29 Mart 2009
ÇIĞLIK çığlığa bir haykırış: "Birisi namusumuzla oynarsa hesabını yargıda sorarız. Ama yargı namusumuzla oynarsa ne yapacağız? Bari gelin de öldürün!" Uğur Dündar, hafta içinde Star Televizyonu’ndan bütün Türkiye’ye böyle seslendi.
Titreyen sesi, acı ve ıstırap doluydu.
"Vicdanı nasırlaşmamış, adalet duygularına pranga vurulmamış herkese sesleniyorum... Sayın Başbakan, Sayın Adalet Bakanı, Sayın İstanbul Başsavcısı, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun sayın üyeleri...
Sizin aileleriniz hakkında böyle yalan ve çirkin iddialar ortaya atılsa ve hiçbir ilgisi yok iken, bu iftiralar, Ergenekon savcılarının İkici Ergenekon İddianamesi’nde yer alsa ne yaparsınız?"
Dinleyenlerin içinde derin bir sızı oluştu. Aynı sızı, Türkiye’yi yönetenlerin yüreklerinde de oluştu mu acaba? Hayır, oluşmadı. Başbakan Erdoğan çok katı bir ifadeyle:
"Nedir bu öfke? Uğur Dündar’ın ciddi manada kimyası bozulmuş durumda... Şu anda memuriyetini tam anlamıyla yerine getiriyor. Kendisini kınıyorum!" diye sert çıktı.
Uğur Dündar isyanında haklıydı ama Başbakan’a boşuna dert yanmış oldu!
* * *
Uğur Dündar ile uzun yıllardan beri tanışırız. Efsane Günaydın Gazetesi’nin çatısı altında birlikte çalıştığımız günler olmuştu. 1989-1990 yıllarında da Hürriyet’te beraber çalışmıştık. Dürüst ve temiz kişiliğiyle tanıdığım, müstesna bir insandır Uğur Dündar.
Onu çileden çıkaran iddianın başlangıcı 10 yıl öncesine kadar uzanıyor.
Tansu Çiller’in başbakan olduğu dönemde, Tansu Hanım’ın kocası Özer Çiller, perde arkasından "Öncü" adında bir gazeteyi finanse ediyor ve bu yayın organını "Tetikçi" olarak kullanıyordu.
Tam bir "aşağılık tetikçi gazete" idi bu. Orada çalışan "sözde gazeteciler", Tansu Çiller’i eleştiren herkese çamur atıyor, uydurma haberlerle ahlaksızca yayınlar yapıyorlardı.
Bazı meslektaşlar, bu çirkin yayınlar nedeniyle Başbakan Tansu Çiller’e soru yönelttiklerinde, hanımefendi "Hiç haberim yok. Ben bu konuda bir şey bilmiyorum" diyordu. Yerseniz tabii!
* * *
O günlerde, Çiller çiftinin Amerika’daki mal varlıkları konuşuluyordu. Araştırmacı gazeteciliğin en önde gelen isimlerinden olan Uğur Dündar, atlayıp Amerika’ya gitti ve Çiller’lerin oradaki, bir otel dahil, tüm varlıklarını tespit edip belgeledi.
Vay sen misin bunu yapan? Özer Çiller’in gazetesi Öncü’de çirkin bir haber: "Uğur Dündar’ın karısı, tek başına sık sık Brezilya’ya gidiyor!" Gerisini yazmaya gerek yok. Amiyane ifadelerle saçma sapan iddialar.
Uğur Dündar, Öncü Gazetesi sorumlularını derhal mahkemeye verdi ve bu iftira nedeniyle hepsini bir bir mahkûm ettirdi. Suçlular cezalarını buldu, olay böylece bitti.
Bitti ama... 10 yıl sonra savcılar bunu yeniden gündeme getirdiler.
* * *
Ülkemizde her şeyin çivisi çıkmış durumda!
Bir süre önce iki gazetecinin internet üzerinden, eski iftira olayı hakkındaki konuşmalarını tespit eden Ergenekon savcıları bunu, ilgisi olmadığı halde İkinci Ergenekon İddianamesi’ne koydular!
Oysa Uğur Dündar ve eşinin Ergenekon davasıyla örtüşen hiçbir yanı yok.
Sayın savcılar, lütfen açıklar mısınız? Bu ve buna benzer dedikoduları Ergenekon İddianamesi’ne niçin koydunuz?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
26 Mart 2009
ÜÇ gün sonra bu gürültülü seçim kampanyasının sonuna geleceğiz. Çevreye şöyle bir bakıyorum da, hayatından mutlu olana pek rastlamıyorum.
Ekonomik kriz, zengin-fakir demeden herkesi sarsıyor.
İşsizlikte rekortmen olduk! Sıkıntılar arttı, borç bini geçti.
Emekli, işçi ve memurun acı seslerine, tarım kesiminin çığlıkları da katıldı.
Altı ay önce, gelen kriz dalgalarını haber vererek kendisini uyaranlara kızan ve önlem almamakta ısrar eden Başbakan Erdoğan, o zaman da "Kriz bizi teğet geçecek" diyordu, şimdi de aynı türküyü söylüyor. Krizin faturasını ise vatandaş ödüyor.
* * *
Herkesi kucaklaması gereken Başbakan, insanlarımızı "Bizden" ve "Sizden" diye ikiye böldü. Eleştiriye tahammülsüz, öfkeli ve hırçın bir kişilik sergiledi. "Ben her şeyi yaparım, kimseyi takmam" havasına girdi.
Anayasa Mahkemesi’nin "irticanın odağı" diye karar verdiği parti 7 yıldan beri iktidarda!
Bu dönem içinde hep çifte standart yaşandı. Ergenekon olayında aslan kesilen AKP’nin, yolsuzluklar söz konusu olunca sesi soluğu çıkmaz oldu.
Frankfurt Mahkemesi, Almanya’daki Deniz Feneri olayında sanıkları dolandırıcılıktan mahkûm ederken "Asıl suçlular Türkiye’de" dedi. Aradan aylar geçti, gerçek sorumlular hakkında dava açıldı mı? Hayır, açılmadı! İşi ağırdan alarak hálá oyalanıp duruyorlar!
* * *
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen AKP, seçmenin oylarını "çantada keklik" görüyor.
Yurttaş, çektiği sıkıntılara, işsizliğe ve ekonomik krizin bütçelerde yarattığı depreme rağmen AKP’ye yüzde 47’nin üstünde oy verir mi?
Yaşanan tüm acı olaylara, ağlamalara sızlanmalara karşın, AKP’nin oyları, genel seçimde aldığı yüzde 47 oranının üstüne çıkarsa halkımız, ya "irtica hastalığına" yakalanmış ya da mazoşist (acı çekmekten zevk alan) bir hale gelmiş demektir.
Bir toplum için, yanlış seçim yapmak fazla önemli değildir, "yanlış olduğunu anlamamak" ya da "yanlışı unutmak" kötüdür.
* * *
Bu pazar günü yapılacak seçim, yerel seçim havasından çıktı, ülkenin geleceğini belirleyecek bir nitelik kazandı. Bu bakımdan genel seçim kadar önem kazanıyor.
AKP yanlılarına tuhaf gelecek ama AKP’nin oy kaybetmesi, ülkenin de, AKP’nin de, Başbakan’ın da yararına olur diye düşünüyorum. Neden mi?
1) Onu padişah olarak görmek isteyip mitinglerde "Son Osmanlı Padişahı Recep Tayyip Erdoğan" diye pankart açanlar, iktidar partisinin oyu azalırsa, bu ülkede demokrasi olduğunu ve rejimin padişahlık olmadığını anlarlar.
2) Yükseldikçe başı dönen, "Benim valim, benim müdürüm, benim bakanım, benim insanım" diye her şeye sahip çıkan Erdoğan, ülkenin sahibi olmadığını anlar, gerçekleri görmesini engelleyen iktidar körlüğünden kurtulur, davranışlarına çekidüzen verir.
3) Vaktiyle "Ben odunu aday göstersem seçtiririm" diyen siyasiler vardı. Şimdi bu görüş, "Ben boş ceketimi aday yapsam seçtiririm" şekline dönüştü. AKP oylarının azalması, demokrasiyle bağdaşmayan bu düşünce tarzının yanlışlığını kafalara çakmış olur.
Görüşüm odur ki; pazar günkü seçimde Türkiye geleceği hakkında karar verecek!
1) Laik Türkiye Cumhuriyeti’ne devam edip uygarlık yolunu mu seçeceğiz?..
2) Yönümüzü değiştirip, ortaçağ ilkelliğine doğru mu gideceğiz? Karar milletin!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
23 Mart 2009
BİLİNMEYEN şeyler insanlara daima korku verir. Son zamanlarda öyle garip işler oldu ki, halkın üzerine bir korku bulutu indi sanki...<br><br>Her şeyden ürken, korkan bir toplum haline getirildik. Ülkeye kin ve nefret tohumları ekildi, insanlarımız kamplara bölündü.
Adeta bir korku imparatorluğu yarattılar!
Oysa sevgi, kardeşlik ve barış olsa, yaşanacak çok şey var dünyada...
* * *
Okurlardan mektuplar geliyor. Bazıları ülkedeki tüm yönetime veryansın ediyor ve yeteri kadar sert yazmadığımızı söyleyip bizi eleştiriyorlar. Fakat mektuplarının sonunda, ya imza yerini boş bırakıyor, ya da şöyle bir not iliştiriyorlar:
"Adımı lütfen açıklamayın, başım derde girmesin!"
"Adım sizde mahfuz kalsın."
"Ben devlet memuruyum, bu nedenle adımı veremiyorum!"
"Lütfen beni mazur görün, çünkü burası Türkiye, ne olur, ne olmaz!"
Onlar korkuyor ama bizim daha sert yazmamızı istiyorlar.
Bu mektuplar beni üzüyor, utandırıyor.
Böyle korkak bir toplum mu olduk?
Korkan lütfen bize mektup da yazmasın, mesaj da göndermesin!
Şovmen Mehmet Ali Erbil’i herkes tanır. Komedyendir, bazen açık, bazen kapalı espriler yapar, insanları güldürür.
Erbil, çok kişiden daha yürekli çıktı, mizahla muhalefet yapıp iktidarı çok net ve sert bir ifadeyle eleştirdi. Aydın geçinen insanların, işadamlarının ve bir kısım yazar-çizer takımının suspus olduğu bir dönemde Mehmet Ali Erbil’in sert çıkışı, korku dolu kitleleri utandırır mı, bilemeyiz. Erbil’in, iktidarı rahatsız eden sözleri şöyleydi:
"Hani çoğulcu demokrasi vardı? Hani insan haklarıydı? Bunlar her şeyi kendilerine yontuyorlar. Tek partili döneme mi döneceğiz? Böyle koyun gibi olursanız döneriz valla... Bunları da kimse size söylemez, sıkar biraz! Ülkeyi kötü günler bekliyor!"
Sert laflar bunlar... Mizahla muhalefet... Dinleyenler alkışlıyor. O devam ediyor:
"Evet, bunları söylüyorum. Artık bana iç çamaşırı getirirsiniz. Nereye koyuyorlar bilmiyorum. Kartal’a mı gelirsiniz yoksa Silivri Cezaevi’ne mi? Birilerinin konuşması lazım. Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?"
* * *
İnsanlarımızın korkusu, okurlarımdan birinin yolladığı bir Hint masalını aklıma getirdi.
Kediden korktuğu için endişe içinde yaşayan bir fare vardır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye döndürür...
Fare, kedi olmaktan mutlu olacağı yerde bu defa köpekten korkmaya başlar.
Büyücü bu kez de onu bir kaplana döndürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar.
Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkán yok... Onu tekrar eski haline döndürür ve der ki:
"Senin cesaretin yok, korkağın birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden sana yardım edemem!"
* * *
Korku, gelecek bir kötülüğü beklemektir. Birçok insanımız, hangi kötülüğü bekliyor ki böylesine yılgın ve korkak? Güçlükleri yenmek için yürekli olmak gerekiyor.
Korkmamak lazım... Korkak olana Tanrı bile yardım etmez!
İyi ve doğru şeyler yaptığınız vakit hayat öyle güzeldir ki...
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
22 Mart 2009
’KEMAL’ ismi bana çok sevimli gelir. Bu, "Mustafa Kemal"i sevdiğimdendir. "Kemal" denilince hep vatanperver insanları hatırlarım. Tabii ülkemizde "Artin Kemal"ler de yetişmiştir ama onlar istisnadır.
Şu isimlere bakın: "Yahya Kemal", "Yaşar Kemal", "Orhan Kemal", "Kemal Tahir". Hepsi de değerli şair ve yazarlarımızdır.
Kemal Baytaş bürokrasinin, Kemal Kınacı Babıáli’nin, Kemal Ulusu futbol dünyasının değerlerindendir. Sahi, Kemal Kılıçdaroğlu da var tabii... Bütün Kemalleri burada bir bir saymaya imkán yok elbette.
Bugün, TÜTAV (Türk Tanıtım Vakfı) Başkanı Kemal Baytaş’tan söz edeceğim.
Baytaş, 4 yabancı ülkeden "Onur Madalyası", bir ülkeden "Halk ve Dostluk Büyükelçisi", iki üniversiteden "Fahri Doktora" unvanları almış bir kişi... Geçen yıl Türk Dil Tarih ve Kültür Yüksek Kurumu’ndan "Sema Yıldızı", bir üniversite ve vakıf tarafından da "Örnek Vatandaş Ödülü"ne layık görüldü.
* * *
Kemal Baytaş, Ankara’dan İstanbul’a her gelişinde, onunla mutlaka görüşür, sohbet ederiz. Konuşmaları genellikle ülke sorunları üzerinedir, şunları anlatır:
"Batı álemi, Osmanlı’nın son dönemini ’Hasta adam’ olarak nitelemiştir. Tarihçiler bunun nedenini ’Yobazlık, sefahat, entrika, milli duygulardaki yozlaşma ve dışa teslimiyet’ diye belirtiyor. Yobazlık ve ilkellik, asırlar boyu ülkenin başına musallat oluyor. Her türlü yenilik, çağdaşlık, kültür, bilim, teknoloji, ’gávurluk diye’ dışlanıyor.
Kokuşmuşluk ve rüşvet, devlet yönetimine egemen oluyor. Şair o dönemi ’Selam verdim, rüşvet değil diye almadılar’ sözü ile anlatıyor.
* * *
Mevta haline gelen imparatorluk, leş kargası emperyalistlerin talanına uğruyor. Kapitülasyonlar ekonomiyi esir alıyor. Ülke kaynakları (şimdiki gibi) bir bir yabancılara peşkeş çekiliyor. Dönemin İngiliz Büyükelçisi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’ya ’Artık sonunuz geldi, batıyorsunuz’ diye takılıyor. Paşa ise bunu ’Hiç merak buyurmayın, yıllardır siz dışarıdan, biz içeriden her türlü melaneti çeviriyoruz ama yine de batıramıyoruz!’ diye yanıtlıyor.
Ancak, sonunda Osmanlı Devleti batıyor ama onun enkazı üzerinde ’Türkiye Cumhuriyeti’ adında yepyeni, modern bir devlet fışkırıyor. Türk milleti bunu Atatürk’ün önderliğinde, aç, perişan, ülkesi için savaşan ’Çılgın Türkler’e borçlu oluyor.
Şimdi ikinci bir ’Hasta adam’ dönemi yaşanıyor. Ama artık ne Atatürk, ne de o dönemin Çılgın Türkler’i var!
* * *
Osmanlı dönemindeki selam ve nafaka karşılığı olan rüşvetler, şimdi ’hanlar, apartmanlar, villacıklar, gemicikler’ aldırtıyor.
Abdülhamid dönemine taş çıkartan bir telekulak rezaletiyle ulusal bir stres ve korku, ülke üstüne kara bulut gibi çöküyor. Bunlar ise hálá boş nutuklar çekiyor! Uyutma politikası!
Osmanlı, Türklük yerine ümmetçiliği esas alarak milli ruhu yok ediyor, bunlar da Türklük ve milliyetçiliği ayrımcılık olarak görüp ulusalcılığı suç sayıyor.
Tüm anayasal organlar, medya, üniversiteler, odalar, barolar, sendikalar, laik Cumhuriyet’e sahip çıkın, korkunun ecele faydası yoktur!"
Böyle diyor Kemal Baytaş... "Sözlerin çok sert olmadı mı?" diyorum, "Hayır, az bile oldu" diyor.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
19 Mart 2009
ÜLKEMİZDEKİ gariplikler, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı da üzüyor... Dünya artık çok küçüldü, Türkiye’deki her olay televizyonlardan ve internetten, saati saatine izleniyor.
Yücel Dönmez 29 yıldır Amerika’da yaşayan bir gazeteci... Eski ünlü Günaydın Gazetesi’nin Chicago temsilcisi idi... Şimdi Amerikalıların sevdiği usta bir ressam oldu.
Türkiye’yi uzaklardan dikkatle izleyen Yücel Dönmez, üzüntüsünü yansıtan bir mektup yollamış. Şöyle diyor:
"Ülkemizden gelen haberler hiç de iç açıcı değil. Her gün sürprizlerle karşılaşıyoruz.
Türkiye’de Darwin’in sansür edilmesi olayını Amerikalılar gülünç karşıladı ve ilkel bir davranış olarak niteledi. Biz bunun utancını hissederken bir şok daha yaşadık.
Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın ’İstiklal Marşı okunurken saygı duruşu yapma zorunluluğu yoktur’ şeklindeki sözlerini biz Türkler şaşırarak dinledik.
İnsanlarımız milli değerlerine bu kadar saygısız olabilir mi?
Amerika’daki Türk Cemiyeti’nin Genel Kurul Toplantısı’nda bile, Türk ve Amerikan milli marşlarının söylenmesi ve saygı duruşunda bulunulması zorunluluktur.
Stadyumlarda maçlardan önce Amerikan Milli Marşı söylenir ve insanlar ayakta sağ ellerini kalplerinin üzerine kopup, yüzlerini bayrağa çevirerek gururla bu marşı söylerler.
Türkiye nereye götürülüyor, kuşku içindeyim.
* * *
Başbakan Erdoğan, kredi kartı ile borçlananları dürüst kabul etmiyor fakat fahiş faiz uygulamalarını dürüst buluyor. Peki, bu mağdurlar zevk için mi borçlanıyor?
Bakın size Amerika’daki durumu anlatayım:
Kredi kartlarına Amerika’da yüksek faiz uygulanır. Bunun nedeni, vatandaş gerçekten borcunu ödeyemez duruma gelirse, borçlarını sildiği içindir. Her Amerikalı 7 yılda bir defa, kredi kartı borcu nedeniyle iflas etme hakkına sahiptir.
Herkes bir şeyler konuşabilir fakat ülke Başbakanı konuşmadan, dünyadaki uygulamaları öğrenmeli ve insanları hemen üçkáğıtçı sepetine oturtmamalıdır.
* * *
Türkiye’de gazetecilik çok değişmiş! Artık doğruları yazanlara da ceza veriyorlar. Doğan Grubu’na yapılan, Amerika’da herhangi bir ulusal medyaya yapılsaydı, hükümet düşebilirdi.
Ülkemizde ise insanlar ’Burası Türkiye’ diye her garabeti normal karşılamaktan başka bir şey yapamıyorlar... Ve halk, gerçek gücün kendisinde olduğunun farkında bile değil.
Şimdi, üçkáğıtçı yerine konulan 2.5 milyon kredi kartı mağdurunun büyük bir kısmının yine AKP’ye oy vereceğine eminim. Sürü psikolojisi içindeki toplumumuzun her türlü sıkıntıyı hak ettiğini düşünüyorum. Bu başa bu tıraş!
* * *
Kredi kartları konusunda Chicago Başsavcısı ile görüştüm. Kredi kartı uygulamasında hem bankalara ve hem de vatandaşlara aynı derecede haklar verildiğini ve dengenin kurulmuş olduğunu anlattı. Amerika’da borçlarını ödeyemez hale gelen kredi kartı mağdurları, doğru olmak şartıyla, 7 yılda bir iflas etme hakkına sahip.
Amerika’da bir vatandaşın evinden buzdolabını, televizyonunu veya çamaşır makinesini haciz etmeyi düşünen bir avukatı derhal akıl hastanesine götürürler. Çünkü vatandaşın evdeki mallarına haciz, mantığın alamayacağı bir davranış olarak kabul edilir. Saygılarımla.
Yücel Dönmez-Chicago (YUC111@aol.com)"
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
16 Mart 2009
YEREL seçime iki hafta kaldı. Seçmenlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Neye oy verecekler? İyiye mi, güzele mi, doğruya ve erdeme mi?
Yoksa hortumcuya, hırsıza, arsıza mı?
Kriz derinleşiyor, işyerleri kapanıyor, işsizlik patlama noktasında...
Böyle bir dönemde binlerce aday, yerel seçimler için heyecanla mücadele ediyor.
Medya sürekli olarak, İstanbul’da Topbaş-Kılıçdaroğlu, Ankara’da Gökçek-Karayalçın-Mansur Yavaş düellolarına yer veriyor.
Bu konuda bir yorum yapmayacağım çünkü Büyükşehir adayları için söylenecekler hemen her gün yazılıp çiziliyor.
Ben Beşiktaş’ta, Etiler semtinde oturuyorum. Bu nedenle Beşiktaş’ın CHP’li Belediye Başkanı’nı tanıyorum. İsmail Ünal iyi bir dönem geçirdi ve CHP onu yeniden aday yaptı.
Bizim semtte İsmail Ünal’ın sanat sevgisi ve sanatkárlara olan desteği sitayişle anlatılıyor. Beşiktaş’a iki büyük meydan kazandıran Ünal’ın ayrıca Mimar Gökhan Avcıoğlu’na yaptırdığı Balık Pazarı’nın yenilenen yapısı da bir sanat eseri gibi. Bu iyi...
Fakat aynı CHP, Şile’de yaptığı büyük hatayı Bodrum’da da tekrarladı ve eski Başkan Mazlum Ağan’ı yeniden aday gösterdi. Bu kötü!
Skandalların ayyuka çıktığı, yolsuzlukların mahkemelere aksettiği Bodrum Belediyesi’nde, aynı başkanı tekrar aday yapmak, bilmem hangi CHP’linin aklı!
* * *
Bodrum’un Gündoğan Beldesi’nde bir evim var. Yaz aylarının bir bölümünü Bodrum’da geçiriyorum. Bu nedenle yarımadadaki belediye başkanlarından bazılarını tanıyorum. Bugün, 3 ayrı partinin 3 adayından söz edeceğim:
1) MHP’li Gündoğan Belediye Başkanı İbrahim Bilgi: 10 yıldır başkanlık yapıyor, şimdi yeniden aday... O bölgede doğup büyüdüğü için Gündoğan’ın sorunlarını çok iyi biliyor. Kısıtlı imkánlara rağmen bölgeyi kalkındırdı. Halkla ilişkileri sağlam. İbrahim Bilgi’nin karşısında kimler var bilmiyorum ama Gündoğan halkı yine onu seçer görüşündeyim.
2) CHP’li Yalıkavak Belediye Başkan adayı Mustafa Saruhan: Geçen dönem büyük oy farkı ile seçimi kazanıp Yalıkavak Belediye Başkanı olmuştu... Fakat icraatını tamamlama imkánı bulamadı. AKP’nin İçişleri Bakanı, onu görevden aldı. Saruhan’ın suçu herhalde CHP’li olmaktı! Bakan’ın haksızlık yaptığı her yerde konuşuluyor. Bodrum merkezinde hatalı davranan CHP Yalıkavak’ta doğru bir iş yaptı, dürüst bir yönetici olan Mustafa Saruhan’a sahip çıkarak "Adayımız yine Saruhan" dedi. Halk tekrar onu seçerek Bakan’a gereken cevabı verir sanırım.
3) Demokrat Parti Bodrum Belediye Başkanı adayı Mehmet Kocadon: İki dönem Ortakent Belediye Başkanlığı yapan ve başarı kazanan Mehmet Kocadon, çıtayı yükseltti, şimdi Bodrum için CHP adayı Mazlum Ağan ile mücadele ediyor. Bodrum Belediyesi’nin yolsuzluklarla çalkalanması ve davaların mahkemelerde devam etmesi, CHP adayı Ağan’ın büyük dezavantajı... Mehmet Kocadon bir Bodrum çocuğu, Ortakent’te doğdu, orada büyüdü. Varlıklı bir aileden geliyor. Babası Şerif Kocadon birkaç yabancı dil bilen, tüm gazeteleri okuyan, kitap tutkunu, geniş ufuklu bir Bodrumlu... Böyle bir babanın çocuğu olan ve yapıcı kimliği ön plana çıkan Mehmet Kocadon’un kazanırsa Bodrum’da gerçekleştireceği çok iş var.
* * *
Bazı dostlar "Demokrat Parti ülke genelinde zayıf. Bu yüzden Mehmet Kocadon’un şansı yok" diyorlar. Ben de "Olabilir ama Kocadon kazanamazsa Bodrum kaybetmiş olur!" diyorum. Sözün özü bu!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
15 Mart 2009
GEÇEN pazartesi günü çıkan "Hamdolsun açız" başlıklı yazımda, çok sayıda eseri olan Türk yazarlarından bahsederken Aziz Nesin’i atlamışım. Oysa Aziz Nesin, çok yakından tanıdığım ve eserlerinden önemli bir bölümünü kütüphanemde muhafaza ettiğim bir yazardır. Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığım Günaydın Gazetesi’nde 1970’li yıllarda onunla uzun süre beraber çalışmıştık.
Aziz Nesin, Muzaffer İzgü’den sonra en çok kitap yazan yazarımızdır, onun da 100’den fazla kitabı vardır.
* * *
Aziz Nesin, Günaydın Gazetesi’nin ilk çıkışında bir süre köşe yazarlığı yapmış, daha sonraki yıllarda ise redaktör olarak çalışmıştı. Kendisiyle uzun sohbetlerimiz vardır.
Önceleri Günaydın’ın ilavesi olarak yayınlanan, daha sonra bağımsız satılmaya başlanan "Ustura" adlı mizah dergisini hazırlama görevini de Aziz Nesin’e vermiştik.
Aziz Nesin’i kasten listeye koymadığımı iddia edenler oldu. Böyle bir şey elbette ki mümkün değil. Hem sevdiğim, hem de yakından tanıdığım muhteşem bir yazar olan Aziz Nesin’i bir dalgınlık sonucu atladığımı itiraf ederim.
Bu vesileyle, Aziz Nesin ile bazı dostlar arasında geçen ilginç bir sohbeti kısaca tekrarlamak istiyorum.
* * *
Aziz Nesin, 1995’te ölmeden birkaç yıl önce "Halkımızın yüzde 60’ı aptaldır" dediği vakit büyük gürültü kopmuştu. Millete hakaret ettiği iddiasıyla mahkemeye verilerek hapsi istenen ünlü yazarımız, uzun bir yargılama sürecinden sonra beraat etmişti. Bu beraat, bir bakıma toplum olarak "aptallığımızın" mahkeme kararıyla tescil edildiği anlamına da geliyordu.
Şimdi ona hak verenlerin sayısı çoğaldı, ama biz o günlerde bu ifadeyi yadırgamıştık.
Bazı dostları, ünlü yazara sormuşlardı:
"Aziz Bey, beraat ettiniz, tebrik ederiz. Fakat o sözlerinizde samimi miydiniz? Gerçekten halkımızın yüzde 60’ı aptal mıdır sizce?"
Aziz Nesin acı acı gülümsemişti:
"Ayıp olmasın diye oranı düşük tuttum. Daha fazlası aptaldır."
"Kaçta kaçı mesela?"
"Yüzde 93’ü..."
"Aman üstat, ne yapıyorsunuz?"
Aziz Nesin’in yüzündeki tebessüm daha da acılaşmış ve "1983 Anayasası’na oy verenlerin oranı yüzde 93 çıkmadı mı? İşte, böyle bir anayasaya oy veren herkes aptaldır!" demişti.
Aradan uzun yıllar geçti. Aziz Nesin’in verdiği yüksek rakama katılmak elbette ki mümkün değil ama... Haklılık payı olduğunu da itiraf etmek zorundayız.
* * *
Fukaralıktan, sıkıntıdan, eziyetten şikáyet etmeye artık hiç hakkımız yok.
Toplum olarak layık olduğumuz yönetime kavuşmuş bulunuyoruz!
Kriz her yanı sarmış durumda... İmalat sanayiinde üretim yüzde 24 düştü. İhracatımızın önemli bir bölümünü oluşturan taşıt araçları sanayiindeki üretim düşüşü yüzde 60 oldu. Dolar 1800’ü gördü, bir miktar geri döndü. Krize karşı mali önlemler almakta o kadar gecikildi ki... Ekonomi böyle çakılırken AKP sandıkta tavan yaparsa, rahmetli Aziz Nesin’in ünlü sözünü hatırlamak ve onu bir kez daha rahmetle anmak gerekecek!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
12 Mart 2009
BİR sevinç, bir sevinç... Obama, Türkiye’ye geliyor çünkü... İktidar memnun, yandaşlar mutlu... Bayan Hillary Clinton’ın açıklamasının yarattığı heyecan, Obama’nın nisan ayındaki geliş tarihine kadar sürecek!
İyi tabii... Obama’nın Türkiye’ye gelişi başlı başına bir olaydır. Zenci Başkan, dünyanın yeni düzenini kurmaya Türkiye’den başlayacak. İki ülkenin ortak çıkarları ve birbirlerine ihtiyaçları var. Bu nedenle, Dışişleri Bakanı Bayan Clinton tüm zarafetiyle açıkladı:
"Türkiye, modernlik ve laiklik ile İslam’ın birbiriyle bağlantılı olduğunu gösteren sıradışı bir örnek. İlişkilerimizin ve ortaklığımızın geleceğine dair çok olumlu görüş içindeyim. Başkan Obama, Türkiye ile dostluğa büyük önem veriyor."
İyi de, Başkan Obama bir şey almadan ne verecek bize?
* * *
Rahmetli İsmet Paşa, Amerika’yı kastederek "Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer" derdi. Büyük devletlerin liderleri de başka ülkelere bir şey vermeye değil, bir şeyler almaya giderler. Peki, Obama Türkiye’ye gelince ne almak isteyecek?
Amerikan askerlerinin Irak’tan, Türkiye yoluyla çekilmesini sağlamak...
Türkiye’yi, Afganistan savaşına daha çok asker yollamaya razı etmek...
Amerika’nın, İran’ın tehlikeli nükleer faaliyetlerini durdurmak iddiasıyla yapacağı olası bir operasyonda Türkiye’nin desteğini sağlamak...
Türkiye’yi, Kuzey Irak, İsrail-Filistin ve Kafkasya’daki sorunlar için önemli katkılarda bulunmaya razı etmek.
Türkiye, Obama’ya bu istediklerini verebilecek mi?
* * *
Bayan Clinton’ın açıklamaları, Washington ile Ankara’nın ortak bir çizgiye doğru yaklaştıklarını gösteriyor. ABD, Türkiye’nin bölgedeki öneminin arttığının bilincinde...
Peki, Obama ile Clinton’ın, seçim kampanyası sırasında "Ermeni soykırımını kabul edeceğiz!" sözleri ne oldu?
Ermenistan, Türkiye ile olan bugünkü sınırı tanımıyor ve toprak talep etme hakkını elinde tutuyor. Obama ve Clinton, Ermenileri seçim kampanyası sırasında hararetle destekledi. Şimdi ne oldu? Türkiye’yi darıltmamak için niyetlerini ertelediler! Zamanı gelince pişirip tekrar önümüze sürebilirler!
Seçim kampanyasında adayların farklı şeyler söyledikleri, Başkan olup sorumluluğu üstlenince farklı davrandıkları çok görülmüştür.
Obama ve sevimli Bayan Clinton, şimdi "Türkiye bizim stratejik ortağımız" diyor. Diyor da, bu ortaklık Mişon ile Salamon’un ortaklığına benzemez inşallah...
* * *
Salamon’la Mişon, çok para kazanıp mal mülk sahibi olduktan sonra ortaklıklarını ayırmaya karar vermişler. Mişon başlamış mal taksimine:
"Büyükada’da bir köşkümüz var ya, o köşk benim, Taşlıtarla’daki ahşap ev senin."
Salamon yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş: "Şişli’deki büyük mağaza benim, Kuledibi’ndeki dükkán senin."
Salamon yine yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş ama birden uyanmış:
"Bana bak, ne diye her seferinde kendini bana öptürüyorsun?"
Salamon "Hiiiç" demiş. "Ben becerilirken öpülmeyi severim de..."
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)