Türkiye’de 6 Kasım 1983 seçimlerinin yapılmasının üstünden tam dokuz gün geçmişti. Sandıktan askerlerin desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi değil, Turgut Özal’ın ANAP’ının birinci çıkması büyük bir sürpriz yaratmıştı. Ankara’da bütün gözler Cumhurbaşkanı ve MGK Başkanı Kenan Evren’in Özal’a hükümeti kurma görevini ne zaman vereceği sorusuna çevrilmişti.
Herkes o sırada belirsizlik içinde görünen bu randevuyu beklerken, hiç hesapta olmayan bir şekilde KKTC ilan edilmişti. Lefkoşa’da Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nin bağımsızlık deklarasyonunu oybirliğiyle kabul etmesi, seçimde tek başına hükümeti kurma yetkisini almış olan Turgut Özal açısından tam bir emrivaki olmuştu.
Sonradan gün ışığına çıkan bütün bilgi ve belgeler, KKTC’nin bağımsızlık ilanı konusunda aslında seçimden bir süre önce Milli Güvenlik Konseyi ile KTFD Başkanı Denktaş arasında mutabakata varıldığını, Dışişleri Bakanı İlter Türkmen ve bakanlıktan çok dar bir kadronun başından itibaren sürecin içinde olduğunu ortaya koymuştur.
*
Bütün sorun, seçimi MDP’nin kazanması beklenirken hesapta olmayan bir şekilde sandıktan Özal’ın çıkması olmuştur. Bu nedenle Milli Güvenlik Konseyi, KKTC’nin ilanıyla ilgili planı uygulamaya geçirip geçirmeme konusunda bir süre tereddüt geçirmiş, ancak sonunda her şeye rağmen aynen uygulanması kararı baskın çıkmıştı.
Evren, Özal’a hükümeti kurma görevini bağımsızlık ilanından üç hafta kadar sonra 7 Aralık tarihinde vermiştir.
KKTC ilan edildiği gün yanıtı en çok merak edilen soru, uluslararası camiaya katılan bu yeni devletin tanınıp tanınmayacağıydı.
Hazırlıklar sırasında Ankara, Pakistan ve Bangladeş’ten yeşil ışık almıştı. Plana göre,
Özellikle yargıyı ilgilendiren bir kriz ortaya çıktığında, Ankara’da projektörler sıkça Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olarak da görev yapmakta olan eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e çevrilir, değerlendirmesini almak için.
ANAP döneminde Devlet Bakanlığı, AK Parti döneminde ise Adalet Bakanlığı’nın yanı sıra, Başbakan Yardımcılığı ve Meclis Başkanlığı’na kadar uzanan geniş siyasi deneyimi, kuşkusuz Çiçek’in bu tür krizlere günlük tartışmaların üstüne çıkan bir bakışla eğilebilmesini mümkün kılıyor.
Gelgelelim, dün son kriz üzerine yaptığımız sohbette Cemil Çiçek’i bir hayli sıkıntılı bir ruh hali içinde bulduğumu belirtmeliyim.
TECRÜBE MAĞAZASI AÇILSA KİRA PARASI ÇIKMAZ, ÇÜNKÜ...
Son krizi sorduğumda, Çiçek’in “Birinci nokta” diyerek ilk tespiti şu durum oldu:
“Türkiye’de sorunu çözecek olanlar sorunun baş kaynağı hale gelirse, bu ciddi sıkıntıları da beraberinde getirir.”
Çiçek’in bu ifadesi, herhalde herhangi bir yorum gerektirmiyor.
Bunu izleyen şu ifadelerinde ise tecrübeye gereken önemin verilmemesine dönük kuvvetli bir serzeniş vardı:
Yüksek yargının en önemli kurumlarından biri, temyiz organı olan Yargıtay’ın bir dairesi, ülkenin anayasa mahkemesinin bir kararını uygulamayacağını açıklarken, bununla da kalmayıp üyeleri hakkında da suç duyurusunda bulunuyor.
Üstelik, Anayasa’nın 153’üncü maddesinin hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir açıklık içinde “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmünü taşımasına rağmen, bu meydan okumayı yapabiliyor.
Yani “Beni bağlamaz...” demiş oluyor...
Bir başka deyişle, Anayasa’nın bağlayıcılık içeren bir hükmü bir yüksek yargı organı tarafından boşlukta bırakılmış oluyor.
* * *
Buradaki meydan okumanın Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal hukuk devleti kimliği açısından taşıdığı mahzurların uzun bir dökümü çıkartılabilir.
Anayasa’nın başlangıç bölümünde yer alan “Üstünlüğün ancak anayasa ve yasalarda bulunduğu” ifadesi bizler açısından en önemli yol gösterici ilkelerden biri olmalıdır.
Keza, Anayasa’nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti’ni
Manisa milletvekili Özel’in bu seçimden galip çıkması, birçok yönden yapılacak bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor.
Birincisi, Türkiye’de siyasi partilerin yönetiminde ipleri elinde tutan lider ve ona bağlı genel merkez kadrolarının, bir başarısızlık öyküsünde bile parti kongresi üzerinden kolay kolay değiştirilemeyeceği yolundaki yaygın kanaati yıkmış olmasıdır.
Kemal Kılıçdaroğlu, 2010 yılında Deniz Baykal’ın olağanüstü koşullarda istifası sonucu düzenlenen kurultayda tek aday olarak genel başkanlığa seçildikten sonra katıldığı seçimleri her seferinde kaybetmiş olmasına karşılık, liderliğini sarsılmaz bir şekilde güçlendirerek sürdürebilmişti. Seçim kaybı sicilinin başlıca istisnası 2019 yılında özellikle İstanbul ve Ankara’daki yerel seçim başarılarıdır.
Uğranılan bütün seçim yenilgilerine rağmen koltuğu korumak, CHP’de Deniz Baykal’ın liderliği döneminin de değişmez bir özelliğiydi. Baykal istifa etse de kısa bir süre sonra geri dönmüştü.
*
CHP’de uzun yıllardır bu değiştirilemezlik sorunu yaşansa da, aslında kurultay zemininde değişim CHP tarihine yabancı bir olgu değildir. O dönemde halktan güçlü bir destek rüzgârını arkasına almış olan Bülent Ecevit’in, 1972 yılındaki olağanüstü kurultayda İsmet İnönü’ye karşı elde ettiği zafer hatırlardadır.
Bu kurultayın açılışında başkanlık divanı için yapılan seçimi Ecevit’in desteklediği Sırrı Atalay’ın İsmet İnönü’nün desteklediği Hüdai Oral’a karşı kazanması, ardından Parti Meclisi için yapılan güven oylamasını da yine Ecevit taraftarlarının kazanması, İnönü’nün genel başkanlıktan istifa etmesiyle sonuçlanmıştı. Ardından kurultayda yapılan genel başkanlık seçimi tek aday olan Ecevit'in zaferiyle noktalanmıştı.
İstiklal Harbi kahramanı, Lozan Konferansı baş müzakerecisi, İkinci Cumhurbaşkanı
BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan dört ayrı oylamada, farklı tasarılarda özellikle ABD ve Rusya’nın kullandıkları karşılıklı vetolar sonucu bağlayıcı bir karar alınamadı.
Ancak en azından 26 Ekim’de acil gündemle toplanan Genel Kurul’dan, kuvvetli bir çoğunlukla “ateşkes” çağrısı yapılan bir kararın çıkabilmiş olması, metin bağlayıcılık taşımasa da uluslararası camiaya bir nebze soluk aldırdı.
Aslında alınan karar, BM sistemini oluşturan devletlerin, yaşanan bir insanlık trajedisi karşısında nerede durduklarını, bir ucunda İsrail ve ABD’nin yer aldıkları bir çekişmede uluslararası alandaki güç dengesinin nasıl şekillendiğini göstermesi bakımından önem taşıyor.
Bu nedenle kararın oylama kalıplarına yakından bakmak, uluslararası camiada kimin nerede durduğunu görebilmek açısından çarpıcı bir fotoğraf sunuyor.
ABD VE İSRAİL HANGİ KONUDA RAHATSIZ?
Oy dağılımına geçmeden önce kısaca BM Genel Kurul kararının içeriğine bakalım. Bu kararla ilgili yapılabilecek birinci tespit; öncelikle açık, net bir ateşkes çağrısında bulunmasıdır. Metinde “Acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes” çağrısı yapılıyor, “çatışmaların durdurulması” isteniyor.
Ateşkese karşı olan İsrail ve ona destek çıkan ABD’nin, BM kararında en çok rahatsız oldukları noktalardan biri budur.
Kararın vurgulanması gereken bir tarafı, özellikle saldırıları konu alan başlıklarda ne İsrail ne de Hamas’ın spesifik olarak isminin geçirilmemesidir. Örneğin metnin girişinde “
RUSYA bundan 20 ay kadar önce Ukrayna’yı işgale giriştiğinde, bu işgale karşı büyük bir seferberlik başlatan Batı dünyasının en çok üzerinde durduğu kavramlardan biri “Kurallara dayalı uluslararası düzen” (Rules based international order) olmuştu.
Bu kavramı, uluslararası kuruluşlar ve anlaşmaların oluşturduğu zeminler üzerinden, herkesin mutabık kalınan kurallara, ölçülere saygı göstermeyi, bunlara uygun bir şekilde davranmayı taahhüt ettiği bir uluslararası sistem ideali olarak görebiliriz.
Rusya’nın önce egemen bir ülkenin toprak bütünlüğüne tecavüz etmesi, bunu yaparken uluslararası normların hiçbirine uymayıp
sivil-asker ayrımı gözetmeksizin yürüttüğü hava bombardımanı, füze saldırılarıyla her yaştan çok sayıda sivilin ölümüne yol açması kınanırken sıkça bu kavramı duymuştuk.
Rusya, uluslararası sistemin üzerine oturması gereken kurallara zarar veriyordu. Dünyayı kötü bir yere götürüyordu.
***
Getirilen argümanın mantığı yeteri kadar açıktır. Saldırganlık, kural ihlali karşılıksız bırakılır ve mütecaviz bir bedel ödemezse, bu davranışın yaratacağı emsal bütün uluslararası sistemi, üzerinde yaşadığımız dünyayı toptan bir kuralsızlığın, kaosun içine itebilecektir.
Bu nedenle Rusya’ya bu pervasızlığının yanına kâr kalmadığı gösterilmeliydi ki, hedeflenen kuralların az çok geçerli olduğu bir dünyada nefes alıp yaşama imkânımız olsun.
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın geçen pazartesi günü, 100’üncü yıldönümün hemen ertesi günü, 30 Ekim’de İzmir’de yargı mensuplarının katıldığı bölge toplantısında yaptığı konuşmanın, Cumhuriyet’in “hukuk devleti” yönünü değerlendirmek açısından kapsamlı bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum.
İzmir, Aydın, Manisa, Muğla ve Uşak illerinde görev yapan 140 kadar savcı ve hâkimin katıldığı bu toplantının ilginç bir yönü, AYM ve Avrupa Konseyi tarafından birlikte yürütülen bir proje kapsamında düzenlenmesi. Proje, AYM’nin temel haklar alanındaki kararlarının etkili şekilde uygulanmasını desteklemeyi amaçlıyor, Avrupa Konseyi’nin de desteğiyle...
Toplantının tam başlığı, “Adli-İdari Yargıda Bireysel Başvuru İhlal Kararları ve İhlalin Sonuçlarının Ortadan Kaldırılması”.
Yani, 29 Ekim kutlamalarının hemen ertesi günü, konumuz; hak ihlalleri ve AYM’nin verdiği ihlal kararları nasıl etkili uygulanabilir meselesi.
CUMHURİYET ÖNCELİKLE ‘HUKUKSAL RIZA’DIR
Prof. Arslan, hâkim ve savcılara hitabında, “Cumhuriyet’in geride bıraktığımız yüz yılı içindeki tecrübesi ve kazanımları”ndan söz ederek, “Cumhuriyet’in hukuki boyutunun önemini daha iyi anlamak ve anlatmak zorundayız” diye konuşuyor.
Ardından “Cumhuriyet nedir?” sorusuna yanıt arıyor. Bunun için, ünlü Romalı devlet adamı ve düşünür Çiçero’nun “Cumhuriyet” tanımıyla yola koyuluyor. Bu tanıma göre; Cumhuriyet halkın inşa ettiği bir yapıdır, ancak bu halk herhangi bir şekilde bir araya gelen bir insan topluluğu değildir.
Bu topluluğu diğerlerinden ayıran fark nedir? Daha doğrusu topluluğu bir araya getiren faktörler nelerdir? “
AYM’nin Atalay hakkında gerek “Seçilme ve Siyasal Faaliyette Bulunma Hakkı” gerek tutukluluğu ile ilgili “Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkı” çerçevesinde verdiği ihlal kararını inceledikten sonra bir dizi gözlemde bulunmak istiyorum.
En başta belirtmemiz gereken husus şu: AYM’nin, son kararında, önemli ölçüde daha önce HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında dokunulmazlığı kaldırıldığı için 2021 yılında aldığı ihlal kararındaki gerekçeleri tekrarladığı görülüyor.
Yüksek mahkemenin, benzer içerikteki bir başka başvuru karşısında, 2021’de 15 üyesinin oybirliği ile kuvvetli bir şekilde ortaya koymuş olduğu içtihadından ayrılmasını beklemek, aslında çok da gerçekçi görünmüyor; bu kez 5 karşı oy çıkmış olsa da.
Gergerlioğlu, 24 Haziran 2018 seçiminde HDP’den Kocaeli milletvekili seçilmiş, daha sonra sosyal medya hesabından yaptığı bir haber paylaşımı nedeniyle terör örgütü propagandası suçunu işlediği gerekçesiyle yargılanıp, mahkum olmuş ve cezası Yargıtay tarafından onanmıştı. Bu kararın 17 Mart 2021 tarihinde TBMM’de okunmasıyla Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşmüş ve ardından 2 Nisan 2021 tarihinde cezaevine konmuştu.
Ancak AYM 1 Temmuz 2021 tarihinde hak ihlali kararı verince, Gergerlioğlu tahliye edilmiş ve yeniden TBMM’ye dönmüştü. Kendisi son 14 Mayıs seçiminde yeniden TBMM’ye seçilmiştir.
*
Şimdi Can Atalay’ın dosyasına geçebiliriz. Atalay, 25 Nisan 2022 tarihinde Gezi Davası’nda “T.C. Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçu”ndan 18 yıl hapis cezasına çarptırılmış, Yargıtay’daki temyiz incelemesi sürerken geçen 14 Mayıs seçimlerinde Hatay‘dan milletvekili seçilmiştir.
Seçildiğinde