Rahmi Turan

Borcu olanı boğarlar!

19 Şubat 2009
2009 eskimeye başladı bile... Davos-mavos derken ocak bitti, şubattan da 19 gün gitti. Aslında "yeni yıl, eski yıl" diye bir şey yok! Gerçekte zaman, aylara ve yıllara bölünmeden bir ırmağın suları gibi akıp gidiyor. Yıllar insanların icadıdır.

Káinatın başlangıcı kabul edilen büyük patlama "Big Bang"den bu yana milyonlarca yıl geçmiştir. O zamandan beri "Dünya her sabah yeniden kuruluyor, her gün yeni bir başlangıç" oluyor.

Zamanı eski ve yeni yıllara bölmek, yeniye umutla bakmak, kutlamak, kimseye zararı olmayan bir inanıştır.

* * *

Geçmişte alınan kötü kararların yarattığı olumsuz sonuçların tekrar yaşanmaması için neler yapılabilir? Ülkemizin yöneticileri böyle bir muhasebe yapıyor mu? Bundan şüphemiz var. Eski hamam, eski tas, üstelik tellaklar bile değişmiyor. Sıkıntılar ortada!

Yeniden hayatımıza giren TL (Türk Lirası) vatandaşa ne getirdi? Değişen hiçbir şey olmadı tabii... Cep delik, cepken delik olduktan sonra paranın adı TL ya da YTL olmuş ne fark eder ki?

Para, emek ve üretimin karşılığıdır. Değişim aracı ve tasarruf vasıtası olarak kullanılır.

Üretim karşılığı olmayan paranın bir değeri yoktur. Sadece bir káğıt parçasıdır o.

Üretimin azalması, işsizliğin de artması demektir. İşsizlik de "parasızlık" kavramıyla eşanlamlıdır.

Bir ülkede para politikaları yanlış uygulanırsa faturası çok ağır olur.

Geçtiğimiz yıl, hem dünya, hem Türkiye için çok zor bir yıl oldu. 2009’un, ehil olmayan ellerde daha da zorlaştığı görülüyor.

* * *

Şöyle bir dolaşalım, atölyeleri gezelim, işçileri, çiftçileri dinleyelim. Hepsinin derdi parasızlık! Yatırım olmadan üretim artmıyor, üretim artmadan para kazanılmıyor. Satıla satıla artık köylülerin elinde toprak da azaldı. Birçok üretici, bir zamanlar kendilerinin olan topraklarda ırgat ya da ortakçı olarak çalışır hale geldi.

Başbakan, eline mikrofonu aldığı zaman bir hayal ülkesinin mutlu tablolarını çiziyor, bilinen üslubuyla meydan okuyor, vatandaş sıkıntılarını anlatınca "Biz Davos’tayken..." diye başlıyor, Davos’la devam ediyor:

"Davos’ta kimse bizi ezemez... Biz Davos’tayken... Biz Davos’ta..."

Tamam Başbakan... Davos oradaysa millet burada! Vatandaş, altından kalkamayacağı kadar borca batmış durumda. Buna ne diyorsun, sen onu söyle!

* * *

Hesap ortadadır:


AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının sonunda halkın bankalara olan tüketici ve kredi kartları borcu toplam 6.4 milyar lira idi. Bugün bu borç 120 milyar liraya ulaşmış bulunuyor.

Bunun sonucunda, otomobil kredisi alan 330 bin kişi borçlarını ödeyemedi ve bankalar 330 bin otomobile haciz koymak zorunda kaldı.

Bu otomobillerin 2009’daki "taşıt vergileri" toplam 900 milyon TL tutuyor. Bankalar bu parayı Maliye’ye ödemekle yükümlü. Yakında benzeri bir olay "ev kredileri" için de ortaya çıkacak. O zaman ortalık iyice allak bullak olacak.

Tüm bunların dünyadaki krizle hiçbir ilgisi olmadığını belirtelim. Küresel kriz işin cabası!

Borç yükünün altında bu kadar ezilen bir toplumun kafasına, gelen de vurur, giden de... Kısacası, borcunu ödemeyeni boğarlar! Başbakan, bunlardan hiç söz etmiyor!
Yazının Devamını Oku

Yoksulluk kader mi?

16 Şubat 2009
DÜNYADA sosyal adalet var mı? Yok elbette... Türkiye’de sosyal adalet var mı? Ne gezer! Zengin ülkelerle, yoksul ülkeler arasındaki korkunç uçurum, Birleşmiş Milletler kayıtlarında "utanç belgeleri" olarak duruyor. Bu raporlara göre dünya nüfusunun yarısı aç!

Ya Türkiye? Ülkemizde de, gelir dağılımında tam bir adaletsizlik var.

Yoksulluk zincirini kırmamız gerek ama kömür ve erzak dağıtarak sosyal adaleti sağladıklarını sanan siyasi kadrolarla bunu becerebilir miyiz?

Halkın boğazından kes, dolaylı vergilerle milletin gırtlağını sık, sonra kömür, beyaz eşya dağıtarak, yoksulluğu kader sanan çaresiz insanları kandır. Adalet mi bu?

* * *

Filistinlilerin derdi kadar Türk insanının derdiyle uğraşılıyor mu?

Başbakan, işsiz kalan işçileri, kepenk kapatan esnafı, emeklileri düşünüyor mu?

"Dünyayı saran kriz bize doğru geliyor" dediler. Başbakan köpürdü:

"Kriz tellallığı yapmayın!"

"Önlem alalım"
dediler "Ne önlemi? Hamdolsun iyiyiz. Kriz bize teğet geçer" cevabını aldılar. Oysa kriz dalga dalga geliyordu, her şeyde çok gecikildi. Başbakan şimdi "Büyük bir krizin içinden geçiyoruz" diyor.

Tehlikeyi atlatmak için, önce kriz planı gerekiyordu. Nuh Peygamber, gemisini yaptırmaya başladığı zaman daha yağmur başlamamıştı!

Dünyanın en genç nüfusuna sahip olmakla övünmüyoruz. İyi, güzel de... O genç nüfus için ne yapıyoruz? Eğitebiliyor muyuz? Çalışma yaşına gelen gençlere iş bulabiliyor muyuz?

İşsizlik, piton yılanı gibi sarıyor insanları... Ve boğuyor!

Türkiye’deki işsiz sayısının 5 milyonu aştığı belirtiliyor.

İşsizlik açlık demek! Demek ki her gün 5 milyondan fazla insanımız yatağına aç gidiyor!

İşsizlik suç oranlarını artırıyor, ahlaki çürümeyi de beraberinde getiriyor.

Türkiye’de, çalışma çağındaki her dört kişiden biri işsiz ve bunların yüzde 72’si erkek.

Ülkeyi emanet edeceğimiz gençler, sokaklarda, kahvelerde, işsiz ve umutsuz!

Delikanlı, babasına sormuş:

"Baba, bu işsizlik ne kadar sürer?"

"Bilmem"
demiş adam. "Bir gün biter herhalde!"

"Peki, o vakit iş bulur muyuz? Açlığımız da biter mi?"

"Hayır, bitmez ama bu hayata iyice alışmış oluruz!"

* * *

Türkiye’nin ekonomik krizi az hasarla atlatabilmesi için önce insanlarımızın mevcut işlerini korumalarını sağlamak, sonra yeni işgücü yaratmak gerekir!

"Hamdolsun" laflarıyla, İsrail’e meydan okumakla ekonomi düzelmez. Aklı başında ekonomistler, bizi saran krizin bu yıl tam bir fırtınaya dönebileceği uyarısında bulunuyor.

Krizin en korkutucu etkisi ise, çalışma çağına gelen gençlerin umutlarını yitirmeleri!

"Türkiye’de İşsizliğin Göç Haritası" raporuna göre, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan halkın önemli bir kısmının iş umuduyla akın akın göç ettiği 10 il şunlar:

"İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa, Antalya, Malatya, Manisa, Kocaeli"

Cazibe merkezi olan bu kentlerin nüfusları hızla artıyor, dengeler daha da bozuluyor.

* * *

Bir ülkenin devrik başkanı kaçacak yer arıyormuş, "Türkiye’ye sığın!" demişler.

"Neden Türkiye?"

"Çünkü dünyada, ülkelerini batıran siyasîlerin el üstünde tutuldukları tek ülke Türkiye’dir de ondan!"
Yazının Devamını Oku

Halk, veren eli öper!

15 Şubat 2009
’TÜM toplumlarda aptallar akıllılardan çoktur’ diyen düşünürler haklı mı acaba? Tatlı vaatler, küçük hediyeler (hadi, nazik davranıp, aptal değil saf diyelim) insanlarımızın önemli bir kısmını mutlu ediyor.

Bizim demokrasimiz bize göre... 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde halk, rüşvet paketleri ile hür irade arasında bir tercih yapacak! Hangisi kazanacak, bilemiyoruz.

20 milyondan fazla vatandaşın aç, yoksul ve işsiz olduğu ülkemizde "sosyal yardım" adı altında dağıtılan eşyalar, yiyecekler, kömür paketleri, insanları etkiliyor, dağıtılan her eşya, halkın oyuna atılan cazip birer olta oluyor.

"İş bilenin, kılıç kuşananın" derler ya...

AKP’yi yönetenler, toplumun bu psikolojisini iyi biliyor, ramazandan ramazana yemek, seçimden seçime gıda ve eşya yardımı yaparak oyları kapıyor.

* * *

AKP neden Tunceli’ye ağırlık verdi? Tunceli Valiliği’nin dağıttığı beyaz eşya o bölgede dengeleri değiştirir mi?

Tunceli köylerinin yüzde 50’sinde su yok, yollarının yüzde 80’i stabilize değil, kelimenin tam anlamıyla bozuk. Parasız pulsuz Tunceli insanının hali perişan.

İçler acısı haline rağmen Tunceli halkı genel seçimlerde iktidar partisine oy vermedi, AKP Tunceli’den hiç milletvekili çıkaramadı. Şimdi, akıl almaz yardımlarla Tunceli halkının gönlünü kazanarak oyları kapmak istiyor.

Tunceli’nin iki ünlü ismi var: 1) Kemal Kılıçdaroğlu, 2) Kamer Genç.

AKP bu isimleri yıpratıp gözden düşürmeyi amaçlıyor. Başarabilecek mi, belli değil! Kamer Genç buna, "Aç tavuk rüyasında kendini buğday ambarında görürmüş" diye gülüyor.

* * *

"Sosyal yardım"
adı altında dağıtılan seçim rüşvetleri eleştirilirken Başbakan Erdoğan gürleyerek, "Ne var bunda? Fakir fukaranın, garip gurebanın ihtiyaçlarını temin ediyoruz. Bizde bu yapılan şeye ’sadaka kültürü’ derler!" diyor.

İyi de... Fakir fukaraya, garip gurebaya sadaka vereceğine iş versene birader!

Bir Uzakdoğu atasözü, "İnsana yardım etmek istiyorsan balık verme, ona balık tutmayı öğret" der. Bu ülkenin insanına seçimden seçime dağıtılan sadaka değil, her gün çalışacağı iş gerek! Önemli olan herkesin çalışıp kazanarak bunları alabilir duruma gelmesini sağlamaktır.

* * *

Başbakan, TV’de "Bizim ülkemizde batan banka mı var? Yok! Neden yok? Biz eşeğimizi sağlam kazığa bağladık da ondan" şeklinde laflar söylüyor.

Bunu duyunca bir rahatladık ki, sormayın!

Eşeklerimiz garantide çok şükür!

Peki, ya vatandaşlar?

Bir de vatandaşlarımızı garantiye altına alıp onları sağlam kazığa bağlayabilsek!

* * *

Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, dağıtılan yardımlardan çok mutlu... "AKP, benden korktuğu için Tunceli’de halka beyaz eşya dağıtıyor. Böylece ben de, halkıma hizmet edebildiğim için memnunum" diyor ve sesleniyor:

"Ey AKP milletvekilleri... Yiğitseniz gelin şu Kızılay’da bir yürüyelim. Bakalım vatandaştan kimin yüzüne yağmur taneleri geliyor? Gelin şu Türkiye’yi gezelim. Bakalım kimin yüzüne yağmur gibi tükürük yağıyor? Yiğitliğiniz varsa, buyurun gidelim, görün... Tunceli’de dağıttığınız beyaz eşyalar da sizi kurtaramayacak!"
Yazının Devamını Oku

Sabah olacak ama ne zaman?

12 Şubat 2009
DAHA önce de ondan bahsetmiştim.Eczacı Hüsnü Akıncı ilginç bir kişi... Gece gündüz durmadan çalışıp yazarak, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, bakanlara, köşe yazarlarına, işadamlarına, hemen herkese mektuplar yağdırıyor.

Sabırlı, azimli ve çalışkan...
Genellikle sert ifadelerle ülkemizdeki çarpıklıkları dile getiriyor, haksızlıkları, adaletsizlikleri anlatıyor, çözüm yollarını gösteriyor. Hemen hepsi, okunmaya değer mektuplar. İlgilenenler internette http://akincidan.blogspot.com sitesinde onun tüm mektuplarını bulabilirler.

Hüsnü Akıncı, zaman zaman bana da mektup yollar. Önceki gün gelen son mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

* * *

"Sayın Turan,

9 Şubat tarihindeki ’Pavlov’un köpekleri’ başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış husumetleri bu kadar güzel tarif eden bir yazı yazdığınız için sizi gönülden tebrik ederim.

Hz. Peygamberimiz, ’Her doğan çocuk, selamet-i fıtriye üzerine doğar’ sözünü bir hikmete istinaden söylemişlerdir. Bunun anlamı gayet açıktır:

Doğan her çocuk, hak ve hakikatle doğruları kabule müsait bir kabiliyette yaratılmıştır.

Bu kabiliyeti işlemek, doğan çocuğun vatana, millete ve hatta bütün insanlık álemine hayırlı bir fert olarak yetişmesini sağlamak, ancak ve ancak, karakterinin ulvi değerlerini üstün kılacak şekilde eğitilmesiyle mümkün olur.

Bu gerçeği, dini siyasete alet ederek kitleleri uyutan kişileri teşhir gayesiyle bir örnek vererek açıklamak istiyorum.

* * *

İslam dinine göre sokak köpeğinin avladığı et haramdır, yenmez. Fakat av köpeğinin avladığı et helaldir ve yenir. Acaba neden?

İşte gerçek sebebi:

Sokak köpeği eğitilmemiştir. Av köpeği eğitilmiştir. Onda ilim vardır. Avladığı hayvanı yemek için içi titrer. Fakat vaktiyle eğitim gördüğü için, avını sahibine teslim eder.

Bu örnek aynı zamanda İslam dininin ilme ve eğitime verdiği değeri de belirtir.

Bunu, siyasi ihtiras ve çıkarları uğruna yalan söyleyenlere, kamu malına tecavüz ederek kasalarını dolduranlara, Allah’ın bahşetmiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmayarak zulüm vasıtası yapanlara ve halkı aldatarak gerçekleri gizleyenlere ithaf ediyorum.

Ayrıca salaklıkla hainlik arasında çok ince bir çizgi olduğunu ve bu ince çizgide yürürken hangi akla hizmet ettiğini bilmeyenleri uyarmak istiyorum. Zira; Türkiye bir müstemleke (sömürge) ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.

İspatı, Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin kendi kendisini besleyemeyip fukaralaşmasıdır.

* * *

Sayın Turan,

Muhakkak surette bir gün her şey değişecek ve Türkiye, gerçek hedeflerine yönelecektir.

Etkili olmadığı zannedilse de ferdi gayretler umumun müştereki haline gelerek, toplumun gayreti haline dönüşecektir.

Bugün toplumu etkileme, doğru bilgilendirme ve milli çıkarlar doğrultusunda yönlendirme konumunda olup sessiz kalanlar, bu ülke için en büyük tehlikenin, kötülük yapanlardan ziyade kenara çekilip hiçbir şey yapmayanlardan geldiği gerçeğini kabul edip harekete geçecektir.

Elbette ki bir gün Türkiye’de sabah olacaktır!"
Yazının Devamını Oku

Pavlov’un köpekleri!

9 Şubat 2009
ZAMAN zaman yazıyoruz... Halkın arasında dolaştıkça büyüyen endişeyi görmemek mümkün değil!<br><br>İşçi, memur, esnaf, çiftçi, emekli, dert küpü halinde... Son aylarda kepenk kapatan işyerlerinin sayısı yüzlerce...

Senetler ödenmiyor, çekler tahsil edilemiyor, borçlular kaçıyor.

Kredi kartlarından ağzı yanan vatandaşlar "Yandım Allah" diyor.

Kiracılar kiralarını ödeyemiyor. Elektrik, su, yakıt ve kapıcı borçlarını ev sahiplerine takıp kaçanlar var.

Bunun sonu ne olacak?

İşsiz kalanların sayısı hızla artıyor. En büyük firmalar bile işçi çıkarıyor. İşsizler ordusu, milyonlarla ifade ediliyor.

Borçlar nedeniyle canlarına kıyanlar bile var.

Yazık değil mi bu millete?

Dünya ekonomik krizle sarsılırken, bizim bundan çok az etkileneceğimizi iddia edenler bu hazin tabloya bakıp sıkılmıyor mu?

Aslında, dünyada finansal kriz başlamadan da bizde kriz vardı. Krizimiz hiç bitmedi ki...

Üretmeden tüketen, yabancı ülkelerden aldığımız borçla geçinen bir toplum haline geldik.

Televizyonlarda cep telefonu şirketlerinin "Bol bol konuşun" şeklindeki reklamlarını görünce gülmek mi, ağlamak mı lazım, anlayamıyoruz. Sanki cep telefonlarıyla konuşunca üretim artacak, gökten para yağacak!

Aslında
ulusça çok konuşmaktan bu hale geldik!

Aklı başında işadamları ve ekonomistler bu yıl için şöyle diyor: "Hep beraber bir tünele giriyoruz. Sonunda aydınlık var mı, bilinmez! Allah yardımcımız olsun!"

* * *

Günümüze birçok köpoğlu var...

Köpekliklerine bakmadan, Atatürk’ü küçük düşürmek isteyenler...

Ülkeyi bölmeye çalışanlar... İşbirlikçiler... PKK’yı destekleyenler, vs.

Fakat bunlardan bahsedecek değiliz... Konumuz Pavlov’un köpekleri!

Bilirsiniz, ünlü Rus bilgini Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de hayvanların salyası akmaya başlar.

Bu şartlı reflekstir. Hayvanın tabiatında olmayan bir uyarıcı (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Fakat eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu şartlı refleks söner, devamının oluşması için arada et de gösterilerek bu refleks pekiştirilmelidir.

Hiçbirimiz dünyaya Müslüman veya Hıristiyan olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, yani şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler. Milliyetçilik ve yurt sevgisi de öyledir.

Bir gün Profesör Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur.

Su baskınından kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar. Köpeklerde tık yok! Bilgin, şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şoklar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır, insanı veya hayvanı en doğal, en ilkel haline döndürür.

* * *

Milliyetçiliğe yapılan saldırılar bu yüzdendir.

Dış güçler tarafından insanlarımızın da şartlı refleksleri kör ediliyor, yurt sevgisi bile unutturulmaya çalışılıyor.

Bu çirkin oyunu bozmalı, Atatürk’ü yeren, PKK’lı teröristleri öven, Ermenilerden özür dileyen, yabancı güçlere hizmet eden işbirlikçilerin tahriklerine kapılmamalı, "Hepsinin canı cehenneme!" diyerek milli değerlerimize sarılmalıyız!
Yazının Devamını Oku

Ezenler ve ezilenler!

8 Şubat 2009
BAŞBAKAN Erdoğan, Davos’ta İsrail’e posta koydu ama Filistinlilerin çektiği çilenin daha uzun süre devam edeceği anlaşılıyor.<br><br>İsrail, acımasız ve gaddar! Hamas ise aptal! Uzlaşmaz tutumuyla göz göre göre masum insanların ölümüne sebep oldu, bundan sonra da olacağa benziyor! Dünya hissiz ve sessiz... Arap ülkeleri karaktersiz; kendi ırklarından, kendi dinlerinden olan insanların acımasızca öldürülmelerine kılları bile kıpırdamıyor!

Davos’ta, Başbakan Erdoğan’ın ezilenleri savunan davranışı için bazı Arap ülkelerinin, "Arap olmayan milletler Arapların işine karışmasın" demesi şaşırtıcıdır.

Tayyip Bey ne kadar sert çıkarsa çıksın, Amerika’nın koruyucu şemsiyesi altındaki İsrail, savunmasız insanları vurmayı sürdürecektir.

Binlerce yıldır ezilen İsrailoğulları, şimdi zayıfları ezen bir ulus oldu.

İsrail Siyonist bir devlet...

"Dünyanın dört bucağına dağılan Yahudi halkının çektiği çile yeter. Biz de bir devlet kuralım" düşüncesiyle başlayan Siyonizm akımının sonucu, 1948 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla Filistin topraklarının üzerinde İsrail Devleti kuruldu.

O gün bu gündür bölgede huzur yok! Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor!

Binlerce yıl ezilen İsrailoğulları, o günlerin acısını fukara Filistin halkından çıkarıyor.

* * *

Yıllar önce, 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’in bir davetiyle önce Kudüs’e gitmiş, oradan da Gazze’ye geçmiştik...

Gazze’de yaşlı bir Filistinlinin içini çekerek, "Keşke Osmanlı bu topraklardan gitmeseydi" dediğini hatırlıyorum.

Bugün kan gölüne dönen Filistin toprakları, 1516 yılından 1917 yılına kadar tam 401 yıl, Osmanlı Devleti’nin idaresinde barış ve huzur içinde yaşamıştı.

Peki, Osmanlılar bunu nasıl başarmışlardı?

9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel, bir anısını naklederek bunu şöyle anlatmıştı:

* * *

Eski Belçika Başbakanı Tindeman bana geldi ve "Osmanlı, Balkanlar’ı 500 yıl savaşsız nasıl idare etti?" diye sordu. Ben de dedim ki:

"Herhalde Osmanlı’yı geri istemiyorsunuz. Çünkü Osmanlı’yı devirmek için her şeyi yaptınız. Osmanlı, Balkanlar’ı ve Ortadoğu’yu nasıl idare etmiştir, bakın size söyleyeyim:

Sınır yok, toprak kavgası yok, ticari menfaat yok, buna karşılık güvenlik var, adalet var. Çünkü Osmanlı Devleti’nin temeli adaletti."

Sonra İsrail’e gittik. İsrail-Filistin çatışmasının nasıl durdurulabileceğini araştırdık. Barak geldi bizim yanımıza ve dedi ki:

"Biz burayı idare edemiyoruz. Çünkü biz burada ne yapsak kavga çıkıyor. Osmanlı, küçük şeritli jandarma onbaşısı ile buraları idare etmiş, bunun sırrı nedir?"

Ben de dedim ki:

"Bunun sırrı, o koldaki şerit var ya, o, imparatorluğun işaretidir. O, senin sandığın gibi küçük bir işaret değil. Onun arkasında sultan var, hak var, adalet var. Eğer ona zarar gelirse, zarar vereni anasından doğduğuna pişman eden var. Yani güç var, bir devlet olayı var, bir otorite var, işte odur mesele..."

* * *

1917 yılında açgözlü Araplar, İngiliz altınlarına tav olup Türk askerini arkadan vurduklarından bu yana o topraklarda huzur ve rahat kalmadı. Ortadoğu’da bombaların patlamadığı, kanın akmadığı gün yok.

Arap ulusları, İngilizlerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı o bölgelerden atmakla, kendilerine kurşun sıkmış oldular. Ektiklerini biçtiler!
Yazının Devamını Oku

Kalbinle duy, aklınla gör!

5 Şubat 2009
BAŞBAKAN’ın Davos resti hálá tartışılıyor... Bu, çok yerinde bir tepki mi? Kahramanlık mı? Kabadayılık mı? Yiğitlik mi? Yoksa gereksiz bir çıkış ya da sahte bir öfke mi? Dünyada saygınlığımız artıyor mu yoksa itibar mı yitiriyoruz?

Onun sert davranış biçimi, seçimle ilgili siyasi bir yatırım mı, yoksa içten gelen doğal bir tepkinin insancıl sonucu mu?

Ülkede, bu düşüncelerin tamamını savunan karşıt görüşlü kişiler var.

Kişisel kanaatime göre, Davos’ta haksızlığa uğrayan Başbakan, yapılması gerekeni yaptı.

Fazla abartılı olmasına rağmen "Cesur bir çıkıştı" diyebiliriz. Ancak biz Başbakan’ın aynı hassasiyeti Kıbrıs, Musul, Kerkük konularında ve "askerlerimizin kafasına geçirilen çuval" olayında da göstermesini isterdik.

Sayın Erdoğan, 30 bin insanımızı kaybettiğimiz PKK terörü için de böyle sert çıkabilmeli, Kuzey Irak’ta teröristleri barındıranlara kararlı bir tavırla posta koyup, "Barzani ve Talabani benim için bitmiştir!" diyebilmeliydi.

Başbakan, Gazze’de hayatlarını kaybedenlere haklı olarak üzülüyor. Bu doğrudur. Ezilenlerin haklarını savunması soylu bir davranıştır. Fakat aynı hassasiyetin, PKK kurşunlarıyla şehit olan askerlerimiz ve onların aileleri için de gösterilmesi gerekmiyor mu?

İktidar yandaşları bize kızıyor, karşıt fikirleri dinlemek onlara zor geliyor. Fakat yararlanmasını bilene, acı ilaçlar gibi karşıt fikirler de faydalıdır.

* * *

Davos’ta politik bir Başbakan değil, duyarlı bir insan gördük.

Tabii bu, uzun vadede ülkemizin aleyhine olabilir, önümüze ağır faturalar çıkabilir ama insanlık açısından yerinde bir harekettir. Davos’un sonuçlarını ileride göreceğiz.

Artık ülkemizin gerçek gündemine dönme zamanı gelmiştir.

Başbakan sakin sulara eriştiğine göre Hamas sevdasını bir yana bırakıp halkımızın sıkıntılarına eğilmelidir.

Doğalgaza Ocak 2008’den bu yana 5 defa yapılan ve yüzde 70’i bulan zamların sadece yüzde 17’sinin geri alınması belki gözleri boyar, "29 Mart’ta iktidara oy getirir" ama insanlarımızın derdine deva olmaz.

Bugün, ülkemizin gerçek gündemi ekonomik krizdir, açlıktır, işsizliktir!

Her gün yeni yeni insanlar işlerini kaybediyor, geçim sıkıntıları artıyor.

Krizi fırsata çeviren tuzu kuru insanların dışında, endişe ve sıkıntı içinde olmayan yoktur.

* * *

DSP İstanbul Milletvekili Süleyman Yağız, Tayyip Erdoğan’a şöyle sesleniyor:

"Anladık Sayın Başbakan, anladık!

Aslansınız, kaplansınız da şu derin ekonomik krize nasıl bir çözüm bulacaksınız?

Üstelik bir yerlerin ’fatihi’ de oldunuz. Peki... Katlanarak büyüyen işsizliğe, açlığa, intiharlara, özetle şu derin ekonomik krize nasıl bir çözüm bulacaksınız?

Durum o kadar kötüdür ki, bunları bağırıp çağırmakla çözemezsiniz.

Ağır sıkıntılar, insanları ölüme bile götürüyor. İki işadamımız daha, ekonomik kriz nedeniyle borçlarını ödeyemez hale geldiği için intihar etti.

Ekonomi uzmanlarına göre 29 Mart’tan sonra işsizlik yüzde 20 daha artacak. Her sorun daha da büyüyecek, asıl kriz, yerel seçimlerden sonra başlayacak!

İnsanlar, aşını da, işini de, ekmeğini de kaybediyor. Siz ülkenin gerçek gündemine dönün Sayın Başbakan... Herkes sizin çocuğunuz gibi gemi, pardon gemicik sahibi değil! Bırakınız gemiyi, gemiciği, milletin tutunacak bir dalı bile yok!"

İşte, milletvekilinin bu sesini dinleyin, gerisini ne ben sorayım, ne siz söyleyin!
Yazının Devamını Oku

Ülkeleri yıkmanın iki yolu!

2 Şubat 2009
TÜRKİYE üzerinde büyük oyunlar oynanıyor.Ülkede düşman kamplar yaratılırken bir yandan da hızla borçlandırılıyoruz.<br><br>Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu tarih olan 1299’dan, 1854 yılına kadar, 557 yıl tek kuruş borcu olmadan yaşamıştı. Tarihteki ilk borcunu 1854 yılında İngiltere’den alan Osmanlı Devleti’nin borcu daha sonraki yıllarda çığ gibi büyüdü, bir süre sonra borçlarının faizini bile ödeyemez duruma geldi.

1874’te iflas başlamıştı... 1881 yılında Avrupa devletlerinin temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) idaresi kuruldu. Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin ve borçlarının denetimi yabancıların yönetimine bırakıldı.

Koca imparatorluk, ilk borcu aldığı tarihten 68 yıl sonra battı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti de şimdi, iç ve dış düşmanların ortak saldırıları ile karşı karşıyaÖ

* * *

Ülkeleri yıkmanın iki yolu vardır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci Cumhurbaşkanı John Adams (1735-1826) iki yüz yıl önce bunu tek cümleyle özetlemiş ve:

"Bir ulusu çökertmenin ve köleleştirmenin iki yolundan birisi kılıçla, diğeri ise borçladır!" demişti.

Türkiye’yi silahla bölemeyeceklerini anlayan düşmanlar, ikinci yolu seçtiler: Aşırı borçlandırmak!

2002 yılında toplam 218 milyar dolar olan iç ve dış borçlarımız bugün özel sektörün borçlarıyla birlikte 500 milyar dolara doğru tırmanıyor. İlhan Kesici’nin dediği gibi; "Başbakan dahil, hiç kimse işin vahametinin farkında değil!"

* * *

Aşağıdaki sözler ünlü ekonomist John Perkins’in "Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları" adlı kitabı için verdiği konferanstan alınmıştır.

Perkins tüm dünyaya acı bir itirafta bulunuyor ve diyor ki:

"Biz ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve birçok farklı şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz, petrol gibi... Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka bir organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız.

Fakat para asla gerçekte o ülkeye girmez.

Ülke yerine o ülkede projeler yapan kendi şirketlerimize gider.

Enerji Santralları, sanayi alanları, limanlar... Bizim şirketlere ek olarak, o ülkedeki birkaç zengin insanın kár sağlayacağı şeyler.

Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de insanlar, yani bütün ülke, bu borcun altına sokulur. Borç onların ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu da planın bir parçasıdır, geri ödenmesi imkánsızdır.

Ardından, biz ekonomik tetikçiler gidip onlara deriz ki: Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var, borcunuzu ödeyemiyorsunuz. O zaman kaynaklarınızı şirketlerimiz için ucuza satın.

Ülkenizde askeri üs kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin... Ve sözümünden dışarı çıkmayın!"

John Perkins
haklıdır. Tarih, aşırı borçlanmanın esarete dönüştüğünü ve sonunun toprak tavizi olduğunu gösteriyor. Artık toplum olarak uyanmamız gerekmiyor mu?
Yazının Devamını Oku