7 Aralık 2008
BAŞBAKAN Erdoğan, eski başbakanlardan Demirel’e, Özal’a hiç benzemiyor. Çok öfkeli... En ufak eleştiriye tahammülü yok! Herkese zehir zemberek!
Türk siyasetinde derin izler bırakan Demirel ve Özal ise eleştiriye açıktı, ikisi de mizahı sever, en sert karikatürlere bile kızmazlardı.
Ya Erdoğan? Karikatüristlere, yazarlara açtığı rekor sayıda davalarla tarihe geçti.
Kızmadığı yok Başbakan’ın... İşadamlarına kızıyor, aydınlara kızıyor, muhalefete kızıyor, kendisine şak şak yapmayan gazetecilerin Başbakanlığa girmelerine yasak koyuyor, yalnız Türk basınına değil, dış basına da öfkelenip duruyor!
New York Times Gazetesi, Economist Dergisi ve Reuters Ajansı, Türkiye’de liberallerin Erdoğan konusunda hayal kırıklığı yaşadıklarını yazınca onlara da kızarak, "Gerçekleri anlatıyorum. İşinize gelmiyor. Milletim yutmaz!" diye köpürmesi dış basında da birçok eleştiriye yol açtı.
Her ne ise... Canı sağ olsun... Millet, onun öfkesine alıştı artık...
* * *
Uzun yıllar Günaydın ve Star Gazeteleri’nin Londra temsilciliğini yapan ve bu görevi halen Sözcü Gazetesi’nde sürdüren gazeteci arkadaşımız Bora Paran, geçen haftaki "Londra Mektubu"nda İngiltere Başbakanı’nı yazdı. Hiçbir yorum eklemeden Paran’ın "Başbakan dediğin böyle olur" başlıklı yazısını okuyalım:
"Ülkemizde ’YouTube’ denilen internet sitesine girmenin yasak olduğu garip bir süreç yaşıyoruz.
Türkiye’de YouTube, birileri tarafından neden sakıncalı bulundu ve üzerine ağır bir sansür perdesi çekildi? Bunu anlamak zor!
Avrupa Birliği’nin gedikli aday ülkelerinden biri olmamız nedeniyle, tek el üzerinde amuda kalkmak, havada sekiz perende atmak gibi emirleri yapmak için, sihirbazın şapkasından çıkarttığı tavşanlar gibi, yasaları bir çırpıda çıkartabiliyoruz.
Ama gelin görün ki, tüm dünyanın zevkle kullandığı bir internet sitesine yasak koyuyoruz.
Anlaşılması güç çelişkilerin yaşandığı ülkemizde, çağdışı uygulamalar devam ederken gelin Londra’daki gelişmelere bakarak aramızdaki farka bir göz atalım."
* * *
"İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ın Başbakanlık internet sitesine girdiğinizde, Gordon Brown, İngiliz halkına bütün samimiyeti ile şöyle sesleniyor:
’Sevgili vatandaşlarım, benimle herkes temas kurabilir. Bana sormak istediğiniz sorularınız, önerileriniz, benim için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, Başbakanlık konutumuz olan 10 Downing Street’e, YouTube bünyesinde bir başvuru kanalı açtık. Her vatandaşım, bana sormak istediği soruları YouTube’a görüntülü olarak geçerse, aynı YouTube kanalında sizlerin sorularını canlı olarak, en fazla iki gün içinde bizzat cevap vereceğimden emin olabilirsiniz. Soru ve önerilerinizi bekliyorum.’
Bu Başbakan, bizim alışmadığımız bir Başbakan... Kendisine yöneltilen her soruyu, dünya önünde canlı olarak yanıtlamayı bir onur meselesi haline getiren bir Başbakan... İşte bu yüzden YouTube’u seçmiş... Hem de bizde yasaklanan YouTube’u Başbakanlık konutuna yerleştirerek, kamera önünde halkına ve dünyaya cevap verebilmek için... Onun tek istediği şey, halkın yararına yaptığı çalışmaları samimi bir şeffaflık içinde ifade edebilmek... Gülümseyen bir çehre ile sinirlenmeden, avazı çıktığı kadar bağırmadan, sakin, kendinden emin bir Başbakan gibi...
Darısı bizim başımıza diyelim!"
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
4 Aralık 2008
İNSANLARIN belirli bir yaştan sonra en çok konuştukları konu, hastalıklar oluyor.<br><br>"Damdan düşenin halini, damdan düşen bilir" derler... Hastalık ve ilaçlar konusunda herkes, kendi deneyimini başkasına aktarmaya bayılır. Konuşulan konular arasında kalp ve damar hastalıkları birinci sırada... Bunu, kadınlarda rahim ve göğüs hastalıkları, erkeklerde ise "prostat büyümesi" izliyor.
"Prostat büyümesi" ellili yaşlardan sonra her erkeğin korkulu rüyası...
* * *
Geçen gün iki arkadaşımın konuşmasına tanık oldum:
"Yav, Cüneyt Arkın da prostat ameliyatı olmuş!"
"Ne olmuş, ben de olacağım. Artık çok zorlamaya başladı. Geceleri her bir buçuk saatte bir, ya da daha sık, kalkıp tuvalete gidiyorum. Gün içinde ise saatte bir gitmek zorundayım. Bir alışveriş merkezine gidecek olsam, önceden tuvaletin olduğu yeri tespit etmem şart!"
"Bana kalırsa senin vakit geçirmeden ameliyat olman gerek!"
"Haklısın. Her yerde sık sık tuvalete gitmem gerektiğinden mahcup oluyorum. Benim hanım da kızıyor bu duruma... Ne olduğunu herkese söyleyemiyorum. Çok perişanım. Ha bire tuvalete gitmek usandırıcı bir şey... Orada da uzun süre kalıyorum. Tuvaleti olmayan bir mağazaya gidemiyorum. Yaşam kalitem berbat oldu."
"Nasıl bir ameliyat düşünüyorsun?"
"Green Light (Yeşil Işık) diye bir lazer sistemi varmış... En kolayı oymuş... Hastanede en çok bir gün yatıyormuşsun... Büyüyen prostat dokusunu lazerle buharlaştırıyorlarmış!"
"Aman, sakın ha! Prostatın çok büyükse sakın Green Light ameliyatı olma..."
"Neden?
"Ben iki buçuk yıl önce Green Light operasyonu geçirdim. Bir süre sonra prostatım yine büyüdü. İki ay önce yeniden ameliyat olmak zorunda kaldım. Green Light ile prostat dokusunun tamamı yok edilemediği için doku yeniden büyüyormuş. Tekrar ameliyat masasına yattım. İkinci defa kapalı prostat (TUR-P) ameliyatı oldum. Şimdi rahatım!"
* * *
Arkadaşlarımın sohbetle başlayan tartışması büyüyünce, bilgisine ve tecrübesine inandığım bir bilim adamı olan Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sarıca’ya sordum. Özetle anlattı:
"Green Light prosedürü, fazla büyümemiş prostatlarda iyi sonuç veriyor. Prostat dokusu, lazer ışınıyla buharlaştırılıyor. Hastalar ertesi gün evlerine gidebilir. Ancak ben, 70 gramdan daha büyük prostatlara Green Light uygulamam. Çünkü dokunun tamamı yok edilemediği için sonuç başarılı olmuyor. Birkaç yıl sonra yine sorun yaratıyor. Transüretral Prostat Rezeksiyonu (TUR-P) operasyonu, büyük prostatlarda daha iyi sonuç veriyor. Kalem kalınlığında metal bir tüpü idrar kanalının içinden geçiriyoruz. İdrar yolu çevresindeki tıkanma sebebi olan prostat dokusunu, elektrik akımı kullanarak kesiyor ve parçalar halinde aynı kanaldan dışarı alıyoruz.. Hasta iki-üç gün hastanede kalıyor. Büyük prostatlara Green Light lazer operasyonu yapmak doğru değildir. Bazı hastalara da açık ameliyat yapmak gerekir. Kanserli prostat büyümelerinde ise açık ameliyat şarttır."
Böylece, Profesör Sarıca’dan, son zamanlarda "Harika bir buluş" olarak tanıtılan "Green Light operasyonu"nun, büyüyen her prostata uygulanmasının yanlış olduğunu öğrenmiş olduk.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
1 Aralık 2008
ÖNCE, İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak’ın, geçen hafta, İsrail’in Türkiye Büyükelçisi Gabi Levi ile İstanbul Başkonsolosu Mordehai Amihai’ye verdiği dersi hatırlatalım. İsrailli iki diplomat, görüşmek için randevu aldıkları Prof. Dr. Mesut Parlak’ın makam odasına silahlı korumalarıyla birlikte girmek için ısrar etmişlerdi.
Bunun üzerine Mesut Bey haklı olarak "Görüşme talebi sizden geldi. Bize güvenmiyorsanız niçin beni ziyarete geliyorsunuz? Görüşme burada bitmiştir. Geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Burası Türkiye Cumhuriyeti. Güle güle baylar" diyerek saygısız diplomatlara kapıyı göstermişti. Bu olay bana 96 yıl önceki başka bir onurlu davranışı hatırlattı.
* * *
Cengiz Özakıncı, "Neveser" adlı kitabında ilginç bir tarihi olayı anlatır: (Otopsi Yayınları, s. 85-88)
Osmanlı’nın Washington büyükelçisi Ahmet Rüstem Bey’in, 24 Haziran 1914’te görevine başlar başlamaz göz attığı Amerikan gazeteleri, Müslüman Türklerin Hıristiyan Ermenileri kılıçtan geçirdiğini söylüyor, Türklere ağır sövgüler yağdırıyor, Amerika Başkanı’ndan Türkiye’ye Amerikan savaş gemileri göndermesini istiyorlardı.
Ahmet Rüstem Bey, 8 Eylül 1914 günlü "Evening Star" gazetesinde yayımlanan demecinde; "İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’de Hıristiyanlara katliam yapıldığı yalanını bahane ederek Türk limanlarına Amerikan savaş gemileri gönderilmesini istediklerini" söylüyor, Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil, isyan ettikleri için, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle ayaklanıp Osmanlı devletini zayıflatmak istedikleri için cezalandırıldığını belirtiyordu.
"Böyle silahlı bir ayaklanma karşısında Fransa ve İngiltere acaba ne yapardı? Ülkelerinin özgürlüğü için dövüşen Cezayirlileri zindanlara tıkıp dumanla boğmuş olan Fransa, ’Sipahi isyanı’ nedeniyle yakaladığı Hintlileri top namlularının ağzına bağlayıp sonra o topları ateşleyen İngiltere, aynı tahrikler karşısında kalsalardı acaba ne yaparlardı?" diyor, Amerikalıların Filipinleri işgal ederken yerli halka uyguladıkları işkenceleri ve Amerika’da her gün işlenen "zencileri linç etme" suçlarını anımsatarak, "Varsayalım ki, Amerika’daki zencilerin, ABD’nin işgali için Japonlarla gizlice anlaşmış oldukları ortaya çıkarıldı. Acaba o zencilerin kaçı hayatta bırakılırdı?" diye soruyordu.
* * *
Ahmet Rüstem Bey’in bu demeçlerine öfkelenen Amerikan Başkanı Wilson, 10 Eylül 1914 günü "Türk Büyükelçisi sınırı aşmıştır" diyor, sözlerini geri alıp özür dilememesi durumunda Amerika’dan çıkartılması gerektiğini bildiriyordu.
Ahmet Rüstem Bey ise cevap yazısında sözlerini kesinlikle geri almayacağını belirtiyordu.
1914’te Amerikan basınında Ermeni soykırımcılığıyla suçlanan Türklerin böyle bir suç işlemediklerini haykırdığı için ölüm tehditleri altında Amerika’dan ayrılan Osmanlı’nın Washington Büyükelçisi Ahmet Rüstem Bey, ilk adı Alfred de Bilinski olan bir Polonyalı idi. 1918’de Bern’de Fransızca yayınladığı "Cihan Harbi ve Türk-Ermeni Meselesi" adlı kitabının önsözünde:
"Ermeni meselesinde dünya kamuoyuna karşı Türkiye’yi savunmayı amaçlayan bu kitabı yazarken, doğduğum, pek çok iyiliğini ve nimetlerini gördüğüm bu ülkeye bağlılık duygularımı sürdürmeyi düşündüm. Bu ülkenin ve Türk halkının onurunu korumak için iki kez düello bile yaptım. Beni harekete geçiren itici güç ülkeme olan sevgimdir" diyordu.
* * *
Bugün "Canım Batılılar öyle söylüyorsa öyledir, demek ki Ermeni soykırımı yapmışız kabul edelim, ne var bunda, özür dileyelim olsun bitsin" diyen "mankafa"ların çoğaldığını gördükçe, Polonya kökenli Ahmet Rüstem Bey’in mezarında doğrulup "Bre namussuzlar! Siz ne biçim Türksünüz?" diye haykırdığını düşlüyorum!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
30 Kasım 2008
CUMHURİYET’in kuruluşu üzerinden 85 yıl geçti. Kadınlarımız, kadın hakları konusunda hálá bir karış ilerlemiş değil! İlerlemek bir yana, tesettüre büründürülerek, Batı uygarlığı yerine, Ortadoğu’nun karanlık coğrafyasına sürükleniyor! O coğrafya ki, kadınları ikinci sınıf insan olarak görmekte ve acımasızca ezmektedir. Bugün geldiğimiz nokta hazin! Tesettür neredeyse milli kıyafet olma yolunda... Bu gidişin öncülüğünü de, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın sayın eşleri yapıyor.
CHP lideri Baykal’ın da AKP paraleline girip çarşaflılardan oy almak için manevra yapması, sakıncalı gidişi daha da büyütüyor.
* * *
Atatürk’ün, Cumhuriyet’i kurduktan sonra, kadınların kılığına kıyafetine karışmadığı iddia ediliyor. Yanlış! Atatürk, çarşafı ve kafalara sarılan bezleri, her zaman çok sert ve acı ifadelerle eleştirdi. Bir örnek:
Atatürk, 1925 yılında yaptığı İnebolu gezisinde çarşaflı kadınları görünce şöyle demişti:
"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranış neyi gösterir? Medeni bir millet anası, medeni bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lázımdır!"
Atatürk, kadınların kılıklarının nasıl olması gerektiğini 83 yıl önce böyle anlatmıştı.
* * *
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şevki Aydın, bir süre önce bir yaraya parmak basarak, "Kadını cehaletin karanlığına gömdük, şimdi sorun yaşıyoruz" demişti.
Eğitim açısından Türkiye’de kadınların durumuna bakıldığında ciddi sorunlar görülüyor. Kız çocuklarının eğitim görmemesinin altında çok sakat, yanlış bir din anlayışı yatıyor.
Hürriyet’in siparişi üzerine KONDA Şirketi’nin yaptığı "Kadının İnsan Hakları" konulu geniş araştırmanın sonuçları ileriki günlerde açıklanacak. Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’nın bu konuda verdiği bazı bilgilere göre:
Kadınlarımızın yüzde 10’u hiç okuma yazma bilmiyor, yüzde 50’si ilkokul mezunu, yüzde 55’i "Neden okuldan ayrıldın?" sorusuna "Büyüklerim istedi" diyor, yüzde 7.5’i ise evlendirilmek üzere okuldan alındığını söylüyor.
Kadınların yüzde 60’ı sokağa çıkmak için izin almak zorunda. Üç kadından ikisi, istemediği kişiyle evlendiriliyor. Zorla evlendirilenlerin oranı yüzde 7 dolayında.
* * *
Uzmanlara göre, Türkiye’de her üç kadından biri şiddete uğruyor.
Şiddet, "Kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren ve verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ve dayak" olarak tarif ediliyor.
Son yıllarda Türkiye’de kadına fiziksel şiddetin arttığı görülüyor. Namus ve töre adına işkence, öldürme, intihara zorlama oranı yüzde 25 artmış durumda...
Eğitimsiz kadının ekonomik özgürlüğü de olmuyor, yoksulluk ve geleneklerin ağır baskısı şiddet görmelerine yol açıyor.
Kötü gidiş, ancak sosyal gelişim ve ekonomik bağımsızlığın kazanmasıyla önlenir. Bunun da yolu okuldur, eğitimdir. Oysa günümüz Türkiye’sinde hálá kız çocuklarını okula göndermeyen on binlerce aile var. Acı olan durum bu!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
27 Kasım 2008
CHP, AKP’leşiyor mu? Baykal, her kesimden oy alarak iktidar mı olmak istiyor?<br><br>Peki, bunun yolu, şeriatçılığa taviz vermek, gericiliğe göz kırpmak mıdır? Başbakan Erdoğan önceki gün, bu davranış için:
"Türkiye’nin gerçeğini anlamaya başladılar!" dedi.
Demek ki, Türkiye’nin gerçeği bu, öyle mi?
Ülkemizin uygarlıktan kopuk kalması mı Türkiye’nin gerçeği?
Liderlerin görevi, halkları geriye götürmek midir? Yoksa, kendilerine umut bağlayan insanları geliştirip, aydınlık günlere taşımak mı?
Baykal önce, çarşaf açılımını destekleyenlerin kim olduğuna bakmalı... Başta Tayyip Bey var... Başbakan "Eleştiriler olacaktır, dik dur, boyun eğme" tavsiyesinde bulunuyor ve gerçekleri gördüğü için onu kutluyor. Başbakan’dan "Aferin" almak kolay mı? Demek ki Tayyip Bey, Baykal’ın ve onun partisi CHP’nin iyiliğini istiyor, öyle mi?
* * *
1973 yılında CHP Genel Başkanı Ecevit, şeriatçı bir kadroyla ortaklık yaparak hükümet kurmuş, verdiği ödünlerle, ülkede gericiliğin daha sağlam temellere oturmasına sebep olmuştu.
Yaptığı hatayı daha sonra anlayan Ecevit’in "Bu tarihsel bir yanılgıydı" diyerek pişmanlığını ortaya koyması hatırlanan bir olaydır.
Şimdi, Baykal’ın, oy kapmak uğruna kara çarşaflıları partisine alıp onlara törenle rozetler takmasını, "CHP’nin ikinci tarihsel yanılgısı" olarak niteleyenler var. Haksızlar mı?
Baykal, "Bunu oy kaygısıyla değil, tamamen insani duygularla yaptım" diyor ama devrimlere bağlı, laik cumhuriyet yanlıları onun kara çarşaflıları partisine almasını hoş karşılamadı ve karşılamayacak!
Gerçek Atatürkçü, gerçek cumhuriyetçi laikler, kara çarşafı kabullenemez. Baykal "Çarşaf gericiliğin simgesi değildir, geleneksel bir giyim tarzıdır" diyor ama CHP seçmeninin önemli bir kesimi çarşafı da sıkmabaş gibi gericiliğin simgesi kabul ediyor.
* * *
Tesettür, bütün İslam coğrafyasında kadınların örtünme şeklidir. Kara çarşaf da tesettürün daha ilkel bir modeli...
İran ve Suudi Arabistan gibi İslam ülkelerinde tesettür o kadar katı uygulanır ki, kadının saçının bir teli bile görünmez. Tesettüre girmeyen kadınların vay haline! Şiddetle cezalandırılırlar!
Baykal’ın gönlü, böyle ilkel kılıklı bir Türkiye’ye razı olabiliyor mu?
Atatürk’ün muhteşem devrimleri ne oldu?
Kadınların acımasızca kullanıldığı, demokrasiden nasibini almayan, erkek egemenliğindeki bir Türkiye onu mutlu edebilir mi?
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, iki kuşağın değiştiği 85 yıllık bir zaman dilimi geçti. Vardığımız nokta ne? Daha ileri, daha çağdaş olmamız gerekmiyor muydu? Oysa hep geriye doğru hız veriyoruz.
Ülkemiz, sadece geri vitesi olan bir otomobil gibi mi olmalı?
Başbakan Erdoğan, "Türkiye’nin gerçeğini anlamaya başladılar!" diyor.
Gerçek buysa, hepimizin ayıbıdır. Ülkemizi ileriye götüremedik. Bari geriye de götürmesek!
Türkiye’nin her bölgesini adım adım dolaşan bir arkadaşım şöyle dedi:
"Sayın Baykal, AKP’nin paraleline girerek kara çarşaflılardan oy alabileceğini umuyorsa, yanılıyor. Onların beyinleri öylesine yıkanmıştır ki, beyin kıvrımlarının içi öylesine karanlıktır ki, CHP’ye oy değil, günahlarını bile vermezler!"
Arkadaşım haklı mı, değil mi, 29 Mart 2009’daki yerel seçimlerde göreceğiz!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
24 Kasım 2008
REFİ Cevat Ulunay, Türk Basın Tarihi’ne "Atatürk’ün, 150’likler listesine koyup yurtdışına sürgüne gönderdiği gazeteci" olarak geçmiştir. Ulunay, kalemi güçlü bir yazardı ama kara günlerin kara gazetecisiydi. Anadolu’da kurtuluş savaşı yapanlara ateş püskürüyor, işgalci İngiltere’yi destekleyerek şöyle diyordu:
"İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak!" (16 Nisan 1920-Alemdar Gazetesi)
İşgal yıllarında İstanbul’da yayınlanan gazetelerin önemli bir kısmı işgal kuvvetlerini destekliyor, Ali Kemal ve Refi Cevat Ulunay "mütareke basını"nın önde gelen isimlerini oluşturuyorlardı.
Mütareke basını, Millî Mücadele tarihimizde yüz karası bir olaydır. Birçok gazete, işgalci devletleri desteklemiş ve hain yayınları ile halkı zehirlemeye çalışmıştır!
* * *
Gazeteci kökenli eski Turizm ve Tanıtma Bakanı Dr. Alev Coşkun, Atatürk’ün Samsun’a çıkmak üzere İstanbul’dan ayrılmadan önceki son 6 ay içinde yaşanan inanılmaz olaylarla dolu serüveni, bilinmeyen yönleriyle kaleme alıp bir kitap yaptı: "Samsun’dan Önceki 6 Ay -İşgal, Hüzün, Hazırlık" (Cumhuriyet Kitapları)
Kitapta, İngiliz hayranı Refi Cevat Ulunay’ın, Mustafa Kemal Atatürk’le yaptığı bir konuşma var ki, mutlaka okunmalı.
Ulunay, Mustafa Kemal Paşa’yı, bir gazeteci olarak, Şişli’de kaldığı evde ziyaret eder. Çanakkale Savaşları’na ilişkin sorularını bitirdikten sonra ayrılmak üzere ayağa kalktığı zaman Mustafa Kemal, "Bu vatan, içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, diye bir sual sormanızı isterdim" der. Ulunay şöyle cevap verir:
"Ben bu vatanın kurtarılmasını mümkün görmediğim için böyle bir sual düşünmedim. Neyle, hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef paşam, vatan kupkuru bir çölden farksız oldu. Affınıza sığınarak arz edeyim ki, artık bu kupkuru çölde hiçbir hayat belirtisi yok!"
Mustafa Kemal Paşa kaşlarını çatar:
"Çöl sanılan bu álemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O, millettir. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse, vatan da, millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz Refi Cevat Beyefendi!"
Refi Cevat Ulunay, matbaaya dönünce arkadaşları "Anlat" derler. Anlatır:
"Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, milli direniş harekete geçirilirse, Fransızı da, İngilizi de, İtalyanı da memleketten kovulur, vatan istiklaline kavuşur, millet de esaretten kurtulurmuş! Anladınız mı arkadaşlar? Bu adam, deli değil, zırdeliymiş!"
Refi Cevat, Milli Mücadele’ye hiç inanmaz. Anadolu’daki kurtuluş savaşçıları için çok ağır yazılar yazar, kahramanlara küfreder, hakaretler yağdırır!
* * *
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Refi Cevat Ulunay, 150’lik listenin içinde yurt dışına sürgüne yollanır. Uzun yıllar sonra genel af çıkınca yurda döner, 1968 yılında 78 yaşında ölünceye kadar 15 yıl Milliyet Gazetesi’nde köşe yazıları yazar. Yıllar sonra Ulunay’a "Yanılgınızın pişmanlığını duymadınız mı?" diye sorarlar. Şöyle cevap verir:
"Hayır. Ben haklıydım yerden göğe... O şartlar içinde kurtuluş mücadelesine atılıp Türkiye’yi üç büyük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. Böyle düşünen tek adam oydu, tek adam!"
O günlerde entel-dantel takımı bir sürü insan, Ulunay kafasındaydı. Milletine güvenmeyenler, Türklüğün bittiğini, büyük devletlere karşı savaşmanın olanaksızlığını düşünüyor, "İngiliz ya da Amerikan mandası" olmanın daha akılcı olacağını savunuyorlardı. Ne yazık ki, bugün de öyle tipler çok miktarda var!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
23 Kasım 2008
BAŞBAKAN ne diyordu?"Hamdolsun kriz bize dokunmaz!"<br><br>"Hamdolsun kriz teğet geçecek!"<br><br>"Hamdolsun iyiyiz!" Peki ne oldu? Hamdoldu, hamdoldu, ülke işsizle doldu!
"Türkiye krizden etkileniyor mu? Mali kriz teğet mi geçecek?" soruları artık geride kaldı. Küresel kriz teğet geçmedi, zamlarla birlikte deldi geçti!
İşsiz sayısı, umudunu yitirerek iş aramaktan vazgeçen 1 milyon 720 bin kişi ile birlikte 4 milyon 956 bine ulaştı. Resmi rakamlar bu sayıyı daha az gösteriyor ama onlar da ne kadar saklarsa saklasın, işsizlik oranının yüzde 9.8’e yükseldiğini kabul ediyor. Genç nüfustaki işsizlik oranı ise yüzde 19.1 olarak gerçekleşmiş bulunuyor.
Gıda sektöründen tekstile, otomotivden inşaat sektörüne kadar işsizlik her kesimi vurdu.
"Bal, bal" demekle ağız tatlanmıyor, "Hamdolsun"la sorunlar çözülmüyor! Başbakan gibi Erzurum’dan, Kars’tan karkas et getirip sucuk yaparak satmakla da işsizlik önlenmiyor.
* * *
Dünyada birçok kuruluş, ülkelerin ekonomik durumları hakkında sık sık raporlar hazırlar. Dünya Bankası da bunlardan biridir. Bu kurumun bir raporu, ülkemizin durumunu gözler önüne seriyor:
Nüfusumuzun yüzde 20’si günde 2 dolarlık bir gelirle, açlık düzeyinde yaşıyor.
Her 100 insanımızdan 29’u çok yoksul.
Fukaralıkla eğitimsizlik arasındaki bağlantı büyük. Türkiye’de her 100 yoksuldan 33’ünün beşinci sınıfı bitiremediği, her 100 yoksuldan 60’ının beşinci sınıfı bitirdiğini, her 100 yoksuldan ancak 7’sinin 8 yıllık ilköğretimi tamamladığı belirtiliyor.
Raporun özeti: "Türkiye orta düzeyde yoksul bir ülke!"
Orta düzeyde demek, bizden daha kötüleri var anlamına geliyor. Demek ki beterin beteri var. Daha yoksullara bakıp teselli bulalım bari!
* * *
Küresel kriz bir yandan, doğalgaz ve elektrik dahil, yapılan ağır zamlar diğer yandan, yaşam şartlarını her geçen gün biraz daha ağırlaştırıyor.
Tüm bunlara rağmen Başbakan’ın ağzından düşmeyen söz:
"Hamdolsun iyiyiz! Ben sucuk yaparak satmış adamım!"
Şükretmek elbette ki güzel bir şey ama duayla karın doymuyor ki... Seçim zamanları dağıtılan kömür, kuru fasulye, nohut ve mercimekle de sorunlar halledilmiyor.
Bu fukaralık zincirini kırabilmemiz için bütçe açığını kapatmaya, cari açığı makul düzeye indirmeye, borçlarımızdan kurtulmaya ihtiyacımız var.
En önemlisi, tükettiğimizden çok üretmeliyiz. Ufukta böyle bir ümit ışığı var mı? Hayır, yok! Çünkü milleti çalışmaya değil, sadaka ekonomisine alıştırdılar!
* * *
Halkla konuşurken, bir dokunup bin ah işitiyoruz.
İşçi hayatından memnun mu? Değil!
Çiftçi memnun mu? Değil!
Ya memur, işçi, emekli? Şikáyetçi!
Esnaf? Memnun olana rastlamadık!
İşsiz sayısı artıyor. En az iki milyon insan her sabah işe gider gibi iş aramaya gidiyor.
Peki ya sonuç? Anketlere göre, biraz gerilemesine rağmen AKP hálá açık farkla önde!
Demek ki biz ıstırap çekmekten hoşlanan bir milletiz!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
20 Kasım 2008
ANAYASA’nın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan ilk dört maddesini tartışmaya açanlar neyi değiştirecekler? Nedir onları rahatsız eden? Türkiye Devleti’nin cumhuriyet olması mı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve sosyal bir hukuk devleti olması mı?
Türkiye Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olması mı?
Devletin resmi dilinin Türkçe, bayrağının beyaz ay yıldızlı al bayrak oluşu mu?
Milli marşının "İstiklal Marşı", başkentinin Ankara olması mı huzursuz ediyor onları?
Anayasa’nın ilk 3 maddesinde bunlar var. 4’üncü maddede de, "Anayasa’nın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" deniliyor.
Bu hükümler neden batıyor bu muhteremlere? Özellikle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile onun raportörü Osman Can neden bunlardan rahatsızlık duyuyorlar?
* * *
Ankara’da, Bilkent Üniversitesi’ndeki bir panele katılan Haşim Kılıç ve Osman Can, çıkışta açıklama yaparken sözü "Anayasa’nın ilk 4 maddesinin değiştirilmesinin düşünülebileceğini" ihsas ediyorlar. Haşim Bey, "Ben de nisan ayında Anayasa’nın değiştirilemez hükümleri ile ilgili konferans düzenlemek isterim ama sizin kadar cesaretli olamam" diyor. Yani, "Bu maddelerin değiştirilmesini tartışmaya açmak gerekir ama konumum gereği ben buna cesaret edemem" demeye getiriyor.
Anayasa’yı korumakla, çıkarılan yasaların Anayasa’ya uygun olup olmadığını denetlemekle görevli olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, bu maddeleri niçin diline doladı?
Haşim Kılıç ve onun en kritik davalarda görevlendirdiği raportörü Osman Can’ın, "Anayasa’nın ilk 4 maddesinin değiştirilmesinin düşünülebileceği" yolunda açtıkları tartışma tehlikelidir.
Daha ilginç olan bir durum da, Anayasa Mahkemesi üyelerinin, düşünce yapısı belli olan bir kişiyi "başkan" seçmeleridir. Üstelik bu kişi, hukukçu bile değildir!
* * *
Şimdi, bu iki muhteremin neyi değiştirmek istediklerini bir bir düşünelim?
Madde 1- Türkiye Devleti bir cumhuriyettir. (Yani cumhuriyet olmasın mı?)
Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. (Haşim ve Osman beyler, bu hükümlerin hangisini, nasıl değiştirmek isterler?)
Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçe’dir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı"dır. Başkenti Ankara’dır.
Değişiklik isteyenleri, bu hükümlerden hangileri rahatsız ediyor? Atatürk’e mi karşılar? Başkenti İstanbul’a mı taşıyacaklar? Demokratik, sosyal, hukuk devleti ilkesini mi değiştirecekler? İstiklal Marşı’na mı bozuluyorlar? Ay yıldızlı al bayrağa mı kafayı taktılar? Dertleri laiklik mi, resmi dilin Türkçe olması mı? Hangisi?
Devletin dört temel direğini oluşturan bu maddelerle ne alıp veremedikleri var?
Atatürk ilkelerine gönülden bağlı olan Yekta Güngör Özden, bu tür tüm davranışları eleştirerek, "Bazı çevrelerin amaçlarının din yoluyla kendi devletlerini kurmak" olduğunu söylüyor. Haksız mı?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)