26 Temmuz 2010
12 Eylül 1980 gününü çok iyi hatırlıyorum.<br><br>Bir gün önce ülke büyük bir umutsuzluk içindeydi. Ülkücüler, devrimciler, solcular, sağcılar birbirine girmişti.
Üniversite öğrencileri, karşıt görüşte olanları öldürüyor, sokaklardan her gün en az on ceset toplanıyordu.
Polis, anarşiyi önleyemiyordu. Siyaset tıkanmış, bitmişti. Meclis bir cumhurbaşkanı bile seçemiyordu.
O günleri yaşamayanlar, ülkenin içinde bulunduğu vahşi manzarayı anlayamaz!
* * *
Hiç unutmam! 12 Eylül Darbesi’nden birkaç gün önceydi. Bir öğle vakti, Osmanbey’de dükkânların vitrinlerine bakıyor, kendime bir çift ayakkabı almayı planlıyordum...
Birden silahlar patladı! Peş peşe önce üç el ateş edildi, sonra iki kurşun daha sıkıldı!
Çığlıklar, haykırışlar, fenalık geçiren kadınlar!
Bir gölge, hızla koşarak kaçtı. Mağazalardan birinin vitrininin önünde, yirmili yaşlarda bir delikanlı kanlar içinde yatıyordu. Ceketi iki yana açılmıştı. Belinin iki tarafında da birer tabanca vardı. Sağ eli, tabancalardan birine doğru uzanmıştı ama çekmeye fırsat bulamamıştı. Katledilen çifte tabancalı gencin, İstanbul Üniversitesi öğrencisi olduğunu daha sonra öğrendim.
O gün, çeşitli semtlerde ve üniversite bahçelerinde on bir genç daha öldürülmüştü!
* * *
İşte, böyle bir ortamda 12 Eylül Darbesi yapıldı.
Aradan 30 yıl geçtikten sonra kabadayılık yapmak, “12 Eylülcüleri yargılayalım” demek kolay! Aradan geçen 30 yılda akılları neredeydi?
Halk, evinden çıkmaya korkar hale gelmişti. Analar-babalar, çocuklarını okula yollamaya korkuyordu. O gün “Allah razı olsun Evren’den” diyenler bugün ona yumruk sıkıyor!
Evren iktidardayken, önünde virgül gibi kıvrılanlar, şimdi kahraman kesildiler!
Bu arada şunu da belirteyim. Tüm basın Evren’i hararetle destekliyordu. Askeri, yönetimi, o günlerde sadece iki kişi eleştirmeye cesaret etmişti: Bekir Coşkun ve ben...
Bekir, “Yağmurda ıslanan adam” hikâyesini yazmıştı, ben de Ömer Seyfettin’in “Diyet” adlı hikâyesini anlatarak askeri rejimi eleştirmiştim!
Başka kimseden ses çıkmamıştı. O gün suspus olanlar, bugün adeta kahraman kesildi.
Tehlike olmayınca kahramanlık kolay oluyor!
* * *
Sanıyorum geçen yıl, Ertuğrul Özkök, Evren Paşa ile yaptığı bir konuşmayı yazmıştı. Evren Paşa ona: “Yapılacak bir referandumda, yargılanmam için ‘Evet’ oyu verilir de hakkımda dava açılırsa, kendi işimi kendim bitiririm. Bir kurşun yeter!” demişti.
Aradan hayli zaman geçti. Şimdi 12 Eylülcülere yargılanma yolunu açan değişiklik, referandum paketine konulmuş bulunuyor.
Aslında, 48 gün sonra yapılacak olan bu referandumda oylar “Evet” çıksa bile, 12 Eylülcüler yargılanamayacak. Çünkü zamanaşımı diye bir olay var. Anayasa değişikliği zamanaşımını kaldırmıyor.
Fakat diyelim ki referandum kabul edildi ve 12 Eylülcülere yargı yolu açıldı. Savcılar da 12 Eylül liderinin kapısına dayandı. Bu durumda Paşa ne yapacak?
Evren, Ertuğrul Özkök’e söylediği sözleri, birkaç gün önce de Bodrum Yalıkavak’ta yaşayan yakınlarına tekrarlamış ve şöyle demiş:
“Ben böyle bir durumu kabul edemem. Tabancamdaki kurşunlardan biri, her şeyi bitirmeye yeter. Sadece bir kurşun! Bumm! Ben, kendi işimi kendim hallederim. Onlara beni yargılama zevkini tattırmam! Hepimizin hakkındaki hükmü tarih verir!”
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
BİRKAÇ gün önce, bol yıldızlı bir Bodrum gecesiydi... Palmiye ağaçları arasından görünen muhteşem mehtap, lacivert gökyüzü ve yüzlerimizi okşayan ılık bir rüzgâr... Tipik bir Akdeniz gecesi... Ali Şen’in Yalıkavak’taki ünlü çiftliğinin büyük havuzlu terasında ilginç bir tablo vardı.
80 yaşını dolduran ünlü müzisyen İlhan Feyman, eşsiz trompetiyle Onuncu Yıl Marşı’nı çalıyor, 93 yaşındaki çınar Kenan Evren, kendinden emin bir sesle ve büyük bir içtenlikle ona eşlik ediyordu:
“Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne, güneş gibi doğarız.
Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri!”
Marş bittiği vakit, kadınlı-erkekli kalabalık gruptan coşkun bir tezahürat koptu.
Kenan Evren ve İlhan Feyman alkışlanıyordu. Paşa mutlu bir şekilde gülümsedi.
* * *
O gece Kenan Evren, Ali Şen’in şeref konuğu idi. Bir gece önce evinde küçük bir kaza geçirmiş, ayağı kayıp düştüğü için, hastaneye götürülmüştü.
Gecenin başlangıcında, davetlilerden Mehmet Barlas “Evren Paşa gelmeyecek” dedi.
Eski Deniz Kuvvetleri komutanlarından emekli Oramiral Orhan Karabulut Paşa bu habere üzüldüğünü saklamadı:
“Ben sırf Evren Paşa’yı görmek, saygılarımı sunmak için gelmiştim” dedi ve ekledi:
“Evren Paşa, hayatımda gördüğüm en dürüst, en düzgün, en temiz insanlardan biridir. Onun bu hasletine birçok defalar bizzat tanık oldum.”
* * *
Konuşmalar böyle devam ederken konukları bir sürpriz bekliyordu. Kapıda duran otomobilden Kenan Evren indi. Gülümseyerek ilerledi. Bir süre önce geçirdiği ağır ameliyatlara rağmen dinç ve zinde görünüyordu. Yalnız, biraz kilo vermişti...
Bir gece önceki ufak kaza nedeniyle hastaneye gittiği için gelmeyeceği sanılan Evren Paşa’nın ansızın çıkagelmesi, konukları hem şaşırttı, hem sevindirdi.
Evren, kendisini karşılayanların ellerini bir bir sıkarken, çok kişinin içten sevgiyle onun elini öptüğü görüldü.
Kenan Evren, merakla kendisine bakanlara hitap ederek:
“Ben, bu gece geleceğim diye Ali Şen’e söz vermiştim. Bir asker, her zaman sözünde durur. Gelemeseydim çok üzülürdüm” dedi.
Bir ara Paşa’nın gözü, Yalıkavak Belediye Başkanı Mustafa Saruhan’a takıldı:
“Başkan Bey” dedi “Bizim evde hiçbir sıkıntı kalmadı. Size teşekkür etmeye gelecektim ama fırsat bulamadım, yakında mutlaka geleceğim.”
Mustafa Saruhan, Evren’i saygıyla selamlayarak:
“Aman Paşam, zahmet buyurmayınız, ben size gelirim” dedi.
Evren’in, evindeki su ve kanalizasyon sorununu kısa sürede hallettiği için Belediye Başkanı’na teşekkür ettiği öğrenildi.
* * *
Evren Paşa, 12 Eylül 2010 Pazar günü “Anayasa Değişikliği Paketi” için yapılacak referandumda “12 Eylül 1980 Askeri Harekâtı”nın da oylanacak olmasından duyduğu rahatsızlığı, “Ayıp ediyorlar! Biz sanki durup dururken darbe yaptık. ‘Canımız sıkıldı, hadi gidip ihtilal yapalım’ mı dedik? Memlekette kan gövdeyi götürüyordu. Millet bize ‘Akan kanı durdurun’ diye baskı yapıyordu. Mecbur kaldık. 12 Eylül hareketinden sonra terör ve anarşi durdu, ülkeye huzur geldi. Şimdi, 30 yıl sonra 12 Eylül’le hesaplaşmaya kalkmak, ayıptır!” diye dile getirdi. (Yazıya yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2010
“YEMEN’de Türk izleri” başlıklı yazıma her yerden mesaj geldi. “Çok duygulandık, gözlerimiz yaşararak okuduk” diyenler olduğu gibi, Yemen hakkında bilgi isteyenler de var. Ben kısaca, bizimle ilgili bazı bilgiler verdikten sonra, okur mektuplarından söz edeceğim. * * *
Yemen 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethi ve Memlûklu Sultanlığı’na son vermesiyle Osmanlı yönetimine girdi.
401 yıl Türk idaresinde kalan Yemen, 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile terk edildi ve İngiliz hâkimiyetine girdi, 1962’de cumhuriyet ilan edildi. 300 binden fazla şehit verdiğimiz Yemen için söylenen türkülerin en hazini “Yemen Türküsü”dür:
“Burası Huş’tur, yolu yokuştur / Giden gelmiyor, acep ne iştir?”
Bu arada “Kahve Yemen’den gelir / Bülbül çemenden gelir” diyen neşeli Yemen türkülerimiz de var tabii...
* * *
Yemen, Arap Yarımadası’nın en ucunda bir ülke. Başkenti Sanaa...
Osmanlı, Yemen’i terk ettikten sonra, Yemen halkının iki yakası bir araya gelmedi.
İç mücadeleler bir türlü bitmiyor, Yemen dağlarında hâlâ kan akıyor!
Ülke fakirleşmiş, “Kahve Yemen’den gelir” türküsündeki kahve ağaçları gitmiş, yerini uyuşturucu özelliği olan “gat” ağaçları almış. Yemenliler, ağızlarında “gat” denilen bitkiyi sakız gibi çiğniyor, sonra da uyuşup bir kenarda sızıyor!
Tüm geri kalmış ülkelerde olduğu gibi Yemen’i de, Batı emperyalizmi bu hale getirdi.
* * *
“Yemen’de Türk İzleri” başlıklı yazıma gelen çok sayıdaki mesajdan iki örnek vermek istiyorum:
atillaengin@atillaengin.com yazıyor:
“Yemen ile ilgili yazınızı bir çırpıda okudum ve çok duygulandım. Bu muhteşem türkü, Yemen’e gidip de dönmeyen cesur yüreklerin türküsüdür. Basireti bağlanmış, hanedan kavgalarından zayıf düşmüş, harem saplantılı, kadınını doğumdan ölüme kadar bir hizmetkâr sayan Osmanlı’nın çıkarlarını savunmaya yeminli bu gencecik ve cahil aslanların türküsü...
Yurdu ve vatanı için hayatını feda eden aslanların...
Allah katında ölümsüzleşip cennete gideceğine inandırılan bu fidanlar, gözlerini kırpmadan ölüme gitmişlerdir. İşte, insanın iliklerine işleyen bu türkü onların türküsüdür. Acıların türküsü...
İsimsiz Anadolu âşığının yarattığı bu içli melodiyi ve sözlerini unutmamak, Yemen’de canını verip, meçhul mezarlarında ebedi uykularına dalmış şanlı kahramanlarımızı da unutmamaktır. Bu türkü her çalındığında, doğanın kutsal ve gizemli toprağı ile bütünleşen o ölümsüz bedenlerin ruhları okşanacaktır. Bilecekler ki, unutulmadılar. Bilecekler ki unutmadık!”
* * *
Yemen’in başkenti Sanaa’daki Büyükelçimiz Mehmet Dönmez’den haber geldi. Diyor ki:
“Yemen’de Türk İzleri başlıklı yazınızı duygulanarak okudum. Bu topraklarda sayıları 300 bine ulaşan şehit bırakmışız. Bu açıdan acı anılarla dolu bir ülke Yemen...
Türkiye’nin aziz şehitlerimizin ruhlarına borcu olan Sanaa’daki ‘Şehitlik anıtımız’ tamamlanmak üzeredir. Sayın Cumhurbaşkanımızın Yemen’e bu yıl gerçekleştirmesi planlanan ziyareti sırasında şehitliğimiz Osmanlı Kışlası’nın karşısında, tüm görkemi ile açılacaktır. Köşenizde Yemen şehitlerimizin anılarına yer verdiğiniz için şükranlarımı, selam ve saygılarımı sunarım.
Mehmet Dönmez / (Sanaa Büyükelçisi)” Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2010
AZ söyleyen çok rahat eder ama bunlar durmadan konuşuyorlar. Çok konuştukları için de hata yapmaktan kurtulamıyorlar tabii! Sürekli muhalefete çatmaları onlara puan getirmiyor! Çünkü ülkeyi muhalefet yönetmiyor.
Başarının da, başarısızlığın da sorumlusu iktidardır. Anahtar onlarda!
8 yılda ülkeyi getirdikleri nokta belli. Her şey apaçık ortada!
Tüm değerlerin altüst olduğu, sıkıntıların arttığı, sorunların büyüdüğü bir Türkiye’de yaşıyoruz!
Referandum tartışmalarıyla iki ay daha zaman kaybedeceğiz.
Ülke olarak yerimizde saymaya devam edeceğiz.
* * *
Büyüdüğü iddia edilen Türkiye’de, işyerleri kapılarına kilit asmaya devam ediyor.
İnsanlar işlerini kaybederken, işsiz olanlar da iş bulamıyor!
Acımasız zamlar can yakıyor!
Çevremize bakıyoruz, ekonomik çalkantıların yarattığı perişanlık yüreğimizi bunaltıyor!
Gazetelerin üçüncü sayfaları, Türkiye’nin aynası gibi:
Yoksulluk, sefalet, hırsızlık, cinayet, fuhuş, adam kaçırma, soygun!
Ülkemizde suçlar ve suçlular daha hızlı büyüyor!
Ya küçülenler? Siz, biz, hepimiz! Tüm Türkiye halkı, adalet sistemi, hukuk devleti, demokrasi irtifa kaybediyor.
İşçi, çiftçi, esnaf, memur, emekli küçülüyor! Ülkede ağlayan ağlayana!
* * *
Hadi biz bu işten anlamıyoruz diyelim. Ola ki, bakıyor, görmüyoruz. Ya da yanlış görüyor, yanlış değerlendiriyoruz. Peki, ya Rahmi Koç?
Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç’un, Çeşme Alaçatı’daki bir otel açılışında yaptığı konuşmada dedikleri şu:
“Ekonomik kriz bizi teğet geçmedi. Geçtiğimiz yıl dünya sıralamasında 178’inci iken, bu seferki sıralamada 95 basamak geriye düşerek 273’üncü sıraya geriledik. Bu bizim için olumlu sonuç olmadı, bizi düşündürüyor. Daha çok çalışmalıyız!”
Rahmi Koç’un, kendi şirketleri için söylediği bu sözler, gerçekte tüm Türkiye’nin halini yansıtıyor. En büyük kuruluşlar dahil, ekonomik krizden etkilenmeyen işyeri yok!
Tabii, devletle iş yapan, iktidardan nemalanan yandaş kuruluşlar hariç!
Tam tersine, kriz onların çoğunu büyüttü.
* * *
OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) Küresel Ekonomik Kriz ile ilgili bir rapor yayınladı. Raporda, global krizin dünyada en çok etkisini gösterdiği ülkelerden birinin Türkiye olduğu belirtiliyor.
“Şöyle büyüdük, böyle geliştik, aslanız, kaplanız” diye kendimizi aldatmamıza gerek yok. Rakamlar ortada! Dünyada tüm Batı ülkelerinden geri durumda olduğumuz görülüyor.
Kişi başına milli gelir sıralamasında 54’üncüyüz!
Millî gelir dağılımında 55’inciyiz!
Refah düzeyinde ise 92’nci sıradayız!
Başka söze gerek var mı?
“Bal, bal” demekle ağız tatlanmıyor, turşu fıçısından bal çıkmıyor!
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2010
FERHAT Göçer televizyonda yanık bir sesle “Yemen Türküsü”nü söylüyordu:<br><br>“Burası Huş’tur, yolu yokuştur/Giden gelmiyor, acep ne iştir?” O sırada Lütfü Akdoğan’ın “Krallar ve Başbakanlarla 50 Yıl” adlı kitabının ikinci cildini okuyordum.
Lütfü Akdoğan, 1960’lı, 1970’li yılların deneyimli gazetecilerindendir. Mısır’ın ünlü Devlet Başkanı Nasır’dan, Yugoslavya’nın efsane Devlet Başkanı Tito’ya kadar, tanımadığı, görüşmediği devlet başkanı kalmamıştır.
Akdoğan’ın meslek anılarını yazdığı kitapta “Yemen gezisi” bölümünü okurken, o uzak diyarlarda hâlâ Türk izlerinin, şehitlerimizin mezarlarının olduğunu düşünüyordum...
Aynı anda, hüzünlü güzelliğini yıllardır koruyan ünlü “Yemen Türküsü”nün televizyonda söylenmesi ilginç bir tesadüftü:
“Şu Yemen’e giden sular akmıyor/Cerrah gelip yaramıza bakmıyor/Yiğitlerin hiçbirisi kalkmıyor/Yemen çöllerinde kaldım Allah’ım!”
* * *
Lütfü Akdoğan anlatıyor:
“Yemen’i geziyorum dağ, bayır, ova... Bazen aşırı sıcak, bazen aşırı bir soğukla karşılaşıyorum. Yol diye bir şey yok. Her dağın zirvesinde bir köy. Her tepe bir aşirete bağlı ve aşiretlerin hepsi birbirine düşman. Ülkenin sahil bölümü denize sıfır. Yemen dağlarında savaş bitmiyor! Ölenlerle öldürenler aynı insanlar. İki taraf da Yemenli... Bazen aynı aşiretten oluyorlar. Ama esir alan Yemenli, esir aldığı Yemenliyi kırbaçlamaktan ve başını baltayla kesmekten hiç de geri kalmıyor.”
* * *
“Sana Kenti’nde kaldığım misafirhaneye giderken, etrafı daha dikkatli incelemeye başladım. Daracık sokaklar, herkesin böğründe bir kama, acayip çığlıklar, başı sarıklılar, sakalı bıyığı birbirine karışmış insanlar... Herkesin ağzında yumruk büyüklüğünde bir gat (Yemen’de yetiştirilen hafif uyuşturuculu bir bitki) sakız çiğner gibi çiğniyor. Çoğu insan uyuşmuş, sokaklarda yere uzanmış.
Sana’da hırsızlık suçundan üç kişinin idam edilişine şahit oldum. Her birinin, evvela kafası baltayla kesildi, sonradan da bir ağaca asıldılar. Tam bir vahşetti. Şarkının dediği gibi:
‘Giden gelmiyor, acep ne iştir?’
İşte anlaşılan, sebep bu vahşetti. Medeniyet ışığı bu halkı ne zaman aydınlatırdı?”
* * *
“Hudeyde, Yemen’in en gelişmiş şehriydi. Hudeyde sahillerinden tepelere bakıldığında hepsi Osmanlı’dan kalma toplar, makineli tüfek yuvaları, cephanelikler görünüyordu ve ayrıca şehrin içinde çok sayıda mescit, cami, kışla ve mezar taşları vardı...
İşte karşımda Manisalı Mehmet oğlu Süleyman, işte az ötede mezarı yarı açık harabeye dönüşmüş Mardinli Hüseyin oğlu Mustafa ve bunun gibi binlercesi... İstihkâmları, çakılı topları, mezarları ve mezar taşlarını, gözyaşları içinde öperek gezdim.
Yürürken dikkat ediyordum, Osmanlı’dan kalma, Mehmetçiğimden kalma bir mezar taşına basmamak için adeta çırpınıyorum. Kokluyorum mezar taşlarını ve hüngür hüngür ağlıyorum.
İçimde buruk bir acı, hüzün ve tarihe isyan eden bir duyguyla uçağa bindim... Ve aklıma o mezar taşları geldikçe, hep kan ağladım durdum. Tarihin kalıntıları bir türlü gözümün önünden gitmedi:
‘Eli Yemendir, gülü çemendir/Giden gelmiyor, acep nedendir?’”
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2010
AYNASINA kızan, talihine küssün! Ülkemizin durumu bu işte! Sürekli gerginlik, sürekli tartışma... Türkiye’yi bölünme noktasına getiren terör... Açılım balonları... Büyüklere masallar!
Şimdi de referandum konuşuluyor! Neymiş? Türkiye daha demokratik olacakmış! Oysa tam tersine... Vatandaş bu anayasa değişikliğini onaylarsa, ulus olarak bundan büyük zarar göreceğiz!
* * *
58 gün sonra, 12 Eylül Pazar günü yapılacak referandumda “Evet” oyları fazla çıkarsa, bakınız neler olacak?
Yürütme, yasama ve yargı siyasi iktidarın elinde toplanacak.
Siyasal iktidar üzerindeki anayasal denetim kalkacak.
Yüksek yargı, bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybedecek, hakemlik görevini yerine getiremeyecek.
İktidar, yargıyı kendine bağlamış olacağı için her türlü keyfi davranışta bulunup, Anayasa’nın tüm maddelerini çiğneyebilecek.
Hukuk devleti ağır yara alacak, bireysel haklar ve özgürlükler tehlikeye girecek!
Türkiye nefes alamayacak duruma gelecek!
AKP ve yandaşları, Anayasa Mahkemesi üzerine öyle ağır baskı uyguladı ki, sonuçta hâkimler de bundan etkilenip, çok net biçimde yanlış olan, oy verme usulü ve bir adayın nitelikleri dışında, değişiklik paketini Anayasa’ya aykırı bulmadılar. Ufak rötuşlarla yetinen Anayasa Mahkemesi bir bakıma “Ne haliniz varsa görün!” dedi, kararı millete bıraktı!
* * *
Kanada’da yaşayan entelektüel bir okurum var: Tarık Karslı. Yolladığı mesajda bakınız ne diyor?
“Bu oylama zamanında mutlaka Türkiye’de olacağım ve ‘HAYIR’ diyeceğim.
Bunun nedeni, bazı sayın yazarlarımızın açıkladıkları ince detaylar değil... Bu kadar saçma bir referanduma, 20 küsur maddeyi ihtiva eden şeye, aklıselim sahibi olan kimse ‘Evet’ diyemez! İçindeki, sadece tek bir maddeyi bile beğenmemişsen, diğerlerini beğensen bile yine de ‘EVET’ diyemezsin!
Dünyanın hiçbir yerinde (tabii Batılı demokratik ülkelerde) böyle çok yönlü referandum saçmalığı olmaz, olamaz!
Referandum için bir tek madde olur, bu kabul edilir veya edilmez!
Mesela, yaşadığım Kanada’da, Quebec eyaletinin ülkeden ayrılıp ayrılmaması için yapılan referandum gibi: Ya EVET, ya HAYIR... Selamlar... TARIK”
* * *
Batılı ülkelerde, halka danışılması gereken hayati konularda, Tarık Karslı’nın verdiği örnekteki gibi tek soru sorulur ve buna ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ cevabı istenir.
Bizdeki gibi, bazıları birbirinin zıddı olan 20’den fazla maddenin sorulduğu bir referandum görülmemiştir. Bu şark kurnazlığıdır!
Referandum paketine güzel, cazip maddeler de koyarak, içindeki sivri kazıkları saklamak istediler!
“Demokrasi gelişecek” lafı palavradır. Yüksek yargının, iktidarın buyruğuna girmesi ile demokrasi gelişmez, daha otoriter bir rejim ortaya çıkar, dikta gelişir!
Cumhurbaşkanlığı, Yasama, Yürütme, güvenlik güçleri, istihbarat örgütleri, medyanın bir bölümü zaten iktidarın elinde... AKP, bununla yetinmiyor, daha fazlasını, yani ülkedeki güçlerin hepsini eline geçirmek istiyor!
İktidarın, tehlikeli boyutlara varan bu iştahına ancak millet “Dur” diyebilir!
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2010
BU yıl Bodrum’a geç geldim... Geldim ama doğrusu pek iyi göremedim! Bir süre önce bu sütunda, Londra’dan Bodrum’a tatile gelen arkadaşım Bora Paran’ın Bodrum hakkındaki izlenimlerini nakletmiştim. Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon buna fena halde içerlemiş olacak ki, hemen bir basın toplantısı düzenleyip veryansın etmiş...
Aslında böyle yapacağına, eleştirileri olgunlukla karşılayıp, bunlardan faydalanma yoluna gitseydi daha doğru olmaz mıydı?
Mesela, Londralı Bora Paran’ı arayıp, “Bodrum hakkındaki görüşlerinizi lütfen bir de bana anlatınız” diyerek onunla diyalog kursaydı daha akılcı hareket etmiş olmaz mıydı?
Bizde âdet böyledir. Eleştirdiğiniz kişi “Dost acı söyler” sözüne inanmaz, sizi düşman olarak görür. Onlar artık büyük kişiler olduğundan, küçük işlerle uğraşmazlar!
Neyse, biz gelelim esas konumuza...
* * *
Bu yıl Bodrum esnafını ağlamaklı buldum. Yolların kötülüğü Torba kavşağında başlıyor, Yalıkavak’a doğru uzanıyor... Havaalanından Bodrum’a giden anayol kum, çakıl, demir gibi inşaat malzemeleriyle kaplı... Turizmin en civcivli döneminde, anayol yer yer tek şeritten işliyor.
Ölümlü kazaların çok olduğu Torba kavşağına üst geçit yapılıyor. Bu iyi ama inşaatın aylarca sürmesi ve turizm mevsiminin tam ortasında trafiği felç etmesi hiç iyi değil!
Bu geçit, turizm sezonunun dışında yapılamaz mıydı?
* * *
Bir kısım Bodrum esnafı “Gece müzik ve içki yasağı geldi, bizim işler daha da bozuldu” diyor.
Araştırdım. Evet, gece 23.59’dan sonra müzik yasağı başlıyor ama sadece açık mekânlarda... Disko ve barlar, kapalı bölümlerinde sabah saat 04.30’a kadar açık.
“Gece saat 24.00’ten sonra müzik çalmak da, içki servisi yapmak da yasaklandı!” iddiasının gerçeği tam olarak yansıtmadığı anlaşılıyor.
Zaten böyle bir uygulama gerçekleşirse, Bodrum çok ağır bir darbe yer ve “ölü kent” haline gelir.
Özellikle yabancı turistler Bodrum’a, sabahlara kadar müzikle çoşup eğlenmek için geliyor. Çevre Bakanlığı’nın talimatıyla başlayan müzik yasağı, şu an için sınırlı görünüyor.
Gürültülü müziği önlemek elbette ki gerekli ama her şeyin bir ölçüsü var. “Vur” deyince öldürmek doğru değil!
Müzik ve içki konusundaki yasaklar temelde AKP’nin yaşam felsefesine uygun ama bu ülkede herkes onlar gibi yaşamak zorunda değil ki!
* * *
Geçen yıl Bodrum yarımadasına 1 milyon 300 bin civarında yabancı turist gelmişti. Bu yıl, yabancı turist sayısının 1 milyon 600 bine ulaşması hedefleniyordu. Fakat mevsimsiz yol çalışmaları ve delik deşik tozlu yollarla bu rakama ulaşmak mümkün değil!
“Bodrum, Bodrum olalı böyle sıkıntılı dönem yaşamamıştı!” diyenler haklıdır.
Bodrumlular “AKP buradaki 11 belediye başkanlığının hiç birisini kazanamadı. Bu yüzden bize eziyet ediyor. Karayolları yaz ortasında yaz-boz tahtası gibi yolları delik deşik ediyor. Çevre Bakanlığı da müzik yasağı başlattı!” diyorlar.
Bodrum’da bu yıl, turizmin kalbi tekliyor!
NOT: Bodrum’da en iyi durumda olan sanırım Gündoğan, Yalıkavak, Ortakent-Yahşi ve Konacık beldeleri... Gündoğan sahilinde, başta Terzi Mustafa’nın Yeri ve Reana olmak üzere, lokantaların her gece dolu olduğunu görüyorum. R.T.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2010
EYÜP Karadayı spor yazarıdır. 50 yıldır maçlar yazar, futbol yorumları yapar. Aynı zamanda bir fıkra fabrikasıdır. Babıâli’de, anlattığı fıkralarla da haklı bir isim yapmıştır. Bu pazar, Karadayı’nın, yeni basılan “Ayıptır Söylemesi-3” adlı fıkra kitabından iki fıkra nakledeceğim.
* * *
Ailenin tek kızı Londra’da okumaktadır. Ne var ki, bu güzel kızdan uzun zamandır hiç haber alınmamıştır. Tüm aile merak içindedir.
Derken günün birinde postacı bir mektup getirir. Hem de Londra’daki kızdan!
Aile toplanıp, babanın mektubu okumasını merakla bekler. Baba ağır ağır okumaya başlar:
“Sevgili baba ve anneciğim. Uzun zamandır size yazamadım. Beni affedin. Ama özel yaşamımda önemli değişiklikler oldu.”
Herkes, tam bir sessizlik içinde dinler. Baba devam eder okumaya:
“Bizim okuldan bir Hintli öğrenci arkadaşımla evlendim. Bu esrarkeş Hintli ile evlenmek zorundaydım. Zira daha önce hamile kalmıştım! Yakında bir bebeğimiz olacak!”
Baba güçlükle okumayı sürdürür:
“Kocamı seveceğinizi sanıyorum. Beni de esrar içmeye alıştırmasından başka kötü bir yanı yok! İkimiz de, bulup buluşturup esrar içerek geceleri parkta yatıyoruz. Paramız yok ama mutluyuz! Çok sıkışıp aç kalınca, sağdan soldan bir şeyler çalıp idare ediyoruz. Çok şükür henüz polise yakalanmadık!”
Tüm aile perişan vaziyette... Ağlayanlar, baygınlık geçirenler var!
Baba yutkunup, güçlükle mektubun sonunu getirmeye çalışır:
“Kaliteli esrar bol olduğu için yakında Afganistan’a gideceğiz. Muhtemelen yolda bir ülkede doğum yaparım. Dönüşte İstanbul’a, size uğramaya niyetliyiz. Eğer bize şimdiden biraz esrar bulursanız çok seviniriz! Şimdilik elveda!”
Baba, bitkin vaziyette elindeki mektubu fırlatıp atar. Ağlayanlar, bayılanlar gırla!
Bu sırada kenarda sessizce olayları izleyen ailenin küçük oğlu, eğilip yerdeki mektubu alarak babasına seslenir:
“Baba! Bak! Ablam mektubun en sonuna ‘Sayfayı çevirin’ diye yazmış!”
Baba, mektubu alıp arkasını çevirince, gözleri parlar ve yüksek sesle okur kızının son satırlarını:
“Bütün bu yazdıklarımın hepsi yalan! Ben sadece sınıfta kaldım, o kadar!”
Odanın içi birden bayram yerine döner!
Herkes birbirine sarılarak, kızlarının sınıfta kalışını kutlarlar!
Ne demişler? “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” bu olsa gerek!
* * *
Ülkenin birinde işbaşına gelen bir başbakan, zamanla diktatör olmuş. Astığı astık, kestiği kestik!
Bu adam, ava da meraklıymış!
Bir gün erkenden ava çıkmış, ancak, akşama kadar bir keklik bile vuramayınca, bu uğursuzluğu, sabah konutundan çıkarken rastladığı bir sarhoşa atfederek, bu uğursuzun yakalanıp kafasının vurulmasını emretmiş!
Sarhoşu bulup, diktatör başbakanın karşısına getirmişler!
Cellat hazır! Garibin kelle gitti gidecek!
Sarhoş, son bir umutla başbakana seslenmiş:
“Yüce efendim, sana son bir sözüm olacak. İzin verir misin? Sabah ilk beni gördün ve bir keklik bile vuramadın. Şimdi ‘Uğursuz sensin’ diyorsun. Tamam! İyi ama, benim de sabah ilk gördüğüm insan sensin. Sen keklikten oldun, fakat benim kellem gidiyor! Allah rızası için söyle, uğursuzluk hangimizde daha fazla?”
Bu sözler üzerine başbakanın aklı başına gelmiş ve adam kelleyi kurtarmış! Kıssadan hisse!
Yazının Devamını Oku