gücü ile KKTC makamları arasında yaşanan gerginlikleri ve BM Güvenlik Konseyi’nden yapılan KKTC’ye dönük “
Sahadan yansıyan görüntüleri, sayısız haberi, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e kadar uzanan açıklamaların hepsini yan yana getirdiğimizde karşımızda sorularla dolu bir tablo beliriyor. KKTC makamları BM Barış Gücü’nün kendi egemenlik alanlarına girdiğini, BM ise müdahalenin kendi sorumluluğu altındaki tampon bölgede yapıldığını ileri sürüyor.
Meseleyi tam olarak anlayabilmek için önce bu hadiselerin tam nerede cereyan ettiğini görmek ihtiyacı doğuyor. Ben de muhtelif haritaların üzerinden giderek ve aynı zamanda konunun içindeki yetkililerle konuşarak bu sorulara yanıt bulmaya çalıştım. Bu çerçevede KKTC Ulaştırma Bakanı Erhan Arıklı ve olaylar sırasında sahada bulunan Beyarmudu Belediye Başkanı Bülent Bebek ile de konuştum.
Bu süreç içinde bugün köşemizde yayımladığımız harita da şekillenmiş oldu. Bu harita aslında olayların meydana geldiği coğrafyanın ne kadar karmaşık olduğunu çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Şimdi hadiseleri bu haritanın yardımı ile izah etmeye çalışalım.
DÖRT AYRI EGEMENLİK
Hadise ilk bakışta küçük çaplı gibi görünse de, yol açtığı siyasi sonuçlar uluslararası ölçekte kendini göstermiştir. Kriz, ABD, İngiltere ve Fransa’dan başlayarak, Avrupa Birliği’ne ve oradan BM Güvenlik Konseyi’ne kadar uzanan bir yelpazede KKTC’ye dönük “kınama” açıklamalarını tetiklemiş ve Kıbrıs sorunu birden uluslararası politikanın sıcak gündemine çıkmıştır.
KKTC’yi ve dolayısıyla Türkiye’yi, birçok önde gelen Batı ülkesiyle ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi ile karşı karşıya getiren bu olayın gerisinde, adada özel bir durumu gösteren, Rumlar ve Türklerin birlikte yaşadığı güneydeki Pile köyünden KKTC’ye doğrudan bir yol açılması yolundaki çalışmalar yatıyor.
KKTC makamlarının planladıkları bu yol, BM Barış Gücü’nün denetiminde olan ve “Yeşil Hat” olarak da adlandırılan “Tampon Bölge”den de geçecek olması nedeniyle adadaki statüko bozulacağı gerekçesiyle Kıbrıslı Rumların ve BM’nin önde gelen aktörlerinin kuvvetli itirazlarıyla karşılaşıyor.
*
Konuyu değerlendirmeye başlarken, önce karşımızda beliren çelişkili bir duruma dikkat çekelim. Son hadisenin yer olarak fiilen kimin yetki bölgesinde, yani BM kontrolündeki tampon bölgenin sınırları içinde mi yoksa KKTC’nin egemenlik alanında mı gerçekleştiği konusunda iki tarafın açıklamaları birbirini tutmuyor.
KKTC makamları, ısrarla BM Barış Gücü’nün yol yapımını engelleme girişiminin KKTC’nin egemenliğine doğrudan müdahale olduğu suçlamasını getiriyor. KKTC Dışişleri Bakanlığı tarafından geçen cuma yapılan resmi açıklamada, BM Barış Gücü’nün “KKTC toprakları içinde fiziksel müdahalede bulunduğu, yol yapımını engellemeye çalıştığı” belirtilmiştir.
KKTC’nin bu yöndeki beyanları Ankara tarafından da kuvvetle destekleniyor. Nitekim Dışişleri Bakanlığı tarafından dün yapılan açıklamada, BM Barış Gücü’nün “KKTC’nin toprak bütünlüğünü ihlal ettiği” belirtiliyor. Keza, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da önceki akşamki kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamada, “BM Barış Gücü askerlerinin KKTC’nin egemenlik alanındaki topraklara yönelik fiziki müdahalesi”nden söz etmiştir.
Buna karşılık BM tarafının açıklamalarında inşaat faaliyetinin tampon bölgede yürütüldüğü ileri sürülüyor. Örneğin BM Güvenlik Konseyi’nin önceki günkü açıklamasında olayın yeri konusunda
Suriye, diyaloğun kurulabilmesi için Türkiye’nin ülkeden çekilmesini önkoşul olarak masaya getirirken, Türkiye sınır bölgesinin emniyeti güvence altına alınmadığı sürece Suriye’den çıkmayacağını belirtiyordu.
Ayrıca, Türk askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesinin Türkiye’ye doğru tetikleyebileceği muhtemel bir göç dalgasının Ankara’nın konuya bakışında başat bir mülahaza olduğunu da vurgulamalıyız.
Tabii, Türkiye’nin güvenlik alanındaki kaygılarının karşılanabilmesinin önemli ölçüde Suriye’ye bulunacak nihai bir çözümden geçeceği, çözüm ihtimalinin de ufukta görünmediği hesaba katıldığında, mesele daha da içinden çıkılmaz bir hale geliyor.
*
Gerçekçi bir değerlendirme yapılacaksa, Türkiye’nin bulunduğu bölgelerden çekilmesi halinde Esad rejiminin doğacak boşluğu doldurabilecek güce sahip olup olmadığı sorusuna da yanıt aramamız gerekir.
Tam 12 yılı geride bırakan içsavaşta ciddi bir şekilde yıpranan, aynı zamanda halen çok ağır bir ekonomik krizin altında ezilmekte olan Suriye’nin buna ne kadar hazır olduğu tartışmaya açıktır.
Nitekim, bölgesel çatışmalar üzerinde uzmanlaşan ve objektif çizgisiyle tanınan düşünce kuruluşu Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group) hazırladığı Suriye ile ilgili son raporda da dikkat çekildiği üzere, Türkiye’nin kuzeyden çekilmesi halinde milyonlarca Suriyelinin yeniden sınıra yığılması ihtimali Ankara’da ciddi bir kaygı konusudur.
Aynı raporda, Ankara’nın, çekilmenin bu bölgelerde PKK’nın Suriye’deki uzantısı Suriye Demokratik Güçleri’nin meşruiyetinin güçlenmesiyle sonuçlanabileceği yolundaki kaygılarına da yer veriliyor.
Türkiye, uzun süre yaşanan gerginliklerin ardından Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır gibi ülkelerle ilişkilerini yeniden normale döndürme hamlelerini önemli ölçüde tamamlamış bulunuyor.
Mısır, en üst düzeyde ziyaret anlamında diğer iki ülkeyi geriden izlemekle birlikte, en azından Sisi rejimiyle de ilişkilerin belirgin bir iyileşme perspektifine yerleştiğini söylemek mümkündür.
Ortadoğu’ya yönelik bu restorasyon sürecinin dışında kalan başlıca ülke, Türkiye’nin güneyde 911 kilometre sınır paylaştığı Suriye’dir. Rusya ve İran’ın da katkı ve katılımlarıyla yapılan bir dizi girişime, denemeye karşılık Suriye ile ilişkiler henüz elle tutulur bir normalleşme çerçevesine girebilmiş değildir. Ve gelen bütün işaretler, bu ülkeyle ilişkilerin düzlüğe çıkabilmesinin çok sancılı geçeceğini göstermektedir.
* * *
Son günlerde gazetelere birbiri ardına yansıyan açıklamalara göz atmak bu sıkıntılı durumu okuyabilmek bakımından yeteri kadar fikir vericidir. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Abu Dabi (BAE) merkezli “Sky News Arabia” kanalına geçen hafta verdiği mülakat bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.
Suriye Arap Haber Ajansı’nın (SANA) Türkçe tam çevirisini de yayımladığı 9 Ağustos tarihli bu kapsamlı mülakatta, Esad’ın yanıtladığı sorulardan biri Türkiye ile ilişkileri konu alıyor.
Mülakatı yapan gazeteci, önce Şam’ın Türkiye ile diyalog konusundaki koşullarını hatırlatıyor. Suriye’nin “Türk güçlerinin geri çekilmesi” ve “teröristlere verilen desteğin kesilmesi” olmak üzere iki koşul öne sürdüğünü kayda geçiriyor. Türkiye’nin ise Suriye ile “önkoşulsuz görüşme talep ettiğini” söylüyor. Bu farklılığa işaret ettikten sonra “Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeniz ne zaman mümkün olacak?” diye soruyor Beşar Esad’a.
Esad
GÜN geçmiyor ki Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin canlandırılmasını konu alan yeni bir beyanla karşılaşmayalım. Önce geçen haziran ayı sonunda AB Zirvesi’nin Türkiye ile ilişkiler konusunda bir rapor hazırlanmasını kararlaştırması, ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Vilnius’taki NATO zirvesine giderken AB tam üyeliğini gündeme getirerek yaptığı çıkışla birlikte her iki taraftan da sayısız açıklamaya tanıklık ettik yakın zamanda.
Bu açıklamaların Türkiye-AB ilişkilerindeki kilitlenme açısından belirgin bir hareketliliğe işaret ettiği, her iki tarafta da ilişkilerin bu gidişatını değiştirmek üzere yeni adımlar atmak konusunda arayışların olduğu aşikâr.
Bütün mesele, bu hareketliliğin nasıl bir çerçevede somutlaşacağı ve karşılıklı beklentiler arasında bir uzlaşıyı yansıtan yeni bir dengenin kurulup kurulamayacağı sorusunda karşımıza çıkıyor.
Bir ver-al sürecinin sonunda ilişkiler bugünkü yerinde sayma halinden çıkartılıp sınırlı da olsa bir ilerleme zeminine sokulabilir mi, bunu bekleyip görmemiz gerekiyor.
***
Kabul edelim ki özellikle Türk ekonomisinde yaşanan sıkıntılarla birlikte dış kaynak arayışının hız kazandığı bir dönemde AB ile ilişkilerin normalleşme ve canlanma perspektifine girmesinin bu yöndeki arayışları kolaylaştıracağı göz ardı edilemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz’da NATO zirvesinden dönerken AB ile gümrük birliğinin güncellenmesinin ekonomi üzerinde bir “çarpan etkisi” yapacağını vurgulamış olmasının gerisinde bu bakışın da yattığı söylenebilir.
Hazine ve Maliye Bakanı
Açıklamada, Guterres’in BM ile Suriye hükümeti arasında varılan ortak anlayıştan duyduğu memnuniyet ifade ediliyordu. Bu mutabakat, iki taraf arasında BM insani yardımlarının Bab el-Hava sınır kapısından sevkine altı ay süreyle devam edilmesi konusunda ortaya çıkmıştı.
Tabii Bab el-Hava dediğimiz zaman, hemen karşısında bulunan ve Hatay’dan karayoluyla Suriye’ye geçiş veren Cilvegözü sınır kapısını da anlamamız gerekiyor. Bir başka anlatımla, Türkiye üzerinden Suriye’ye yapılmakta olan insani yardım faaliyetine geçen ay kesildiği yerden yeniden başlanacaktır.
***
Bu açıklama, Suriye denklemine taraf olan bütün aktörleri, özellikle yardım mekanizmasının kapısını tutan Türkiye’yi, Esad rejimini, onu arkalayan Rusya’yı ve eski sistemin sürmesinden yana duran Batılı ülkeleri ve İdlib’de sahada bulunan grupları, özetle hepsini çok yakından ilgilendiriyor.
Uzlaşının getirdiği fark şurada: Bundan önceki sistemde, BM, Güvenlik Konseyi’nden çıkartılan kararlara dayanarak, Esad rejimini baypas edip insani yardımları Türkiye üzerinden doğrudan Suriye topraklarına sevk edebilmekteydi.
Söz konusu sistem geçen ay Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ndeki vetosu nedeniyle devre dışı kalınca, BM, varılan son mutabakatla yardımlarını Suriye’ye bu kez doğrudan Esad rejimini muhatap alarak, onun onayı ile göndermeyi kabullenmek durumunda kalmıştır.
BM çerçevesindeki bu gelişmenin Esad rejimine uluslararası alanda ciddi bir zemin kazandırdığını söylemek objektif bir tespit olacaktır.
***