5 Kasım 2004
HİCRET’in 40. yılı, ramazan ayının 21. gecesi, yani 4 Kasım 661, İslam tarihinde kara bir günün tarihidir. İlim şehrinin kapısı Hz. Ali, bundan 1343 yıl önce, İbn-i Mülcem isimli bir Harici’nin kılıç darbesiyle şehit edilmiş, İslam dünyası bu olaydan sonra büyük sarsıntılar geçirmiştir.Rivayete göre, Mülcemoğlu, daha önce Hz. Ali’ye biat etmek istemiş, Hz. Ali sanki ölümünün onun elinden olacağını bilmişçesine iki kere reddetmişti. Üçüncüsünde başını ve sakalını göstererek, ‘Buradan akacak kanla, şunu boyayacak kişiyle ne işim var benim’ demiş ve şu beyti okumuştu:‘Ölüm gelip çatınca kuşan kemerini sen; seninle buluşunca teláşa düşme, dayan / Ölüm mahallene kondu mu, acıklanma, sızlanma dayan.’ * * *Hz. Ali, Peygamberimizin evinde, Peygamber ailesinin gözetim ve terbiyesi altında yetişmiş, ilk vahiy geldiğinde bundan Peygamberimizin eşleriyle birlikte haberdar olma ve 10 yaşındayken iman etme şerefine nail olmuş yüce bir şahsiyettir. Hayatı, Peygamberimizin yanında geçmiştir.Peygamberimizin hemen hemen bütün gazvelerine (savaşlarına) katılmıştır. Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman zamanlarında da onlara danışmanlık yapmış ve değerli fikirleriyle yol göstermiştir. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra halife olmuştur.Mevlana, ‘NA’AT-I ALİ’sinde Hazreti Ali için şöyle der:‘O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Onun toprağı birlik álemidir. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. O, şeriatta ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir.’Hz. Ali, Peygamberimizin ‘ehl-i beyt’indendir, yani ev halkındandır. İslam literatüründe ‘ehl-i beyt’ kelimesi, Hazreti Peygamber’in soyundan gelenleri ifade eder ki, bunlar kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve onların çocukları Hz. Hasan ve Hüseyin’dir. İslam kültüründe bunlara ‘ál-i aba’ da denilir. Peygamberimiz bunları abası altına almış, ‘Allah’ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Günahları bunların üzerinden yok et ve onları tertemiz kıl’ diye niyazda bulunmuştur.Nitekim Ahzab Suresi 33. ayette ‘...Ey ehl-i beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor’ denilmektedir.Şûra suresi 123. ayette ise ‘De ki, ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir karşılık istemiyorum’ denilmiştir.Ayrıca Hazreti Peygamberimizin muhterem eşlerinin de ‘ehl-i beyt’e dahil olduğu kaynaklarda geçmektedir. Çünkü ehl-i beyt, ev halkı anlamına geldiğine göre, O’nun eşleri de bu kavramın içinde yerini bulur.* * *Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ehl-i beyte özel önem verilmiş, Müslümanlar onlara karşı sevgi ve saygı hisleri duymaya davet edilmiştir. Bütün Müslümanlar da bu davete icabet etmişler, ehl-i beyt sevgisini birlik ve beraberlik şuurunun ortak paydası haline getirmişlerdir. Namazlarda tahiyattan sonra okunan dualarda ‘Ál-i Muhammed’ ifadesiyle Hz. Peygambere inananlara ve onun soyundan gelenlere dua edilmektedir.Müslümanlar, münhasıran Peygamber’i sevmekle kalmamış, onunla alakalı her şeye muhabbet duymuşlardır. Söz konusu sevgi, ehl-i beyte mensup olanları da kuşatmış, kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar ulaşmıştır.Ehl-i beyte mensup olan ve yüce İslam dininde en önemli şahsiyetlerden biri sayılan Hazreti Ali’ye ‘razı edilmiş’ anlamında ‘El Murteza’ ismi verilmiş, ayrıca onun ismi anıldığında ‘Allah onu şerefli kılsın’ anlamında ‘Kerremallahu vechehu’ sözcükleri kullanılmıştır.* * *Hemen her Müslüman Hazreti Fatıma’dan söz ederken, hem saygı ve hem de her türlü gösterişten arınmış, son derece samimi bir ifadeyle ‘anamız’ sözcüğünü ekler. Hz. Hasan’ın zehirlenerek, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da suya hasret bırakılarak şehit edilmesi ise istisnasız bütün Müslümanları derin üzüntüye boğmuştur. Bu üzüntü hálá milyonlarca Müslüman’ın vicdan ve hafızalarında bütün diriliği ile yaşamaktadır.Hz. Ali’nin ‘nehc’ül-belaga’ adlı eseri bir hikmet hazinesidir. Ayrıca Mısır valisine gönderdiği, Mehmed Akif’in de dilimize tercüme ettiği mektup, bütün devlet adamlarının okuyup ders çıkaracakları çok kıymetli bir mirastır. Bunlardan herkesin yararlanması gerekir.Yazımı İmam-ı Şafii’nin bir şiiriyle noktalamak istiyorum:‘Hz. Ali’yi, Fatma’yı, Hasan ve Hüseyin’i sevmek Rafızilik ise insanlar ve cinler şahit olsun ben de Rafıziyim.’
button
Yazının Devamını Oku 
4 Kasım 2004
Bir zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a göç edenlerin Sülün Osman gibi dolandırıcılara herşeylerini kaptırdıkları olur ama Osmanlı zamanının Sülün Osmanlar’ı çok daha farklı çalışır, ağlarına düşürdükleri saf delikanlıları zincire vurup kürekçi olarak donanmaya satarlardı. Donanmanın kürek gücüne muhtaç olduğu o dönemlerde yaşanan böyle facialar, ancak yelkenli gemilerin kullanılmasıyla son bulabildi.
BİR zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a göç edenlerin dolandırıcılara ellerinde ne var ne yok kaptırdıkları olur, Sülün Osman gibileri Galata Köprüsü’nü yahut Dolmabahçe’deki saat kulesini saf kişilere satarak paralarını çarparlardı.
Osmanlı döneminde Anadolu’dan İstanbul’a iş aramak için gelen saf delikanlılar ise sadece paralarını değil, hürriyetlerini de kaybederlerdi. Tuzağa düşürülen delikanlılar, donanmaya kürekçi olarak alınır ve uzun seneler köle gibi kürek çekerlerdi.
Donanma, kürekle hareket eden kadırgalardan oluşur ve daha çok Akdeniz’de faaliyet gösterirdi. Sefere çıkılacağı zaman 40 bin civarında kürekçiye ihtiyaç duyulur ve bu ihtiyaç değişik kaynaklardan temin edilirdi.
Meselá, halktan bazı kişiler savaş vergisi olarak kürekçi yapılırdı. Meyhaneci, bozacı, hamal ve kayıkçı gibi esnaf donanmaya her yıl belli sayıda kürekçi göndermek mecburiyetinde idi. Kendi isteği ile ve maaş karşılığında kürek çekenler de olur, devletin elinde bulunan Hıristiyan esirler de, donanmanın kürekçi ihtiyacını karşılamak için kullanılır, ihtiyaç olursa esircilerden başka esirler de satın alınırdı.
Osmanlı donanmasının kürekçi ihtiyacını karşıladığı son yer, hapishanelerdi. 19. yüzyıldan önce hırsızlık, yankesicilik ve kalpazanlık gibi suçları işleyenler, suçlarının ağırlığına göre birkaç yıllık kürek çekme cezasına çarptırılırlardı.
Donanma sefere çıkmadan önce kürekçi sayısı yetmez ise, bu defa İstanbul’da bulunan dilenciler ve bekárlar toplanır ve bu arada Anadolu’dan gelen saf delikanlılar da tuzağa düşürülüp zorla kürekçi yapılırdı.
O dönemde Anadolu’dan gelen saf delikanlıları çarpan dolandırıcılar delikanlıların paralarını değil, hürriyetlerini gaspederlerdi. Tuzağa düşürülen bu delikanlılar, donanmaya kürekçi olarak alınır ve senelerce kürek çekmek zorunda kalırlardı.
Tarihçi Naima’nın eserinde yazılanlara göre, İstanbul’a Anadolu’dan ve imparatorluğun diğer bölgelerinden gelmiş olan genç işsizleri tuzağa düşürmek işini ‘Mukdim’ denilen kişiler yapardı. Mukdimler işsiz gence samimi bir tavırla yaklaşıp, dostluk gösterirler, ‘Gel bakalım, sana baba çorbası içirelim’ diyerek delikanlıyı ya evlerine yahut bir kebapçı dükkánına götürürlerdi. Daha sonra hemen hepsi ipten ve kazıktan kurtulmuş olan adamlarına işaret ederek saf gencin ellerini kollarını bağlatır ve esir zindanına kapattırırlardı. Yüzlerce genç bu şekilde ne olduğunu anlamadan zincire vurulmuş ve donanmanın hareketine az bir zaman kala gemilere götürülmüşlerdi. Naima’nın yazdığına göre, mukdimlere buldukları kürekçiler karşılığında gayet iyi para ödenirdi.
Gençlerin bağırıp çağırmaları ve ağlayıp sızlamaları fayda etmezdi. Donanma seferden dönene kadar kürek çekerler, aylar sonra İstanbul’a dönüldüğünde ellerine birkaç kuruş verilerek serbest bırakılırlar ama girişilen savaşlar sırasına bazıları hayatlarını kaybetmiş olurdu.
Cahil gençlerin çektikleri bu büyük çile, Osmanlı donanmasının 17. yüzyıldan sonra yelkenlilere dönüşmesiyle son bulabildi.
Sorular ve cevaplar
Kız kardeşimin kocasının maddi durumu iyi değil. Fitremi onlara verebilir miyim?
Emine Ergün/ANKARA
Fitre anne, baba, dede, nine, evlat ve toruna verilmez. Bunların dışında kalan yakınlarınıza vermenizde bir sakınca yoktur.
Ádetli bir kadının, kocasıyla aynı yatağı paylaşması sakıncalı mı?
Jale Tengir/ALMANYA
Bir sakıncası yoktur. Sadece cinsi ilişki yasaktır.
Bir arkadaşım namaz kılarken hep göğe doğru baktığını, böylece Allah’a daha yakın olduğunu hissettiğini söylüyor. Bu doğru bir davranış mı?
İbrahim Kemal/EDİRNE
Allah her yerde hazır ve nazırdır. Namaz sırasında kişinin dikkatini dağıtmaması gerekir. Bunun için de bakışlarını secde ettiği yere yöneltmelidir. Rüku sırasında ise ayak parmaklarının uçlarına bakmalıdır.
Yazının Devamını Oku 
29 Ekim 2004
<B>BUGÜN,</B> cumhuriyetimizin 81. yılını idrak ediyoruz. <B>Atatürk’</B>ün <B>‘En büyük eserim’ </B>diyerek milletimize armağan ettiği cumhuriyet bir uygarlık, eşitlik ve özgürlük projesidir. Türkiyemiz, sahip olduğu zenginlikler ve değerler itibarıyla da dünyanın en güzel ülkelerinden birisidir. Aynı zamanda üç ilahi dinin, gelmiş geçmiş pek çok medeniyetin bıraktığı izler üzerinde yoluna devam etmektedir. Türkiye, bu yönüyle bir uygarlıklar beşiğidir.
En güzel dinin bahşettiği insani ve ahlaki değerlerle, en güzel beşeri yönetim olan cumhuriyetin insanımıza sunduğu özgürlükleri bir arada yaşayan örnek bir ülkedir. Bu gün de bünyesinde çeşitli inançları barındırması, dini, dili ve etnik kökenleri ne olursa olsun bütün insanları ‘anayasal vatandaşlık’ kavramı içerisinde özgür ve hak eşitliğine sahip bireyler olarak bağrına basması nedeniyle, bu güzel ülkenin vatandaşları olmak bizim için hem şans, hem ayrıcalık, hem de gurur vesilesidir.
Son günlerde ‘azınlıklar’ teranesi çıktı. Bu çeşit anlam saptırmalarıyla toplumu Kürt-Alevi diye ayrıştırıp, kaos ve kargaşaya kapı aralıyorlar. Bu durum bizi milletçe daha dikkatli bir tutum almaya sevk etmelidir. Bunun yolu ise birlik ve beraberliğimizden geçer.
* * *
Bu güzel ülke Türk’üyle, Laz’ıyla; Kürt’ü, Çerkez’i ve Boşnak’ıyla hepimizin vatanıdır. Mensubu olmaktan şeref duyduğumuz İslam dini, Alevi’si-Sünni’si, Şafii’si-Caferi’siyle hepimizin dinidir. Bizim ayrımız gayrımız yoktur.
Etnik kökenler farklılığımızı değil, zenginliğimizi ifade eder. Tarihin içinden husumet çıkarmak isteyenlere şunu anlatmak istiyoruz: Muhammed’imizin Ali’si neyse bizim Ali’miz de odur. Ali’mizin Hasan’ı, Hüseyin’i, bizim Hasan’ımız, Hüseyin’imizdir. Ebubekir, Osman da bizimdir, Ali ve ehl-i beyt de...
O meşum olay için yüreği yanmayan bir tek Müslüman gösterilemez. Bunu, çocuklarımızın adlarına bakarak da anlayabiliriz. Adı Yezid olan bir tek Müslüman çocuğu olmamasına karşın, adı Ali olan, Hasan-Hüseyin olan milyonlarca insanımız var. Bu, Alevi-Sünni kardeşliğinin en güzel nişanesidir.
Şunu da ifade etmemiz gerekir ki; cumhuriyet yönetiminin İslam’la çelişen bir yönü yoktur. İslam dininin ana kaynaklarında bir yönetim modeli olarak belirli bir şekil öngörülmediği, Kuran’da yer alan ayetlerde mutlak hákimiyetin yüce ALLAH’a, yeryüzündeki siyasi egemenliğin de halka ait olduğu sonucu anlaşıldığına göre, yönetimde halkın iradesini esas alan cumhuriyet sisteminin İslam’a karşı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Aksine, İslam’ın öngördüğü temel maslahatları gerçekleştirmesi açısından, cumhuriyet ve demokrasinin, geçmişte İslam tarihindeki tatbik sahasına konan siyasal rejim ve sistemlerden İslam’ın ruhuna daha uygun düştüğü dahi söylenebilir.
Tekrar vurgulamak gerekirse, her sistemde olduğu gibi cumhuriyet rejiminde de bireylerin yetişkinliği temel faktördür. Adı cumhuriyet olmakla birlikte halk iradesini hiç sayan yönetim anlayışını İslam’la telif etmek mümkün değildir.
Yazının Devamını Oku 
22 Ekim 2004
<B>İKİ </B>gün önceki Hürriyet’in orta sayfalarında yer alan bir haberi ürpererek okudum. Üstte bir fotoğraf; sarıklı, cüppeli bir şahıs, önüne düştüğü bir grup kimseye bir türbenin etrafında tavaf yaptırıyor. Tıpkı Kábe’de olduğu gibi, türbenin etrafı, bu kişinin rehberliğinde(!) 7 defa dönülerek orada medfun bulunan ölüye güya tazimde bulunuluyor. Türbeler etrafında örneğine hemen her gün rastladığımız cehalet örneklerinden bir tanesi daha!
İslam dini, birtakım insanlara aşırı saygı göstererek, onları putlaştırarak da şirke sapılabileceğine dikkat çekmiş ve inananları uyarmıştır. Nitekim, geçmiş kavimlerin Hz. İsa’ya, Rama’ya, Krişna’ya gösterdikleri aşırı saygı, onları ilahlaştırma noktasına varınca, bakınız Kuran’da nasıl bir ihtara muhatap oluyorlar:
* * *
‘Ey insanlar, peygamber size Rabbinizden gerçeği getirdi; kendi yararınıza olarak iman edin. İnkár ederseniz biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.’
‘Ey kitap ehli, dininizde aşırılığa gitmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın Peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın ve ‘üçtür’ demeyin, kendi yararınıza olarak bundan vazgeçin; bu hayrınızadır. Allah ancak bir tek Tanrı’dır, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde olan da, yerde olan da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.’ (Nisa, 170-171)
Ümmetinin de bu tehlikeye düşeceğini sezen Hz. Peygamber; halkı kendisine medh-ü senada ileri gitmemesi konusunda sürekli uyarmıştır. Bir hadis-i şeriflerinde ‘Yahudiler ile Hıristiyanlar gibi beni methetmeyiniz’ buyurmak suretiyle ne hayatta iken ve ne de vefatından sonra kendisinin ilahlaştırılmaması hususunda Müslümanları açık bir şekilde ikaz etmiştir.
İslam’ın muazzez Peygamberi, vefatından beş gün önce de ‘Sizden evvelkiler kabirler üzerinde mescit edinirlerdi. Sakın onların yaptığını yapmayınız’ ihtarında bulunmuştur.
* * *
Türbelerin etrafında görülen bu tür ‘şirk’ tezahürleri, ne yazık ki Peygamberimiz’in bu kesin tavrına ve mesajına rağmen devam etmektedir. Birtakım insanlar, tıpkı bu olayda olduğu gibi, kabir ve türbe ziyaretlerinde İslam’ın özüne ve tevhid anlayışına ters düşecek davranışlar sergilemektedirler. Buralarda yatan kişilere olan aşırı saygıları neticesi, itikadi açıdan tehlikeli sayılan yollara sapmaktadırlar.
Halbuki İslam’da mezar ve kabirlerin sade ve mutevazı olması esas prensiptir. Türbeler; hükümdarlar, büyük bilginler, veli olarak bilinen şahsiyetler, meşhur komutanlar ve şehitlerin unutulmaması, sürekli hatırlanmaları amacıyla özel mimari tekniğiyle yapılan anıtmezarlardır.
Onları beşer üstü varlıklar olarak görmek, bu zatların duaları kabul ettiği veya onların vasıtasıyla duaların makbul olduğu, insanların geleceklerini şekillendirdiği gibi, ilahi kudretlerinin olduğuna inanmak, bir kısım ihtiyaç ve dileklerini onlara arz etmek, kendilerinden medet ummak, ziyaretlerini dini bir vecibe gibi telakki etmek, çul-çaput bağlamak, huzurlarında kurban kesmek, tevhid dini olan İslam’ın ana esprisiyle asla bağdaştırılamaz. Ölen kişilerden medet ummak iman açısından son derece tehlikeli bir davranıştır.
* * *
Bir kere daha hatırlatmak ihtiyacındayız ki, bu tür davranışlar ‘ŞİRK’tir. Şirkin insana en büyük zararlarından birisi ise, insanı Allah’tan çevirerek, insana veya yaratılan başka bir şeye bağlaması, sevgisini ve saygısını, onun üzerine yoğunlaştırmasıdır. İslam bunu reddetmiş ve gönüllerin sadece Allah’a bağlanmasını istemiştir.
Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde Allah’tan başkasına iltica etmenin fayda vermeyeceği, çünkü O’ndan başkasının bir kudret ve selahiyeti bulunmadığı açıkça beyan edilmektedir:
‘De ki: Allah’tan başka tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarın. Onlar sıkıntılarınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. İşte onların taptıkları, rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar; O’nun rahmetini umar ve azabından korkarlar. Rabbının azabı gerçekten korkunçtur.’
(İsra Suresi, 56-57)
Yazının Devamını Oku 
15 Ekim 2004
<B>RAHMET,</B> bereket ve mağfiret ayı ramazanın ilk gününü bugün, iki milyara yakın Müslüman kardeşimizle birlikte idrak etmenin sevinç ve mutluluğunu yaşıyoruz. Bilindiği gibi oruç, Müslümanların Bedir Savaşı’na hazırlandığı bir sırada, Hicret’in ikinci yılında farz kılınmış bir ibadettir. Demek oluyor ki, İslam dünyası 1422 yıldan beri her hicri yılın ramazan ayında oruç tutmaktadır.
Ramazan ayı, her şeyden önce Kuran ayıdır. Yüce Allah, ‘Müminler için şifa ve rahmet’ olduğunu müjdelediği Kuran-ı Kerim’i ramazan ayında göndermiş, bizzat kendi dilinde telaffuz ederek ilahi övgüye mazhar kılmıştır. Ayrıca bu ayı İslam’ın beş temel esasından biri olan oruç ile tezyin (süsleme) etmiştir.
* * *
Hazreti Peygamber de bu ayı rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş ayı olarak nitelendirmiştir. Bunun önemini kavrayan müminler, kendilerini aylar öncesinden madde ve mana planında bu aya odaklar, bu ayın feyiz ve bereketinden nasiplenmek isterler.
Şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın her emrinde bizler için bir güzellik ve fayda vardır. Oruçta da böyledir. Oruç tutan kişi, gösterdiği fedakárlığın ve katlandığı sıkıntının, ilahi huzurda beşeri değerlerle ifadesi mümkün olmayan kıymetleri haiz olduğunu ve bu gayreti ile sadece Allah tarafından takdir edilebilecek derecede yüksek mükafat ve nimetlere mazhar olacağını bilir. Zira Yüce Allah, başka ibadetlerin hepsine on misli sevap verildiği halde, orucun sayısız mükafatının doğrudan doğruya kendisi tarafından takdir edileceğini müjdelemektedir.
Oruç, aynı zamanda Allah’ın sonsuz nimetlerinin, o nimetlerden geçici bir kopuşla daha derinliğine idrak edilmesini sağlayan bir ibadettir. İnsan, böylesi bir iç tefekkürle zikrin derinliklerine iner, o derinliklerde kendini yeniden bulur ve tanımlar. Kendi kendini terbiye etmeye yönelten bu ruh hali, onu Allah’a daha çok yaklaştırır.
* * *
Bu ay, teravih namazları, iftar sofraları, okunan mukabeleler, davetler vb. davranışlar ile adeta sosyal barışın da sembolüdür. Bir yıl boyunca istenmeyerek de olsa yapılan birtakım kötü davranış ve alışkanlıklar ile benzeri zafiyetler, bu ayın girmesiyle terk edilmekte, insanımızın manevi zenginliği feyz ve bereketi bol olan bir atmosfere girmektedir. Bu atmosfer, insanı kötülüklerin, günahların kavurucu sıcağından; rahmet, mağfiret ve bereketin huzur veren gölgesine sığındırmakta ve bu rahmet gölgesinde insan manevi huzur bulmaktadır.
Bu ayda bedeni gıda ve ihtiyacını belli zamanlar için terk ederek kendi iç disiplinini de sağlayan insan, psikolojik bakımdan da doyuma ermektedir. Onun için oruç; ruh terbiyemizi de sağlar. Allah rızası gözetilerek yapılan bu ibadetle birtakım ilahi tecelliler müminlerin gönüllerinde odaklaşır, iç dünyamızda rikkat ve merhamet duyguları gelişir. İnsan adeta ilahi ahlak ile bezenir.
Ramazan ayı gönüllerin yumuşaması, merhamet ve şefkat duygularının da gelişmesini sağlar. Bu sayede insanlar arasında sevgi-saygı, hoşgörü-anlayış ve barış vücut bulur. Ramazan, ifade ettiğim bu üçlü eksende sosyal dayanışmanın en üst seviyeye yükseldiği aydır.
* * *
Oruç ibadeti, yüce Mevlamızın Kuran-ı Kerim’de açıkladığı gibi, bizden önceki milletlere de farz kılınmıştır. Tarihi kaynaklar bu milletlerin, Allah’ın emrine kayıtsız kaldıklarını ve zaman içerisinde bazen günlerinin sayısını artırarak, bazen de mahiyetini değiştirerek onu perhiz şekline sokmak suretiyle gayesinden uzaklaştırdıklarını haber vermektedir. Müslümanlar ise ilk günden itibaren bu emre boyun eğmişler ve Allah’ın emrettiği şekliyle onu nesilden nesile aktararak bir kültür ve manevi miras halinde günümüze getirmişlerdir.
İslam dünyası olarak bugün 1423’üncüsünü idrak ettiğimiz ramazan ayının kalplerimizi nurlandırıp, ruhlarımızı aydınlattığı güzel atmosferine yeniden kavuştuğumuz için Allah’a şükrediyor, bütün vatandaşlarımızın, İslam áleminin nice ramazanlara dirlik, düzen ve esenlik içinde ulaşmasını diliyorum.
Yazının Devamını Oku 
8 Ekim 2004
<B>BİR </B>okuyucum, mektubunda mezhepler konusuna değinerek, <B>‘Kuran ve sünnet varken, bu mezhepler de neymiş?’</B> anlamına gelen bir sual tevcih ediyor. Mezheplerin oluşturduğu fikir ve düşünce birikimini, ‘günümüz şartlarına cevap vermeyen görüş ve düşünceler’ olarak nitelendiriyor. Konunun, bazı zihinler açısından aydınlatılmaya muhtaç olduğu düşüncesiyle biz de bugünkü yazımızı mezhepler konusuna ayırdık.
Mezhep, sözlükte ‘gidilen, yürünen, tutulan yol’ anlamıyla ifade edilmektedir. Terim olarak ise ‘ilim ve felsefede benimsenen yol, meslek’ demektir. Bu anlamdan hareketle, herhangi bir müçtehidin, Kuran ve sünnetin ışığında tüm ilmi birikimini ve gücünü ortaya koyarak vardığı ilmi kanaate, o müçtehidin mezhebi denmektedir.
Bununla bağlantılı olarak, esas itibarıyla içtihatta en üst seviyelere ulaşmış, içtihat usulleri ve bu usuller doğrultusundaki kanaatleri başta ilim adamları olmak üzere kitlelerce benimsenmiş çok büyük ilim adamlarının isimleri etrafında oluşmuş bulunan ilmi ekoller, mezhep olarak adlandırılmıştır.
* * *
Dini literatürde mezhep, değişik yorumlara açık bazı Kuran ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin bazı din bilginleri tarafından farklı yorumundan ortaya çıkan dini görüş ve anlayışlar diye de tarif edilmektedir. Dinin kaynaklarının farklı anlaşılıp yorumlanması ise zaman, mekán, kültür, örf, ádet, imkán ve değişik etkilerin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber döneminde Müslümanlar, karşılaştıkları bir meselenin dini hükmünü Hz. Peygamber’e sorup öğreniyorlardı. Dolayısıyla, Hz. Peygamber zamanında Müslümanlar arasında fikir ve düşünce alanında ciddi farklılıklara rastlanmıyordu. Hz. Peygamber’in sağlığında ne siyasi ve itikadi mezheplerden, ne fıkhi-ameli mezheplerden söz edilebilir.
Peygamberimizin vefatından sonra vahiy kapısının kapanması sebebiyle, Müslümanlar, ortaya çıkan yeni meseleleri kendileri çözüme kavuşturmak mecburiyetiyle karşı karşıya kalmışlardır. İslam toplumu bilginleri, karşılaşılan yeni meselelerin dini hükmünü belirlemek için önce Kuran’a bakıyorlar, meselenin cevabını Kuran’da bulabiliyorlarsa oradan cevaplandırıyorlardı. Orada bulamazlarsa Hz. Peygamber’in konuyla ilgili açıklaması ve uygulaması olup olmadığını araştırıyorlardı. Meselenin hükmünü sünnette de bulamazlarsa, dinin asli kaynakları olan Kuran ve sahih sünnetin ışığında bir değerlendirmede bulunuyorlardı. Bu ilmi hareketin sonucu olarak birtakım farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Dini hayatta mezheplerin varlığı, Müslümanlar için büyük bir kolaylık ve genişlik demektir. İslam alimlerinin de ifade ettikleri gibi, değişik renk ve ırklara mensup olan, farklı bölge ve zamanlarda yaşayan insanlığın hayatına dinin girmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi, yorum ekolleriyle mümkün olabilmiştir. Bu sebeple insanlık bu ekollere sürekli muhtaçtır. Bilim ve düşüncenin gelişmesi, sürekli değişen hayat şartlarına ve her türlü gelişmeye dinin cevap vermesi bu ekoller sayesinde mümkün olmuştur. Mezhepler, dinin anlaşılma biçimleriyle ilgili farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkmış oluşumlardır. Mezhepler, İslam ile asla özdeşleştirilmemeli, en ileri noktada, İslam’ın bir tür anlaşılma biçimi olarak görülmelidir.
* * *
İslam tarihinde mezhep denildiği zaman, hem siyasi ve itikadi nitelik taşıyanlar, hem de fıkhi, ameli nitelik taşıyanlar anlaşılmaktadır. Özellikle mezhep, Türkçemizde her iki alanı da ifade etmek için kullanılmaktadır. İlk ortaya çıkan siyasi-itikadi nitelikli mezhep Hariciliktir. Daha sonra Mürcie, Şia, Mutezile gibi itikadi yönü ağır basan mezhepler oluşmuştur.
Fıkhi mezheplerin oluşu ise Hicri ikinci asra ve daha sonralarına rastlamaktadır. Hicri 150 senesinde vefat eden Ebu Hanife’nin kurduğu Hanefilik, Hicri 204 yılında İmam Şafi’nin kurduğu Şafilik, Hicri 179 senesinde İmam Malik’in kurduğu Malikilik ve Hicri 240 senesinde İmam Ahmed b. Hambel’in kurduğu Hambelilik belli başlı ameli mezheplerdendir. Ayrıca mezhepler dörde inhisar etmemektedir. Sevri, Evzai gibi daha birçok müçtehitler mezhep kurmuşlardır. Ancak, birçoğunun bağlıları bulunmadığından sadece kitaplarda kalmışlardır. Hiç şüphesiz onların da İslam ilim ve fikir hayatına çok değerli katkıları olmuştur. Bıraktıkları eserlerden bugün de istifade edilmektedir.
Ayrıca mezhepler, yalnızca İslam’da değil, bütün ilahi dinlerde görülen bir olgudur. Mesela Hıristiyanlıkta Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık gibi pek çok taraftarı olan mezhepler de vardır.
Ülkemizde gerek mezhep ayrılıklarının, gerekse farklı cemaat ve dini toplulukların bir ayrılık unsuru haline gelmemesi için İslam dininin asli kaynaklarından doğru bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. İslam dini doğru bir şekilde öğretildiği zaman yanlışlıklar kendiliğinden ayıklanacaktır.
Unutulmamalıdır ki, farklı yorumlar zenginliktir. Faklı yorum ve anlayışlar, bir tablodaki birbirini tamamlayan farklı kareler gibidir. Güzelliğin ortaya çıkması, bu karelerin ahenkli bir şekilde bir araya gelmesiyle mümkündür. İslam inancı, farklı unsurları yok etmeyi değil, onları ahenkle bir araya getirerek insanlığın hayrına dönüştürmeyi amaç edinir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Yetimle öksüz arasında ne fark var? Duaların kabulü için abdestli olmak gerekir mi?
Mehmet Ali Çandar/ANKARA
Babasını kaybetmiş çocuklara yetim, annesini veya hem annesini, hem babasını kaybetmiş çocuklara da öksüz denir. Yetim ve öksüzü korumak, onları hoşnut kılmak, topluma kazandırmak bizim hem dini, hem de insani görevimizdir.
Duanın kabul olması için abdestli olmak gerekmez. Abdest, aslında namaz içindir. Duanın kabul olması için ihlas, samimiyet ve helal lokma gereklidir.
Gece aynaya bakmak, tırnak kesmek günah mıdır?
Ayşe Bent/SİNOP
Bu tür inanışların dinde bir dayanağı yoktur. Işığın yeterli olmadığı dönemlerde, kişinin eline bir zarar gelmesin diye böyle ortamlarda tırnak kesilmesi tavsiye edilmemiştir. Bu inanç da oradan kaynaklanmaktadır.
Camiye girdiğimde Kuran okunuyordu. İki rekat namaz kılmak istedim, kılma dediler. Doğru mu?
Ruhayet Alp/İSTANBUL
Kuran’da ‘Kuran okunduğu zaman dinleyin ve susun.’ buyurulmuştur. Dolayısıyla, nafile namaz kılmaktan Kuran dinlemek daha faziletli ve daha sevaptır.
Saç boyası, saçın suyla temasını engeller mi?
Arzu Düzel/ADANA
Saç boyasının saçın su ile temasını engellemediği, işin uzmanları tarafından ifade edilmektedir. Dolayısıyla abdestinize mani değildir.
Ağabeyim ve babamla birlikte ortak iş yapıyoruz. Gelir, her ayın veya yılın sonunda paylaşılmıyor, ihtiyacı olan kasadan alıyor. Bu kul hakkına girer mi?
A. Caner Hikmet
Ortakların rızası olmadan kasadan para alınması kul hakkına girer. Bundan özenle kaçınmak gerekir.
Birisine borç verdim, alamıyorum. Kendisine haber vermeden çekmecesinden o miktarda parayı almamın bir mahzuru var mı?
Maaş alan imamların cemaate namaz kıldırdıktan sonra ayrıca namaz kılmaları gerekir mi?
Bayram Güngören/İSTANBUL
Alacaklı olduğunuz kişinin çekmecesinden o miktarda bir parayı haber vermeden almanız hırsızlık sayılmaz. Ancak, bu tür davranış etik değildir. Borçluyu ikna ederek almanız daha doğru bir hareket olur.
İmamların maaş almaları, onların kıldıkları namaza halel getirmez. Dolayısıyla, kıldıkları namazı iade etmeleri de gerekmez. Tabii, herkesin niyetini Allah bilir. Bize düşen görev, hüsnüzanda bulunmaktır.
Yazının Devamını Oku 
1 Ekim 2004
<B>GEÇEN </B>haftanın tartışılan konularından birisi de, Peygamberimizin resminin din dersi kitaplarına konulması hususu idi. Bu konu geçen hafta bir TV kanalının tartışma programında da yer aldı. Ayrıca bazı gazetelerin köşe yazılarında çeşitli tepkiler dile getirildi. Bu yüzden ilgili bakanın ve bürokratların istifalarını istemeye kadar giden görüşler ileri sürüldü. Tartışmaların halen devam etmesi üzerine, biz de bugünkü yazımızı bu konuya ayırdık.
Önce şunu ifade edelim ki, İslam’ın muazzez Peygamberi Hz. Muhammed, ruhi ve ahlaki yönden olduğu gibi fiziki görünüşü itibarıyla da mükemmel bir insandı. O’nun gerçeğe uygun olarak resmedilmesi ve bu resmin vicdanlarımızdaki mükemmelliğe ulaşmasının güçlüğü ortadadır. Bu gibi tasvirler, resmedilen kişiyi değil, onu çizen kişinin görüşlerini yansıtır.
O belirlemeler, çizen kişinin kafasında nasıl yer etmişse resme de o şekilde intikal eder. Tasvirlere dayanan resimler, ressamın bilgi ve kültür seviyesi, sanatkárlığı, inanç ve düşünce sistemine göre şekil alır. Bu itibarladır ki, peygamberlerin hayali resim, minyatür veya gravürlerinin yapılması, gerçeklik yönünden bir anlam ifade etmez.
* * *
Peygamberimiz hayatta iken resim ve minyatürü yapılmamıştır. Ancak sahabe tarafından sözleri, tavır ve hareketleri, kısmen fiziki görünümü ve bazı bedensel özellikleri sözlü olarak anlatılmıştır. Yaygın olmamakla birlikte, bazı kitaplarda rastlanan Hz. Peygamber'e ait tasvir ve minyatürler, asırlar sonra O’nu hiç görüp tanımamış kişilerin hayal mahsulü olarak meydana getirdikleri çizimlerdir. Peygamberimizin gerçek görüntüsüyle hiçbir alakası yoktur.
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, ‘Kim benim söylemediğim bir sözü bilerek yalan yere bana isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın’ buyurmuştur. Peygamber sözünün kendi yalınlığı ve gerçekliği içerisinde nesillere intikalinden ne kadar sorumlu isek, O’na benzemeyen, O’nu ifade etmeyen hayali tasvir ve çizimlerin aktarılmasına da aynı duyarlılıkla karşı çıkmak görevimizdir.
Bu itibarla, Peygamber efendimizin resimlerinin din dersi kitaplarında şu veya bu şekilde yer almasını doğru bulmamaktayız. Peygamberimizin resimlerinin yapılıp çizilmesi, halk arasında bu resimlere kutsallık izafe etmek gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirecektir. Bu da tevhid inancını zedeler. Günümüzde bunun örnekleri pek çoktur.
Genel anlamda İslam'ın resim ve heykele bakışını ise kısaca şöyle ifade etmemiz mümkündür: Tarih boyunca toplumlarda büyük işler başarmış olan kişilerin ve onların resim ve heykellerinin kutsallaştırılıp tapınıldığı dönemler olmuştur. Bu yüzden Peygamberimiz, Müslümanların resim ve heykel yapmalarını yasaklamıştır.
Bu yasaklama Peygamberimiz'in şirkle amansız mücadele ettiği İslam'ın ilk dönemlerine ait bir yasaklamadır. Putperestliğin yenilmesi ve tevhid inancının kökleşmesinden sonra bu radikal yasaklama gevşetilmiş, resim ve heykellere tazim (saygı) ifade etmeyecek bir şekilde kullanılmasına müsaade edilmiştir. Rivayet edilen hadislerde bunları görmek mümkündür.
* * *
Kuran'da ise resim ve heykeli yasaklayan bir ayet bulunmamaktadır. Aksine, Sebe Suresi 13. ayette "Süleyman Peygamber’in, yakınında çalışan kimselere mihraplar (büyük anıt, mabet) ve temasil (heykeller) yaptırdığı" övücü bir üslupla anlatılmaktadır. Süleyman Peygamber’in bu tutumu özendirici bir üslup içerisinde anlatıldığına göre, sanat ihtiva etmek kaydıyla resim ve heykeltıraşlık yasak değildir. Yasak olan, bu eserlere tapınmaktır.
Ayrıca, yaşadığımız çağda resim ve görüntü unsurlarını hayatımızın dışına atmak mümkün değildir. İnsanlarımızı televizyon seyretmekten, gazete ve dergi okumaktan mahrum edecek böyle bir anlayışın çağımızda yeri olmadığı gibi, dinimizden de onay alması beklenemez.
İslam’ın, mimariye ve güzel sanatlara verdiği önem ise yüzyıllar boyunca meydana getirilen eserlerle kendini ifade etmektedir. Kuran-ı Kerim’de de, insanları güzel sanatlara, estetiğe teşvik eden ayetler mevcuttur.
SORALIM ÖĞRENELİM
Fuhuş yapan bir kadınla evlenmek caiz midir?
İsa Alp/İZMİR
Nur Suresi ayet 3’te, ‘Zina eden erkeğin ancak zina eden veya şirk koşan kadınla evleneceği, zina eden kadının da zina eden veya şirk koşan bir erkekle evleneceği, böyle kimselerle evlenmenin müminlere haram kılındığı’ ifade edilmektedir. Yine bir ayette, ‘Temiz kadınlar temiz erkekler içindir, kötü kadınlar da kötü erkekler içindir’ buyurulmaktadır. Bir insanın fuhuş yapan biriyle hayat sürdürmesi tabii ki doğru olamaz. Ancak, vaktiyle zina etmiş ve tövbe etmiş kadın ve erkekle evlenmekte bir sakınca yoktur. Çünkü tövbe eden kimse günahından temizlenmiş olur.
Saçlarını boyayan kadınların boy abdesti ve namaz abdesti olmaz diyorlar, doğru mu?
Arzum Gül
Saç boyasının, suyun saçla temasını engelleyici bir tabaka oluşturmadığı takdirde (kına gibi) abdest açısından bir sakıncası yoktur.
Kalbi temiz bir arkadaşım var, hiçbir dini yükümlülüğünü yerine getirmiyor. Ne yapmalıyım?
Fuat Öztürk/İSTANBUL
Arkadaşınıza dini telkinlerde bulunmakla birlikte, başta Kuran meali olmak üzere güvenilir dini eserleri okumasını sağlamalısınız.
‘İmam nikáhı da neymiş’ diye düşünenler var. İmam nikáhının önemini anlatır mısınız?
Fatma Şahin/BURSA
Nikáh, iki kişinin aleni olarak şahitler huzurunda hayatını birleştirmeye karar vermesidir. Karşılıklı bir sözleşmedir. Dinimizde de böyledir, Medeni Kanunumuzda da böyledir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi mabette ve din adamının önünde kıyılması gerekmez. Geleneğimizdeki gibi, nikáhtan sonra bir imam efendinin dua okuması da güzel bir şeydir.
Yazının Devamını Oku 
24 Eylül 2004
<B>İSLAM’</B>ın hayat telakkisi insan merkezlidir. İnsan, varlığın ve hayatın öznesidir. Allah, insanı şerefli bir varlık olarak yaratmış, onu akılla taçlandırmıştır. Yani Allah, insanın dışındaki bütün dünyevi varlıkları insan için yaratmış, insandan da kendisine kulluk etmesini istemiştir. İnsanoğluna uyması için birtakım dünyevi hükümlerin öngörülmüş olması da hep onun insanca yaşaması içindir.
Öngörülen bu kuralların insanlar tarafından ihlal edilmesi, tabii mecrası içinde akıp giden sosyal hayata menfi bir müdahale, başka bir ifadeyle fıtrattan uzaklaşarak yabancılaşma telakki edildiği için, bu ihlallerin cezalandırılmasıyla da bozulan dengenin yeniden tabiiliğine kavuşturulması amaçlanmaktadır.
Acaba hayatın tabiiliğini muhafaza etmek zorunlu mudur? Başka bir ifadeyle, insan hareketlerine sınırlamalar getirerek onları zapturapt altına almak da hayata bir müdahale değil midir? Kanaatimizce hayatın tabiiliğini muhafaza etmek için bu müdahale zorunlu olduğu gibi, insan hayatına menfi bir müdahale de değildir. Zira kendi çıkarları için sınır tanımayan insanların, tatmin olmak için başvurmayacakları yol yoktur.
* * *
Her şeyin insan için, insanın mutluluğu için olduğu sürekli olarak tekrarlanmakla beraber, ne yazık ki en çok ihmale uğrayan varlık da tarih boyunca her zaman insan olmuştur. Bütün dünyevi ihtiyaçları karşılanan insanlar da bu ihmalin dışında değildir. Eğer karınlarını doyurduğumuz insanların gözlerini ve gönüllerini doyuramıyorsak; onlara sabrı, kanaati, fedakárlığı, diğerkamlığı, sevgi, saygı ve hoşgörüyü öğretemiyorsak; bunların kırlarda karınlarını alabildiğine doyuran diğer canlılardan ne farkı kalır?
Manen aç, ahlaken geri olan insanların, akıllarının yardımıyla bazen en vahşi hayvanlardan daha yırtıcı, daha tehlikeli ve daha zararlı olabildikleri de müşahede edilmektedir. Nitekim yeryüzünde hemcinsine işkence ederek öldüren tek canlı (varlık) yine insandır. Çünkü iyiye de kötüye de yol gösteren aklı, ona, işkenceyle daha çok acı çektirildiğini öğretmektedir.
Kısaca, insan ihtiraslarını, doyumsuz arzularını ihtiyaç telakki ettiği sürece, hiçbir zaman doymayacak, hiçbir zaman kanmayacak, hiçbir zaman tatmin de olmayacaktır. Yüce Peygamberimizin ifadesiyle, onun gözünü sadece bir avuç toprak doyuracaktır.
Ahlaki ve hukuki normlar ve kayıtlar koymaksızın, insanları, zayıfların ezildiği, güçlünün egemen olduğu bir ortama terk etmek, onları birbirlerine ellerinden gelen hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmeyecekleri bir ortama itmek demektir. Çünkü bu dünyada iyiliklerin de kötülüklerin de kaynağında insan vardır.
Yeryüzünün sorunları, yeryüzünde yaşayan akıllı canlıların eseridir. Bu sorunlar bize başka gezegenlerden taşınmış değildir. Yüce Allah, insanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde bozgunculuğun ortaya çıktığını (Rum, 41), insanların başına gelen her musibetin kendi elleriyle işledikleri yüzünden olduğunu (Şura, 30), kendilerinin insanlara zulmetmediğini, insanların kendi kendilerine zulmettiğini (Yunus, 44) açıkça ifade etmektedir.
* * *
Sonuç olarak; ihtiyar dünyamız insan merkezli problemlerle karşı karşıyadır. Hayatı yaşanmaz hale getirenler insanlardır ve birbirlerine reva gördükleri gayri insanı muamelelerdir. Öyleyse toplu halde yaşayan insanların belli kurallara uyarak yaşamaları kendileri için zorunludur.
Hareketleri başkalarına zarar verme sınırına ulaştığında onları frenleyecek kudret, yönetim erkine ait olmakla beraber yine insanın içindedir. İnsan, kendini maddi ve manevi planda sorumluluk mevkiine koyup, ona göre davranış geliştirdiği müddetçe toplum huzurlu bir toplum haline gelir, insan da mutlu olur.
Kuran’da cami, ezan ve imam kavramları hakkında ayetler var mıdır?
Hilmi Akkanat/ANKARA
Müslümanların ibadethanelerine ‘secde edilen yer’ anlamında mescit denilir. Kuran’da mescitlerden söz eden ayetler vardır. Örneğin, Bakara 114, Tevbe 18. ‘Toplayan, bir araya getiren’ anlamına gelen cami ise Türkiye’de büyük ibadethaneler için kullanılmaktadır.
Ezan, bilinen şekliyle Kuran’da yer almamaktadır. Cuma Suresi ayet 9’da ‘Ey iman edenler! Cuma günü namaz için nida edildiği vakit derhal Allah’ı anmaya koşun’ buyurularak ezandan söz edilmektedir.
Ezan, hicretin birinci yılında okunan lafızlarıyla Hz. Peygamber tarafından uygulamaya konulmuştur. Ezan, müekket (pekiştirilmiş) sünnettir. İslam’ın şiarı, alameti sayıldığından toptan terk edilmesi haram sayılmıştır.
İmam, sözlükte ‘önder, rehber’ anlamına gelmektedir. Dini literatürde devlet başkanı, ilmi ekollerin önderleri ve cemaate namaz kıldıran kimseler için kullanılır.
Ehl-i sünnet ne demektir?
Bilal Arar/İSTANBUL
Ehl-i sünnet, doğrudan doğruya Kuran’a ve Hz. Peygamber’in sünnetinin özüne sahip çıkan, benimseyen, çoğunluğun yolu ve izlediği metot demektir.
Çocukları sünnet ettirme geleneği Peygamberimiz zamanında var mıydı? Sahabiler sünnet olmuş muydu? Sünnet olma, Müslümanlığın olmazsa olmaz şartı mıdır?
Cahit TANIK
Sünnet ettirme geleneği İbrahim Peygamber’den gelen bir gelenektir. İslam’dan önceki Arap toplumunda ve Yahudilerde sünnet olma vardı. Sünnet olma, Müslümanlığın olmazsa olmaz şartı değildir. Adından da anlaşıldığı gibi sünnettir.
Her vakit namazının sonunda Ayet-el Kürsi okumak gerekli midir? Ayet-el Kürsi bilmeyen insanın yaptığı yemek yenmez deniliyor, doğru mu?
Mustafa KILIÇ
Namazlardan sonra Ayet-el Kürsi okumak sünnet veya müstehap (güzel) sayılmıştır. Ayet-el Kürsi okunmazsa namazda bir eksiklik olmaz. ‘Ayet-el Kürsi bilmeyenin pişirdiği yemek yenmez’ sözü ise asılsızdır.
Abdest alırken niyet ederek kıbleye dönüp, kelime-i şahadet getirmek gerekli mi? Fatiha’dan sonra zammı sure okunması zorunlu mu?
İrfan ARI
Abdest alırken niyet etmek sünnettir. Kıbleye dönüp kelime-i şahadet getirmek diye bir şey yoktur. Farz namazların 1’inci ve 2’nci rekatlarında Fatiha’ya bir sure ekleyerek kılmak gereklidir. Çünkü, Hanefilere göre bir sure eklemek vaciptir, terk edilmemelidir.
Parmakla işaret edilerek namaz kılınır mı? Türkçe meali okuyarak hatim indirebilir miyiz?
Nahide Barış/ANKARA
Hasta olan kişiler namazda rüku, secde yapamıyorlarsa başlarıyla işaret ederek namazlarını kılabilirler. Parmakla, göz işaretiyle namaz olmaz. Hatim, Kuran-ı Kerim’i başından sonuna kadar okumaktır. Kuran mealini bu şekilde okumakla büyük sevap kazanmış olursunuz. Okumaya devam ediniz.
Yazının Devamını Oku 