Bir başka deyişle, mevcut bölünmüşlük durumunun Suriye’de fiili statüko olarak yerleşmekte olduğu tespitini yapmak hata olmaz.
Bu kilitlenme tablosunda Suriye’de merkezi otorite olarak iç savaştan ağır hasar almakla beraber bekasını koruyarak çıkabilen, ancak ekonomik ve sosyal alanlarda devasa sorunlarla boğuşmak durumunda olan bir rejim var.
Üstelik ülke topraklarının yüzölçüm olarak hiç de yabana atılamayacak bir alanında egemenlik iddiasını sahada hayata geçirebilecek güçte de değil bu rejimin lideri olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad.
SAHADA ÇOK SAYIDA AKTÖR VAR
Bu durumu örneklerle göstermeye çalışalım. Öncelikle, ülkenin Fırat’ın doğusunda kalan neredeyse üçte birine yakın bir bölümü, ABD’nin himayesinde, başını PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG kadrolarının oluşturduğu bir özerk yönetim alanı olarak Şam’daki meşru otoriteye kapalı durumda.
Keza, ülkenin kuzeyinde sınırın neredeyse üçte ikisini denk gelen ve Suriye topraklarında ortalama 30 kilometre derinliğe inen bitişik bir bölge, Türkiye’nin himayesindeki eski adı Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olan Suriye Milli Ordusu (SMO) ve TSK’nın kontrolündedir.
Ülkenin yine kuzeyinde Hatay’a bitişik İdlib bölgesi de BM Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak tescil edilmiş olan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) isimli köktenci bir örgüt ve onun güdümündeki “Ulusal Kurtuluş Hükümeti”nin yönetimi altındadır. TSK da, içsavaşta yaklaşık iki milyonun üstünde yerinden olmuş insanın yaşadığı bu bölgede, potansiyel bir göç dalgasına karşı caydırıcılık sağlamak amacıyla önemli bir askeri varlık bulundurmaktadır.
SAHADAKİ DURUM
Bu yılki seriye de son zamanlarda Gazze savaşı nedeniyle biraz ikinci plana düşmüş gibi görünen ama Türkiye açısından hayati önemini korumaya her zaman devam edecek olan Suriye ile ilişkilerin 2023 yılındaki seyrine eğilerek başlamak istiyorum.
Geçen yıl tam bu zamanlarda, 4 Ocak 2023 tarihinde yayımlanan 2022’nin Suriye değerlendirmesine, “Suriye ile buluşma yılın en büyük sürprizi oldu” başlığını atmıştım.
2023’E SÜRPRİZ BULUŞMAYLA GİRİLMİŞTİ
Yazıda kastedilen buluşma neydi?
Kastedilen, yılın hemen sonunda 28 Aralık 2022 tarihinde Türkiye, Rusya ve Suriye’nin milli savunma bakanları ve istihbarat örgütü yöneticilerinin Moskova’da üçlü bir çerçevede bir araya gelmeleriydi.
O dönem için oldukça çarpıcı bir gelişmeydi bu toplantının yapılabilmiş olması. Türkiye’yi dönemin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve bugün Dışişleri Bakanı koltuğunda oturan dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan temsil etmişti Moskova’daki toplantıda. Aslında Fidan’ın bunun öncesinde de Suriyeli mevkidaşı ile bir araya geldiği biliniyor.
Böyle bir üçlü toplantı, bundan üç-dört yıl öncesinde tasavvur bile edilemezdi. Türkiye, 2011 yılında Suriye’de iç savaş patlak verdiğinde Esad rejimini devirmek için devreye girerek, silahlı muhalefete kuvvetli bir destek sağlamıştı.
Ancak özellikle 2015 yılından itibaren Rusya’nın askeri desteğini yanına alan rejim duruma hâkim olup, parçalanmış bir ülke tablosu pahasına da olsa, muhalefete karşı içsavaşı kazanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye de rejimin kalıcılığını kabullenmiş ve attığı adımlarla ilişkileri onarmak yoluna girmiştir.
Bu listede bir dinleyici olarak bir yıl boyunca Spotify üzerinden çıktığınız müzik yolculuğunuzun bir dökümünü, bir tür haritasını buluyorsunuz.
Geçenlerde 2023 yılının dökümü geldiğinde, en çok dinlediğim müzisyenin Yavuz Çetin olduğunu öğrendim.
En çok dinlediğim ilk 10 parça içinde 6’sı, 2001 yılında aramızdan ayrılmış olan ve Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli gitaristlerinden biri olarak kabul edilen Yavuz Çetin’e aitti. Birinci sırada da onun 1997 yılında çıkmış olan “İlk” albümünden “Kimse Bilemez” şarkısı yer alıyordu.
Daha önceki yıllarda bu liste farklı müzik türleri arasında az çok eşit bir şekilde dağılırdı. Aslında bu yılın sonucuna çok da şaşırmadım. 2023, müzik dinleme uğraşımda benim için Yavuz Çetin’in müzik dünyasını, şarkılarını, onun ruh dünyasını daha yakından anlamaya çalıştığım bir yıl oldu.
*
Yavuz Çetin’e ilgi duymamın benim açımdan gecikmiş bir çaba olduğunu teslim etmeliyim. Onu geçmişte çok usta bir blues gitarcısı olarak tabii ki biliyordum. Muhtelif zamanlarda dinlemiştim. Ama biraz daha derinlemesine bakınca, bendeki izlenimlerin çok daha üstüne çıkan bir büyük müzisyenle karşılaştığımı fark ettim.
Benim açımdan
ORHAN Miroğlu’nun “Posta Kutusu 213 Diyarbakır” başlıklı son kitabını geçen hafta okudum. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 1982-88 yılları arasında toplam altı yıl hapis yatmış olan Miroğlu’nun bu kitabı, kendisi hapisteyken askerlik hizmetini burada “Nizamiye Çavuşu” olarak yerine getirmiş bir şahısla yıllar sonra buluşup girdikleri diyalogları konu alıyor.
Diyarbakır Askeri Cezaevi dediğimiz zaman, 12 Eylül 1980 darbesi döneminde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde insan hakları ihlalleri bakımından en ağır tablolardan birinin yaşandığı, yaygın işkence olaylarının kayda geçtiği bir mekânı hatırlamamız gerekiyor.
Kitapta birçok bölümün altını çizdim. Bunlar arasında aklıma en çok takılan bölümlerden biri, Miroğlu’nun “Yüzbaşı Oktay’ın köpeğine selam verdiği”, daha doğrusu vermek zorunda kaldığını anlattığı bölümdü.
Aktardığı bir iki konu hakkında kendisini aramayı da tasarlıyordum. Özellikle, 2015-18 yılları arasında AK Parti Mardin Milletvekili iken, TBMM İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde kurulan Diyarbakır Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı olarak hazırladığı raporun ve dinlenen tanıkların ifadeleriyle ilgili tutanakların akıbetini sormak istiyordum.
Şehit askerlerimiz gazetelerde, sosyal medyada yayımlanan görüntülerinde, tek başlarına ya da arazide bir çadırın içinde topluca yemek yerken çektirdikleri fotoğraflardaki gülümseyen yüzleriyle karşımıza çıkıyorlar.
Ölüm, onları Irak’ın kuzeyinde sınırın gerisindeki bir bölgede, olabilecek en olumsuz iklim koşullarında büyük bir fedakârlıkla silah başında görev yaparken buldu.
Kötü hava koşullarını kollayan PKK’lı teröristler, tipinin insansız hava araçlarının görme kabiliyetini engellemesinden yararlanarak, askerlerin üslendikleri geçici mevzi bölgelerin yakınlarına kadar sokulmuştu.
*
Şehit askerlerin yaşları 22 ile 32 arasında değişiyor. Bugün aramızda olmayan bu genç insanlar, PKK’yı Türkiye sınırından uzak tutmak, örgütü sınırın gerisinde baskılayabilmek amacıyla görev yapıyorlardı kar üstünde kurulmuş çadırlardan oluşan geçici karakollarda.
PKK’nın 24 saat arayla saldırdığı iki nokta birbirinden 100 kilometre kadar uzaktadır. İlk saldırının düzenlendiği doğuda, İran sınırına 14 kilometre uzaklıktaki Hakurk bölgesinde bulunan geçici karakol 1976 metre yüksekliktedir. Daha batıda Dohuk bölgesindeki ikinci saldırı yeri ise 1754 metre rakımdadır.
Buradaki sorunun bir boyutu Türkiye’nin Irak’la olan 378 kilometre uzunluğundaki sınırının baştan aşağı dağlık, engebeli bir alandan geçiyor olmasıdır. Sınır hattı rakım olarak ortalama 1500 kilometre yükseklikte seyrediyor, 2000 metreye kadar yaklaştığı yerler olabiliyor.
Ankara Temsilciliği görevim sırasında bölgeye yaptığım birçok gezide askeri Sikorsky helikopterlerinde bu bölgede uçarken sınırın ne kadar zor bir coğrafya üzerinden yol aldığına bizzat tanıklık etmiştim.
Buna karşılık, mahkemenin bundan kısa bir süre önce aldığı ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) uzun zamandır en çok tartışılan hükümlerinden biri olan 220’nci maddesinin altıncı fıkrasıyla ilgili iptal kararı üzerinde kamuoyunda yeterince durulmadı.
Bu, TCK’nın “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır” şeklindeki ünlü altıncı maddesiydi.
TCK’da 2012 yılında yapılan bu değişiklik üzerinden geçen 11 yıl içinde çok sayıda kişi örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt üyesi gibi kabul edilerek yargılanmış ve işledikleri öne sürülen suçların yanı sıra örgüt üyeliğinden de cezaya çarptırılmıştı. Bu maddenin delaletiyle terör propagandası da dahil olmak üzere bir dizi fiilden hüküm kurulmuştu suçlanan kişiler hakkında.
Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, 2019 yılında Yargıtay’dan dönen Cumhuriyet gazetesi davasında, sanıklar FETÖ’ye üye olmamakla birlikte FETÖ adına suç işledikleri iddiasıyla suçlanmışlar ve başlangıçtaki tutukluluk kararları dava açılana kadar bu yasa maddesine dayandırılmıştı. Bunun sonucu FETÖ ile mücadele etmiş bir grup gazeteci FETÖ üyesi olmakla suçlanabilmişti.
‘KAMU GÜCÜ KULLANANLARIN KEYFİ DAVRANIŞINA YOL AÇABİLİR’
AYM’nin bu kararı, iki ayrı mahkemenin TCK’daki ilgili düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla yaptığı başvurulara dayanıyor. Başvurucular, Patnos Ağır Ceza Mahkemesi ile İstanbul 22’nci Ağır Ceza Mahkemesi’dir.
Bu mahkemeler, ayrı ayrı yaptıkları başvurularda, TCK’nin 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrasında 2012 yılında gerçekleştirilen değişikliğin, Anayasa’nın 2’nci, 13’üncü ve 38’inci maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek, iptalini istemiştir.
Başvuru metinlerinde, söz konusu kuralın “
AYM’nin son hamlesiyle birlikte, bu kurum ile verdiği ilk ihlal kararının uygulanmasına iki aya yakın bir zamandır karşı çıkan Yargıtay ve İstanbul’daki 13. Ağır Ceza Mahkemesi ekseni arasında ortaya çıkan anayasa krizi yeni bir yörüngeye girmiştir.
AYM, geçen 25 Ekim’de verdiği Atalay’ın tahliyesini öngören kararının uygulanmasının engellenmesi, ayrıca Yargıtay’ın ihlal kararı yönünde oy kullanan dokuz AYM üyesi hakkında suç duyurusunda bulunmasını sessiz kalarak karşılamıştı. Buna karşılık, AYM’ye meydan okuyan Yargıtay cephesi, yönelttiği ağır suçlamalarda elini oldukça serbest tutmuştu.
Atalay’ın avukatlarının AYM kararı uygulanmadığı için yeni bir hak ihlali yaşandığı gerekçesiyle yaptıkları ikinci başvuruyu sonuçlandırarak, bu sessizliğini bozmuş olmaktadır AYM. Bir başka anlatımla, AYM, Yargıtay’ın suçlamalarına yanıtını aldığı ikinci kararla ortaya koymuştur.
İkinci ihlal kararı, kuşkusuz Can Atalay dosyasında yeni bir durum yaratmıştır. Bu hükmü, bir önceki karar ve mahkemenin muhtelif içtihatları ışığında değerlendirdiğimizde şu tespitleri yapabilmemiz mümkündür.
AYM, İLK KEZ 148’İNCİ MADDEDEN İHLAL VERDİ
Bu tespitlerden birincisi, öncelikle, AYM’nin aldığı bir karar uygulanmadığı için ilk kez Anayasa’nın bireysel başvuruya ilişkin148’inci maddesinden bir ihlal vermiş olmasıdır. Bu durum önemli bir “ilk”tir AYM cephesinde.
Ne anlama geldiğini şöyle açabiliriz. Anayasa’da 2010 referandumuyla yapılan bir değişiklikle 148’inci maddesine “Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir” hükmü eklenmişti. Bu değişiklik, vatandaşlara AYM’ye bireysel başvuruda bulunma kapısını açmıştı.
Önceki günkü kararla işte bu maddede güvence altına alınan bireysel başvuru hakkının ihlal edildiği kayda geçirilmiş oluyor.
Kaybettiği oğlu ile ilişkisi olan, oğlunu çağrıştıran her şey onun için o kadar değerliydi ki o an...
Oğlunun “ortaokula yürüyerek gitmesi” konusu şuydu: İzmir’in Bergama ilçesinin Kozak Yaylası’ndaki Çamavlu köyünde dünyaya gözlerini açan Bilal Çetin’in, ilkokulu köyde okuduktan sonra Yukarıbey nahiye merkezindeki ortaokula gidebilmesi ciddi bir güçlük oluşturuyordu. Küçük bir çocuk olarak her gün üstesinden gelmesi gereken 10 kilometre kadar zorlu bir ulaşım sınavı onu bekliyordu.
Fatma Teyze’ye göre bazı günler taşıt bulunabiliyordu. Civardan bir şey almaya ya da getirmeye gelen bir kamyon denk gelirse onunla gidiyordu okula. Çamavlu köyünde bu durumda olan toplam dört ortaokul öğrencisi vardı. Ama çoğunluk bir taşıt bulunamıyordu. O zaman köy ile nahiye merkezinde bulunan okul arasındaki mesafeyi yürüyerek kat etmesi gerekiyordu Bilal’in, diğer üç arkadaşıyla birlikte.
Ardından Bergama Lisesi’ne gitti. Ulaşım sorununa karşı aile Bergama’da küçük bir ev satın aldı ve üç yıl boyunca burada kendisine bakan babaannesi Kâzıme Hanım ile birlikte oturdu. Bunu gazetecilik eğitimi almak üzere Ankara Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu’na kaydolmak için başkente gitmesi izledi. Sonra gazeteci olarak kaldı Ankara’da.
CUNDA ADASI’NDA DENİZE BİTİŞİK EVDEKİ SOHBET
Önceki gün Bilal Çetin’in cenaze törenine katılmak için gittiğim Cunda Adası’nda denize bitişik evinin giriş katında annesi 85 yaşındaki Fatma Çetin’le sohbetim, beni arkadaşımın çocukluk yılları hakkında bilmediğim bir çok şeyi öğrenmeme de vesile oldu.
Ahalisinin çoğu çam fıstığı üretimi ve hayvancılıkla geçinen bu Türkmen köyünde oldukça mütevazı koşullarda başlayan yaşam öyküsü, onu Basın-Yayın Okulu’yla birlikte önce Ankara’nın ekonomi gazeteciliği alanında müessese isimlerinden biri olmaya, ardından muhtelif gazetelerde yöneticilik görevlerine ve köşe yazarlığına taşıyacaktı.