20 Haziran 2010
AVRUPA’nın bütün büyük kentlerini gezdim. Hemen hepsi de bakımlı, güzel, temiz şehirler... Avrupa şehirlerinin ortak özellikleri, parklarının ve meydanlarının bol oluşu... Denizi olmayan Londra’yı cazip kılan, o muhteşem parkları ve bahçeleridir.
Londra’da adım başına bir parkla karşılaşırsınız. İnsanlara huzur veren, nefes almalarını sağlayan devasa parklardır onlar...
Mesela, Hyde Park, Regent’s Park, Holland Park, St. James Park, Richmond Park, Gren Park, Greenwich Park, Battersea Park gibi parklarda insanlar mutludur, cıvıl cıvıldır.
Bazıları ortaçağdan beri kamuya ait olan park ve meydanları ile dünyanın en yeşil kentlerinden biridir Londra... Orada park ve bahçeler ayrı bir kişiliğe ve çekiciliğe sahiptir.
Londra halkı, bu açık alanlara müzik dinlemek, spor yapmak ya da sadece şehrin karmaşasından kaçmak için gelir.
* * *
Bir de İstanbul aklıma geliyor... Benim, ömrümü geçirdiğim İstanbul’umu düşünüyor ve tüm doğal güzelliklerine rağmen, park fukarası bir kent olduğunu görüyorum. İstanbul’un, doğayı sevmeyen, yeşilliklerden uzak duran, her geçen gün biraz daha betonlaşan bir yapısı var. Güzelim şehir, gün geçtikçe çirkinleşiyor.
“Neden biz Türkler, parklara ve meydanlara önem vermiyoruz?” diye düşünürken, Mimar Kentbilimci Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp’ten bir elektronik mektup aldım.
Kentleşme uzmanı olan Ahmet Vefik Alp de benim gibi, İstan-bul’da meydanlarımızın berbat edilmesinden şikâyetçi... Şöyle diyor:
* * *
“Şehirler ülkelerin gözleri, meydanlar da şehirlerin gözleridir.
Şehirler ülkelere, meydanlar da şehirlere kimlik verir. İstanbul’umuzun birçok meydanı var: Taksim, Beyazıt, Şişli, Beşiktaş, Üsküdar, Kadıköy, Karaköy, Sirkeci, Eminönü, Sultanahmet meydanları bunlardan bazıları...
Ancak bugün görüyoruz ki, biz İstanbullular bu meydanlara iyi bakamamışız, onları yol kavşağı, taksi, otobüs, minibüs depoları haline getirmişiz!”
* * *
“Meydanlar önce yayalar içindir.
Meydanlar toplanma, buluşma odaklarıdır. Genelde yerleşimin merkezinde yer alırlar. Törenler orada yapılır, bayramlar orada kutlanır, protestolar orada gerçekleşir.
Avrupa şehirleri bizlere en güzel meydan örneklerini sunmaktadır. Başı çeken İtalya’dır. Venedik’te San Marco, Roma Vatikan’da Saint Pierre meydanları insanoğlunun yarattığı en güzel meydanların başta gelenleri olarak kabul edilmektedir.
Bu meydanlarda yalnız yayalar vardır. Otomobil, otobüs yoktur. Her yıl binlerce turist bu ve benzer meydanları görmek, gezmek, oturup bir kahve içmek için buralara akmaktadır.”
* * *
“Başkentimiz Ankara’da da durum farklı değildir. Ulus ve Kızılay meydanları, araçlara teslim olmuşlardır. İzmir Konak Meydanı yeni uygulamasıyla yüzümüzü biraz güldürdüyse de ‘açık alan’ hüviyetinden mekân hüviyetine geçememiştir.
İstanbul’un bozulan meydanları için yıllardır birçok proje yapılmasına karşın bunlar uygulamaya girememiş, yeniden düzenlenen Beyazıt Meydanı ise arzu edilen ortamı yakalayamamıştır.
Araçlar egemenliğindeki meydanlarımızı, gerçek sahipleri yayalar için yeniden düzenlemeli, İstanbul’umuzu hak ettiği güzel ve çağdaş meydanlarına bir an evvel kavuşturmalıyız.”
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
17 Haziran 2010
ACABA Türkiye’nin ekseni mi kaydı?<br><br>Batı’dan vazgeçip Doğu’ya mı yöneldik? Günlerdir tartışılan konu bu...
Aslında havanda su dövülüyor. Eksen kaymasından söz etmek anlamsız!
Ortada zaten Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği anlamda bir “Batı ekseni” kalmadı. Uzun süredir din ağırlıklı “Ortadoğu ekseni” üzerinde dans eder hale geldik!
Kayacak eksen kaldı mı ki?
* * *
AKP iktidarının oluşturmaya çalıştığı eksen, din ve inanç üzerine kurulu!
Oysa ülkeler arasında inançlar değil, menfaatler ön planda olmalıdır.
Batı’dan uzaklaşıp, dini nedenlerle Arapların safında yer almamız, ülkemizin çıkarları açısından akılcı bir yaklaşım olabilir mi?
Bir devletin öncelikli görevi kendi insanlarının menfaatlerini korumaktır. Kendi ulusunun geleceğini tehlikeye atıp, başka ülkelerin savunuculuğunu yapmak doğru mudur?
Siyaset bilimcileri, dış ilişkilerde ideoloji ve inancın yeri olmaması gerektiğini söyler.
Oysa bunlar her şeyi din eksenine bağlıyor!
Başbakan Erdoğan, son zamanlarda Amerika’ya veryansın edip duruyor. Evet, Amerika, Ortadoğu’yu kana bulayan bir ülkedir. “Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı cehenneme çevirmiş, yüz binlerce masum insanın ölümüne sebep olmuştur.
Amerika’yı hep beraber eleştirelim, kızalım, çatalım ama Başbakan’a şunu da soralım: “Amerika bu kadar kötüyse, niye Washington’ı komşu kapısı yaptın? Neden Beyaz Saray’ı aşındırıp durdun? Neden Amerika’ya 18 defa giderek rekor kırdın?”
* * *
Devletler gerçeklerle idare edilir, hayallerle değil!
Şimdi de din kardeşliği hayalleri içinde “Arap hayranlığı” zirve yaptı.
Tayyip Bey, izlediği Arap yanlısı politikanın doğru olduğuna herkesi inandırmak için milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un (1873-1936) bir şiirindeki dizeleri kanıt gösterdi: “Türk Arap’sız yaşayamaz, kim ki ‘yaşar’ der delidir, Arap’ın, Türk ise, hem sağ gözü, hem sağ elidir.”
Mehmet Akif, bu dizeleri 1913 yılında, Türk-Arap Birliği’ni sağlamak, Osmanlı vatandaşı olan Arapların İngilizlerle işbirliği yapmasını önlemek için yazmıştı.
O zamanki adı Teşkilat-ı Mahsusa olan Milli Emniyet Teşkilatı, Mehmet Akif’i Arabistan’a göndermişti. Görevi Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek ve “karşı propaganda” yapmaktı.
Tüm çabalara rağmen, Mekke Şerifi Hüseyin’in teşviki ile ayaklanan Araplar, Osmanlı Türklerini kalleşçe arkalarından vurmuşlardı.
* * *
Başbakan Erdoğan, biraz okursa, Mehmet Akif Ersoy’un daha sonra yazıklarını da öğrenir.
Mehmet Akif, 1918’de Araplar için “Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar... Tegallüpler, esaretler, tehakkümler, mezelletler... Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler...” diye yazdı.
Mehmet Akif’in, son döneminde, bir arkadaşına yazdığı mektuptaki şu satırlar, Araplar hakkındaki gerçek düşüncelerini yansıtıyor: “Mısır’da, Arapların arasında tam 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım çıldırırdım. Sana halisane fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de... Allah benim canımdan alıp Mustafa Kemal’e versin.”
Büyük şairin bu sözleri gerçeği gözler önüne seriyor. Başbakan bunları da öğrenmeli!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
14 Haziran 2010
GAZETELERDE hemen her gün rastladığımız başlıklar:<br><br>“Savaş alanı değil, kaza meydanı!” “Ölüme birlikte gittiler!”
“Bir aile trafik kazasında yok oldu!”
Ülkemiz trafiğinde ölümsüz geçen gün yok!
* * *
Trafikteki ünümüz dünyayı sarmış... İyi bir ün değil tabii bu...
Turizm mevsimi başladı ya... Yabancı ülkeler, Türkiye’de tatil yapacak vatandaşlarını “Türkiye’de trafiğe dikkat edin!” diye uyarıyor ve bir sürü öğütte bulunuyor.
Haksız da sayılmazlar... Avrupalılar için Türkiye’de araç kullanmak “Sırat Köprüsü”nden geçmek gibi bir şey...
Yollarımız, her an kaza yapmaya aday çılgın ve bilgisiz sürücülerle dolu!
Trafik kazalarında neden dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olduğumuz, hemen her gün rastladığımız trafik canavarlarından belli!
Türkiye’ye gelen yabancıların büyük bir kısmı, her gün rastladıkları trafik magandalarını gördükçe “My God!” (Allahım) diye saçını başını yoluyor, “Burada araç kullanmak, Irak Savaşı’nda çarpışmaktan daha tehlikeli! Cehennemde gibiyiz!” diyorlar.
Trafikte ne zaman adam oluruz, bilemiyorum. Trafik denetimlerinin artması, cezaların yükseltilmesi, ehliyetlerin alınması, hiçbir şey trafik canavarlarına engel olamıyor!
Sonuçta, yollarda sapır sapır ölüyor, dünyaya da kötü bir nam bırakıyoruz.
* * *
Amerika’da, Avrupa’da, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere görevli bakanlıklar, tatillerini Türkiye’de geçirecek olan vatandaşlarını, bastırdıkları broşürlerle uyarıyor.
Broşürlerde yer alan uyarıların bir kısmı şöyle:
- Türkiye’de mümkünse araç kullanmayın. Kullanmak zorunda kalırsanız hayati tehlike içinde olduğunuzu bilmelisiniz.
- Karşınızdaki sürücünün doğru hareket yapmasını beklemeyin, her an yanlış yapacakmış gibi tetikte durun.
- Dikkatsiz ve yeteneksiz şoförlerin çok sayıda olduğunu her zaman göz önünde bulundurun. Bir aracı sollarken, sizi solamaya çalışan araçlara dikkat edin.
- Yol hakkını sinyal vermeden alan araçların başınıza dert açacağını unutmayın.
- Sağdan jet gibi pike yaparak önünüze geçmeye çalışan araçlar olacağını düşünün.
- Akan trafikte yola her an yayaların fırlayacağını hesap edin.
- Size geçiş hakkı tanımayan şoförlere bunu öğretmeye kalkışmayın, dayak yersiniz.
- Geceleri tek farla giden otomobilleri motosiklet sanmayın.
- Gereksiz yere selektör yakanlara kızıp sinirlerinizi bozmayın.
- Önünüze her an inek, eşek gibi hayvanların çıkabileceğini düşünün.
- Yollarda traktörlerin olabileceğini, arıza yapan kamyonların güvenlik önlemi almadan yolu kapatabileceğini unutmayın. Hedefiniz beklenmeyeni beklemek olmalı!
- Üzerinde “Allah korusun!” ya da “Kısmet” gibi deyimlere yer verilen araçlardan özellikle korkun. Onlar çok tehlikelidir.
- Türkiye’de otomobil kullanmanın büyük bir cesaret işi olduğunu unutmayın.
* * *
Evet... Bunlar hoş sözler değil ama yabancı ülkelerin yetkilileri, tatil için Türkiye’ye gelecek vatandaşlarını böyle uyarıyor.
Yapılan yayınlarda lehimize olan şeyler de var tabii... Bol güneş, sıcak denizler, etkileyici doğa ve ucuzluk! Türkiye’de tatil yapmak, yabancılara ucuz geliyor.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
13 Haziran 2010
GÖRÜNEN köy kılavuz istemez... Kılıçdaroğlu iyi gidiyor. “Biz işsizliği, açlığı bitireceğiz” sözünün hedefini bulduğu, Kılıçdaroğlu’nun, ezilen, yoksullaşan halkımızın umudu olduğu görülüyor. Kılıçdaroğlu çıtayı yüksek tutuyor. “Seçimde yüzde 40 hedefinizi revize ediyor musunuz?” sorusuna verdiği cevap, özgüveninin her geçen gün güçlendiğini ortaya koyuyor:
“Yüzde 40 mı?” diyor “O, bir ay önceki düşüncemdi. Şimdiki tahminim daha yukarı!”
* * *
Kılıçdaroğlu’nun siyaset sahnesinde ansızın yükselmesi Tayyip Bey’i rahatsız etti ama rahatsız olması gereken bir kişi daha var: Parti kurma hazırlığı içindeki Mustafa Sarıgül.
Peki, Sarıgül rahatsız oluyor mu? Bunu bilmiyoruz.
Ben, Sarıgül’ün bazı mitinglerini izledim. Çok kalabalıktı. Türkiye Değişim Hareketi’nin yüzde 10’luk seçim barajını aşıp, Meclis’e gireceği görülüyordu. Ancak...
Kişisel kanaatime göre, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı oluşu, Sarıgül’e kayan oyların önünü keseceğe benziyor.
Daha önce “Oyum Sarıgül’e” diyen birçok kişinin Kılıçdaroğlu’na yöneldiğini görüyorum.
İki hafta önce Mardin’e gitmiştim. Orada bölgenin başarılı gazetecilerinden DHA muhabiri Adnan Avuka ile konuşurken “Kılıçdaroğlu Mardin’de ne gibi bir etki yarattı?” diye sordum. Adnan Avuka’nın sözlerini aynen naklediyorum:
“İnanılmaz bir ilgi var ağabey... CHP’lilerin ilgilenmesi normal ama AKP’ye oy verdiğini bildiğim kişilerin Kılıçdaroğlu’na yönelmesi beni şaşırttı. Mardin’de değişik bir havanın esmeye başladığını görüyorum.”
Birçok kentte gelişen olaylar, Mustafa Sarıgül’ün işini zorlaştırdığını gösteriyor.
* * *
İşi zor olan bir parti lideri de Osman Pamukoğlu... Ben “Zor” diyorum ama o çok iddialı...
Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanı Osman Pamukoğlu yolladığı mektupta şunları yazıyor:
“Sayın Rahmi Turan... Halkın bu düzenden ve siyaseten kirlenmiş partilerden umudu kalmamıştır. Şu anda Türkiye’de ayakta kalan tek kale halktır.
Asıl mesele toplum değil, bireydir. Memleketin başına gelen her şeyden, yurttaş olan herkes, birebir sorumludur. Kimse olup biteni, ürkerek, çekinerek, korkarak kenardan seyredemez.
Ülkenin yazgısı, sonunda, kişilerin de yazgısı olacaktır. Hemen olmasa bile çocuklarınız başlarına geleni çekecektir.
Kimse kaçarak özgür olamaz! Hayat laf değil, karar ve eylemdir. Saygılarımla...”
Osman Pamukoğlu, bu mektubu, sıfat, unvan, statü ve sosyal konum bir tarafa bırakılarak çok sayıda insanımıza gönderdiğini belirtiyor. Mektupla birlikte yolladığı 42 sayfalık kitapçıkta “Sözümüz söz” diyerek partisinin yapacağı işleri anlatıyor.
Kısa ve öz cümlelerle hazırlanan kitapçıkta şu sözler dikkatimi çekti:
? Bir ülkede kötü gidişin bedeli ödenir. Güçlüler de, zayıflar da, akıllılar da, alıklar da öder.
Fark: Zayıflar ve alıklar daha önce, erken öderler. Diğerleri biraz daha geç.
? Korktuğun şey olur. Çekindiğin şey başına gelir. Bu ikisinden nasıl kurtulacağını öğrenmek ister misin? O zaman cevabı: Cesur ol, yeter!”
? Bir millet, siyasi ve ekonomik bağımsızlığını kaybedince, o millette herkes hiç olur.
? Bir ülkede adalet, güçlü sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı örümcek ağı olmamalıdır!
? Halkın bu düzenden, kirlenmiş siyasetten umudu kalmamıştır. Hür insanlar, uyanınız!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
10 Haziran 2010
HAYATIMIZ kavga içinde geçiyor.<br><br>Siyasette kavga, eğitimde kavga, sporda kavga, ekonomide kavga... İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırı insanlık dışıdır, gaddarlıktır ama biraz özeleştiri yapmakta da fayda var.
Olayda bizim tarafın hiç mi kusuru yok?
İsrail, yarattığı vahşetle yara almıştır, fakat bu olaydan biz de zararsız çıkmış değiliz. Dünya kamuoyu nezdinde itibarımız bir hayli zedelenmiş bulunuyor!
O gemilerin bu şekilde yola çıkmasına izin verilmemeliydi. İzin verildiyse mutlaka her türlü önlem alınmalıydı. Bu gibi işler “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” mantığı ile olmaz!
Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen bile Wall Street Journal Gazetesi’ne “Gazze seferinde İsrail’den izin alınmalıydı!” diye demeç vermedi mi?
Yandaş basın, çarpıtılmış bilgilerle yanıltıcı haberler yapıp “Başbakan Erdoğan, haklılığımız konusunda Obama’yı ikna etti” derken, Obama bunun tersini söyleyerek, “Savaş halinde olan İsrail’in, Hamas yönetimindeki Gazze için duyduğu güvenlik kaygısı meşrudur” demedi mi?
Tayyip Bey’in, Başkan Obama’yı haklılığımız konusunda ikna ettiği şarkısını, kendimiz söyleyip, kendimiz dinliyoruz!
* * *
Dışarıyı bir yana bırakalım. İçeride de kavga bitmiyor.
Siyasetin duayeni Kâmran İnan, son birkaç yıldır yaşadığımız hazin durumu “Herkes herkesle kavga ediyor. Kavganın kazananı yok, kaybedenleri çok. Devlet kaybediyor, millet kaybediyor, demokrasi kaybediyor” diye özetliyor.
Sürekli kavgaların yarattığı gerilim millette huzur bırakmadı.
Vatandaş güvenini yitirdi, daha da önemlisi umutsuzluğun girdabına sürüklendi.
Yoksulluğun kıskacındaki insanlarımız gülmez oldu. Yüzler asık, bakışlar kederli...
* * *
“Milletimize en iyi şekilde hizmet etmeye çalışıyoruz” diyen Başbakan’ın öfkeli tavrının millete hizmetle ne ilgisi olduğu anlaşılamıyor.
Devlet yönetimine talip olan ve halk tarafından kendisine başbakanlık gibi onurlu ve önemli bir görev verilen siyaset adamının böylesine hırçın olması doğru mudur?
Devlet görevinde kavga yoktur, hizmet vardır. Bir başbakan enerjisinin büyük bölümünü tartışmaya, ona buna laf yetiştirmeye harcarsa o ülkede işler iyi gider mi hiç?
Bu kötü gidişin bedeli, ülke için, millet için, hepimiz için ağır olacağa benziyor.
* * *
Önceleri fazla önemsemediği Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kamuoyunda umulandan fazla ilgi görmesi, zaten öfkeli olan Başbakan’ı daha da sinirlendirmişe benziyor.
Tayyip Bey, son günlerde enerjisinin büyük bölümünü dış olaylara ayırmasına rağmen, Kılıçdaroğlu’na da laf yetiştirmekten de geri kalmıyor.
Nedir Başbakan’ı kızdıran?
Kılıçdaroğlu’nun, hırçın olmayan, fakat her biri hedefini bulan sözleri, söylemleri... Baykal’ın gidişine memnun olan Tayyip Bey, böyle çetin bir ceviz beklemiyordu anlaşılan!
Kılıçdaroğlu halka “Bizim görevimiz onunla bununla kavga etmek değil, size iş bulmak, aş bulmak, içeride ve dışarıda onurlu bir Türkiye yaratmak” diyor.
8 yıldır ülkeyi yöneten Tayyip Bey, “Kavgalı ve kavgacı bir Türkiye” yarattı.
Kavganın kazananı yok, kaybedeni çok! Ancak bu gerçeği anladığımız zaman adam oluruz!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
7 Haziran 2010
ÜÇ yıl önceydi... Yaz mevsiminin başladığı günlerde Muğla yöresinde ılık, tatlı bir hava vardı... Muğla Valisi Temel Koçaklar, İçişleri Bakanı Osman Güneş’i, turistik bir otelin lokantasında ağırlıyordu. Temel Koçaklar, Muğla’ya yeni tayin edilmişti. Daha önce 6 yıl Mardin Valiliği yapmış, tarihi kente görkemli eserler kazandırmıştı.
Bugün Mardin’e gitseniz ve Vali Temel Koçaklar’ı sorsanız, hemen herkesten “O bizim efsane valimizdir” cevabını alırsınız.
Temel Koçaklar, başarısı nedeniyle büyük bir turizm merkezi olan Muğla’ya tayin edilmişti.
İçişleri Bakanı Osman Güneş, Vali’nin davetinde yediği İtalyan usulü risottoyu çok beğendi:
“Vali Bey, bu yemek çok nefismiş... Nasıl yapıldığını öğrenmek isterim” dedi. Aşçıbaşı çağırıldı. Bakan Güneş “İyi anlat ki ben bunu evde de yaptırayım” dedi.
Aşçıbaşı başladı anlatmaya: “Risotto İtalyan pilavıdır efendim. Yapımında pirinç çok önemlidir. İtalya’nın kuzey kesimlerinde yetiştirilen arborio pirinci idealdir. Arborio bulamazsanız, yerine kırık pirinç kullanabilirsiniz.
Soğanın tereyağında kavrulmasından sonra pirinç konulur. Sonra et suyu ve şarap eklenir...”
Birden lokantaya yıldırım düştü sanki... Bakan Osman Güneş ansızın, bir yerine iğne batırılmış gibi zıpladı, “Dur, dur! Ne dedin sen?” diye haykırdı.
* * *
Aşçıbaşı şaşkın bir halde bakarken Bakan Bey gürledi:
“Şarap dedin, değil mi? Risottoya şarap mı koyuyorsunuz, ha?”
“Evet efendim... Yarım bardak beyaz şarap.”
Muğla Valisi Temel Koçaklar’a dönen İçişleri Bakanı’nın sesi salonda gümbür gümbür öttü:
“Vali Bey! Bana bunu yapmamalıydınız. Risotto yemeğinde şarap olduğunu neden söylemediniz?”
Vali şaşırmıştı, “Risottoya şarap katıldığını ben de sizin gibi şimdi öğrendim. Nereden bilebilirdim Bakan Bey?” diye cevap verdi.
Osman Güneş, öfkeli bir şekilde kalkıp gitti ve bir Bakan’a yakışmayan hareketle, ilk işi Vali Temel Koçaklar’ı görevden almak oldu.
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Temel Koçaklar gibi başarılı bir valinin harcanmasına gönlü razı olmadığı için, onu Danıştay üyeliğine tayin etti.
* * *
Vali Koçaklar geçen hafta sonu, 4 yıl aradan sonra ilk defa Mardin’i ziyaret etti.
Fenerbahçe Kulübü İkinci Başkanı Mithat Yenigün, Mardin’in Midyat İlçesi’nde, turizme katkıda bulunmak için güzel bir butik bir otel açmıştı. “Kasr-ı Nehroz” adındaki şirin otelin açılışı nedeniyle TÜTAV Başkanı Kemal Baytaş, Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu, eski bakanlardan Işılay Saygın, yüksek yargı mensupları ve üst düzey bürokratlarla birlikte Temel Koçaklar da Mardin’e gitti.
Güneydoğu’nun günlük tek bölge gazetesi olan “İlkhaber Gazetesi” haberi muhabirleri Adnan Avuka imzasıyla bakınız nasıl verdi?
“Temel Koçaklar, Mardin’de krallar gibi karşılandı.
Mardin eski Valisi Koçaklar, dün havaalanında, Belediye Başkanı Beşir Ayanoğlu, Cumhuriyet Başsavcısı Fehmi Yılmaz, sivil toplum kuruluşları ve halk tarafından davul-zurna eşliğinde, çiçeklerle ve büyük bir coşkuyla karşılandı.”
Hey gidi dünya... Mardin halkı 4 yıl aradan sonra, eski valilerini sevgiyle bağrına bastı. Peki, onu harcayan eski İçişleri Bakanı Osman Güneş siyasette ne oldu? Kocaman bir hiç!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
6 Haziran 2010
MARDİN’e gidip de, orada yaşanan güzelliklerden söz etmemek haksızlık olur.<br><br>Geçen hafta sonunu Mardin’de geçirdim. Bu tarihi kent, turizm kıvılcımını 2000 yılında Vali Temel Koçaklar’la yakalamış.
Mardin’de 2006 yılına kadar 6 yıl valilik yapan Koçaklar, yeraltında kalmış ne kadar tarihi eser varsa gün ışığına çıkartmış. Mardin Kalesi’ni ışıklandırıp, görsel bir şölen haline getirtmiş.
Bugün Mardinliler “Türbesi Mardin Kalesi’nde olan Hazreti Hızır’dan sonra, bizim ikinci Hızır’ımız Temel Vali oldu. Hızır gibi yetişip kenti bugünkü görselliğine kavuşturdu” diyorlar. Vali Koçaklar, 2006 yılında Mardin’den ayrıldı, aradan geçen yıllar onu Mardin halkına unutturamadı.
Şimdiki Vali Hasan Duruer alınmasın ama bugün Mardin’de hangi esere baksanız “Temel Vali yaptırdı” diyorlar. Vali Temel Koçaklar şu anda Ankara’da, Danıştay üyesi olarak görev yapıyor. Onun ilginç hikâyesini yarın anlatacağım.
* * *
Mardin’i görkemli yapan tarihi, mimarisi, arkeolojik ve görsel değerleri...
İnsan emeğinin, insan becerisinin, dağdan çıkarılan taşı nasıl şekillendirdiğini, o taşları işleyip nasıl camiler, saraylar, konaklar, manastırlar haline getirdiğini Mardin’de tüm ihtişamıyla görebilirsiniz.
Mardin 3300 yıllık bir kent... Her dinden insanın yüzlerce, binlerce yıldır iç içe, kardeşçe yaşadığı, aynı coğrafyayı paylaştığı, sadece ibadet yerlerinin ve mezarlıklarının ayrı olduğu bir yerleşim bölgesi...
Dün olduğu gibi bugün de, çan sesleri ezan seslerine karışıyor. Burada yaşayanlar din-dil, ırk-cinsiyet-sınıf ayrımı yapmadan yaşıyorlar. İnsanlığın Mardin’den alacağı önemli dersler var.
* * *
Bu Güneydoğu kentinde Türk, Kürt, Arap, Süryani, Yezidi, Müslüman, Hıristiyan ortak ve kardeşçe birlikte yaşıyor.
Ortodoks Süryaniler dini bayramlarda Müslümanları kutluyor, Müslümanlar Süryanilerin Paskalya Bayramı’nda yumurta tokuşturuyor. Birbirlerinin cenazelerine gidiyorlar.
Halk türküleri ve şarkıları hemen hemen aynı.
Düğünlerde, baş üstünde dolu su bardağı ile yapılan reyhani raksıyla, birlikte oynuyorlar.
* * *
Mardin’de, mescitler hariç, neredeyse cami sayısı kadar kilise var. Ezan sesleri ve çan sesleri her gün peş peşe yankılanıyor.
Fenerbahçe Kulübü İkinci Başkanı Mithat Yenigün’ün, Mardin kadar eski olan Midyat İlçesi’nde yeni yaptırdığı turistik Kasr-ı Nehroz Oteli, taş işlemeciliğinin güzel bir örneği...
Midyat’ta çok sayıda Süryani aile yaşıyor. Mor Gabriel adındaki Süryani manastırında büyük boy Atatürk fotoğrafının asılı olduğunu gördüm.
Atatürk, Mardin için “Paşa olduğum diyar” der. Atatürk, generalliğe terfi edişinin müjdesini Mardin’de almıştır.
Süryaniler “Türkiye bizim ortak vatanımız” diyor. Bölücüler, onlardan ders almalı!
* * *
Mardin ve Midyat’ta o kadar çok anıtsal eser var ki... Her yerden tarih fışkırıyor. Taşların dile geldiği, inançların şiirselleştiği yerler oralar... 1500 yıllık, 2000 yıllık eserleri, Hz. Muhammed’in ayak izinin bulunduğu türbeyi ve Sakal-ı Şerif’ini, camileri, Süryani manastırlarını hayranlıkla gezdim ve dönüşte dostlarıma “Bir tarih hazinesi olan Mardin’i görmeden ölmeyin” dedim.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
3 Haziran 2010
İSRAİL’i ne kadar yersek, ne kadar kötülesek, vahşete ne kadar lanet okusak azdır.<br><br>Yapılanlar, insanlık suçudur. Düşmanca davranışı ile İsrail, Türkiye’nin dostluğunu kaybetmiştir.
Canilik, haydutluk, alçaklık, rezillik, gaddarlık gibi sıfatların hepsi İsrail hükümetinin suratına ur gibi yapışıp kalmıştır. Bunların hepsi tamam... Ancak, bizimkilerin hiç hatası yok mu?
İnsani yardım diye gemiler yola çıkıyor. İsrail “Gelmeyin, vururum” diye tehdit ediyor. İnadına gidiyorlar. Hadi, gittiler diyelim...
Peki tehditlere karşı neden önlem alınmadı?
Neden gerekli diplomatik çalışmalar yapılmadı?
Neden Birleşmiş Milletler refakati istenmedi?
Neden gemilere koruma verilmedi?
O zaman İsrail, uluslararası sularda böyle bir korsanlığa cesaret edebilir miydi?
“İnsani yardım” filosunu düzenleyen kim? İnsani Yardım Vakfı’nın Hamas ve El Kaide gibi örgütlerle yakınlığı biliniyor. İsrail, özellikle Hamas’a “can düşmanı” olarak bakıyor.
Böyle bir ortamda gemiler denize korumasız salınır mı?
* * *
İsrail’in yaptığı Türkiye’yi hiçe saymak, bilinçli olarak saldırıp Türkiye’ye meydan okumaktır.
Türk devleti bu olayla yaralanmıştır.
Erdoğan, bu nedenle çok ağır konuştu. İyi de... Yaptırımı olmadıktan sonra, kuru tehdidin ne faydası var? Bizimkiler kınamaktan, sert laflar etmekten başka ne yapabilir? Ağababası Amerika’ya güvenen “Ortadoğu’nun kabadayısı İsrail” herkese kafa tutmaya devam ediyor!
Arkasında çifte standartlı Amerika olduğu sürece, bu katil devleti kim cezalandırabilir ki?
ABD vahşete destek verdikçe, İsrail’in zor durumda kalması söz konusu olamaz! Ancak, Türkiye’nin dostluğunu kaybeden İsrail’in, ileride bunun sıkıntılarını göreceği kesindir!
* * *
Eleştiri ve lanetimiz, İsrail halkına değil, İsrail hükümetinedir. Haydut bir rejimdir bu!
Şunu vurgulamakta yarar var: Yahudi kökenli Türk vatandaşları, olaylar nedeniyle endişe duymamalıdır. Başbakan Erdoğan’ın onlara güvence vermesi doğru olmuştur.
Sergilenen vahşetten İsrail hükümeti sorumludur.
Biz, Türkiye’deki Musevi Cemaati’ne sevgiyle, saygıyla yaklaşmaya devam ediyoruz. Onlar bizim kardeşimiz, dostumuz, arkadaşımızdır. Bu topraklarda kader birliği ettiğimiz, ülkemizi paylaştığımız Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
* * *
Türkiye, dışarıdan da, içeriden de vuruluyor! İktidarın izlediği politikalarda bir yanlışlık var.
“Açılım” dediler, ülkeyi iyice böldüler...
Açılımların sonucunda Ermeni lobileri daha da azıttı, PKK terör örgütü iyice şımarıp gemi azıya aldı. İçeride ve dışarıda vahşi saldırılar arttı!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Güzel şeyler olacak” demişti.
Onun bahsettiği “Güzel şeyler” bunlar mı?
Teröristleri masum göstermenin, canileri sınırda törenle karşılamanın, katillere kahraman muamelesi yapmanın sonucu bu oldu, akan kanlar arttı!
Son bir ayın bilançosu, durumun ne kadar acı olduğunu açıkça gösteriyor...
Mayıs ayı içinde 23 şehit verdik! Son iki ayın bilançosu ise 34 şehit!
Oysa, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında terör sıfır noktasına inmişti. “Güzel şeyler olacak” beklentisi ülkeyi işte bu hale getirdi!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)