Rahmi Turan

Turgut Dinsel

25 Aralık 2008
DÜN, Hürriyet’in 1980 öncesi en önemli elemanlarından olan Turgut Dinsel’i sonsuzluğa uğurladık. Cenaze töreni sırasında, "Güzel dost, değerli insan... Senin bu dünyadan gidişini yazmak da varmış kaderde!" diye düşündüm. Yüreğim derin bir acı içindeydi.

Gece yarısı evime telefon etmişlerdi. Eşim Emel Turan çıkmıştı telefona... Sonra acı haberi bana aktardı. Önce inanamadım. Duyduğum kelimeler, kulaklarıma ateşten iğneler gibi battı:

"Turgut Dinsel’i kaybettik!"

Daha dört gün önce onunla buluşmuş, ortak dostumuz Mustafa Küçükaslan’la beraber yediğimiz akşam yemeği sırasında ülke sorunlarını tartışmıştık.

Değerlerimizin horlandığı, birtakım sözde aydınlar tarafından, Ermenilerden özür dilendiği bir dönemde yaşanan olaylar Turgut Dinsel’i üzüyor, "Ah, gazetecilikten uzakta kalmasam neler yazardım!" diye hayıflanıyordu.

* * *

Turgut Dinsel, 1980 öncesinde Hürriyet Gazetesi’nin temel direklerindendi. Türk basınının amiral gemisi olan Hürriyet’te onun da emeği büyüktür.

Uzun yıllar gazetenin birinci sayfasının mimarı oldu. Birçok ödül kazandı ama mevkiler, makamlar, menfaatler... Hepsi boş ve yok olmaya mahkûmdur!

Gençliğinde çok sıkıntı çekmişti... Fakat bunu belli etmezdi. Her zaman güler yüzlü idi. Yanan yüreğinde yanardağların lavları fokur fokur kaynarken o, insanlara hep sevgiyle bakar, sevgi sunardı...

Şaka yapmayı, arkadaşlarına takılmayı çok severdi Her biri pırıltılı zeká ürünü olan esprilerine hepimiz bol bol gülerdik. Bir gönül adamıydı.

* * *

Kaybedilmiş bir dostun arkasından yazı yazmak kadar güç bir şey yok.

Kelimelerin yetersiz kaldığını, bilgisayarın tuşlarına vuran parmaklarımın titrediğini, boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissediyorum.

Her ayrılık acıdır ama ölüm daha da acı!

Biz Turgut’la henüz öğrenciyken, Günlük Spor Gazetesi’nde mesleğe başlamıştık. O gazete İlhan Selçuk, Necmi Tanyolaç, İslám Çupi, Turgut Dinsel, Yılmaz Özgen, Muvakkar Ekrem Talu gibi önemli adamlar yetiştirdi... Ve ben de aynı ortamda yetiştim.

Daha sonra, Turgut Dinsel’in Hürriyet Gazetesi’nin o yıllardaki Genel Müdürü Nezih Demirkent’in sağ kolu olduğu dönemde ben önce yüksek tirajlı Günaydın ve Tan gazetelerini, sonra yine yüksek tirajlı Sabah Gazetesi’ni çıkardım ve uzun süre yönettim. Aramızda hem rekabet, hem de büyük bir dostluk da vardı.

* * *

Herkes kendi hayat hikáyesinin kahramanıdır.

1980 yılında Turgut Dinsel, "Ben zengin olmak istiyorum" diyerek en parlak döneminde gazeteciliği bırakıp iş hayatına atıldı. İçindeki coşkuyu hiçbir zaman kaybetmedi.

"Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi yumurtadan kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil!" diyerek yılmadan sabırla çalıştı. Herkes yatağında rahat rahat uyurken o karanlık geceleri uykusuz geçiriyor, çalışıyor, çalışıyordu.

Bugün Turgut Dinsel’in İstanbul, Manisa ve Rusya’da üç fabrikası var. Son dönemde işlerinin başına oğlu Koray Dinsel’i yerleştiren Turgut, "Artık biraz da kendi hayatımı yaşayacağım. Bence en önemli başarı, hayatta gönlünün istediği gibi yaşayabilmektir" dedi. Bu isteğine kavuştu ama yorgun kalbiyle rahat yaşamı kısa sürdü.

Huzur içinde yat sevgili dost. Mekánın cennet olsun. Sen bizim yüreğimizde yaşayacaksın.
Yazının Devamını Oku

Gerçekler kurşuna dizilemez!

22 Aralık 2008
DIŞ güçlerin, Türkiye düşmanlığı konusundaki uygulamaları hep aynı olmuştur. Türkiye’yi yıpratmak isteyen devletler doğrudan düşmanlık ilan etmiyorlar. Tam tersine dost görünüyor, yüzümüze gülüyor, bir yandan da altımızı oymak istiyorlar.

Onlar için Türkiye’de her zaman kullanabilecekleri insan kitleleri var. Kimi Ermenilerin, kimi Kürtlerin hamisi oluyor, korumak bahanesi altında onları tahrik ediyor.

Son zamanlarda Alevi toplumunu da kışkırtmaya başladılar ama Aleviler uygar ve akıllı insanlardır, böyle oyunlara gelmezler.

Türkiye’de Ermeni ve Kürt sorunlarını deşmek ve bu toplumları kargaşa için kullanmak kolay. Yabancılar tarihte de hep onları maşa gibi kullandılar ve acı çekmelerine sebep oldular.

* * *

Osmanlı Devleti’nde Ermeni isyanları 1878 yılında başlatıldı. Batılılar, kiliseyi de kullanarak, Ermenileri kışkırtıp, Osmanlı’ya baş kaldırmalarına sebep oldular. Yıllarca devam eden küçük isyanlar 1915’te iyice büyüdü ve facialara yol açtı.

Rus Çarı’nın orduları, 1915 yılında Ermeni çetecilerinin de yardımıyla, Doğu Anadolu’yu işgal etti. Erzurum’u merkez yapan Ruslar büyük acılara, katliamlara sebep olup terör estirdi.

Ekim 1917’deki ihtilalle Çarlık Rusyası’nın yıkılmasından sonra Rus orduları Doğu Anadolu’dan çekildi. Ancak, 33 ay süren işgal sırasında Ermenileri iyice kışkırtan Rus subaylar, Türklere çok kötülük etti... Rus askeri elbisesi giyen Ermeni çeteciler toplu katliamlar yaptılar.

Osmanlı Devleti, beş ayrı cephede savaştığından, Anadolu’da eli silah tutan genç erkek kalmamıştı. Tarlaları eken, hayvanları güden, çocuklar, yaşlılar ve kadınlardı.

Ermeniler Doğu’da Ruslarla, Güneydoğu’da Fransızlarla işbirliği yaparak Erzurum, Kars, Van, Erzincan, Bitlis, Maraş, Malatya ve Adana yörelerinde insanlık dışı vahşet uyguladılar, savunmasız Müslüman halka karşı insanlık dışı, tüyler ürpertici katliamlar yaptılar.

Ermeni çetecilerin Anadolu halkına yaptıkları vahşet sırasında birçok Ermeni ailenin bu işlere karışmadığı ve bölgeden, daha güvenli yerlere gitmek istedikleri de bir gerçektir.

* * *

Osmanlı hükümeti, güvenliği sağlamak ve Ermenilerden korunmak için çareyi tehcirde (zorunlu göçte) buldu. Bu göç sırasında hastalanıp ölenler, eşkıyaların hücumuna uğrayıp öldürülenler olduğu biliniyor. Fakat bunların ne kadar olduğuna dair elde belge yok.

Söylentiler o günden bu yana kartopu gibi büyüyerek geldi. Bizim Nobel’li yazarımız Orhan Pamuk bile hiçbir belgeye dayanmadan ve vicdanı sızlamadan "Türkler bir milyon Ermeni’yi öldürdü" deyiverdi. Bazı sözde aydınlar da bu rakamı 1.5 milyona çıkardı!

Yalan üreten merkezlerden, Türkiye’de yaşayan 50 bin Ermeni vatandaşımız da rahatsız!

* * *

Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkmak isteyen yabancı güçler, bu devletin içinden kendilerine bağlı küçük devletler yaratmaya, askeri güçle yapamadıklarını, siyasetle yapmaya çalışıyor.

Batı ülkeleri, Osmanlı’ya 88 yıl önce Paris’in Sevr banliyösünde imzalattıkları Türkiye’nin parçalanması antlaşmasını bugün tekrar önümüze koymak, topraklarımızın üzerinde Ermenistan ve Kürdistan devletleri kurmak niyetinde...

Bunun için, ülkemizde her zaman bulunan işbirlikçilerden de faydalanıyorlar!

Batılılar, Atatürk’ün kurduğu bu cumhuriyeti hazmedemedi, hazmedemeyecek! İçimizde de bu cumhuriyeti hazmedemeyen sözde aydınlar var.

Avrupa ülkeleri, Lozan’da kabul ettikleri her şeyi bugün inkár edip, ekonomik sıkıntılarımızı da kullanarak, Türkiye’yi bölme inadını sürdürüyor!

Tabii, sahte bir tebessümle, yüzlerine dost maskesi takarak!
Yazının Devamını Oku

Düşmanı dışarıda arama!

21 Aralık 2008
PERŞEMBE günkü "Ağacın kurdu içinde olur" başlıklı yazıma, Kanada’dan İngiltere’ye, Erzurum’dan Edirne’ye kadar, her yerdeki okurlarımdan çok sayıda destek mesajı geldi. Mesaj yollayanlar, "Ermenilerden özür dileme kampanyası"nı şiddetle kınıyor ve "Büyükelçi ve Hariciyeciler"in karşı bildirisini destekliyorlar.

Yakın geçmişte Türk diplomatlarını ve ailelerini acımasızca katletmiş olan Ermenilerin, Türk ulusundan özür dilemesi gerektiği belirten Londralı okurum Funda Yamanel (fyamanel@hotmail.com), "Sözde aydınların yazdığı özür bildirisinden çok üzüntü duydum ve utandım!" diye duygularını belirtiyor.

İstanbul’un gözde mekánlarından Alkent’te oturan okurum Halil Erden ile ünlü VİP Sitesi’nin tanınmış ismi Kadir Hangül de "Türkiye’yi bölme amacını güden özür bildirisi"nden utanç duyduklarını ifade ediyorlar.

Üzülen ve utananlar yalnız okurlarım değil tabii...

"Böyle bir davranışı yapanlardan Türk milleti olarak utanmamız lazımdır" diyen MHP Lideri Devlet Bahçeli ile "Herhalde onlar öyle bir soykırım suçu işlemişler ki özür diliyorlar. Bu girişim sadece huzur bozar" diyen Başbakan Erdoğan’ın sözleri genel bir tasvip gördü.

* * *

1973 yılında hortlayan Ermeni terörü, 1986 yılına kadar yurtdışında bulunan 70 insanımızı kalleşçe, vahşice katletti.

Şehit edilenlerin 34’ü büyükelçi, müsteşar, konsolos ve ataşe idi. Vahşi saldırılar sırasında 574 insanımız da yaralandı.

Ermeni ASALA örgütü, 1986’da yok edildi ama katiller Avrupa ülkelerinden hálá himaye gördükleri için cezalandırılamıyor.

Sözde aydın takımı, bu cinayetler için kimlerin özür dilemesi gerektiğini düşünüyor?

* * *

CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annesinin kökeni hakkında ortayla attığı iddialar yakışıksız.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annesi Adeviye Hanım Ermeni olabilir, ya da başka bir etnik kökenden gelebilir. Ne var bunda? Önemli olan insan olması, bu ülkeyi sevmesi, kendisini Türk toplumunun bireyi olarak görmesidir.

Hiç kimse, kökeni nedeniyle aşağılanamaz, suçlanamaz, ayrımcılığın hedefi olamaz.

Türk ulusu olarak yüzyıllardır övündüğümüz, gelmiş geçmiş en büyük hükümdarlardan biri olan Fatih Sultan Mehmed’in annesi, Sırp Kralı Brankoviç’in kızı Prenses Mara Despina idi. Sonradan Hümá Hatun adını alan Sırp Prensesi hiçbir zaman dinini değiştirmedi, Fatih’in kendisine armağan ettiği Selanik’teki Kosanitsa Manastırı’nda Hıristiyan olarak yaşadı, Fatih’in ölümünden 6 yıl sonra 1487’de öldü.

* * *

Canan Hanım, Cumhurbaşkanı’nın annesinin Ermeni olduğu şeklindeki iddialarıyla yanlış yapmış, ayıp etmiştir! Ancak Ermenilerden özür dileme kampanyası hakkındaki şu eleştirilerinde haklıdır:

"Bir grup aymaz, milletimize büyük haksızlık yapıyor. Hiçbir tarihi ve bilimsel temeli olmadan, en büyük insanlık suçu olan ’soykırım suçu’ üzerimize atılarak sözde özür dileniyor.

Bir millete hakaret ve iftira etmek, düşünce özgürlüğü olamaz. Biz böyle aymazlık içinde olursak bir süre sonra ortada vatan diyebileceğimiz bir toprak, milletimiz diyebileceğimiz bir toplum kalmaz. Bu tür söylemleri düşünce özgürlüğü olarak nitelemek Türkiye’ye kötülük etmektir!"
Yazının Devamını Oku

Ağacın kurdu içinde olur!

18 Aralık 2008
ŞİMDİ "Ermeni soykırımını kabul edelim!" diyenler türedi. Bu konuda ülkemizin hassasiyetini unutup "Özür dileme kampanyası" açanlar var. Ermeni diasporası onları "Dürüst ve cesur aydınlar" diye alkışlayacak!

Ne onur ama... Sevsinler böyle onuru!

Okurlarımdan bu konuda tepki mesajları yağıyor. İşte birkaç örnek:

"Erzurum’da, Van’da, Kars’ta, Erzincan’da, Malatya’da ve diğer birçok bölgede Ermeni çetelerin yaptığı toplu katliamların, öldürülen binlerce Türk köylüsünün özürlerini kim, kimler dileyecek? Kaypak özürcüler, söyleyin, bu coğrafyada sadece ve sadece Osmanlı vatandaşı Ermeniler mi acı çekti?" (gunay-76@hotmail.com)

"Tel örgüler gibi çevremizi saran Ermeni anıtları yetmezmiş gibi dedelerimizin Ermeni soykırımcısı olarak tanıtılmasını nefretle protesto ediyorum." (yturkel140@gmail.com)

D. Ali Ercan adlı bir okurumuz da "Ermenilerden özür dileyen densizlerin dikkatine! İşte ASALA’nın kahpece öldürdüğü 34 diplomatımız" diyerek bir liste yapmış, "Şehit diplomatlarımızı Ermenilerden özür dileyenlere hatırlatmak gerekir" diyor. (daercan@hotmail.com)

* * *

Ermenilerin kinleri bitmiyor. Yakında Amerikan Kongresi’nde "Sözde Ermeni soykırımı" tekrar gündeme getirilirse hiç şaşırmamak gerekir... Zaten seçilmiş Başkan Obama, seçim kampanyasında "Ermeni soykırımını tanıyacağım" demişti.

Dışişleri Bakanı olarak görev yapacak olan Hillary Clinton da aynı kafada!

Bunların, 1915 yılındaki olaylar hakkında yalan yanlış, kulaktan dolma bilgileri var. Yani fazla bir şey bilmiyorlar ama böyle düşünüyorlar! Ne hazindir ki, bu önyargılı insanlar önümüzdeki dört yıl dünyanın kaderini etkileyecek.

Bedrettin Dalan, İstanbul’da derin izler bırakan bir belediye başkanı... Onun 1984 ile 1989 yılları arasında İstanbul’a yaptığı hizmetler unutulmuyor.

Dalan’ın, renkli ve üretken bir kişiliği var. Şimdi, kurduğu Yeditepe Üniversitesi ve Yeditepe Hastanesi ile ülkeye hizmet ediyor.

Soykırım iddiaları konusunda son derece hassas olan Dalan, çeşitli konuşmalarımızda, bunun ahlaksızca bir yalan olduğunu söyleyip, "Türklerin binlerce yıllık tarihinde soykırım suçu yoktur. Türklerin tarihinde savaş alanında mertçe savaşmak vardır" dedi ve şunları ekledi:

"Asıl soykırımcı, kafataslarıyla kadeh tokuşturan Avrupalılardır. Şimdi tarihi saptırmaya çalışıyorlar. Onların Türkiye’deki işbirlikçileri de hainlik yapıyor.Üstelik bu kişiler ülkemizin bazı üniversitelerinde ’Tarih profesörü’ diye barınabiliyor. Çokseslilik bu değildir. Çokseslilik, hainlik yapmak demek değildir."

Dalan, bu iftiracı profesörler için, "Gelsinler halkın önünde tartışalım, ya da beni mahkemeye versinler, yargı önünde hesaplaşalım" dedi fakat buna yanaşan olmadı.

* * *

"Ağacın kurdu içinde olur" derler. Türkiye’nin kurtları da içinde... Gövdemizi sinsi sinsi kemirerek bizi güçsüz düşürmek ve son bir darbeyle yıkmak için fırsat kolluyorlar.

Bu oyuna gelmeyip, birlik içinde olmalıyız. Akılcı yol budur! Fakat o akıl nerede?

Türkiye’nin bütünlüğünü dinamitlemek isteyenlere "Hain"den başka bir sıfat verilebilir mi? Bu gidişe dur diyemezsek, 89 yıl önceki gibi "Bir kurtuluş savaşı daha" yapmak zorunda kalabiliriz!
Yazının Devamını Oku

Devlet tapu deler mi?

15 Aralık 2008
HASAN Pulur, uzun yıllardan beri "Olaylar ve İnsanlar" sütununda, ülkemizdeki gariplikleri, çarpıklıkları sabırla anlatır durur. Bir süre önce "Tapuyu kim deliyor?" başlığını taşıyan köşe yazısında, devletin yaptığı haksızlıklardan bir örnek daha verdi. Kim deldirtmeyecek tapunuzu? Sizi kim koruyacak? Devlet değil mi?

Siz istediğiniz kadar, devletin sizi koruyacağına, tapunuzu deldirtmeyeceğine güvenin. Hem tapunuzu delerler, hem de yakanıza yapışırlar.

Kim mi? Kim olacak: Devlet!

* * *

Hasan Pulur,
Sema Koyunpınar adlı bir hanımın 1980 yılında Sakarya’nın Kaynarca ilçesinde bir arsa aldığını, aradan uzun yıllar geçtiğini, Sema Hanım’ın her yıl vergisini muntazaman ödediğini, 20 yıl önce kendisine tapu veren devletin, 20 yıl sonra kadıncağıza tapusunun iptali, taşınmazın tescil dışı bırakılması, tapu kaydı üzerine ihtiyati tedbir kararı konulması, yargılama ve avukatlık ücretinin davalıdan alınması konusunda tebligat yapıldığını yazıyor.

Niçin yapılıyor tebligat?

Çünkü arazi kıyı kenar çizgisi içindedir.

Peki
, bu arazinin tapusunu kim verdi? Devlet!

Şimdi kim tapuyu iptale, halk deyimiyle tapuyu delmeye çalışıyor? Yine devlet!

Peki bunca yıl vergiyi alan kim? O da devlet!

* * *

Buna benzer bir olay da biz anlatalım.

Nesrin Hanım 36 yıl önce, 16 Mart 1972 tarihinde Silivri Selimpaşa’da bir kooperatiften ev alır, gece gündüz çalışıp, aldığı maaşın yarısını taksit ödemelerine yatırır, ev biter, Türkiye Cumhuriyeti’nden tapuyu alır. Mutludur. Çok sıkıntı çekmiş, gençliğinin en güzel yılları borç ödemekle geçmiştir ama bir eve sahip olmuştur.

Evlenir, çocukları o evde büyür, torunları olur. Derken bir gün bir tebligat alır.

Evinin tapusu iptal edilmiştir.

Beyninden vurulmuşa döner. Döner ama olan olmuştur. Silivri Kadastro Mahkemesi, bir vatandaşın açtığı davayı yıllar sonra bitirmiş, Nesrin Hanım’ın tapulu 300 metrekarelik küçücük arsasının "Mera" olduğuna karar vermiştir. Mahkeme önce Nesrin Hanım’ın lehine karar vermiş fakat Yargıtay kararı bozmuş, mahkeme de Yargıtay’la ters düşmemek için bozma kararına uymuştur. Böylece adalet sağlanmıştır!

Oysa evin bulunduğu arsanın sağı, solu, önü arkası, her yeri evlerle dolmuş, siteler oluşmuştur. Arsanın meraya benzer hiçbir yanı yoktur. Zaten etrafta köy de, sığır da yoktur. 1972 yılında mera olmayan ve devletin konut tapusu verdiği 300 metrekarelik küçük arsa, 30 Ocak 2003 tarihinde, yani 31 yıl sonra, mera olup çıkıvermiştir. Eh, sürüler artık avuç içi kadar arsada bol bol otlarlar!

* * *

Tapuyu veren kim? Devlet. Devlete güvenip, tüm gençlik yıllarında gece gündüz çalışarak taksitleri ödeyip Silivri Tapu Dairesi’nden 16 Mart 1972 tarihinde tapu alan Nesrin Hanım’ın evinin bulunduğu küçücük arsasının tapusu 31 yıl sonra "Mera olduğu iddiasıyla" iptal ediliyor.

Karar 30 Ocak 2003 tarihinde Osman Arslan’ın başkanı olduğu Yargıtay 16. Hukuk Dairesi tarafından onanıyor! Káğıt üzerinde verilen bu karar adil midir? Bunun kanunu olsa bile mantığı var mıdır?

Devlet böyle haksızlık yapar mı? Yapar! Devlet böyle tapu deler mi? Deliyor!

Nesrin Hanım, devletin tapusuna güvenilmeyeceğini böylece acı bir şekilde öğrenmiş oldu! Burası Türkiye!
Yazının Devamını Oku

14 dakika kazanmak için hayat tehlikeye atılır mı?

14 Aralık 2008
SEÇİM, siyaset, terör filan derken, günlük kısır tartışmalar arasında trafiği unutur gibi olmuştuk... 9 günlük Kurban Bayramı tatili, trafik belasını acı bir şekilde hatırlattı:

Tatilin 7’nci gününün akşamına kadar meydana gelen 161 kazada, 105 kişi öldü, 629 kişi yaralandı. Rakamlar hızla değişip artıyor!

Trafik, terörden sonraki en belalı sorunumuz. Karayollarımızda yine ölen ölene... Bu konuda herhalde dünya şampiyonuyuz!

Trafik kazası haberlerinin medyada büyük yer alması için ya kurbanların ünlü kişiler olması ya da çok kişinin ölmesi gerekiyor.

Her yıl ortalama 5 bin insanımız kaza yerinde, 4 bin insanımız da kaza sonrası hastanelerde ölüyor. Toplam 9 bin kişi... 100 bin de yaralı.

Trafik kazaları artık günlük yaşamın sıradan olayları haline geldi.

Yaralıların çoğu sakat kalıyor, hayatları kararıyor! Ömür boyu sürecek ıstıraplı bir yaşam, gözyaşı ve acı...

* * *

Bu korkunç tabloya rağmen, halkımız trafik kazalarına karşı fazla duyarlı değil. Çok kişi "Kaderimiz bu... Allah böyle istedi!" diye kendini teselli ediyor.

Her işi Allah’a havale etmek, insanlarımızın vazgeçilmez bir alışkanlığı oldu. Trafik kazaları için "Allah böyle istedi" demek doğru mu? Allah kullarının ölümünü neden istesin? Bu kaderci düşüncede en ufak bir mantık kırıntısı var mı?

Toplum olarak trafik cahili olduğumuz için her yıl 9 bin kurban vermeye devam ediyoruz.

Üstelik araç sayımız, Avrupa ve Amerika’ya göre son derece az. Az araçla çok ölmek, bize ait bir özellik olsa gerek!

Kendi kendimize bir isim bulmuşuz "Trafik canavarı" diyoruz. Trafik neden canavar olsun? Gerçek canavar, insanlarımızın içinde. İnsanlarımızın kendisi canavar!

Her yıl şehir içlerinde 270 bin, şehir dışlarında 30 bin civarında çarpışma oluyor. Ölümlü kazaların yüzde 75’i şehir dışı yollarda aşırı hızdan meydana geliyor. Aşırı hız, yiğitlik, kahramanlık değil, aptallık anlamına geliyor. Demek ki kazazedelerin çoğu aptalca davranışlar nedeniyle ölüyor! Yazık değil mi?

* * *

Direksiyonda insanlarımız adeta kimlik değiştiriyor, kendilerini bir anda dünyanın hákimi gibi görüyorlar. Akılsızlık, kafasızlık, salaklık, bencillik, ihtiras, karayollarında bu insanları ölüm makineleri haline getiriyor.

135-140 kilometre hızla giderseniz, 100 kilometrelik bir mesafeyi yaklaşık 40 dakikada alırsınız. Bu aşırı hızda ölümlü kaza riski çok büyüktür.

90 kilometre hızla giderseniz 100 kilometrelik mesafeyi 54 dakikada alırsınız. Ölümlü kaza riski ise yok denecek kadar azdır.

14 dakikalık fark için kelle koltukta gitmenin mantıklı bir yanı var mı? 14 dakikalık bir kár için bütün bir hayat tehlikeye atılır mı?

Sonra da araçlarına "Allah korusun" diye yazıyorlar. Allah, aptalları neden korusun? Nitekim korumuyor işte.

Ben kazaya yol açan trafik magandalarına değil, o trafik salaklarının çarpıp mahvettiği suçsuz kazazedelere acıyorum!

Yazık oluyor!
Yazının Devamını Oku

Ölülerden fayda ummak!

11 Aralık 2008
BU bayram, yüreği yanan, çareyi türbelerde aradı! Fukaralık, çaresizlik ve biraz da cahillik insanlarımızı akıl almaz yollara itiyor. Ülkemizin insanları, hortumlama kepazeliği ile rüşvet rezaletlerine aldırış etmiyor, kaz gibi yolunmayı önleyeceği yerde, ölülerden yardım istemeyi tercih ediyor.

İstanbul’da Rumelikavağı’ndaki balıkçılara ne zaman gitsem, yol üzerinde bir kalabalık görürüm. Bayram günleri İstanbul’un türbelerindeki kalabalıklar daha yoğun oluyor.

Nedir bu? Niçin toplanır bu insanlar?

Sarıyer ile Rumelikavağı arasındaki kutsal sayılan yer "Telli Baba" türbesidir. İddiaya göre bu "Telli Baba" herkese şifa dağıtıyor. Fakat asıl mahareti insanları evlendirmek, evde kalmış kızlara koca bulmak, çocuksuz aileleri çocuk sahibi yapmakmış! İşsizlere de iş buluyormuş!

Mezarında kemikleri bile kalmamış olan "Telli Baba" bunu nasıl yapıyor, bilemem.

Umutsuzluk insanlarımızı nerelere sürüklüyor?

Zavallı halkımız seçtikleri partililerin kendilerini donlarına kadar soyduklarını farkında değil. Onlar, kendilerini yoksulluktan kurtarsın diye iktidara değil, evliyalara başvuruyor!

* * *

Ülkede fukaralık sınırı 2749 YTL olarak açıklandı. Yani dört kişilik bir ailenin aylık geliri iki bin yedi yüz kırk dokuz YTL’nin altındaysa fakir sayılıyor.

Bu hesaba göre Türkiye’nin yüzde 80’i fukara.

Bir de yıllardır zamları, vergileri bindirip durdular.

Vurdukça tozumuzu aldılar, "Yetmedi" deyip bir daha, bir daha vurdular! Kafasını kaldırıp "Bu nedir?" diye soranlara cevap yerine bir tokmak daha indirildi.

Susmak ve beklemek gerekiyor! Neyi mi?

Daha çok ezilmeyi, daha çok çiğnenmeyi...

Bozuk düzen olanca acımasızlığıyla sürecek, dolaylı vergiler, ek vergiler, haksız zamlar sizi inletecek. Sesinizi soluğunuzu çıkarmayacaksınız. Yoksa ülkenin huzuru kaçar ha!

"Her şey iyi" diye yazacaksınız. "İşler mükemmel... Halk mutlu" filan diyeceksiniz.

Böyle yazanlar da var elbette. Onlar cici, doğruları yazanlar öcü! Ne yapalım, kader!

Üç ay sonra belediye seçimleri var. Krize rağmen, refah vaatleri hikáye gibi yine anlatılmaya, kömürler, erzaklar dağıtılmaya başlandı. Uyanık halkımız nasıl olsa inanıyor ve kolayca tav oluyor!

* * *

İnsanlar türbelere, yatırlara neden gidiyor sahi? Halkımız, fukaralıktan kurtulmak, iş bulmak, başını sokacak bir ev sahibi olmak için siyasilerden çok ölülere inanıyor. Yoksul kitleler, türbelerin, yatırların, evliyaların kendilerine yardım edeceğine büyük bir saflıkla inanıyor, onlara el açıyor, dua ediyor, yalvarıyor!

İslamiyet’te böyle bir şey var mı?

Din bilginleri insanlarımızı aydınlatmak için "İslamiyet’te böyle bir durum asla yoktur. Dinimiz batıl inançları reddeder. Allah ile kul arasına hiçbir varlık giremez. Türbelerde, yatırlarda şifa ve deva dilenmek günahtır. Dua, Allah’a aracısız, doğrudan doğruya edilmelidir" deseler de, halkımız buna inanmıyor, hurafe peşinde koşmaya devam ediyor.

Türkiye’de 1300 civarında türbe var. Bunların 200’e yakını İstanbul’da. Bayramda, yalnız "Telli Baba" değil bütün türbeler, dertlerine deva arayan insanlarla dolup taştı.

Ne diyelim? Halkımızı, ölülerden medet umacak kadar çaresizliğe düşürenler utansın! Eğer utanmaları varsa!
Yazının Devamını Oku

Bu ülkede doğmak suç mu?

8 Aralık 2008
BOLLUK zamanında "bayram" iyidir. "Aş taşınca kepçeye dur olmaz!"<BR><BR>Ya kriz döneminde "bayram" nasıl olur? Kurban Bayramı’nda, kurbanlıklardan önce vatandaşı kurban ettiler krize!

Kapanan işyerlerinin, işsiz kalan insanların bayramı mı olur?

"Ağalık vermekle olur" derler ama bu iktidar yoksul insanlara kömür ve erzaktan başka bir şey vermeyi bilmiyor. İş vermiyor, umut vermiyor.

İnsanların başına gelebilecek kötülüklerin en önde geleni işsizlik ve umutsuzluktur.

Ümitlerin bittiği yerde mutluluk olur mu?

* * *

Kriz "Geliyorum" dedi, geldi.

Başbakan’ın "Hamdolsun iyiyiz, hamdolsun kriz bize gelmiyor" sözleri hiç bir işe yaramadı. Daha sonra "Kriz tepe noktaya ulaşıp inişe geçti" diye verdiği müjde de piyasalarda etki yaratmadı. Aslında dediği yanlış! Krizde tepe noktaya ulaşma olmaz, dibe vurma olur! Neyse, yanlış da olsa, ne demek istediği anlaşıldı...

Bu millet çok fedakárlık yaptı.

"Kemer sıkın" dediler, sıktık. "Vergi verin" dediler, verdik. Her şeye zam yaptılar, gık demedik, ödedik. Vatandaş bağrına taş bastı, doğalgaz ve elektrik zamlarına da katlandı.

Daha ne yapsın bu millet? Sonuç ne oldu? Rezalet!

Kriz bacayı sardı. İşten çıkarmalar arttı. Kepenk kapayan firmalar çoğaldı.

Gelecek yılın bu yıldan daha kötü olacağını uzmanlar söylüyor.

Örneğin bu konuları çok iyi bilen İlhan Kesici:

"Kimse farkında değil ama Türkiye daha küresel ekonomik krizin etkisi altına girmedi ki... Bugün, yaşadığımız dünyada finansal kriz olmasa bile zaten başımıza bu kriz gelecekti. Şimdi üstüne bir de dünya krizi geliyor. İki kıyamet vardır, biri büyük, biri küçük. Büyük kıyamet ölümdür, daha önemlisi de yok. Küçük kıyamet ise işsiz kalmaktır. Türkiye işte bu ikisinin arasında" diyor.

* * *

Kriz üstüne kriz! Ne diyeyim bilmem ki... "Hamdolsun" demekle, "Teğet geçti" demekle kriz geçmiyor. Ülke ekonomisini yönetip de, gelen tehlikeli dalgalara lakayt bakan görevlilere şöyle seslenmek lazım:

"Ne rahat insanlarsınız? Hangi soruna çözüm ürettiniz? Hangi derde deva oldunuz? Göz göre göre gelen krizi, mahalle bakkalları bile sizden önce algıladı. Siz ne yaptınız?"

Bize "İyi haberler yazsanıza, iyi haberler versenize" diyorlar.

Gösterin de yazalım, gösterin de verelim! Hani nerede iyi? Büyük bir dar boğazdayız. İnsanlarımızın çoğu borç batağında. İşsizlik almış başını yürümüş.

Bu tabloda iyimser olsak ne fayda? Kim inanır ki?

* * *

"Batan balık yan gider"
derler. Ülkemizde çok kişi yan yan gitmeye başladı bile!

Antik Yunan’dan bir öykü: Frigya Kralı Nidas, devrin bilge kişisi Silenos’a:

"Söyle bana Silenos" demiş. "Bu dünyada istenecek en iyi şey nedir?"

Filozof şöyle cevap vermiş:

"En iyisi dünyaya hiç gelmemektir!"

İstanbul’un ünlü terzisi Mustafa Küçükaslan, bu hikáyeden esinlenerek:

"Nedir bu çektiğimiz? Bu ülkede doğmak suç mu, günah mı? Allah, cezalandırmak istediği kullarını Türkiye’de mi dünyaya getiriyor acaba?" diye soruyor.

Yanıtlamak bizim haddimiz değil. Bu soruya Tayyip Bey cevap vermeli!

Tüm olumsuzluklara rağmen, okurlarımın mübarek Kurban Bayramı’nı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku