Rahmi Turan

’Kabahatin çoğu senin canım kardeşim!’

12 Ocak 2009
ERGENEKON savcılarının şakası yok! Herkesi gözaltına alabilirler!Ergenekon dalgalarının kimleri ne zaman vuracağı belli değil... Onuncu, on birinci, on ikinci dalgalar yeni yeni şüphelileri içine alıp yutabilir! Deniz Baykal, sabaha karşı evlere yapılan baskınların, gözaltına alınmaların hukuki değil, tamamen siyasi bir hesaplaşma oluğu görüşünde ısrarlı...

Her şey akla gelirdi de, Bedrettin Dalan, Prof. Kemal Gürüz, iki emekli Orgeneral Kemal Yavuz ve Tuncer Kılınç gibi laik cumhuriyetçi yurtseverlerin ve Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu gibi hayatını adalete adamış hukuk adamının, bu girdabın içine çekilmesi akla gelmezdi.

Tutuklamalar nereye kadar gider? Kimse bundan emin değil!

Hiçbir hukuk devletinde böyle garip bir kuşku ve sindirme havası yaratılmamıştır.

Deniz Baykal’ın, durumu faşist rejimlere benzeterek "Dalga dalga tutuklamalarla hukuk yerine getirilemez, ancak siyasi hesaplaşma sürdürülür. Davanın arkasında şüphe yok ki iktidar vardır!" demesi geniş bir kitle tarafından tasvip gördü.

* * *

"Ergenekon" denilen ve ne olduğu hálá net olarak anlaşılmayan bir olay bu...

Bir yanda transseksüeller... Bir yanda mafya babaları ve eski polisler...

Bir yanda kuyumcular, artistler... Bir yanda emekli generaller, subaylar...

Bir yanda profesörler... Bir yanda gazeteciler, yazarlar... Ne istersen var!

Bunların haklarında bilinen tek ortak nokta AKP zihniyetine karşı olmaları!

Halen Amerika’da bulunan Dalan’a gazeteci arkadaşlar telefonda sormuşlar:

"Sizin Ergenekon Örgütü’nün 1 numarası olduğunuz söyleniyor, ne diyorsunuz?"

Dalan "Ben hayatımda hiç 2 numara olmadım ki..." diye gülmüş ve eklemiş:

"Bunlar bir torba bulmuşlar, sevmediklerini içine atıyorlar!"

Dalan haklıdır. Susurlukçu İbrahim Şahin gibi, evinde bulunan planda gösterilen yerde yapılan kazılarda bomba ve silahlar bulunan kişi ya da kişilerle, laik cumhuriyetçi saygın kişiler aynı torbaya konulmamalıydı.

Geçen hafta içinde Ergenekon dalgası kadar olmasa da, önemli bir dalga daha vardı.

1951 yılında vatandaşlıktan çıkarılan büyük şair Názım Hikmet’e, ölümünden 46 yıl sonra, Türk vatandaşlığı kimliği geri verildi.

1902 doğumlu Názım, 1950 yılında hapisten çıktıktan bir süre sonra öldürüleceği korkusuyla Sovyetler Birliği’ne kaçmış, 1963 yılında ölünceye kadar orada yaşamıştı.

Mezarı Moskova’da olan Názım’ın ünlü şiiri, ezilen insanların çilesini ne güzel anlatır:

"Koyun gibisin kardeşim,

Gocuklu celep kaldırınca sopasını,

Sürüye katılıverirsin hemen.

Ve adeta mağrur koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani.

Hani derya içre olup, deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf...

Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer,

Ve hálá şarabımızı vermek için

Üzüm gibi eziliyorsak,

Kabahat senin,

Demeğe dilim varmıyor,

Kabahatin çoğu senin,

Canım kardeşim!"
Yazının Devamını Oku

Stalin’in tavuğu!

11 Ocak 2009
ERGENEKON dalgalarının bütün Türkiye’yi kapladığı dönemde "Stalin’in tavuğu ile ne ilgimiz var?" diye soran okurlarım olabilir... Hiçbir ilgimiz yok tabii... Fakat Ergenekon soruşturması nedeniyle yöneltilen suçlamalar ve yapılan tutuklamalar, toplumda genel bir sindirme havası yaratıyor. Hikáye bu nedenle aklıma geldi.

Sabaha karşı basılan evler, emekli orgenerallerin, profesörlerin, gazetecilerin tutuklanması, "Korku toplumu yaratmak" diye tanımlanıyor ya... Bu durumda, konunun en uzman kişisi olan Sovyet Lideri Stalin’i hatırlamak doğal değil mi?

55 yıl önce ölen "Sovyetler Birliği döneminin diktatörü Stalin"in hikáyesi bir hayli ilginç...

Bunu, geçen yıl kaybettiğimiz rahmetli arkadaşım Akgün Tekin’den dinlemiştim...

* * *

1917’de, Sovyet Devrimi’ni yapan Lenin’in ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Sovyetler Birliği diktatörü Stalin, en katı uygulamaları planladığı çalışma odasına, yakın çalışma arkadaşlarını toplamış sohbet ederken, bir ara ayağa kalkıp ellerini havaya kaldırarak herkesi susturur ve söze başlar:

"Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım... Söyleyin bakalım, halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı? Böyle güçlü bir idare tesis etmek için nasıl davranmak gerekir?"

Her kafadan bir ses çıkar. Kimisi adaletten, haktan, hukuktan söz eder.

Kimisi demokrasiden, insan haklarından bahseder. Kimisi sertlikten yana tavır alır.

Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten dem vurur.

* * *

Kitlesel baskı ve korku yaratmanın deha çapındaki diktatörü Stalin, adamlarının açıklamalarının hiçbirini beğenmez. Masadaki votka şişesi yarı yarıya boşalmıştır... Bir kadeh daha içki yuvarlayıp soğuk ve ürpertici bir sesle şöyle der:

"Yönetimi ele geçiren hükümdarın ya da o güçteki bir liderin Tanrı’dan pek farkı yoktur. Halk onu öyle görür. Önce bunu bilin... Sonra, insanların karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini bırakın da ben, şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım!"

Hakaret ağır olmasına rağmen herkes memnun memnun sırıtır. Stalin’den hakaret işitmek bile onlar için önemli bir iltifat gibidir.

Stalin, hizmetkárlardan birini çağırıp emreder:

"Çabuk bana bir tavuk getirin!"

* * *

Aceleyle bir tavuk kapıp getirir uşaklar...

Stalin, adamlarının gözleri önünde tavuğun tüylerini canlı canlı yolmaya başlar.

Diktatör, bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverir:

"Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk?"

Zavallı tavuk içine düştüğü azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı kaçar, soğuktan tir tir titrer, dönüp masaların altına girer, köşeli masa ayakları canını yakar, duvar diplerine koşar, tüysüz kanatları yara bere içinde kalır, şömineye yaklaşır, tüysüz derisi kavrulur...

Sonunda çaresiz, tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına sığınıp saklanır.

O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp yolunmuş tavuğun önüne tane tane atar. Yemlenen tavuk bundan sonra, Stalin nereye yönelse peşinden koşar!

Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakan Stalin, alaycı bir gülüşle şöyle der:

"Gördünüz mü? Halk dediğiniz topluluk bir tavuk gibidir. Tüylerini yolup aldıktan sonra onu serbest bırak. O zaman yönetmek o kadar kolay olur ki..."
Yazının Devamını Oku

İsrail mi? Azrail mi?

8 Ocak 2009
MERHAMETİN dünyada sadece adı kaldı. İnsanlığını unutan İsrail "Azrail" oldu, can alıyor. <br><br>Silahlar konuşunca yasalar susuyor, ne yazık ki... Gazze’de sivil halkın uğradığı felaket, vicdanlarda derin yaralar açmaya devam ediyor!

Hálá dünyaya barışın geleceğine inananlar var mı, bilmiyorum.

Akan kanları ancak Amerika durdurabilir, ama o da İsrail’e destek olarak "Her devletin kendini koruma hakkı vardır" diyor.

İsrail, dayısı Amerika’ya güvenmese bu kadar sertlik yanlısı olamazdı!

* * *

İsrail’in yaptığı savaş değil katliamdır, ama tek suçlu o mudur?

Filistin’de hükümeti elinde tutan Hamas Örgütü’nün, İsrail’e yönelik bombalama eylemleri, vahşi saldırının gerekçesi olmuştur. Hamas’ın da akan kanda sorumluluğu büyüktür.

İsrail en modern uçaklara ve silahlara sahip. Hamas’ın elinde ise fazla etkili olmayan füzeler var. Aradaki büyük güç dengesizliğine rağmen İsrail Ordusu, Hamas’ın belini kıramıyor!

Hamas ile İsrail tepişirken, olan zavallı Filistin halkına oluyor tabii...

Bir buçuk milyon kişinin yaşadığı Gazze’de çocuklar, bebekler, bombalar altında ölüyor, dünya vahşeti seyrediyor.

Küçük yavruların kanlı cesetleri, insan olan herkesi isyan ettirmeli, ama Müslüman Arap ülkelerinin kılı bile kıpırdamıyor! Irk ve din kardeşliği bir işe yaramıyor!

Dünürüm Kadir Hangül, komşum Yüksel Yılmaz, modacı Mustafa Küçükaslan ve diğer dostlar bu konuyu tartışırken hep "Bütün Arap ülkelerini toplasan, bunlardan bir cacık bile olmaz!" diye tepkilerini gösteriyorlar.

* * *

ABD’nin yeni seçilmiş başkanının sesi niye çıkmıyor? Nerede o barışçı zenci Obama?

Ezilenlerin dramını onun herkesten daha çok anlaması gerekmez mi?

Obama’nın vahşete sessiz kalışı şunu düşündürüyor:

"20 Ocak’ta başkanlık görevine fiilen başladıktan sonra faciaya müdahale edip ’Barışçı Başkan’ olmayı mı planlıyor acaba?"

Eğer öyleyse, o tarihe kadar devlet terörü estirmeye devam edecek olan İsrail’in öldüreceği çocukları, bebekleri düşünmüyor demektir! İnsanlık bu mu?

* * *

Dünya ülkelerinin liderleri arasında en sert tepkiyi gösteren bizim Başbakan oldu. Oysa devletler arasındaki ilişkilerde duygusallıktan çok ülkenin çıkarları ve mantık önde olmalıdır.

Başbakan Erdoğan, "O bombaların altında ölen çocukların ahı yerde kalmaz. Dökülen o gözyaşlarında zulmedenler boğulacaklardır!" diye haykırıp İsrail’e ateş püskürürken söylediği ağır sözler, insani yönden haklı bir tepkidir, ama 70 milyonluk ülkenin sorumluluğunu taşıyan bir Başbakan için doğru mudur? Bunu bir kez daha düşünmek lazım!

* * *

Bu kanlı saldırı, Amerika’nın çifte standardını bir kez daha gözler önüne serdi.

İsrail Ordusu, "Hamas militanlarını hedef alıyorum" diye masum sivil halkı, çocukları, bebekleri vuruyor, katliam yapıyor. Bizim ordumuz ise Irak’a girip nokta atışlarıyla sadece PKK’lı teröristleri vuruyordu. Buna rağmen, güya dost olan Amerika, "Operasyonları durdurun" diye bizi hep uyarmış, frenlemişti. Şimdi ise aynı Amerika, İsrail’e "Devletlerin kendini koruma hakkı vardır, vurabilirsiniz!" diyor.

Demek ki, dünyada her devletin kendisini korumaya hakkı var, ama Türkiye’nin yok!
Yazının Devamını Oku

Kuş yumurtaları!

5 Ocak 2009
BEN unutmuştum. Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen hatırlattı ve dedi ki:

"Sizin ’Kuş yumurtaları’ diye bir yazınız vardı. Çok ilginçti. Bugün o dönemi yaşıyoruz sanki!"

"Evet, eski yıllarda yazdığım bir yazıydı"
dedim ve ekledim:

"Aydın olduklarını iddia eden birtakım insanların Türkiye aleyhine kampanyalar açtıkları bugünlerde o yazı daha ilginç hal aldı!"

Sohbet toplantısında bulunan Prof. Dr. Kemal Sarıca, Doç. Dr. Cengiz Pata, Dr. Hakan Koyuncu ve Sağlık Yazarı Coşkun Bel merak ederek "Kuş yumurtaları"nı anlatmamı istediler. Ben de şöyle anlattım:

* * *

Bazı ikinci cumhuriyetçiler ve sözde aydınlar arasında Türkiye’yi kötülemek moda haline geldi.

"Kuş yumurtası üretmek" tabiri içinde bulunduğumuz duruma uyuyor.

Entelektüel geçinen birtakım insanlarımız nedense negatif siyaset yapmadan ve Türkiye aleyhine iftiralar atmadan duramıyor.

Bu adamların tüm düşünceleri, söylemleri ve davranışları ne hikmetse hep vatanımız aleyhine... "Vur abalıya" diyerek hep Türkiye’ye vuruyor, vuruyorlar! Bunun karşılığında Batılılardan "Bunlar cesur aydınlar" diye övgü alınca ya da bilmediğimiz birtakım menfaatler elde edince mutlu oluyorlar!

* * *

İstihbarat dünyasında "kuş yumurtası üretmek" diye bir deyim vardır.

Diyelim ki, bir ülke var ve siz de o ülkede 20 yıl sonra bir operasyon yapmak istiyorsunuz.

Bunun için şablon tamamdır.

Planlı, uzun vadeli, önemli bir operasyon olacaktır bu... İşlem için size çeşitli provokatörler lazım... Bunlar toplumları kışkırtacak, kafaları karıştıracak, sizi adım adım hedefinize götürecektir. Elbette ki en güvenilir provokatörler kendi yetiştirdiğin elemanlardır.

Bu iş için yetenekli ama geleceği parlak olmayan ’zayıf karakterli yumurta’ bulunur.

Mesela o genç, üniversitede devşirilir, eğitilir, aşama aşama, önce öğretim görevlisi, doçent filan yapılır, daha sonra da medya parlatmaları, şirket sponsorluklarıyla ülkede sözü dinlenen bir profesör veya yazar haline getirilir.

Gerekirse tüm araştırma ve kitapları da eline hazır olarak verilir.

Ülkedeki insanlar, bu kişinin yazdığını sandıkları muhteşem eserleri okur ve ona olan saygıları artar. Böylece "yumurta" kuluçka aşamasını bitirmiş ve çatlayıp güzel bir kuş olma vakti gelmiştir.

O kuşun ya da kuşların nasıl öteceği daha önceden saptanmış durumdadır.

Belirlenen zamanda bu profesör veya yazar, medya yoluyla müthiş radikal açıklamalar, eylemler yapmaya başlar, bildiriler hazırlar, imzaya açar ve tüm ülkeyi karıştırır.

Aynı anda, kendisi gibi yetiştirilen diğer yumurtalarla farklı faaliyetlere girişirler. İlgilenenler için Doğu Bloku’nun ve Yugoslavya’nın çöküş dönemine bakmalarını öneririm!

* * *

Şöyle bir düşündüm de... Bizim ünlü profesörler, yazarlar, gazeteciler, siyasiler arasında ülkeyi yıkma çabalarını sürdüren amma da çok "yumurta" var diye üzüldüm!

Ülkemiz bugünlerde zamanı gelip çatlayan "kuş yumurtaları" ile dolu...

Kámran İnan’ın da sık sık tekrarladığı Atatürk’ün ünlü, müthiş sözü aklıma geldi:

"Biz, kahramanı kadar haini de çok bir milletiz!" diyordu.

İçinde yaşadığımız günler bunu açıkça gösteriyor! Ulus olarak uyandığımız vakit dileriz çok geç kalmış olmayız!
Yazının Devamını Oku

’Yemekteyiz!’

4 Ocak 2009
GÖREVİMİZ gereği her gün halkın arasındayız. İnsanlarımız dert küpü halinde.<br><br>Son aylarda kepenk kapatan işyerlerinin sayısı binlerle ifade ediliyor. Senetler ödenmiyor, çekler tahsil edilemiyor, borçlular kaçıyor.

Kredi kartlarından dili yanan vatandaşlar "Yandım Allah" diyor.

Bunun sonu ne olacak?

İşsiz sayısı hızla artıyor. En büyük firmalar bile işçi çıkarmakta. Borçlar nedeniyle canlarına kıyanlar bile var.

Yazık değil mi bu millete?

Dünya mali kriz içinde ama aslında, dünyada kriz başlamadan önce bizde kriz vardı. Üretmeden tüketen, dışarıdan aldığı borçla geçinen bir toplumun iki yakası bir araya gelir mi?

TV’lerde cep telefonu şirketlerinin "Bol bol konuşun!" şeklindeki reklamlarını görünce gülmek mi, ağlamak mı lazım, anlayamıyorum. Sanki cep telefonuyla konuşunca üretim artacak, gökten para yağacak!

Karanlık tablolardan hiç hoşlanmam ama aklı başında ekonomistler bu yıl için şöyle diyor:

"Hamdolsun hep beraber karanlık bir tünele giriyoruz! Allah yardımcımız ola!"

* * *

Geçmişin hesabını yapmak ve geleceği yeniden planlamak için yılların değişmesine ne gerek var? Bu, her zaman, her gün, her an yapılabilir. Yeter ki yapılmak istensin, akılcı politikalar izlensin!

Ülkemizi yönetenlerin, "Geçmişteki kötü siyasetin yarattığı olumsuz sonuçların tekrar yaşanmaması için ne yapılmalı?" diye bir dertleri yok!

Başbakan, "Muhalefet öneri getirmiyor, sadece eleştiriyor" diye rakip partileri halka şikáyet ediyor. Aslında, öneri getirildiği vakit de dinlediği yok! Yaptığı en önemli iş "sosyal yardım" adı altında "sadaka" dağıtmak! Sadaka kültürüyle bu ülke bir yere varamaz ki!

* * *

Bir televizyonda "Yemekteyiz" adlı programın izlenme rekorlarını kırdığını eşim Emel’den öğrendim. TV’deki hiçbir programı kaçırmayan Emel, "Yemekteyiz" adlı programa katılan beş yarışmacının birbirlerini sırayla yemeğe alıp, yaptıkları yemekleri ikram ettiklerini anlattı. Yarışmacılar yemekleri hem yiyor, hem şiddetle eleştiriyor, bu arada birbirlerinin arkasından konuşup alabildiğine dedikodu yapıyorlarmış.

Bu program bana ülkemizin hazin durumunu hatırlattı. Hem siyasilerimiz, hem sözde aydınlarımız, hepimiz birbirimizi yiyip duruyoruz. Günün birinde başka ülkeler de gelip bizi yiyecek! Birliğin ve bütünlüğün bozulduğu ülkeleri bekleyen tehlike budur. Ayrıca, borç batağı içinde yüzen bir ülkenin geleceği parlak olamaz. Rakamların dili bunu gösteriyor.

* * *

Rakamların dili deyince aklıma yine İlhan Kesici geldi. Konuştuk.

"Türkiye’de kriz zaten vardı. Global kriz, bizim krizin üstüne tuz-biber ekti" dedi.

2002’den 2008’e kadar 6 yılda devletin iç ve dış borçları 148 milyar dolardan 295 milyar dolara çıktı. Aynı dönemde özel sektörün dış borçları 44 milyar dolardan 190 milyar dolara yükseldi. Özel sektörün borçlarını da hesaba kattığımız zaman Türkiye’nin toplam borcu 485 milyar dolar oldu.

Hane halkının (yani kişilerin) borcu 4 milyar dolardan yirmi kat artarak 80 milyar dolara yükseldi. İşte bu borç batağıdır. Küresel kriz olmasa bile bunlar ekonomimizin başında bela idi. Henüz ilk dalgalarını gördüğümüz "küresel kriz" ülkemize tam olarak geldiği vakit yandı gülüm keten helva!

Yine de biz bıkmadan, usanmadan halkımıza gerçekleri daha çok anlatmaya çalışacağız. Geç de olsa bir gün anlayacaklar. Ülkemizin geleceği için bu da bir kárdır.
Yazının Devamını Oku

Bu rekor başka rekor!

1 Ocak 2009
YENİ yılın ilk günündeyiz. Dün gece ádet yerini bulsun diye eğlendik. İyi de... Gerçekten mutlu muyduk acaba?

Bütün işaretler, daha sıkıntılı bir yıla girdiğimizi gösteriyor. Böyle bir ortamda mutlu olabilir mi insan?

Ekonomik krizin giderek daha da sıkıntı yarattığı görülüyor.

Kapanan işyerlerinin, işsiz kalan insanların yanı sıra, intihar olaylarına da tanık oluyoruz. Bu dramatik tablo, krizin ülkemizi nereye sürüklediğini açıkça gösteriyor.

Başbakan’ın, bir doktor edasıyla, krize yönelik söylediği sözler isabetli değil! Türkiye’de yaşanan ekonomik yıkımın psikolojik olduğu iddiası, insanları avutmaktan başka bir anlam taşımıyor!

Başbakan daha önce "Hamdolsun bize uğramayacak" diyordu. Bir süre sonra "Kriz teğet geçecek" tesellisini ortaya attı. Daha sonra da moral vermek için doktorluk yapma çabasına girdi, "Aslında reel kriz yok, psikolojik bir kriz var" görüşünü ortaya attı.

Yani olmayan bir krizi var zannediyor, hayal görüyormuşuz(!).

İşten atılmalar, indirilen kepenkler, cepte kalmayan paralar, mutfakta kaynamayan tencereler hep psikolojik mi sizce?

* * *

Türkiye’de kriz iyi yönetilemedi ne yazık ki... Ateş bacayı sardıktan sonra alınacak önlemlerin de fazla bir faydası olmayacak.

Yeni yıla yeni vergilerle, yeni zamlarla girdik.

Nasreddin Hoca’nın merkebine benzemeyiz inşallah. Hani, hoca, zavallı hayvana yükü bindirdikçe bindirmiş, tasarruf olsun diye de kemerleri sıktıkça sıkmış. "Oh oh, işler ne güzel gidiyor!" derken merkep nalları dikivermiş! Nasreddin Hoca da hayıflanarak "Tüh be" demiş, "Tam alışıyordu, öldü!"

Bizimki de o hesap olmaz inşallah!

İçinde bulunduğumuz tablo maalesef, krizin iyi yönetilmediğini gösteriyor.

Yağdanlıklar, Başbakan’ın söylediği "psikolojik kriz türküsünü" alkışlarken doğruları söyleyenlere iyi gözle bakılmıyor. Birçok kuruluş, sıkıntılara çözüm bulunamadığı için ayakta kalamaz hale geldi.

* * *

Ekonomik konularda ve devlet yönetiminde büyük deneyim sahibi olan İlhan Kesici, ekonomimizin kırılganlığı nedeniyle ciddi sorunlarla karşılaşma olasılığının çok yüksek olduğunu söylüyor.

İlhan Kesici’ye göre, "Başbakan dahil kimse işin vahametinin farkında değil!"

Başbakan ile Devlet Bakanı’nın hiçbir haklı veriye dayanmadan bol bol konuştuklarını ve hata yaptıklarını belirten İlhan Kesici, ekonominin bugünkü durumunu şöyle özetliyor:

1) Rezervlerin kısa dönemdeki borç oranına göre en kötü durumdaki ülke Türkiye!

2) Cari açığın milli gelire oranı en kötü durumda olan ülke Türkiye!

3) Toplam kamu borçlarının milli gelire oranı en yüksek olan ülke Türkiye!

4) Özel sektör kredilerindeki artışın milli gelire oranı en hızlı artan ülke Türkiye!

5) 2002 yılından 2007 yılına kadar, 5 yılda devletin iç ve dış borcu 170 milyar dolardan 297 milyar dolara çıktı. Aynı dönemde özel sektörün dış borcu ise 218 milyar dolardan 436 milyar dolara yükseldi.

Sürekli olarak olumsuzluklar rekoru kıran bir ülkenin ekonomisi nasıl iyi olabilir? İyilik lafta! Lafla ise değirmen dönmüyor!
Yazının Devamını Oku

Toprağımızda gözleri var!

29 Aralık 2008
BİR kısım insanların "Ermenilerden özür dileme kampanyası" henüz başlangıçtır. Daha sonra "Özür dilemek yetmez" denilecek ve soytarılığın devamı şöyle gelecek:

"Ermeni soykırımını tanıyalım!"

"Ermenistan sınırını açalım!"

"Ermenilere tazminat ödeyelim!"

"Doğu Anadolu’yu Ermenistan’a verelim!"

Bütün bunlardan sonra da Batılı ülkelerden "Lozan Antlaşması’nı değiştirin. Sevr Anlaşması’nı geri getirin!" talebi gelecek.

10 Ağustos 1920’de Paris’in Sevr banliyösünde imzalanan anlaşmaya göre Doğu Anadolu Ermenilere bırakılıyor, Güneydoğu Anadolu ise Kürdistan oluyordu.

Atatürk bu rezil anlaşmayı reddedip kıran kırana bir Kurtuluş Savaşı ile düşmanı yurdumuzdan atmıştı.

Şimdi Sevr’i hortlatmak istiyorlar. Özür kampanyasının ardında yatan tuzak budur!

* * *

93 yıl önceki sözde soykırımdan bahsederek sürdürdükleri kan davasıyla bütün dünyayı aleyhimize kışkırtan Ermenileri destekleyen içimizdeki sözde aydınlar, Ermenilerin 20 yıl önce Dağlık Karabağ’da yaptıkları katliamlardan hiç söz etmiyorlar. Orada öldürülen Azeriler insan değil miydi?

Bakınız Dağlık Karabağ’da neler olmuştu?

1988: Ermenilerin kanlı saldırıları üzerine Azeri Türkleri Karabağ’ı terk etmeye başladı.

1990: Rus birlikleri Azerbaycan’daki Ermenileri korumak bahanesiyle Başkent Bakü’ye girerek 143 Azeri’yi gaddarca öldürdü.

Şubat 1992: Ermeni kuvvetleri, Karabağ’da bulunan Hocalı’da 1300 Azeri’yi vahşice katletti, binlerce Azeri yaralandı.

Mayıs 1992: Ermeniler Nahcivan’a saldırdı. Yine ölüm, yine katliam!

Mayıs 1994: Rusya’nın arabuluculuğu ile Azerbaycan ve Ermenistan ateşkes ilan etti.

2005: Ermenistan işgal ettiği bölgelerden çekilmeyi reddetti. İşgal devam ediyor.

* * *

Azerbaycan-Ermenistan savaşı sonrası, Ermenistan’ın işgal ettiği Dağlık Karabağ’dan 40 bin, işgal edilen diğer 7 vilayetten 700 bin kişi yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı.

Azerbaycan topraklarının beşte biri halen Ermeni işgali altında bulunuyor.

Bu nedenle Türkiye, Ermenistan’la olan sınır kapılarını ve hava sahasını kapattı.

Ermenilerin Türk topraklarında da gözü var. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı belirleyen 1920 Gümrü ve 1921 Kars Antlaşmaları’nın yürürlükte olmadığını iddia edip, Doğu Anadolu topraklarının kendilerine ait olduğu propagandasını yapıyorlar.

Nitekim, Ermenistan Parlamentosu’nun kabul ettiği Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11’inci maddesinde, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için "Batı Ermenistan" ifadesi geçiyor.

Ayrıca, Ermenistan Anayasası’nın 13’üncü maddesinin 2’nci paragrafında tarif edilen Ermenistan armasında Türkiye’nin bir parçası olan "Ağrı Dağı"na yer verildi. Ermeniler için Ağrı "Ararat" adını verdikleri kutsal bir dağ!

* * *

1915 yılında meydana gelen ve yalnız Ermenilere değil, bölgedeki bütün halklara derin acılar çektiren olayları Ermenistan "Soykırım" adı altında Türkiye’ye karşı düşman cepheler yaratmak amacıyla kullanıyor.

Durum böyle iken, Türkiye’den "iyi niyet" istekleri haklı mıdır?

Dostluk, sevgi ve iyi komşuluk ilişkileri karşılıklı olur.

Ermenistan önce bağnaz, kindar ve hukuka aykırı tutumunu değiştirmelidir. Bizdeki Ermeni sevdalıları da biraz tarih okuyup gerçekleri öğrenmelidir!
Yazının Devamını Oku

Aldatan ışık!

28 Aralık 2008
NE kadar iyimser bakarsak bakalım, şu gerçeği kabul etmemiz gerekir: "Boğanın kırmızıyı görünce öfkelenmesi gibi, soykırım iddiacısı Ermeniler de Türk adını duyunca çıldırıyor, kendi çıkarlarını bile unutuyor! Bu gürültüde ılımlı Ermenilerin sesi duyulmuyor."

Onların çıkarı, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını sağlamak, içinde bulundukları fukaralıktan kurtulmaktır.

Ermenistan’ı kışkırtan, Ermeni diasporasıdır.

Diaspora, bazı egemen güçlerin emrindedir. Bu oyunda Ermenilerin ve ülkemizdeki özürcülerin piyon olarak rolü vardır, fakat bunun farkında değillerdir.

Biz istediğimiz kadar belge yığalım, ağzımızla kuş tutalım, 1915 yılındaki olayların bir soykırım olmadığını onlara asla anlatamayız!

Anlamak istemeyene bir şey anlatmak mümkün değildir!

* * *

Ermenistan ile 16 yılı aşkın bir süredir hiçbir diplomatik ilişkimiz yok. Neden?

1) Ermenistan, Türkiye ile olan bugünkü sınırını tanımıyor ve toprak talep etme hakkını elinde tutuyor.

2) Ermenistan, soykırım iddiaları ile tüm dünyayı bize karşı tahrik ediyor.

3) Ermenistan, Dağlık Karabağ ile Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini hálá işgal altında tutuyor.

20 yıl önce Sovyet Rusya’nın desteğiyle Karabağ’ı işgal eden Ermeni ordusu, orada insanlık dışı katliamlar yapmış, binlerce Azeri’yi vahşice öldürmüştü.

26 Şubat 1992 günü Hocalı’da yapılan korkunç katliamının baş sorumlusu, sonradan Ermenistan Devlet Başkanı olan terörist Robert Koçaryan’dı.

Dünya, işkence edilip öldürülen Azeri Türklerini hiç konuşmuyor!

Amerika ve Avrupa Birliği, maalesef Ermenilerden yana tavır koyuyor. 2009 yılı içinde Amerikan kongresinde "Ermeni Soykırımı Tasarısı" görüşülüp kabul edilebilir.

Yeni Başkan Obama, seçim kampanyası sırasında seçmenlerine bunu açıkça vaat etmişti. Obama’yı melek gibi görenler, onun gerçekte sanıldığı gibi melek olmadığını kısa zamanda anlayacaklar. Obama da diğer ABD başkanları gibi Amerika’nın çıkarları ne ise onu yapacaktır. Bu doğaldır, aksi halde yaşama şansı yoktur! Kennedy’yi yaşattılar mı?

* * *

Avrupa Birliği’ne girme umuduyla Türkiye’nin milli haklarını tamamen yok farz eden ve Türkiye’yi oyalamaya yönelik bir çabanın arkasına milletçe takıldık.

Aldatan bir ışık!

Pervaneler de aldatan ışığa takılırlar ama ışığa koştukları zaman çatır çatır yanarlar.

İşte, Türkiye pervane, Avrupa Birliği ışık!

Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi birlik içine almayı düşünmediğini bizzat AB yetkilileri söylüyor. Coğrafi konumumuz nedeniyle bizi tamamen dışlayamadıkları için oyalama taktiğiyle zaman kazanarak Türkiye’yi de Yugoslavya gibi parçalamak istiyorlar. Bu amaçla Ermeni ve Kürt kartları kullanılıyor.

* * *

Amerika’da "California Courier" adlı yayının sahibi ve başyazarı Sasunyan, Ermeni internet gazetesinde çıkan yazısında, yıllardır Ermenilerin nihai hedeflerinin tanınmak, tazminat ve toprak talep etmek olduğunu belirterek "Türkiye’deki dostlarımız (sözde aydınları kastediyor) özür dileme kampanyası açarak bize destek oluyor. Türkiye geri dönemeyeceği bir noktaya geldi. Artık, tanınma ötesindeki aşamalara geçmek zamanıdır" diyor. Türkiye’yi karalayan sözde aydınlar bununla iftihar edebilir(!)
Yazının Devamını Oku