3 Ekim 2010
MADEM siz Anayasa’dan söz ediyorsunuz, lafa ben de karışırım dercesine Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da kimsenin kendisinden bir görüş beklemediği sıradaAnayasa’da yapılabilecek değişiklikler konusunda görüş açıkladı.<br><br>Açıkladı ama galiba bir çuval inciri de berbat etti. Sonra da düzeltmeye kalktı. Önce ne dediğine bakalım.
Anlaşılan Ankara’daki deneyimli 4 gazeteci kendisini ziyaret etmiş. Söylediklerini Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir şöyle aktarmış:
“Bence (değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen) ilk 3 maddeyi dondurmak, evrensel hukuk kurallarına uygun değil. Laikliği, demokrasiyi, hukuk devletini daha ileri götürecek düzenlemelere engel olmaması gerekir. Değişiklikler, ilk 3 maddedeki değerleri geri götürmüyorsa, Anayasa Mahkemesi izin veriyor. Bu değerlerin içini boşaltan düzenlemelere ise izin vermiyor. O nedenle gerektiğinde ilk üç maddeye pozitif olarak dokunulabilir. Bu hassas bir nokta.”
Baktık, SABAH Temsilcisi Kılıç’ın sözlerini yukarıdakine yakın bir ifadeyle nakletmiş. Türkiye Gazetesi ise kullanmamış.
Haşim Kılıç, bu sözlerini “İlk üç madde değiştirilebilir demek istedi” diye anlamlandıran meslektaşımızı sonra tekzip etti. “Benim sözlerimi Hürriyet, Sabah ve Türkiye gazeteleri doğru yansıttı” dedi.
Sayalım ki o arkadaşımız gerçekten “ilk üç madde değiştirilebilir” derken, söylenmiş olanların anlamını biraz zorladı.
Peki ama Kılıç’ın sözlerinden “İlk üç maddeye dokunulamaz çünkü onların değiştirilmesi teklif dahi edilemez” anlamı mı çıkıyor yoksa “Anayasa Mahkemesi bu maddelerdeki değerleri ileri götürecek değişikliklere izin veriyor” mu demek istiyor?
Maksadı bu ise o bir bakıma “malumun ilamı”dır.
Ama SABAH’taki haberde, “Anayasada ilk üç maddeyi dondurmak evrensel hukuk kurallarına uygun değil” dediği de bildirildiğine göre asıl doğru mesajı Metehan Demir’in verdiği anlaşılıyor.
O zaman Haşim Kılıç’a sormak gerekiyor:
“Anayasamızın ilk üç maddesinin içeriğini beğenmediğiniz için mi onları ‘Evrensel Hukuk kurallarına aykırı’ buluyorsunuz, yoksa ‘Anayasalarda değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerin bulunması evrensel hukuka aykırıdır’ mı demek istiyorsunuz?”
Eğer ilk 3 maddenin “içeriğini” beğenmiyorsa Kılıç neyi beğenmediğini söylemelidir.
Öyle ya “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyen birinci maddeyi, “Türkiye Cumhuriyeti (...) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyen ikinci maddeyi yahut “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye başlayan üçüncü maddeyi beğenmiyor olabilir. Biz de o konuda düşündüklerimizi ifade ederiz.
Yok “Anayasa’da değiştirilmez hüküm olamaz” demek istiyorsa Alman Anayasası’nın 21 maddesinin, Yunanistan ve Portekiz Anayasalarının da bazı maddelerinin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini” kendisine anımsatmamız yetmez mi?
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2010
SAADET Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un varacağı yer bu idi. Ama ya Necmettin Erbakan’la siyaseten karşı karşıya gelmenin ne demek olduğunu denemediği için yahut da gerçeği öteki arkadaşlarının da görüp anlamaları için bekledi. Ve Erbakan’ın gerçek yüzünü arkadaşlarına gösterince yolunu ayırdı.
Şimdi artık Necmettin Erbakan’ın elinde, oğlu Fatih Erbakan’ı “Genel Başkan” yapacağı, kızı Elif Erbakan Altınöz’ü tahta geçme sırasında ikinciliğe yerleştirebileceği bir parti var.
Ne var ki o partinin 81 ildeki örgütünden 66’sının İl Başkanı ile 74 Belediye Başkanından 67’si Necmettin Erbakan’ın değil Numan Kurtulmuş’un izinden giderek siyaset yapacaklarını açıkladılar.
Eğer bu görüntü parti örgütünün eğilimlerini de yansıtıyorsa, Kurtulmuş’un ve arkadaşlarının ayrılmasından sonra Erbakan’ın elinde Saadet Partisi değil, onun koçanı kalır.
Aslında Numan Kurtulmuş’un Genel Başkanlığını biz bir bakıma dostumuz Altan Öymen’in CHP Genel Başkanlığına benzetiyoruz.
Öymen uzun yıllardır CHP üyesidir ama örgüt içi tepişmeleri, kapışmaları ve kavgaları bilmez. O nedenle particilikte hangi sözün ve hangi tavrın ne anlama geldiğini fark edemez.
Nitekim edemedi. Sandı ki gider örgütü dolaşırsam, onların gönlünü alır, fikrini sorarsam... Onları motive edip seçime hazırlarsam başarılı olurum.
O öyle yapadursun örgütü asıl, ilçe veya il yönetimini kimin nasıl ele geçirebileceği ve gelecek seçimde kimin aday listesine gireceği soruları ilgilendiriyordu. Yapılanma da Altan Öymen’in hedeflerini değil, bu hedefleri gerçekleştirmeye göre oluşmuştu.
Nitekim parti içi iktidarı, örgütün böyle yapılanması sayesinde elde bulunduranlar Altan Öymen’in Genel Başkanlığına kısa zamanda son vermeyi başardılar.
Ama Öymen’in aklına “partimi vermem” türü bir düşünce gelmedi.
Zaten siyasette Erbakan kadar “müz’iç” (bıktırıcı) bir tip bulmak kolay değildir. Nitekim bu sütunu izleyenler, kendisinin Türkiye Ticaret Odaları ve Borsaları Birliği (TOBB) Genel Sekreterliği döneminde (yıl 1969) Başbakan Süleyman Demirel’i nasıl bıktırdığına ve sonunda Odalar Birliği binasındaki odasından polis marifetiyle nasıl dışarı atıldığına ilişkin anekdotları anımsayabilirler.
Hoş oraya gitmeye de gerek yok. Erbakan’cı eli sopalı militanların gözdağı vermek için, Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının katıldığı iftar sofrasını bastıklarını anımsamak yeter.
Numan Kurtulmuş, siyasete artık kuracağı yeni partide devam edeceğini açıkladı. Ama bu açıklamada Erbakan zihniyetiyle yapılan particiliği eleştirmekten geri durmadı. Örneğin:
“Firavunlaşmayacağız, Karunlaşmayacağız, Belamlaşmayacağız (Araştıran arkadaşlarımıza göre “Belam”, Karun döneminde yaşamış bir din adamıymış. Bu adam Karun’un zulmünü dini kılıfa uydurarak meşrulaştırırmış. -O.E.), kamunun kaynaklarını zenginleşme ve servet aracı olarak kullanmayacağız, dini siyasete alet etmeyeceğiz” dedi.
Bu sözleriyle başka kimlere gönderme yaptı dersiniz?
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2010
KAVGANIN hukuki boyutunu Adalet Bakanlığı kazandı. Çünkü Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısını bugünkü siyasi iktidarın arzusuna göre değiştirecek olan Anayasa hükümleri, 12 Eylül referandumuyla kesinleşip yürürlüğe girdi. Anlaşılan bu ihtimali göz önünde tutarak Adalet Bakanlığı mutfağında bir süredir hazırlıklar yapılıyormuş.
Aksi söz konusu olsa, Anayasa’daki yeni hükümlerin yürürlüğe girmesi üzerinden sadece 2 hafta sonra HSYK ile ilgili bir yasa taslağı hazırlanıp kamuoyuna sunulamazdı.
Çünkü Türkiye’de bu kadar hızlı bir bürokrasi yok!
Taslağın kendisine gelince, daha önce Anayasa tartışmaları sırasında ifade ettiğimiz temel görüşü tekrarlamaya mecburuz:
Anayasa’nın getirdiği formül yargıyı bağımsızlaştırıcı nitelikte değil ki, bu taslağın şekillendireceği tasarı ve onun yasalaşmış şekli iyi olabilsin.
“Yargıda reform yapacağız” dediler, “reform”un temel kurumu olan İstinaf Mahkemeleri’ni 3 yıl önce kurmuş olmaları gerekirken, daha bir tekinin bile kapısını açamadılar.
Adalet ve Kalkınma Partisi Programı’nda verdikleri sözün tam aksini yaparak “yargı bağımsızlığını” daha da zedeleyen hükümler getirdiler. Örneğin 22 üyeli yeni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinden 4’ünü doğruca tayin hakkını Cumhurbaşkanı’na bırakarak; Bakan ve Müsteşar’ı kuruldan çıkarmayarak; Adalet Bakanlığı’na bağlı olan Türkiye Adalet Akademisi’ne 1 üye seçme hakkı tanıyarak zaten 7 üyeyi doğrudan doğruya yürütme gücünün emrine tahsis etmiş oldular.
Geri kalan 5 üye bildiğiniz gibi Yargıtay ve Danıştay üyeleri tarafından doğruca seçilecek. Onların bağımsızlığını tartışamayız.
Yasanın getirdiği asıl yenilik Genel Yargı’nın seçeceği 7 ve İdari Yargı’nın seçeceği 3 üye ile ilgili.
Bu yenilik sadece HSYK üye sayısının artması sonucunu doğurmayacak. Genel ve İdari Yargı’dan gelen üyeler seçildiği zaman ortaya çıkan tabloya bakarak Türk kamuoyu ya, “Bu HSYK yargının bağımsızlığına sahip çıkabilir” diyecek veya “Yargının herhangi bir devlet dairesinden farkının kalmadığı bir döneme girdik” hükmünü verecek.
O nedenle HSYK’ya gönderilecek üyeler için oy verecek olan yargıç ve savcılar tarihi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunuyorlar.
Yukarıda söylediğimiz gibi “tasarı taslağını” hazırlama konusunda hayli “eli çabuk” davranan Adalet Bakanlığı’nın, önümüzdeki günlerde yapılacak HSYK üyeliği seçimleri konusunda da boş durmadığı duyuluyor.
Hoş bugünkü Adalet Bakanı’na bakan bir insan, onun HSYK üyeliği seçimleriyle ilgili kulisi çoktan başlatmış olacağını tahminde zorlanmaz.
Bakanlık kendi siyasi anlayışına uygun isimlerin seçilmesini isteyeceğine göre, o isimlerin kazanacağı bir seçimin, “bağımsız yargı” kavramını çöpe atma anlamına geleceğini bilmek gerekir.
O nedenle bakanlığın hazırladığı yasa taslağından önemlisi, HSYK’ya gönderilecek yargıç ve savcıların “hukukun üstünlüğü”ne mi, “hükümetin üstünlüğü”ne mi inandıklarıdır.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2010
ANLAŞILAN bir tek bizim değil Adalet ve Kalkınma Partisi yöneticilerinin de aklı karışmış. Nitekim CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Getirin Anayasa önerinizi, bir hafta içinde oturup konuşalım. Seçimlerden önce de yeni Anayasa’yı kabul edip yürürlüğe koyalım” diye özetleyebileceğimiz önerisini “samimi” bulmamışlar. Kemal Kılıçdaroğlu bazen üzerinde yeterince konuşulup tartışılmamış, partinin yetkili organlarında görüşülüp kabul edilmemiş politikalar ilan ediyor.
Bir bakıma “Bu partinin politikalarını ben belirlerim” diye düşünüyormuş gibi davranıyor.
Oysa öyle değil... Daha doğrusu Deniz Baykal o kafadaydı ama, izlediği metodu kendisinden başka beğenen yoktu.
Kemal Kılıçdaroğlu eğer CHP’nin üzerinde çalıştığı bir Anayasa taslağına sahip olsa onu bilirdik. Çünkü öyle bir projenin en azından temel ilkeleri Kurultay’da tartışılır, orada alınan kararlar doğrultusunda hazırlanan CHP Anayasa Taslağı ortaya çıkar. Bizler de alır, okur, öğrenir, “Demek ki CHP bunu istiyormuş” derdik.
Oysa yok öyle bir şey... Hatta, partinin kurultayından geçmiş programında:
“Dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan ihtiyaçların karşılanması amacıyla anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesinin parlamentoda sağlanacak uzlaşmayla gerçekleştirilmesi hedef alınacaktır” deniyor, ayrıntıya girilmiyor.
CHP, “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan” ilk üç madde ile “milletvekili dokunulmazlığı” konusundaki duyarlığı dışında hiçbir kurum ve kavramdan söz etmiyor.
Diyebilirsiniz ki, “Partinin programı zaten Anayasa’nın nasıl olması gerektiğine ilişkin ilkeleri içeriyor denemez mi?”
Denir ama anlamlı olmaz. Çünkü o ilkelerin Parti Programında yer alması başka, o ilkeleri Anayasa hükmü haline getirecek olan hazırlık başka...
O hazırlık yapılmadan ortaya çıkıp, “Getirin bir haftada anlaşalım” dediğiniz zaman sözünüzün ciddiyetine kimseyi inandıramazsınız.
Geçmişten bir örnek verelim:
CHP’nin yeni bir Anayasa’da neleri görmek istediği, partinin 1957 Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”nde ortaya kondu.
CHP o “Beyanname”deki hedefleri 1961 Anayasası ile yaşama geçirebildi. Ama her şey belli iken bile o Anayasa’nın hazırlanması ve Kurucu Meclis’ten geçmesi çok yoğun bir çalışma ile 6 ay aldı.
Tamam... Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ülkemize yeni ve daha demokratik Anayasa kazandıracağı iddiasına şahsen güven duyarak bakmıyoruz. Çünkü bu siyasi iktidarın her kavramı tersyüz ederek kamuoyuna sunma konusundaki becerisinden haberdarız.
Dahası bugünkü iktidarın yeni Anayasa konusunu seçimden sonraya bırakmak istemesinin de pek masum gerekçelere dayandığına inanmıyoruz. Çünkü elinde 336 sandalyelik çoğunluk olan bir iktidarın, gerçekten demokrasiye inansa istediği değişiklikleri bin defa gerçekleştirecek fırsatı ve olanağı varken yapmadığının farkındayız.
İyi de, CHP de samimiyetsiz davranmaya mecbur mu?
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2010
BİRİSİ çıkıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kendisine refakat eden gazetecilere Amerika’da söylediklerini önceden haber verseydi, açık söyleyelim, kesinlikle inanmazdık. O “Ne şiş yansın ne kebap” üsluplu Abdullah Gül gitmiş, onun yerine bazı konulardaki görüşlerini açıkça söyleyen, umut veren bir Abdullah Gül gelmiş. İtiraf edelim, çok sevindik.
Hatta Sedat Ergin gibi “sağlam” bir gazeteci yazmış olmasa, “hayal mi görüyoruz?” diye kendimize sorabilirdik.
Neyse... O zaten önemli değil.
Önemli olan Cumhurbaşkanı Gül’ün söyledikleri.
Örneğin siz Cumhurbaşkanı Gül’ün “Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni kaldırdık diye düşünüyorduk. Oysa biz işin kolayına kaçmışız. Danışmanlarımızın “bu mahkemelerin yetkisi fazla” şeklindeki uyarılarını dikkate almayarak hatâ etmişiz. Nitekim o mahkemelerdeki asker üyeyi kaldırmak yetmemiş. Biz sadece üniformayı çıkarmışız. Özünde bir şey değişmedi” demesini bekler miydiniz.
Yukarıdaki kelimeler ona değil bize ait. Ama verdiği mesaj bu.
Belli ki Silivri’de sürüp giden ve belki daha 5, belki de 10 sene süreceği söylenebilecek olan “Ergenekon” davası onu da rahatsız etmiş.
Keşke rahatsızlık duymak için bu kadar beklemeseydi. Örneğin Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Yücel Aşkın’a atılan iftiralarla ve birbirini izleyen haksız, yersiz tutuklamaları görünce, tepkisini koyabilseydi çok daha iyi olurdu.
O zaman Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner’in başına gelenler ve son olarak Hanefi Avcı’nın tutuklanmasına kadar uzanan sürecin gerisindeki “tertip-iftira-şantaj” şebekesinin cesaretini kırmak mümkün olurdu.
En azından -Cumhurbaşkanı Gül’ün ifadesiyle- sanıkların “tutukluluk sürelerinin kendi başına cezaya dönüşmesi” gibi bir adalet skandalından kurtulabilirdik.
Cumhurbaşkanı Gül bu konuşması sırasında “gazeteciler hakkında açılan davaları da ifade özgürlüğü açısından çok tehlikeli bulduğunu” söylemiş.
Doğrusu sevindirici bir değerlendirme... Ama Cumhurbaşkanı’nın bu hazin gerçeği “tehlikeli” bulması yetmez. Medyamızdaki insanların “özgür olmadıklarını” söyleme cesaretini bile bulamadıkları bir dönemi yaşamakta olduğumuzu görerek ağırlığını koymalıdır.
Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılabilmesi için Sayın Gül’e bir önerimiz var:
Danışmanlarına talimat vererek “Gazetecilerin kurduğu 17 meslek kuruluşu, 24 Eylül 2010 günü medyanın içinde bulunduğu durumu anlatan bir açıklama yapmış. Bakın bakalım bunu kaç gazete, radyo ve televizyon yayınlama cesaretini gösterebilmiş” diye sorsun.
Alacağı yanıt, resmi görmesine yetecektir.
Gül’ün bizi şaşırtan ama aynı zamanda çok memnun eden sözleri bundan ibaret değil. Örneğin Anayasa Mahkemesi’ne ve Yüksek Öğretim Kurulu’na yaptığı tayinlerde “tarafsız”lık ilkesinden ayrılmadığından ve ayrılmayacağından söz etmiş.
Geçmişi bırakalım. Bundan sonrakilerde gerçekten “tarafsız” davransın, yeter.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2010
ARTIK kan akmasın düşüncesi, Güneydoğu’daki sorunu çözüme götürecek her yolu denemeyi meşru gösterir oldu.<br><br>“Bağdat’tan başka muhatap tanımayız” tafrası geride kaldı.<br><br>Bakanlarımız düne kadar “aşiret reisi” dediğimiz Mesud Barzani ile görüşmek için sıraya giriyorlar. Abdullah Öcalan, devletimiz nezdinde de “sayın” oldu.
Bir yandan görevlilerini gönderip fikrini soracaksın, önerilerini isteyeceksin sonra da ondan “sayın” diyerek söz edeni yargılayıp mahkûm edeceksin.
Yürümezdi. Nitekim yürümedi.
O meselenin bir yüzü.
Öteki yüzü, “Kandil”in ne dediği?
Belli ki işin o tarafı bir yandan “diplomasiye” öte yandan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile öteki gizli haber alma servisleri -örneğin CIA- arasındaki bilgi alışverişine ve temaslara bırakılmış görünüyor.
Ama oradan ne gibi talepler geldiği henüz bilinmiyor.
Bunlara önceki gün Mesut Barzani ile görüşmek için Erbil’e giden İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı da eklemek gerek.
Ama sözün burasında insan ister istemez geriye dönüp, “Tamam ama bugüne kadar aynı amaçla yapılmış kaç görüşme, kaç teşebbüs, kaç önlem ne işe yaradı da bu defakine bakarken daha iyimser olalım?” diye sormak gereğini duyuyor.
Öyle ya... Sorunu çözmek için denemedik şey bırakmadık.
Denediklerimizi “olması gerektiği gibi” mi yaptık, yoksa yüzümüze gözümüze mi bulaştırdık, ayrı bahis.
Örneğin Amerikalılarla sözde işbirliği mekanizmaları kurduk. Yürütemedik.
ABD’den aldığımız istihbaratın en tazesini bile, gerektiği şekilde değerlendirmeyi beceremedik.
Yine sonuç alamadık.
Sonra işbirliğini Bağdat ve özellikle Erbil’i kapsayacak şekilde genişlettik.
Barzani’nin ayağına önce Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ı ardından hem Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu hem de İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı gönderdik. Ankara’ya gelince de “Abi” (ağabey) diye hitap ettik.
İstediğimiz de “at’la deve” değildi. Örneğin “Madem PKK’dan şikâyetçisiniz, aktif mücadele yapın, toprağınızdan çıkarın” demedik. Sadece “İkmal yollarını kesin yeter” dedik.
Barzani belki on kere “PKK’ya karşı mücadelede elinden gelen katkıyı esirgemeyeceğini” söyledi.
Ama bugüne kadar kılını bile kımıldatmadı. Hatta geride kalan mart ayında kendisiyle görüşen ve anlaşıldığına göre kesin bir vaat alan Beşir Atalay dönüşünde, “Barzani ile yaptığı iki günlük çalışmaların kesin sonuçlarını göreceğine inandığını” söyledi.
Ama hiçbir şey göremedi.
Eğer Barzani’nin verdiği nasihatlerle sorun çözülecekse, mesele yok. Biz de bir şey demeyelim. Ama eğer Türkiye ile ilişkilerinde çocuk aldatır gibi davranmaktan vazgeçmesini istiyorsak, gereğini yapalım.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2010
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın tam da iki gün önce Adalet ve Kalkınma Partisi örgüt yöneticilerine hitaben yaptığı konuşmanın “Anadilde eğitim”le ilgilibölümüne içtenlikle destek verdiğimizi belirtmek niyetindeydik. Birbiriyle çelişen iki gelişme, konuyu ele alsak mı almasak mı diye tereddüt etmemize yol açtı. Önce Başbakan’ın sözlerini aktaralım. Aynen şöyle demiş:
“Anadilde eğitimi konuşanlara sesleniyorum. Anadilde bir defa kendi bölgenizde nerede isterseniz isteyin kurslarınızı açabilirsiniz. Orada dilinizi öğretebilir, çalışmalarınızı yürütebilirsiniz, ama bizden resmi olarak anadilde bir eğitim beklerseniz, bunu bizden beklemeyin. Çünkü Türkiye’nin resmi dili Türkçedir.”
Biz gazeteciler bir sütun yazarı arkadaşımızın yazısı yayınlanmadan onun metnini görebiliriz. Çünkü teknoloji artık buna izin veriyor. Ama o yazıyı okuyucular görmeden, üzerinde görüş ifade etmeyiz. Çünkü profesyonellik bunu gerektirir.
Ama dün tam bu yazıyı kaleme alacağımız sırada Eyüp Can’ın bugün çıkacak yazısını gördük. O da “Anadilde eğitim”e değinmiş ve dün çıkan aynı konudaki yazısına açıklık getirmişti.
Eyüp Can dünkü yazısında Başbakan’ın yukarıdaki sözlerini eleştiriyor, “Sayın Başbakan, resmi dil Türkçe kalmak şartıyla, okullarda Kürtçe seçmeli ders olarak neden okutulmasın? Anadilde eğitimden niye korkuyoruz?” diye soruyordu.
Meğer Eyüp Can, Başbakan’ın medya yöneticileriyle yaptığı dün sabahki toplantıya katılmış ve orada Başbakan’a bu konuyla ilgili soru yöneltmiş.
Keza bir kısım okuyucuları da yukarıdaki satırlarına tepki göstermiş. Bugün çıkan -yani sizden önce okuduğumuz- yazısında onları anlatmış.
Bizim bunlardan haberimiz yoktu. Ama Hürriyet’in elektronik yazı sistemi içinde karşımıza Eyüp Can’ın “yukarıdaki satırlarının maksadını tam anlatmadığını” ifade eden sözleri çıkınca, şu anda okuduğunuz yazıyı mecburen bu gerçeğe de değinerek kaleme almak durumunda kaldık.
Bu olağandışı durum nedeniyle Eyüp Can’dan özür dilemek gerekir mi bilemiyoruz ama gerekirse lütfen hoş görsün.
Ama asıl mesele yani okullarımızdaki “eğitim” dili olan “Türkçe”nin yanında “Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması sağlanmalı mı?” sorusunun tartışılması yine de gereklidir.
Eyüp Can dün çeşitli ülkelerde çocuklara “anadilde eğitim” verildiğinden söz ederken ABD’yi, Almanya’yı, Fransa’yı sayıyordu.
Almanya’daki Türk çocuklarına Türkçelerini unutmasınlar diye verilen göstermelik derslerin Alman ulusal birliği yönünden bir tehdit teşkil edebileceğine ilişkin orada bir endişe var da bizim mi haberimiz yok?
Fransa’ya gelince, orada Fransızcanın tek eğitim dili olduğunu herkes bilir. Zaten bizim gibi “tekli” (üniter) bir devlet olan Fransa’da ikinci bir eğitim dilinin olması sistemin yapısına da aykırıdır.
ABD’nin İngiltere’nin neresinde İngilizceden başka bir “eğitim dili” var, biri söylesin de hiç değilse bilmediğimizi öğrenelim.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2010
BİZİM medya anlaşılan pek önemsemedi. O nedenle olacak, Birleşmiş Milletler Teşkilatı İnsan Hakları Konseyi’nin “Mavi Marmara” olayını incelemekle görevlendirdiği 3 kişilik “kanıt toplama” (fact-finding) kurulunun raporuna birkaç haber, birkaç yazı dışında fazla yüz veren olmadı. Neyse ki Ankara’dan memnuniyeti haberi geldi. Hepsi bu...
İlginçtir, aleyhimizde iki satır çıksa kıyameti koparıyoruz. Üstelik uluslararası metinlerde en kolay şey, Türkiye veya Türkler aleyhine yazılmış görüş bulmaktır.
Oysa taa Karayip denizindeki Trinidad ve Tobago isimli iki adadan oluşan devlette yüksek dereceli yargıç ve savcı olarak görev yapmış emekli bir hukukçu; emekli bir İngiliz hukukçusu ve bir de Malezyalı bir Kadın Hakları savunucusu hanımdan oluşan bu kurul, 31 Mayıs 2010 gecesi İsrail askerlerinin Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırı hakkında öyle bir rapor yayınladı ki, dirhemini yiyen dağa çıkar.
Anımsayacaksınız aynı konuyla ilgili olarak hem İsrail hem de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-ki Moon birer komisyon kurdular ama her ikisi de çalışmalarını bitirmedi.
Şimdi elimizde olayı inceleyen “tarafsız” bir kurulun raporu var. Rapor yukarıda dediğimiz gibi çok ağır ifadeler içeriyor.
Önceki günkü Hürriyet’te bunlardan bir kısmı vardı. Örneğin Mavi Marmara’ya helikopterden indirilen İsrail askerlerinin karşılarındaki sivil insanları bilerek, isteyerek (taammüden) öldürdüklerini söylüyor. Bir başka ifadeyle İsrail askerlerini “düpedüz cinayet işlemekle” suçluyor.
Keza Mavi Marmara’ya uluslararası sularda böyle silahlı bir şekilde müdahale etmenin, “uluslararası hukuku” ağır şekilde ihlal anlamına geldiğini söylüyor.
Mavi Marmara’ya ve ona refakat eden diğer 6 gemiye yapılan müdahalenin sadece “orantısız” değil aynı zamanda “tamamiyle yersiz” (totally unnecessary) olduğunu vurguluyor.
Dahası, baskının “kabul edilemeyecek kadar kabaca” yapıldığını ifade ediyor.
Bu baskının “insan hakları hukukunu ve uluslararası insani hakları” vahim şekilde ihlal ettiğini belirtiyor.
Konuyu aktaran haberlerde de ifade edildiği gibi “işkence ve ağır muamele”; gemidekilere “bilerek ve isteyerek zarar verme ve yaralama”; ”gemilere ve içinde bulunan malzemeye hukuka aykırı şekilde el koyma” gibi suçların işlendiği açıkça bildiriliyor.
Bitmedi... “Önceki örneklerde de görüldüğü gibi, İsrail hükümetinin, İsrail askerlerini konu alan bir araştırma söz konusu olunca gerçeğin ortaya çıkmasına yardım etmek bir yana, engel olduğu” vurgulanıyor.
En vahimi de İsrail’in bu tür uluslararası konularda sahip olduğu kötü şöhreti düzeltmek için İsrail hükümetinin tavır değişikliği yapması umut edilse bile, iyi bir izlenim bırakmak için İsrail’in çok uzun bir yol kat etmesi gerektiği sonucuna varılıyor.
Anlayana ağır gelmez mi?
Yazının Devamını Oku