HAMAS’ın geçen cumartesi günü Gazze üzerinden İsrail’e muhtelif cephelerde başlattığı saldırılarla birlikte Ortadoğu’da daha çok kargaşa ve istikrarsızlık, daha çok belirsizlik ve ne yazık ki daha çok insan hayatına mal olacak yeni bir türbülans dönemine girilmiştir.
Muhtemelen önümüzdeki haftalara, aylara yayılacak, çok sert artçı dalgalarla devam edecek şiddetli bir deprem dalgasının, bir “büyük fırtına”nın henüz başındayız.
Ne kadar süreceğini, nerelere yayılacağını, ne gibi savrulmalara yol açacağını, hangi süreçleri tetikleyebileceğini şu andan tümüyle kestirebilecek durumda değiliz bu fırtınanın.
Tarihindeki en büyük baskınlardan birine uğrayan, ‘dokunulmaz ülke’ görüntüsünün üstü çizilen, ciddi kayıplar veren ve kendisini birden bekasıyla ilgili bir travmanın içinde bulan İsrail’in, ayrım gözetmeksizin başvurmakta olduğu sert misillemenin yıkım etkisini de bugünden kestiremiyoruz.
İsrail’in Gazze’ye dönük dün başlattığı abluka çok uzun sürebilir ve buradaki dar şeritte sıkışmış olan 2 milyondan fazla Filistinli için hayat yaşanmaz bir hale gelebilir. Bu durumun bütün bölgeye yönelik bir büyük göç dalgasını tetiklemesi yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir.
***
Krizin seyri, aynı zamanda Arap-İsrail uyuşmazlığı ve Filistin sorununa ilişkin bir dizi kabulü, bu meselede kimin haklı kimin haksız olduğu konusundaki bazı yerleşik algıları sarsma potansiyelini de taşıyor.
Örneğin, Filistinlileri bugüne dek İsrail işgaline uğrayan, ayrımcı politikalara, uygulamalara maruz kalan mağdur insanlar olarak gören, Filistin davasına sempatiyle bakan kesimler açısından, ölen İsraillilerin cesetlerine Hamas militanlarınca yapılan saygısızlıkları insani ölçülerle açıklayabilmek mümkün değildir.
NATO Antlaşması’nın ünlü beşinci maddesi, bir müttefikin saldırıya uğraması halinde, bütün müttefiklerin bunu kendilerine de yapılmış sayacaklarını ve onun yardımına geleceklerini söylüyor. NATO, herkesin birbirinin savunmasına yardım edeceği bir savunma konseptine dayanıyor.
Önceki gün Suriye’nin kuzeyinde yaşanan “5 Ekim Vakası”nda
olay şöyle bir akış izliyor. Bir
NATO ülkesinin F-16 savaş uçağı, bir tehdit algılaması üzerine, bir başka NATO ülkesine ait silahlı bir insansız hava aracını ateşlediği füzeyle imha etmiştir.
Düşürülen SİHA’nın Türkiye’ye, düşüren F-16’nın da ABD Hava Kuvvetleri’ne ait olduğu ortaya çıkmıştır.
Şimdi gelin, bir NATO ülkesinin bir başka müttefikinin askeri unsurunu havada imha etmesinin mantığını NATO Antlaşması’nın ruhu ve lafzı içinde izah etmeye çalışın.
* * *
Tabii tarafların bu olaydan sonra yaptıkları muhtelif açıklamalara ve daha önceki pozisyonlarına baktığımızda, bu tartışmayı biraz daha açmak mümkündür.
DIŞİŞLERİ Bakanı Hakan Fidan önceki gün “Irak ve Suriye’de PKK-YPG’ye ait bütün altyapı, üstyapı tesisleri, enerji tesislerinin bundan sonra Türkiye’nin topyekün meşru hedefi olduğunu” açıkladı. Hemen ardından, “Üçüncü tarafların PKK-YPG’li tesislerden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum” diye konuştu.
Fidan’ın mesajındaki adresin ABD olduğu konusunda hiçbir tereddüt yok.
PKK’nın geçen pazar günü Ankara’da TBMM’nin hemen karşısında bulunan İçişleri Bakanlığı’nı hedef alan terör saldırısını gerçekleştiren iki teröristin Suriye’den geldiğinin anlaşılmasından sonra Fidan’ın duyurduğu bu uyarı, önemli bir “ilk”e işaret ediyor.
Türkiye, geçmişte PKK-YPG’nin bu iki ülkedeki varlıklarını her zaman hedef almıştı. Bu kez karşımıza çıkan farklardan biri, bu kez üçüncü şahıslara/ülkelere “Orada kalırsanız, düzenleyeceğimiz harekatlarda siz de hedef haline geleceksiniz. Sorumluluk bizden gitti” mesajının verilmesidir.
ABD’nin, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri, yani SDG’ye verdiği destek nedeniyle, Türkiye ile ABD yönetimi arasında son sekiz-dokuz yıldır şiddetli bir anlaşmazlık yaşanıyor. Fidan’ın verdiği mesajla, ABD ile bu nedenle yaşanan çekişmede tehlikeli bir eşiğe gelindiğini söylemeye gerek yoktur.
***
Üstelik Ankara bu uyarıyı yaparken, sosyal medyada Türkiye’ye ait bir insansız hava aracının Fırat’ın doğusunda uluslararası koalisyon tarafından düşürüldüğü yolunda haberlerin yayılması sahayı daha da kritik bir hale sokmuştur.
Bu haberler doğruysa, Türkiye’nin İHA’sının bir hava savunma sistemi mi yoksa bir savaş uçağı tarafından mı düşürüldüğü hususunda açıklık yoktur. Tetiği çeken tarafın bir ABD uçağı çıkması durumu daha da sıkıntılı bir hale getirebilir. Her halükarda bu haberlerde konu edilen İHA hadisesinin ne olduğu sorusuna açıklık kazandırılması gerekiyor.
GEZİ Parkı soruşturmasına ilişkin toplam 657 sayfa tutan ilk iddianamenin 2019 şubat ayı sonunda açıklanmasından sonra metinde dikkatime takılan bir durumla karşılaşmıştım. Buradaki mesele, iddia makamının Gezi Parkı olaylarını “Arap Baharı” ile ilişkilendirirken, Arap Baharı’nın niteliği konusunda iki farklı tespit ortaya koymuş olmasıydı.
Şöyle ki, iddianamenin ilk bölümünde Arap Baharı “Arap dünyasında meydana gelen büyük sonuçları olan bir harekettir. 2010 yılında başlayan ve günümüzde de süren, Arap coğrafyasında yaşanan halk hareketlerine verilen ortak addır” şeklinde tarif ediliyor.
Bu bakışta önem taşıyan unsur, aktardığımız tariften sonra Arap Baharı’nın “Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıktığı”nın vurgulanmasıdır. Protestolar, mitingler, gösteriler ve iç çatışmalar yaşandığı ve “halkların özgürlük mücadelesi adı altında hükümetleri resmen devirdikleri” belirtiliyor ardından.
Kayda değer bir diğer tespit, bu süreçte “İslami demokrasi taleplerinin artması”dır. “Siyaset bilimciler bu eşi görülememiş halk hareketini Arap dünyasında yaşanan en büyük değişim olarak adlandırmaktaydı” iddianameye göre.
Bu hareketlerin yaşandığı ülkeler arasında Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen sıralanmaktaydı metinde.
Altını çizmemiz gereken nokta, burada hâkim olan bakışın Arap Baharı’nın halkların demokrasi, özgürlük, insan hakları taleplerinden ortaya çıktığı kabulünü esas almasıdır.
***
İddianamenin ilerleyen bölümlerinde ise bu kabulün yerini biraz daha farklı bir bakışa bıraktığını fark ediyoruz. Bu çerçevede Taksim Gezi Parkı olayları Arap Baharı ile ilişkilendirilerek,
Yazıya devam etmeden “Avrupa Konseyi Sistemi” ile neyi kastettiğimizi açalım. Bu ifade ile bir ucunda A) Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), diğer ucunda ise B) Bu mahkemenin kararlarının uygulanmasını denetlemekten sorumlu olan Konsey’in siyasi kanadı, yani üye ülkelerin temsil edildiği Bakanlar Komitesi’nin yer aldığı bir yapıdan söz ediyoruz.
Tabii Konsey’e üye ülkelerin parlamenterlerinin bir araya geldiği Parlamenterler Meclisi (Assamble) de denkleme dahil edilebilir.
*
Avrupa Konseyi dediğimizde, bu yapı içindeki ülkelerin kayda değer bir bölümünün aynı zamanda Avrupa Birliği’ne üye olduklarını da dikkate almamız gerekiyor. O zaman Türkiye’nin AB ile ilişkileri de bu alanda yaşanan gelişmelerin etkisine açık hale geliyor kaçınılmaz olarak. Burada önemli bir geçişkenlik var.
Bu arada, Bakanlar Komitesi’nde doğrudan hükümetlerin aldıkları tutumlar söz konusu olduğundan, alınan kararlar Türkiye’nin bu kararların arkasındaki ülkelerle ikili düzeydeki siyasi ilişkilerini de yakından ilgilendiriyor.
Komite’nin gündeminde bir süredir bu dava nedeniyle Türkiye’ye uygulanması tartışılan yaptırımlar meselesinin de bulunduğunu hatırlarsak, konunun hassasiyeti daha da belirginleşiyor.
*
Bu girişten sonra Yargıtay’ın son kararının Avrupa Konseyi cephesinde yaratması muhtemel sonuçlara daha yakından bakabiliriz.
DÜNYANIN önde gelen yatırım bankalarından Goldman Sachs’ın New York kentinin güneyindeki finans merkezinde bulunan binasının 43’üncü katına çıktığınızda, gökdelenlerle kaplı Manhattan adasının görüntüsünü birden bütün etkileyiciliğiyle karşınızda buluyorsunuz.
Buradaki yemek salonunda, Türkiye’nin belli başlı holding ve şirketlerinin, bankalarının tepe yöneticileri ile ABD finans dünyasının temsilcileri, fon yöneticileri, Türkiye’de izlenen yeni “rasyonel” politikaların ışığında Türk ekonomisinin görünümünün değerlendirildiği toplantının ertesinde bir aradalar.
Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Türkiye -ABD İş Konseyi (TAİK) ve Goldman Sachs’in ortaklaşa düzenledikleri 13’üncü Türkiye Yatırım Konferansı’nda Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından yapılan sunum, yemekteki sohbetlerin ana konusunu oluşturuyor. Şimşek, sabah yine aynı merkezde dünyanın önde gelen yatırımcı fonlarının yöneticileri ile bir araya gelmişti.
Şimşek’in geçen haziran ayı başında Hazine ve Maliye Bakanlığı görevini üstlenmesi ve Merkez Bankası’nın başına Hafize Gaye Erkan’ın gelmesiyle birlikte ekonomide izlenmeye başlayan yeni politikaların ABD’nin finans merkezi Wall Street’te olumlu bir atmosfer yarattığı belirgin bir şekilde hissediliyor, tahmin edilebileceği üzere.
Tabii, Şimşek’in geçmişte Merrill Lynch gibi bir başka tanınmış yatırım bankasında görev yapmış olması da bu çevrelerde kendisine duyulan güvenin arkasındaki bir başka faktördür.
TÜRK İŞ DÜNYASINDAN KUVVETLİ DESTEK
Türkiye-ABD İş Konseyi’nin davetlisi olarak izlemek üzere geldiğim bu toplantıdan edindiğim ana izlenim, Türkiye’de geçen mayıs ayında yapılan seçimler öncesindeki dönemde izlenen ve “heteredoks” olarak nitelendirilen politikaların ardından, Şimşek ile birlikte geçilen yeni ekonomik politika çerçevesinin hissedilir bir iklim değişikliğini beraberinde getirmiş olması.
Düzenlenen yatırım konferansı, aynı zamanda yabancılara,
1. BÖLÜM
ATATÜRK’ÜN TALİMATIYLA GARSON SEFİRİN FESİNİ TEPSİDE DIŞARI ÇIKARDI
Tarih 29 Ekim 1932... Başkentte bütün gözler o akşam Ulus’taki Ankara Palas’ta Cumhuriyet’in kuruluşunun dokuzuncu yıldönümü dolayısıyla Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’in vereceği resmi akşam yemeği ve baloya çevrilmişti. Baloya diğer davetlilerin yanı sıra kordiplomatik, yani Ankara’daki yabancı diplomatik misyon şefleri de davetli idi. Önce resmi yemek yenecek, ardından danslı baloya geçilecekti.
Ankara Palas’taki 29 Ekim baloları başkentteki büyükelçilikler açısından yılın en önemli olaylarından biriydi. Dönemin Ankara’daki Birleşik Krallık Büyükelçisi George Russell Clerk’ün merkeze gönderdiği bir telgrafa göre, yabancı elçiler yıl boyunca hemen hemen yalnız orada Atatürk’le yüz yüze gelebiliyorlardı. Atatürk’ün oradaki her sözü, her davranışı yabancı büyükelçiler için bir gösterge, bir barometre gibi görülüyordu. Hangi büyükelçilik gözden düşmüş, hangisi saygınlık kazanmış, baloda kestirilebiliyordu.
Atatürk, Ankara Palas’a saat 20.30’da geldi. Sofraya geçmesiyle birlikte yabancı diplomatlar ve diğer davetliler de masadaki yerlerini aldılar. Atatürk o akşam sofraya oturur oturmaz konuşmaya başladı. Az yemek yiyor, bol bol sigara içiyor ve konuklarla teker teker ilgilenip konuşuyordu. Protokol düzenlemesinde İngiliz Büyükelçisi Clerk Atatürk’ün yakınına, Sovyet Büyükelçisi de karşısına oturtulmuştu. Atatürk, İngiliz ve Sovyet Büyükelçileri’nin “kendisinin en yakın dostları olduğunu” söyledi.
Daha sonra sağ tarafındaki diğer elçilerle ilgilendi. Polonya’ya sıcak mesajlar verdi. Bunu, Türkiye lehinde bir konferans verdiği için ABD Büyükelçisi’ne teşekkürü izledi. Ancak her büyükelçi övgü almıyordu Atatürk’ten. Örneğin, İtalyan Büyükelçisi Lojacona’ya dönerek, Mussolini’nin Torino’da yapmış olduğu konuşmadan pek hoşnut olmadığını belli etti. Ardından ayağa kalkarak “İnsanlığın birleşmesi” için kadehini kaldırdı.
Yemek bitmişti. Atatürk sofradaki konuklarını baloya buyur etti. Ve hadise tam o sırada meydana geldi.
1. BÖLÜM
HÜRRİYET’in 20 Ekim 1961 tarihli nüshasının birinci sayfasının en altında tek sütunluk ve tek paragraflık bir haber var; “Kahire Büyük Elçimiz geldi” başlığını taşıyor.
Haberde şöyle deniyor:
“Ekim ayı başında Mısır ile siyasi münasebetlerimizin kesilmesinden sonra geri çağırılan Türk sefaret erkanından ikinci grup dün sabah saat 07.30’da Denizcilik Bankası’nın Samsun yolcu vapuruyla şehrimize gelmişlerdir. Başta Kahire Büyükelçimiz Seyfullah Esin olduğu halde memlekete dönen 28 kişilik ikinci grup sefaret mensubu ve aileleri öğleden sonra uçakla Ankara’ya gitmişlerdir.”
Hürriyet, 2 Ekim 1961
Bu haberden, Büyükelçi Esin ve bütün büyükelçilik personelinin aileleriyle birlikte kafileler halinde Kahire’yi terk etmek durumunda kaldıklarını öğreniyoruz. Bu hadiseden yedi yıl önce, Seyfullah Esin’in seleflerinden Büyükelçi Hulusi Fuad Tugay da Mısır hükümeti tarafından “İstenmeyen Adam” ilan edildiği için yine Kahire’den ayrılmak zorunda kalmıştı.
Ancak o zaman yaşanan krizde, Türkiye, ihtilalin lideri Cemal Abdülnasır’ın bu sert tasarrufuna misillemede bulunmamıştı. Dışişleri Bakanlığı, bu krizde zaten Tugay’ı hatalı bulduğu için, yerine Kahire’ye bir başka büyükelçi gönderilmesi suretiyle ilişkiler sürdürülmüştü.