Yapılan tartışmalar daha çok bu başlıklarda yoğunlaştı. Buna karşılık, zirvenin savunma doktrini ve askeri planları açısından NATO’nun geleceğini kritik bir şekilde ilgilendiren, bu çerçevede ittifak üyesi olarak Türkiye’ye de doğrudan yansımaları olacak kararları üzerinde yeterince durulmadı.
Bu konuda oldukça kapsamlı bir değerlendirmeyi, Türkiye’nin önde gelen NATO otoritelerinden biri olan, Türkiye’yi Daimi Delege olarak 2013-2018 yılları arasında NATO’da temsil etmiş emekli Büyükelçi Fatih Ceylan, önceki gün “politikyol” isimli web sitesinde yayımladığı son derece kapsamlı bir yazıyla yaptı.
Bu yazısından da yola çıkarak, dün Büyükelçi Ceylan’a yönelttiğimiz bir dizi soruyla NATO zirve kararlarının Türkiye’ye dönük muhtemel sonuçlarını bazı başlıklarda biraz daha açmak istedik.
TÜRKİYE’DEN DAHA ÇOK KUVVET TAHSİSİ İSTENEBİLİR
Öncelikle bildiride dikkat çeken noktalardan biri, NATO’da geniş çaplı krizler ve çatışma gibi olağanüstü hallerde harekete geçmek üzere tesis edilmiş olan “NATO Mukabele Kuvveti”nin asker sayısının 40 binden 300 bine çıkartılması kararı.
“Bu karar Türkiye’yi nasıl etkiler?” diye sorduğumuzda, Ceylan, Türkiye’nin NATO’nun ikinci büyük askeri gücü olduğunu hatırlattıktan sonra “Vilnius’ta alınan kararlar ağırlıklı olarak gelişmiş silahlı kuvvetlere sahip müttefik ülkelerden NATO’ya kuvvet katkısı bağlamında beklentileri arttıracaktır. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor. Dolayısıyla, Güneydoğu Avrupa’nın savunulması için geliştirilecek bölgesel savunma ve takviye planlarının uygulanmasında Türkiye’nin üstlenebileceği rolün ön plana çıkması beklenir” diye konuşuyor.
Ceylan, bu durumun bir yönüyle “Türkiye’ye NATO içindeki konumunu güçlendirmesi açısından avantaj sağlayabileceğini” belirtiyor.
Diğer yandan,
Değindiğimiz kriz, Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde Türkiye’nin Hatay’daki Cilvegözü kapısı üzerinden bu ülkenin kuzeybatısına, özellikle İdlib bölgesine yapılan yardım faaliyetinin devam edebilmesi için gerekli uzlaşı sağlanamayınca patlak verdi.
BMGK toplantısında Brezilya ve İsviçre tarafından sunulan ve yardımın dokuz aylık bir süre için devamını öngören karar tasarısı 15 üyeden 13’ünün lehte oyuna karşılık Rusya’nın vetosuna takıldı. Çin Halk Cumhuriyeti ise çekimser kaldı.
Bunun üzerine Konsey’de Rusya’nın hazırladığı ancak yardımı yalnızca altı aylığına uzatan karar tasarısı oylamaya sunuldu. Bu tasarıya Çin ve Rusya ‘evet’ oyu kullanırken, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa ‘hayır’ oyu verdi; 10 ülke ise çekimser kaldı. Yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için bu karar tasarısı da kabul edilmedi. Sonuçta karar alınamadı.
***
BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) yardımların devamı için en son bu yılın başında yaptığı yetkilendirmenin süresi 10 Temmuz günü dolmuştu. 11 Temmuz günü yapılan oylamalarda BMGK’dan yetki çıkmayınca Cilvegözü ve hemen karşısında Suriye tarafındaki Bab-el Hava kapıları üzerinden dokuz yıldır yürüyen yardım faaliyeti şimdilik durmuş oldu.
Konsey’de karşılıklı olarak ağır suçlamalar yapıldı. Gelinen noktadan en çok rahatsız olan kişilerden biri “hayal kırıklığı” yaşadığını açıklayan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’ti. Geçen şubat ayında bölgede meydana gelen deprem felaketinin etkileri hâlâ sert bir şekilde hissedilirken, insani ihtiyaçların da kendisini her zamankinden daha yüksek bir eşikte dayattığını hatırlattı Genel Sekreter.
Guterres, BM’nin sınır ötesi yardımlarının Suriye’nin kuzeybatısında yaşayan milyonlarca insan açısından “gerçek bir yaşam hattı” olmaya devam ettiğini vurgulayarak, “Milyonlarca insan bu yardıma muhtaç” diye konuştu ve Konsey üyelerine soruna çözüm bulmak için çabalarını artırmaları çağrısında bulundu.
***
ABD, Türkiye, Yunanistan ve NATO cephesinde pek çok karar vericinin dahil olduğu yoğun bir diplomasi trafiği sergilendi.
Bütün bu yoğunluğa tanıklık ettikten sonra, yürümekte olan süreçlerin ne anlama geldiği, önümüzdeki günlerde hangi doğrultularda yol alınacağı, hangi muhtemel gelişmelerin bizi beklemekte olduğu gibi sorulara yanıt vermek amacıyla bir çerçeve çizmeye çalışalım.
Değindiğimiz yoğunluğu anlatırken, Yönetim ve Kongre olmak üzere Washington’da iki karar merkezi, bir ucunda Türkiye, diğer ucunda Yunanistan ve diğer köşe noktalarında NATO ve İsveç’i de içine alan altı faktörlü bir denklemden söz edebiliriz. Bu yapı içindeki en ufak bir hareketlilik, değişiklik bile denklemin bütününü, her bir köşesini etkileyebilme potansiyelini taşıyor.
Tabii bu çoklu yapı üzerine ana temalar olarak A) Türkiye’nin ABD’den F-16, B) Yunanistan’ın da F-35 almak istediğini, C) Bu taleplerin ABD Kongresi’nin onayından geçmesi gerektiğini, D) Yunanistan’a F-35 satışında bir sorun olmadığını, E) Ancak Türkiye söz konusu olduğunda Kongre’de ciddi bir direncin belirdiğini, F) Biden yönetiminin Kongre’yi ikna çabası yürüttüğünü, G) Kongre’nin Türkiye’den NATO süreçleri ve Yunanistan’la ilgili bazı koşul ve beklentileri masaya getirdiğini hatırlayalım.
Belirtmeye gerek yok, herkes öncelikle İsveç’in NATO’ya üyelik sürecinin sonuçlanmasını beklemektedir. İsveç’in üyeliğinin en son durak olarak Türkiye cephesinde onaylanması ise en erken ekim ayı başında TBMM açıldığında mümkün olabilecektir.
Şimdi süreçteki kritik aktörlerin açıklamaları ve hamleleri üzerinden karmaşık denklemi çözümlemeye çalışalım.
BIDEN ‘KONSORSİYUM’ İFADESİYLE NEYİ KASTETTİ?
İlk olarak bakmamız gereken açıklama, ABD Başkanı
Gerçi Trump ile ilişkisi de zaman zaman ciddi darboğazlardan geçmiştir Erdoğan’ın. Ancak yine de aralarındaki ilişkinin ana akışına baktığımızda, her zaman olmasa da genellikle Trump’a telefonla ulaşabildiği, hatta bu şekilde ikisinin kritik bazı konularda ABD bürokrasisini birlikte baypas edebildikleri bir çalışma ilişkisi şekillenmiştir liderler düzeyinde.
Oysa Biden 3 Kasım 2020 tarihinde yeni ABD Başkanı seçildikten sonra girilen dönemde Beştepe ile Beyaz Saray arasında bu şekilde yakın bir mesainin işlemeyeceği daha başından itibaren belli olmuştur.
Kongre baskınından hemen sonra 20 Ocak 2021 tarihinde işbaşı yapan Biden’ın, Erdoğan’la telefonda görüşmek için üç ay bekleyip kendisini 23 Nisan’da araması ve ertesi günü “Ermeni Soykırımı”nı tanıyan bir Beyaz Saray açıklaması yayımlaması, zaten yeteri kadar sancılı bir başlangıca işaret etmiştir.
* * *
Bunu, iki ay kadar sonra 14 Haziran 2021 tarihinde Brüksel’de düzenlenen NATO zirvesi sırasında Erdoğan ile Biden arasında gerçekleşen ilk ikili görüşme izlemiştir. Görüşmenin ağırlığını ABD’nin Afganistan’dan çekilme planları çerçevesinde Kabil Havalimanı’nın işletilmesinin Türkiye’nin sorumluluğuna verilmesi projesi oluşturmuştu.
Hatırlanacaktır, TSK’nın Kabil’de oynayacağı rol, o dönemde S-400 meselesi, YPG dosyası, Fetullah Gülen’in durumu gibi kronik sorunlarla zaten kilitlenmiş olan ilişkileri kurtaracak bir sihirli değnek gibi görülmüştür. Ancak ABD’nin Afganistan’dan beklenenden önce çekilmesinin yol açtığı kaos ortamı içinde Taliban’ın birden Kabil’e hâkim olması, bu projeyi geçersiz kılmıştır.
Bunun sonucunda ilişkilerde yeniden belirsizliğe girilmiştir. Ardından Erdoğan 2021 yılı eylül ayında BM Genel Kurulu’na katılmak üzere gittiği New York’ta Biden ile yeni bir başlangıç yapmak üzere kendisinden randevu istemiş, ancak bu talebine olumsuz karşılık alması açığa vurmaktan kaçınmadığı ağır bir krize yol açmıştır. Erdoğan, New York’ta sert ifadelerle yüklenmiştir Biden’a.
Bunu iki liderin 31 Ekim 2021 tarihinde Roma’daki G-20 zirvesi sırasında yaptıkları görüşme izlemiştir. New York’ta beliren soğukluk kısmen aşılmıştır. Roma buluşmasında iki ülke arasındaki meseleleri görüşmek üzere dışişleri bakanlıklarının eşgüdümünde kurumsal düzeyde işleyecek bir
Bir kere her iki krizin seyrinde de Türkiye’nin başvurduğu engelleme nedeniyle beliren sıkıntılar, gerilimler son anda gelen uzlaşılarla bir şekilde aşılıyor ve birden büyük bir rahatlamaya giriliyor. Bulunan formüller her seferinde NATO’nun başarısı olarak takdim ediliyor, zirve sırasında çekilen el sıkışma fotoğraflarının yarattığı sıcak bir atmosferde ittifak dayanışması alkışlarla karşılanıyor.
Tabii buna paralel bir şekilde, Türkiye cephesinde de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın muhataplarını gerilettiğine, istediklerini kopardığına ilişkin kuvvetli bir anlatının yayıldığını görüyoruz.
Ayrıca karşılaştırma şöyle bir benzerliği daha karşımıza çıkarıyor. Her iki zirve yaklaştığı sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hareketinden önce kendisiyle ABD Başkanı Joe Biden arasında bir telefon görüşmesi gerçekleşiyor. Muhtemelen bulunan uzlaşıların ipuçlarını da taşıyan bu telefon konuşmaları, NATO toplantısı sırasında cumhurbaşkanları arasında ikili bir görüşmenin kapısını da aralıyor.
Buna karşılık bu kez kısmi bir farklılığa dikkat çekebiliriz. Geçen yıl Erdoğan’ın hareketinden önce uzlaşı havası önemli ölçüde ortaya çıkmıştı. Bu kez Erdoğan zirve için yola koyulurken en azından kamuoyuna yansıdığı kadarıyla kriz konusu olan İsveç’e ilişkin dosyada belirsizlik sürüyor gibi görünüyordu. Hatta İsveç’in NATO’ya üyeliğinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği dosyasına bağlanması gibi yeni bir koşul son anda masaya getirilmişti Ankara cephesinde .
Ne olursa olsun, zirve dün resmen açıldığında haftalardır ısınmakta olan kriz önceki akşam açıklanan formülle aşılmış bulunuyordu. Türkiye, geçen yıl Madrid’de ilke olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine onay vermiş, sonradan yalnızca Finlandiya’nın onay işlemini TBMM’den geçirirken İsveç’in dosyasını beklemeye almıştı. Yani engelleme sürmüştü.
Türkiye bu kez önceki akşam varılan mutabakatla İsveç’in üyeliğinin onay işleminin başlatılmasının olurunu bildirmiştir. Ancak son adımı TBMM atacaktır. Bir başka anlatımla, hâlâ istendiği takdirde son dakikada top Meclis’e atılarak engellemenin sürdürülebileceği bir marj vardır...
ANKARA SON ANA KADAR OLUMSUZ MESAJ VERİYORDU
Bu yılki farklılığa ilişkin gözlemimizi biraz açalım. Vilnius zirvesi öncesinde gerilimin yine yüksek bir eşikte seyrettiğine, hatta zaman zaman krizin aşılamayacağı yolundaki beklentilerin bir hayli güçlendiğine tanıklık ettik. Bunun nedeni, Ankara’da yapılan muhtelif açıklamaların İsveç makamlarının PKK ile mücadele alanındaki uygulamalarının yetersizliği gerekçesiyle son derece katı bir tutumu yansıtmasıydı.
Krizin ilk döneminde Erdoğan’ın Mısır’daki askeri rejime dönük salvoları, “Ey Sisi...” diye başlayan öfkeli açıklamalarıyla sürerken, ilginçtir ki, buna rağmen taraflar arasında köprüler tümüyle atılmış değildi. İki ülkenin büyükelçileri başkentlerde görev yapmaya devam ediyordu.
İlişkilerin tam anlamıyla çatırdaması, 23 Kasım 2013 tarihinde Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı’nın Mısır’daki rejim tarafından resmen “İstenmeyen Adam” (Persona Non Grata) ilan edilip kendisinden ülkeyi terk etmesinin istenmesiyle meydana geldi. Türkiye’nin de Ankara’da görevli Mısır büyükelçisine aynı yöntemle misilleme yapmasıyla iki ülke arasındaki diplomatik temsil düzeyi düşmüş oldu.
Kahire’yi bu adıma atmaya yönelten, Erdoğan’ın iki gün önce, 21 Kasım 2013 günü Moskova’ya hareket ederken yaptığı açıklamaydı. Erdoğan, açıklamasında “insanlık dramı” ifadesini kullanarak, Mısır’da binlerce insanı kapsayan ölümlerden, yaralamalardan, tutuklamalardan dolayı Kahire’deki rejimi ağır bir dille eleştirmiş ve hapiste olan “Müslüman Kardeşler” çizgisindeki eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye kuvvetle sahip çıkmıştı. Erdoğan, “Mursi’ye saygı duyduğunu ama onu yargılayanlara saygı duymadığını” söylemişti.
* * *
Sonrasında derinleşen krizin sonuçları yalnızca Ankara ile Kahire arasındaki ilişkilerin ikili düzeydeki çerçevesiyle sınırlı kalmamış, özellikle Doğu Akdeniz başta olmak üzere bütün bölgeye yayılmıştır. Türkiye ve Mısır’ın bölgedeki en önemli iki jeopolitik güç merkezi oldukları dikkate alındığında, bu iki merkez arasındaki eksen üzerinde tetiklenen sarsıntının bütün bölgedeki dengeleri yerinden oynatması, yeni fay hatları yaratması kaçınılmazdı.
Gelgelelim uluslararası alanda ciddi bir meşruiyet ve destek sorunu yaşamayan, Batı dünyasının ve Arap ülkelerinin önemli bir bölümünün desteğini yanına alan Sisi rejiminin geçici değil kalıcı olduğu ortaya çıktığı oranda, ilişkilerdeki soğukluğun sonuçlarının fiiliyatta daha çok Türkiye’yi sıkıntıya sokan ve bölgede yalnızlığa iten bir doğrultuda şekillendiği objektif bir olgudur.
Kahire’deki rejim de Ankara’nın “Müslüman Kardeşler” örgütünü desteklediği, himaye ettiği görüşünden hareketle kendisine dönük bir tehdit algısı üzerinden eğilmiştir Türkiye ile ilişkilerin yönetimine. Mısır Cumhurbaşkanı es-Sisi, bu çerçevede karşı strateji olarak Türkiye’ye zarar vermek, köşeye sıkıştırmak için kullanabileceği imkân ve araçları değerlendirmekten kaçınmamıştır.
* * *
Açıklamaya göre, diplomatik ilişkilerinin düzeyinin yükseltilmesi, iki ülkenin cumhurbaşkanlarının aldıkları karar uyarınca uygulamaya konmuştur. Bu adım, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden normalleştirilmesini hedeflemekte, ilişkilerin geliştirilmesi amacına yönelik karşılıklı iradeyi yansıtmaktadır, açıklamada belirtildiğine göre.
Bundan 10 yıl önce Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdülfettah es-Sisi’nin liderliğindeki darbeyle devrilmesi sonrasında Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler Ankara’dan gelen sert açıklamalarla birlikte karşılıklı olarak bütün köprülerin atıldığı büyük bir sarsıntının içine girmişti.
Önceki günkü dört paragraflık kısa açıklama, ilişkilerin tarihindeki bu soğukluk döneminin bittiğinin resmi ilanıydı. Böylelikle, Türkiye ile Mısır arasındaki talihsiz bir dönem kapanmış olmaktadır.
Bu dönemin Türkiye açısından oldukça yüksek bir maliyetin tahakkuk ettiği bir zaman kesiti olduğu dikkate alındığında, söz konusu gelişme vesilesiyle “Ne oldu?”, “Neden oldu?” sorularına bir kez daha yakından bakmak, bütün bu süreci kısaca hatırlamakta yarar vardır.
*
Ancak bunu yaparken öncelikle büyükelçi atamalarına ilişkin açıklamanın zamanlamasına dikkat çekmeliyiz. İlişkilerin normalleşmesine ilişkin duyuru Kahire’deki Sisi darbesinin 10’uncu yıldönümüne denk gelmiştir.
Gazete arşivlerini karıştırdığımızda, 2013 haziran ayı sonunda Mısır’da Mursi aleyhtarı gösterilerin patlak verdiğini, Mursi yanlılarının da benzer şekilde sokağa çıkarak protestoculara karşılık verdiklerini, gerilimin yükselmesi üzerine Ordu’nun 1 Temmuz 2013 günü Mursi’ye bir muhtıra verdiğini okuyoruz.
Mursi
Aralarında şairlerin, yazarların, halk ozanlarının da bulunduğu 35 vatandaşımız ateşe verilen bu otelde mahsur kalarak hayatlarını kaybetmişti.
Otuzuncu yıldönümü dolayısıyla basında birçok haber ve yorum yayımlandı, sosyal medyada paylaşımlar yapıldı. Bu hafıza tazelemesi sırasında katliamın korkunçluğunu bir kez daha benliğimizde hissettik, o büyük acıyı bir kez daha yaşadık.
Bu olayla ilgili eski dosyaları karıştırırken katliamın 11’inci yıldönümünün hemen ertesinde 4 Temmuz 2004 tarihinde Hürriyet’te yayımlanan “Hepimiz Birer Süs Bitkisiyiz” başlıklı yazım karşıma çıktı.
Bu yazı, Madımak Oteli’nde hayatını kaybeden iki şairimizin ölümden söz ettikleri dizeleriyle, olaydan sonra başka şairlerin onlar hakkında yazdıkları şiirlerden yapılan alıntılardan oluşuyordu. Daha doğrusu, bu dizelerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir metindi.
*
Söz konusu yazım “2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ın Madımak Oteli’nden yükselen dumanların isinin Türkiye’nin üzerine çöküverdiğini”, “Bu olayda diri diri yakılan insanlar arasında şair Metin Altıok’un da bulunduğunu” belirterek başlıyor.
Yazı şöyle devam ediyor:
“Metin Altıok