Mehmet Nuri Yılmaz

Hurafe ve batıl inançlar

4 Şubat 2005
<B>DİNİN </B>özünde bulunmayan, birtakım yollarla sonradan dine sokulan ve dini inançmış gibi telakki olunan söz, fiil ve davranışların tümü bidat ve hurafe kapsamına girmektedir. Dinler tarihi incelendiği zaman görülecektir ki; hemen hemen her devirde bidat, hurafe ve batıl inanışlar, toplumların ortak problemi olmuş, daima gündemdeki yerini ve önemini muhafaza etmiştir. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir.

İslam dini ile bağdaşmayan, akla ve mantığa uymayan, farkına varmadan insanı yüce dinin özünden uzaklaştıran bidat ve hurafeleri, bazı farklılıklarla hemen her kesimde ve bölgede görmek mümkündür.

* * *

Dinimizin temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarıyla bağdaştırılması asla mümkün olmayan, halkımızı yanlışlıklara sevk eden öyle hurafeler var ki, bazıları bunu din adına samimi bir şekilde savunmakta ve hatta bu davranışı ‘hakiki dindarlık’, bunlara karşı çıkmayı ise ‘dinden uzaklaşma’, ‘itaatsizlik’ ve ‘inançsızlık’ olarak kabul etmektedir. Halbuki dinin kabul etmediği anlayış, inanış ve uygulamalarla dindarlık olamaz.

Tam tersine hurafe ve batıl inanışlar, farkına varmadan kişileri, inandıkları, söyledikleri dinin gerçeklerinden ve özünden uzaklaştırır. Gerçek dindarlık, ancak dinimizin ana kaynaklarında bulunan itikat, ibadet ve ahlak esaslarını kabul etmek ve yaşantımızı bu prensipler çerçevesinde düzenlemekle mümkündür.

Toplumların ortak kültürel ve sosyal derdi olan bu tür inanışların neşv-ü nema bulmasına (gelişmesine), kök salmasına zemin hazırlayan birçok sebep vardır. Cehalet, ádet, gelenek, görenek, menfi propaganda, çıkar hesapları, kişisel zaaflar, insanların saf ve temiz inançlarını istismar gibi sebepler, hurafe ve batıl anlayışların zuhuruna ve yayılmasına neden olan faktörlerden bazılarıdır.

* * *

İnsan fıtraten bir şeye inanmak zorundadır ve telkine müsait bir varlıktır. Bir bela, musibet, felaket, hastalık ve sıkıntı halinde sığınacak bir merci ve başvuracak bir çare arar. İnsanın yaradılışında bu acziyetini ve zaafını iyi değerlendiren bazı istismarcılar, din ve merhamet simsarları, kötü niyetli kişiler, insanlarımızın cehaletinden de istifade ederek onların saf duygu ve düşüncelerini istismar etmekte, ‘çare diye’ dinin özüne tamamen zıt olan şeylere teşvik etmekte, bu yolla menfaat sağlamaktadır.

Dertlerine deva aramak maksadıyla kendilerine başvurulan bu çıkarcılar eliyle pek çok insanımızın çeşitli felaketlere maruz kaldığını, büyük bunalımlara, ümitsizliklere ve çaresizliklere sürüklendiğini, basın yayın kuruluşları vasıtasıyla hemen her gün üzülerek müşahede etmekteyiz.

Bu çıkarcıların zararları sadece kendi şahısları veya muhatapları ile de sınırlı değildir. Bunlar, din dışı uygulamalarını din kılıfı altında sergiledikleri için insanların saf itikatlarını bozmakta ve böylece hem yüce dinimize, hem de halkımıza çok büyük zararlar vermektedirler. Öyleyse, İslam’ın ulviyetini ve kudsiyetini gölgeleyen, onun dinamizmini ve hamleci ruhunu menfi yönde etkileyen bu asılsız inanç ve uygulamalara karşı mücadele etmek ve yüce dinimizi bidat ve hurafelerden arındırmaya çalışmak, her olgun müminin asli vazifesi olmalıdır.

Bidatlerden ve batıl inançlardan korunabilmenin en emin yolu, Kuran ve sahih sünneti esas almaktır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Kuran’da ‘Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostu edinmeyiniz’ denilmektedir. Bunu açıklar mısınız?

İsa ORHAN/ARDAHAN

Fazlı BAY/ANKARA

İslam, gayrimüslimlerle onurlu ve kişilikli bir ilişki zemini oluşturmakta asla sakınca görmez. Nitekim saadet döneminde de bunun örnekleri çoktur. Ancak ayet, kişiliksiz, tavizkár ve teslimiyetçi bir tutum sergileyerek kimlik erimesine, dolayısıyla iman kaybına veya zaafa uğramasına yol açacak dostane ilişkiler kurmayı yasaklamaktadır.

İslam’da çilecilik var mıdır?

Safiye EMRE/İSTANBUL

Kişinin ahlaki bakımdan gelişmesi ve olgunlaşması için, iradeyi sıkı bir disiplin altına alması gerekir. Ancak insanın bedensel isteklerini, fiziki arzularını aşırı bir şekilde bastırması dinimizce makbul sayılmamıştır. Peygamberimiz, ‘Nefsin senin bineğindir, ona şefkatli davran’ buyurmuştur.

Ehli sünnet ne demektir? Açıklar mısınız?

Mustafa UĞUR/İZMİR

Ehli sünnet, inancın esaslarını İslam’ın temel kaynağı olan Kuran ile Hz. Peygamber’in söylediği ve yaptığı şeylerin ruhuna ve anlamına sadık kalan kelam ekolünü nitelemek için kullanılan bir terimdir. Eşariye, Maturidiye ve Selefiye mezheplerinden oluşmaktadır. Yaratıcının sıfatları, ruhun ölümsüzlüğü gibi konularda İslam’a aykırı görüşler ileri süren filozofları ve irade, kader, günah ve şefaat vb. konularda farklı görüşler ileri süren Mutezile, Cebriye gibi mezhepleri eleştirmiş ve onları bidat ehli saymışlardır.

Bir eski bakanımız, Hz. Peygamber’in Türk olduğunu iddia ediyor. Ne dersiniz?

Mustafa ŞALLI/BURSA

Tarihi kaynaklarda peygamberimizin soyunun Hz. İsmail’e dayandığı, dolayısıyla Sami Kavmi’nden ve Arap olduğu kaydedilmektedir. Nitekim kendisi de Arap olduğunu söylemektedir. Aslında bu iddia yeni değildir. Atatürk’ün de katıldığı bir Tarih Kongresi’nde bu tez ortaya atılmış, ancak tasvip görmemiştir.

DÜZELTME: 28.01.2005 tarihli Cuma Sohbetleri ‘Soralım Öğrenelim’ bölümünde ‘Uyandığımda yaş izine rastlamıyorum’ ifadesi bir yazım hatası olarak ‘rastlıyorum’ olarak çıkmıştır. Özür dileriz.
Yazının Devamını Oku

İslam ve insan

28 Ocak 2005
<B>MANEVİ </B>ve maddi iki yönü olan insanın, rengi, ırkı, dili, dini ve statüsü ne olursa olsun hiçbir ayrıma tabi tutulmadan zaruri olan maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermesi hakkıdır. Buna kısaca insan hakkı denilmektedir. Cenab-ı Allah, Kuran-ı Kerim’de insanı en güzel surette yarattığını (Tin, 95/4) ve şerefli kıldığını (İsra, 17/70) tüm insanlığın anne-babasının aynı olduğunu (Hucurat, 49/13) beyan etmektedir. Bu mesajların, 15 asır önce; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, kadın ve kölelerin insan sayılmadığı ve pazarda da mal olarak alınıp satıldığı, zenginlerle fakirlerin kesinlikle eşit görülmediği bir topluma geldiği ve ilk defa onlara tebliğ edildiği düşünülünce, önemi daha da artmaktadır.

O günkü toplumun İslam’a karşı çıkmalarının en önemli sebeplerinden biri de İslam’ın getirdiği bu prensiplerdir.

* * *

Modern dünyada ancak 18. ve 19. yüzyıllarda insan haklarının temel ilkeleri olarak ortaya çıkan eşitlik, hürriyet, adalet ve kardeşlik gibi kavramlar, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan İslam dini tarafından 11 asır önce vazedilmiş ve Hz. Peygamber tarafından hayata geçirilmiştir. İslam tarihi bu prensiplerin Müslümanlar tarafından benimsendiğini ve uygulandığını bizlere haber vermektedir.

Hz. Ömer, Ömer Bin Abdülaziz, Harun Reşid ve Fatih Sultan Mehmed gibi idareciler bu hakların uygulanması, Ahmet Yesevi, Mevláná Celaleddin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi düşünürler de bu prensiplerin yaygınlaşması bakımından önder şahsiyetler olarak kabul edilmektedir.

Bütün insanlara tanınan temel hakları belirten İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 10 Aralık 1948 tarihinde toplanan Paris Kongresi’nde Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye devletler tarafından 48 ülkenin olumlu oyuyla kabul edilmiştir. Bu belgeyle ırkçılık, kölelik ve işkence, insanlık aleyhine işlenen suçlar olarak kabul edilmiş ve yasaklanmıştır.

Seyahat hürriyeti, özel hayatın gizliliği, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü, düşünce ve onu serbestçe ifade etme özgürlüğü, seçme ve seçilme özgürlüğü, kadın-erkek eşitliği, sosyal güvenlik vb. haklar ne acıdır ki bugüne kadar birçok gelişmiş devlet tarafından bile ihmal edilmiştir.

* * *

İnsanlar için bir rahmet olan İslam, bu beyannamedeki hakların hepsini asırlar önce zikrederken işin başına hayat hakkını koymuştur. Kuran-ı Kerim bu konuda, ‘Kim bir cana kıymayan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmayan bir canı (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu yaşatırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur’ (Maide 5/32) buyurarak insan hayatının ne kadar yüce olduğunu göstermiştir.

İslam, düşünceye bir sınır getirmemiş, insanları düşünmeye, akıl yürütmeye davet etmiş, din ve vicdan hürriyetini tanımış, farklı dinlere mensup insanlardan oluşan bir toplumda yaşamanın örneğini de bizzat Hz. Peygamber vermiştir.

Allah insanı yaratırken tüm haklarını da ona vermiştir. Yaradılıştan beri gönderilen tüm peygamberler de Allah ve kul haklarını insanlara öğretmek ve uygulayarak örnek olmak için gönderilmişlerdir. Yapılan kanunlar, beyannameler bu hakların korunması için yapılmaktadır. Bu manada Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi, insanlık tarihinin ilk ‘İnsan Hakları Beyannamesi’ niteliğindedir.

SORALIM ÖĞRENELİM

İkinci derece akraba evliliğinden dolayı özürlü doğan çocuk var. İslam’ın bu konudaki görüşü nedir?

Murat EDİZ-İZMİR

İkinci derece akraba evliliğini İslamiyet yasaklamamıştır. Bu evliliklerden doğacak tüm çocukların mutlaka özürlü olacağına dair kesin tıbbi bir kural yoktur. Bugünkü gelişmiş tıbbi imkánlar çerçevesinde bu tür evlilikler yapılmadan önce genetik araştırmaların yapılması ve çıkacak sonuca göre hareket edilmesi daha doğru olur.

Ehl-i Beyt’i Nuh’un gemisine benzeten hadis nerede geçiyor?

Mustafa UĞUR-İZMİR

Söz konusu hadis, Hákim’in Müstedrek’inde ‘Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir. Bu gemiye binen kurtulur ve dışında kalan ise helak olur’ şeklinde rivayet edilmiştir.

İtikafa çekilmek ne anlama gelir, dinde yeri var mıdır?

Süleyman SARITAŞ-İZMİR

İtikaf; cemaat, köy, mahalle vb. halkından en az bir kişinin mescide çekilerek bir müddet kendini ibadete vermesi, evinden, işinden ayrı kalması ve halkla günlük işlerini askıya alması şeklinde yapılır. Hz. Peygamber, ramazanın son on gününde mescitte itikaf ibadeti yapmış, son yılında bunu iki katına çıkarmıştır. Kuran’da ‘Mescitlerde ibadete çekilmişken kadınlarla cinsi ilişki bulunmayın’ buyurulmuştur.

Fatiha ne demektir? Namazın her rekatında niçin tekrarlanıyor?

Mehmet TURGUT

İSTANBUL

Fatiha; ilk, evvel, başlangıç demektir. Kuran’ın bütün mesajlarını, mana, bilgi ve hükümlerini içermektedir. Yani Kuran’ın özetidir. Bundan dolayı namazda tekrarlanmaktadır.

Organlarım için bir yere başvurmak istiyorum, günah diyorlar. Bilgi verir misiniz?

Arslan Şenol MEHMET

MUĞLA

Bu konuda daha önce bir makale yazmıştım. Organ bağışlamak, bir hayat kurtarmak demektir. Çok sevabı vardır. Hemen organınızı bağışlayınız.

Rüyada cinsi ilişkide bulunuyorum. Uyandığımda yaş izine rastlıyorum. Boy abdesti gerekir mi?

İbrahim-MARDİN

Bu durumda boy abdesti almanız gerekmez.

Umre, hac yerine geçer mi?

Dursun ABAZA-SAKARYA

Umre sünnettir. Farz olan haccın yerine geçmez.
Yazının Devamını Oku

Sevgi üstüne

21 Ocak 2005
<B>İSLAM</B> dini barışı esas almış, adı bile barış ve esenlik olan bir dindir. Bütün dinlerin özünde de barış vardır. Dinimize göre insan önce kendisiyle barışmalıdır. Kendisiyle kavgalı olan bir insandan topluma fayda gelmeyeceği gerçeğinden hareketle fertlerin iç dünyalarından barışı tesis etmeleri, huzurlu bir toplumun oluşması için temel esas sayılmıştır.

Toplumların karşılaştığı sıkıntıların arka planında, öncelikle insanların kendileriyle kavgalı oldukları yatmaktadır. Ferdin kendisiyle, ailesiyle ve akrabalarıyla barışık olması toplumsal barış açısından önemlidir.

Toplumsal barışı sağlamak için, dinimiz ırkçılığı şiddetle reddetmiş, ancak ırkları da inkár etmemiştir. Çünkü insanın herhangi bir ırka tabi olarak dünyaya gelmiş olması, kendi elinde değildir. Bu tamamen irade dışı, bir kader işidir. Onun için üstün ırk nazariyesini İslam dini asırlar önce reddederek yaratılışta bütün insanların eşitliği prensibini getirmiştir. Hucurat Suresi’nde, ‘Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık. Sizi birbirinizle tanışmanız için şubelere, kabilelere, milletlere ayırdık. Şüphesiz Allah katında fert planında en üstün olan Allah’tan sakınandır’ buyurulmaktadır.

* * *

İnsanları, ırkları, renkleri, dilleri vb. farklılıklara göre değil, yaptıkları işlere göre değerlendiren İslam dinine göre, ‘İnanmak vicdan işidir ve vicdanlara da müdahale edilmez’. Kitap ehli, tarih boyunca Müslümanlardan gördüğü din ve ibadet hürriyetini kendi dindaşlarından görmemiştir. Cenab-ı Peygamberimiz, Mescid-i Saadet’te Hıristiyanların ibadetlerini yapmasına bile müsaade edecek kadar ehl-i kitaba müsamaha göstermiş, ashabı ile sohbet esnasında iken önlerinden geçen bir Yahudi cenazesi için ayağa kalkmış, bunu niçin yaptığını soran ashabına, ‘O bir can (insan) değil mi?’ diye cevap vermiştir.

Geçmişte insanlığın yolunu aydınlatan bilge kişiler ve büyük şahsiyetler, insan sevgisini, kardeşliği kendilerine düstur edinmişlerdir. Mevláná Celaleddin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve daha nice yüce şahsiyetler kardeşliği, sözlerinde, şiirlerinde gergef işler gibi işlemişlerdir. Kalplere rikkat ve ülfetin yerleşebilmesi için sevgiye lüzum olduğu gibi, barışın kökleşmesi ve yaygınlaşması için de yine sevgiye ihtiyaç vardır. Bu da öfkeyi, nefreti, kini yenmekle mümkündür. Sevgi, acıyı tatlıya, toprağı altına, hastalığı şifaya, zindanı saraya, belayı nimete, kahrı rahmete dönüştürür. Demiri yumuşatan, taşı eriten hep sevgidir.

* * *

Fizik áleminde yerçekimi kanunu ne ise, insanlık áleminde de sevgi öyledir. Büyük fikir adamı Alex Carel, bir Hıristiyan olarak Hz. İsa’dan örnek vererek diyor ki: ‘Yerçekimi kanununu keşfeden insana beşeriyet şükran duyuyor. Onu minnetle anıyor. Ama bir sevgi kanununu keşfeden Hz. İsa’ya o derece minnet duymuyor.’ Şüphesiz sevgi bütün dinlerde vardır. Álemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (S.A.S) bir sevgi ummanıdır. Sevgi, şefkat her şeyden önemlidir. Bugün de cemiyetimizin şiddetle sevgiye ihtiyacı vardır.

Káinata sevgiyle, ‘Yaratılanı severiz yaratandan ötürü’ diyen Yunus’un gözüyle baktığımız zaman çirkin bir şey göremeyiz. Böyle bir sevgi perspektifine sahip olan, insanı, çevreyi, hayvanı, kısaca varlıklar áleminde her şeyi sever.

Okurlarıma ve tüm insanlığa sevgi ve barışın hákim olduğu, dillerin sevgi konuştuğu, gönüllerin sevgiyle dolduğu, kalemlerin sevgi yazdığı bir dünya diliyorum.

Cenab-ı Hakk gönlümüzden sevgiyi, ülkemizden ve dünyadan barışı eksik etmesin.

Bu vesileyle vatandaşlarımızın ve tüm İslam áleminin Kurban Bayramı’nı kutluyor, sağlık ve esenlikler diliyorum.

SORALIM ÖĞRENELİM

Nuh Peygamber’in 950 sene yaşadığını nasıl izah edersiniz?

Mehmet AKAL/İSTANBUL

Ankebut Suresi’nde Nuh Peygamber’in, kavmi arasında 950 yıl yaşadığı geçmektedir. Kanaatimce bundan onun dininin ve şeriatının bu kadar müddetle payidar olduğu kastedilmektedir. Doğrusunu Allah bilir.

Kábe üzerine yemin edilir mi?

İbrahim TUĞRUL/ADANA

Yemin gerektiğinde sadece Allah’ın adına yapılır. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bir defa birinin Kábe üzerine yemin ettiğini işitmiş, ona ‘Peygamberimizden işittim ki Allah’tan başkası üzerine yemin etmek, O’na ortak koşmaktır’ demişti. (Nesei)

Peygamberimizin oğlu hangi eşinden doğdu ve ne kadar yaşadı?

Fatma ÇINAR/ANKARA

Peygamberimizin oğlu İbrahim, Mariye’den 630 Nisan’ında doğdu ve 631 Haziran veya Temmuz’unda da vefat etti.

Hanefi bir bayan, Şafii bir erkekle evlenebilir mi?

R.E./ANTALYA

Temelde Hanefi ve Şafii mezhepleri arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla her iki mezhep mensupları birbirleriyle evlenebilirler.

Bir erkek çocuğum dünyaya gelirse, onu imam hatip okulunda okutacağım diye vaat ettim. Çocuğum oldu. Şartlar elvermediği için okutamadım. Yapmam gereken (oruç tutma gibi) bir şey var mı?

Hüseyin KANDİLCİ/ALMANYA

Kendinizi suçlamayınız. Elinizde olmayan sebeplerden dolayı dilediğiniz gerçekleşmemiş. Dolayısıyla yapmanız gereken herhangi bir şey yok.

Gayb álemi ne demektir?

Sevda YILDIZ/BURSA

Gayb; gözle görülemeyen; akıl, duyular vb. beşeri bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen varlıklar ve oluşlardır. Allah, vahiy, kader, ruh, kıyametin zamanı, kabirde olacaktır. Yeniden dirilme, cennet ve cehennem gayb álemine dahildir.
Yazının Devamını Oku

Misyonerlik üzerine (2)

14 Ocak 2005
<B>MİSYONERLİK </B>üzerine yazdığım yazıyla ilgili olumlu-olumsuz bazı tepkiler aldım. Bugünkü yazımın bir bölümünü okuyucularımdan gelen bu tepkilere ayırmak istedim. Kendimce önemli bulduğum bazılarını, yerimizin izin verdiği ölçüde dikkatlerinize sunarak, konuyu bu yönde ele almak istiyorum:

Almanya’dan yazan İnal Ata adındaki okuyucum şöyle diyor:

‘Biz üçbuçuk-dört milyon insan, kırk yıldan beri Avrupa’da Hıristiyanların arasında yaşamaktayız. Hangimiz Hıristiyan oldu veya oldurulduk da, Türkiye’de, Müslüman ülkede, yüz bin mensubu bulunan bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bulunduğu ülkede, insanlar Hıristiyan olacak?’

İsviçre-Zürih’ten yazan H. Sözer Ölmezgil de şu ifadeleri kullanıyor:

‘Üç-beş yıl öncesine kadar misyonerlik faaliyetleri sınırlı ya da yasaktı. Sayın Başbakan’ın İtalya’da imzaladığı anlaşma ile meşruiyet kazandı ve aleni hale geldi. 17 Aralık zirvesinden sonra ise bunun önüne geçmek artık imkánsızlaştı.

(...) Sayın Yılmaz, din, ‘Allah’a gidilen yol’ demektir ve ta Adem’den beri bu yolların birleştiği tek nokta ALLAH’tır. Siz, sadece kendi yolunuzun doğru olduğundan dayanakla, insanların din özgürlüğüne, seçme hakkına hazımsızlık gösteriyorsunuz. Anayasal hakları inkár etmek değil midir bu?’

* * *

Her şeyden önce şunu ifade etmem gerekir; ne İslam’ın, ne bu güzel dine inananların Hıristiyanlık karşısında herhangi bir korku veya komplekse sahip olmaları düşünülemez. Çünkü İslamiyet son dindir, en mükemmel dindir ve bütün dinlerin tekamüle ulaştığı son merhaledir.

Müslümanlığın ortaya koyduğu tez, kendinden önceki dinlerin antitezi değil, tamamlayıcısıdır. O kadar ki, Hz. Davud’u, Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı ve onlardan önce gelmiş bütün peygamberleri kabul ve tasdik etmeden Müslüman olunamaz. İslamiyet’in, kendinden önceki dinlere karşı duyduğu saygı ve tolerans, böyle bir iman anlayışından kaynaklanmaktadır.

Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında temelde birlik bulunmasına rağmen, her iki dinin omurgasında ayrılıklar vardır. Bunlar, teslis (üçleme) ve tevhid (birlik) kavramlarıdır. Hıristiyanlık anlayışına göre Tanrı kavramında üç alt anlam vardır: ‘Baba-Oğul-Kutsal Ruh.’ Tanrı kavramı, bu üçlüyü kapsar ve içerir. İslam ise Allah’ın birliği üzerinde hassasiyetle durur.

Kuran’da ise İsa’nın bir insan ve peygamber olduğu ısrarla vurgulanır. Nitekim, bir ayette şöyle deniyor: ‘Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin, Tanrı hakkında yalnız gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Tanrı’nın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı dölleyen sözü ve kendisinden bir ruhtur. Tanrı’ya ve peygamberlerine inanın. Üçtür demeyin, vazgeçin. Bu hayrınızadır. Çünkü tanrı tektir, O’nun şanına bir oğul yakışır mı? Göklerde ve yeryüzünde olanların hepsi O’nundur. O’nun kendi birliğine tanıklığı yeter.’ (Nisa-171)

Birçok Hıristiyan düşünürü bu üçleme inancına karşı çıkarak Tanrı’yı inkár noktasına gelmiştir. Nitekim Victor Hugo, Hıristiyanlığın bu anlayışına karşı isyanını yaptığı şu ateşli hitabesiyle dile getirir:

‘Eğer Tanrı tiyatro oyuncuları gibi bir taht üzerine oturmuş bir nevi papa ve imparator, bulutlar içinde başının üstünde bir kuş, sağında bir melek, solunda bir peygamber, sapsarı ve çivilerle delinmiş oğlu kolları arasında, ilahiler dinleyen kıskanç bir varlık, haydutları inlerinde kutsayan, babalarının hatasından çocuklarını sorumlu tutan, Le Pere Duchene (Fransız devrimine karşı halkı isyana çağıran gazete) gibi elinde büyük bir kılıç tutan, üstümüze Nemrud’u, Keyhüsrev’i saldırtan, bizi Keykavus’a ısırtan, Atilla’yı bacaklarımıza dolayan Tanrı ise... Evet, ey papaz, ben o Allah’a karşı münkirim (inkárcıyım).’

* * *

Hugo
ve diğer düşünürlerin reddettiği Tanrı, şüphesiz İslamiyet’in Tanrı’sı değildir. Bunlar Hıristiyanlıkla hesaplaşmışlardır.

Şu veya bu dine girmek, hatta inanmak veya inanmamak insanların tasarrufunda olan bir iştir. Bu noktada zorlama, baskı ve dayatma gibi yöntemler İslam’a göre, insanın ve inancın doğasına aykırıdır. Herkes dinini serbestçe seçebilmelidir.

Şu da bilinmelidir ki; biz Avrupa’da insanlarımızın dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere camiler açıyoruz. Hiçbir zaman İslam misyonerliği yapmıyoruz. Bizim ülkemizde yaşayan Hıristiyanların ve diğer dinlerin mensuplarının dini ihtiyaçlarının karşılanması için açılan ibadethaneleri de inanç hürriyetinin çok tabii bir gereği olarak karşılıyoruz.

Bizim karşı olduğumuz, dinin özgürce seçimi değil, tek yönlü bir çıkar ilişkisinin konusu haline getirilmesidir. Kurgulanmış bazı emeller adına, yoksulları, gençleri ve bazı etnik grupları hedefleyen art niyetli siyasi bir çalışma haline dönüştürülmesidir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir ilahiyatçı, TV programlarının birisinde Peygamberimizin Miraç gecesi uğradığı Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Mescid-i Aksa olmadığını; çünkü buranın daha sonra yapıldığını söylüyordu. Ne dersiniz?

Rasih ARILI/MERSİN

Kudüs, İbrahimi dininin merkezi olup, buraya Hz. İbrahim’den Hz. İsa’ya kadar pek çok peygamber gelmiş, çoğu burada vefat etmiş, mezarları da buradadır. En sonunda Peygamberimiz mucizevi bir şekilde İsra Suresi 1. ayette de ifade edildiği gibi, Mescid-i Haram’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksa’ya getirilmiş ve bilindiği gibi bir süre de burası Müslümanların kıblesi olmuştur. Ayette geçen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman Mabedi olduğu hemen bütün İslam bilginlerince kabul edilmektedir. Nitekim, İsrailoğulları’ndan söz edilen sureden de bu anlaşılmaktadır. Bazı müfessirler de ayette geçen Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa edileceğine dair bir işaret bulunduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim, Hicri 66-73 yılları arasında bugünkü El Aksa Mescidi inşa edilmiştir.

Eşimle henüz nikáhlı değilken Kadir Gecesi cinsel ilişkiye girdik. Sonra evlendik. Şu an 5 yıldır evliyiz. Bu günahtan nasıl kurtulabiliriz?

A.O.A/ANKARA

Zaten evlenmişsiniz. Tövbe ve istiğfarda bulunmalısınız.

Adak nedir açıklar mısınız?

İbrahim TUTAR/ALMANYA

Adak; kişinin dinen yükümlü olmadığı halde farz veya vacip türünden bir ibadeti (namaz, kurban, oruç vs.) yapacağına dair Allah’a söz vermesidir.

Her isteyen, evinin yanına cami yaptırabilir mi?

Sevilsen İDİLGİN/ANTALYA

Cami ve mescitler ihtiyaç duyulan yerlerde yapılmalıdır. Böylece Allah’ın rızası kazanılmış olur. Kanunda her iki cami arasında belli bir mesafe şartı getirilmiştir.

Ahiret hayatı ne demektir?

Selmen YAĞIZ/BURSA

Kıyametin kopmasından sonra başlayacak ve ebediyen sürecek olan cennet ve cehennem hayatına ‘ahiret hayatı’ denir.
Yazının Devamını Oku

Misyonerlik faaliyetleri üzerine

7 Ocak 2005
<B>AB’</B>ye giriş yolundaki adımlarımızın hızlandığı bugünlerde, ülkemize yönelik misyonerlik faaliyetlerinde de geçen yıllarla mukayese edilemeyecek ölçüde bir artış kaydedildiği gözlenmektedir. Bunun, AB kriterlerine uyum konusundaki gayret ve taahhütlerimize paralel bir şekilde gelişmesi şaşırtıcı değildir.

Beklenen bir gelişmeydi; ancak bu faaliyetlerin ülkemizle ilgili bazı gizli planların bir parçası olduğu yönünde elde edilen kimi veriler, kamuoyunun konuya bakışını daha duyarlı hale getiriyor.

Bunun en çarpıcı örneği, eski DSP Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit’in ‘Dinimiz elden gidiyor’ şeklindeki sürpriz çıkışıdır. Öteden beri ‘laiklik’ yanlısı görüşleriyle tanınan ve bu görüşlerinden hiçbir şekilde taviz vermeyen Sayın Rahşan Ecevit’in bu haykırışı tartışma yaratmakla birlikte, dikkatleri yeniden misyonerlik faaliyetlerine yöneltmiştir. Biz de, bugünkü yazımızı, yerimizin elverdiği ölçüde bu konuya ayırmak istedik.

* * *

Hıristiyan misyonerliği dendiğinde aklımıza, kiliseler, din adamları ve bunlarla bağlantılı vakıf, dernek, şirket ve şahısların yürüttüğü bir faaliyet akla gelmelidir. Bu gruplar, Hıristiyanlığın yaygın olmadığı ülkelerde bu dini yayarak, yandaş ve sempatizan sayısını artırıp kendi ülkelerinin siyasi çıkar ve emellerine hizmet ederler.

Ülkemizde, 1950’li yıllarda başlayan misyonerlik hareketi, özellikle son bir-iki yılda daha da ivme kazanarak bir temele oturtulmuş ve bugün artık propagandasını açıkça yürütebilecek bir boyuta gelmiştir. Halen faaliyet halinde olan misyoner grupları içerisinde Protestan misyonerlerin ön plana çıktıkları, Katolik misyonerlerin, Yehova Şahitleri’nin, Bahailer’in, Moon Tarikatı’nın da faaliyetleri bulunmakla birlikte, bunların Protestanlara kıyasla daha az etkin oldukları görülüyor.

Bu faaliyetler özellikle Almanya, İngiltere, ABD, Güney Kore, İsveç ve Kanadalı misyon grupları tarafından sürdürülüyor. Tamamen misyonerlik amacıyla ülkemize gelen bu gruplar, özellikle dil kurslarına kaydolarak veya bu kurslarda öğretmen olup ikamet izni alarak kendilerini kamufle ediyorlar. Bu organize faaliyetler içinde Hıristiyanlığı kabul edip aktif bir şekilde çalışan vatandaşlarımız da yer alıyor.

* * *

Edinilen bilgilere göre, ülkemizde halen yüzlerle, hatta binlerle ifade edilebilecek sayıda kilise, İncil, kitap, broşür, CD, VCD gibi materyali basıp dağıtan 15 basın-yayın kuruluşu, 11 dernek ve vakıf, yurtiçinde 5, yurtdışında 4 olmak üzere 9 radyo istasyonu ve 11 internet sitesi bulunuyor. Misyoner kuruluşları bunların dışında kitabevleri, bürolar ve evlerde yaptıkları seminer, toplantı, konferans ve benzeri faaliyetlerle etkinlik alanlarını genişletmeye çalışıyorlar.

Misyonerlerin hedef kitleleri arasında, tahmin edileceği gibi menfaat beklentileri içerisinde olan veya ilgiye, yardıma muhtaç, toplumla barışık olmayan, bulunduğu ortamdaki ekseriyetten farklı mezhep veya etnik özelliklere sahip olan kişi ya da gruplar bulunuyor. Misyoner propagandalarına açık olan asıl kesimin, inanç zafiyeti yaşayan ve bunun sonucunda yeni arayışlara girerek bilhassa popüler ve kolaycı inanç sistemlerine yönelen gençlerden oluştuğu görülüyor. Söz konusu faaliyetlerin daha ziyade üniversite gençliği arasında rağbet görmesi de bu değerlendirmeyi kuvvetlendirmektedir.

Diğer taraftan hedef kitlenin genişletilmesi amacıyla yapılan çalışmalarda faaliyetin daha çok etnik unsurlara yöneldiği gözleniyor. Halihazırda ‘etnik unsurlar’ konusunun hassasiyetini koruması ve bazı yurtdışı kuruluşlarının konuyla aşırı ilgilenmeleri göz önüne alındığında Kürt, Arap kökenli, Alevi veya Nusayri inanışına sahip vatandaşların propaganda kapsamına alınmakta olması, faaliyetlerin sadece dini amaca yönelik olmadığı düşüncesini destekliyor.

Türk toplumunun aile yapısını, milli ve manevi değerlerini değiştirmek, sosyal yapısını zaafa uğratmak, milli birlik ile bütünlüğü bozmak ve bölmek amacıyla yürütülen misyoner propagandaları, yurtiçi ve yurtdışından, çoğunluğu telefon rehberinden tespit edilen adreslere muhtelif doküman gönderilmesi, radyo yayınları ve konuya ilgi duyan kişilerin tespit edilmesi suretiyle ikili ilişkiler kurulması şeklinde sürdürülüyor.

* * *

2000 yılının eylül ayında gerçekleştirilen Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği Konferansı’nda, ‘Her eve müjde, her ile topluluk’ şeklinde belirlenen amaç doğrultusunda, ‘2005 yılında 50 ilde topluluk kurulması ve Türkiye genelinde ise 10 bin imanlıya ulaşılması’ şeklinde bir hedef belirlenmiştir. Ayrıca, Papa’nın Azerbaycan ziyaretinde sarf ettiği ileri sürülen, ‘Birinci milenyumda Avrupa’yı, ikincide Afrika’yı Hıristiyan yaptık. Üçüncü milenyumda da Asya’yı yapacağız’ ifadesi, bu faaliyetlerin nasıl bir tehlike arz ettiğini gözler önüne seriyor.

Bundan sonra yapılacak olanlar bellidir: İlkokuldan başlayarak gençlerimize sağlıklı bir din eğitimi verilmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın daha etkili bir aydınlatma faaliyetine yönelmesi. Polisiye tedbirler, bunun inanç yönüyle değil, siyasi hedefiyle ilgili olabilir.

Önümüzdeki günlerde bu konuya tekrar değineceğiz ve meseleyi daha geniş boyutlarıyla analiz edeceğiz.

Son söz: Üç kuruş menfaat karşılığında değiştirilecek bir din, inancı temsil etmez. O bir metadır; üzerine ‘satılık’ etiketi konulmuşsa varsın gideceği yere gitsin!

SORALIM ÖĞRENELİM

Ölüye kurban kesilir mi? Şayet kesilirse aile fertleri yiyebilir mi? Arife günü mü, bayram günü mü kesilmeli?

V.E/İstanbul

Bir kimse ölmeden önce adına kurban kesilmesine vasiyet etmişse, várisleri tarafından malının üçte birinden kurban kesilerek bu vasiyeti yerine getirilir. Bu kurbanın etlerinden sadece yoksullar yiyebilir. Vasiyet etmemişse, várisleri tarafından onun için kurban kesilirse bu kurbanın etlerinden yakınları da yiyebilir. Kurban, arife günü değil, bayram günleri kesilir.

Bir soruya verdiğiniz cevapta, farz namazı için kaza borcu olanların sünneti kılmayabileceğini yazmıştınız. Aynı mealdeki bir başka soruya ise kaza borcu olanların, borcu yerine, sünnetleri kılabileceği yönünde açıklamanız olmuştu. Bu konuyu açar mısınız?

Tuncer YILDIZ/BALIKESİR

Namaz borcu olanlar, farz namazlarıyla birlikte kılınan sünnetleri kılabilecekleri gibi, hakkında kılınmasına dair hadis-i şerif bulunan (kuşluk namazı vs.) nafile namazları da kılabilirler. Bazıları da müekket olmayan ikindinin sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetini kazaya niyet ederek kılmaktadırlar. Bunda da bir sakınca yoktur.

Vücuttan kan alındıktan sonra posasının yeniden vücuda zerk edildiği, dolayısıyla orucun bozulduğu kanaatiyle yemek yenmesi halinde kefaret gerekir mi?

Recep Hulusi KARAY /ESKİŞEHİR

Kan aldırmak orucu bozmaz. Ancak, orucun bozulacağı zannıyla yenmesi halinde Hanefi mezhebine göre hem kaza, hem kefaret gerekir. Diğer müçtehitlere göre, gününe gün tutması yeterlidir. Ben de diğer müçtehitlerin görüşüne katılıyorum. Gününe gün tutmak yeterlidir.
Yazının Devamını Oku

Yeni yılı kutlamak...

31 Aralık 2004
<B>‘ÖMRÜN yoluna sarı yapraklar düşüyor.’<br><br></B>Şair, ömrümüzü eskiten takvim yapraklarını böyle tasvir ederken, dünyanın pek çok yerinde pek çok insan bu şiirsel idrake bugün bir başka pencereden bakıyor. Kimileri için sona varışı hızlandıran adımlar, başkaları için yeni umut ve hayallere koşuşun ritmini oluşturuyor. Nasıl algılanırsa algılansın, sonuçta hüsranla ümit ve mutlulukların yan yana yüründüğü bu dünyada bir yılı daha hayatın belli belirsiz çelişkileri ve gelgitleriyle birlikte geride bırakmış olacağız.

Olaya dini açıdan bakanlar, bugünkü eğlence ve kutlamaların başka bir dinin ve kültürün ürünü olduğunu belirterek buna şiddetle karşı çıkarken, daha ılımlı bir görüşe sahip olanlar, yılbaşı kutlamalarının belli bir ölçü içerisinde, bu şiirsel idrake tefekkür mantığının da katılarak yapılmasını istiyorlar. Geçmişi irdeleyen, geleceği kendi hedefleri içinde programlayan ve sorgulayan bir mantıkla. Belki de doğru olanı bu. Toplumun alışkanlıklarını değiştiremeyeceğimize göre, ona kendi doğrularımızla yön vermek daha gerçekçi bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor.

Hayat, doğumla ölüm arasında uzanan, kıvrımları ve yol işaretleri olmayan dümdüz bir otoban mı, yoksa tepeleri, virajları ve uçurumları ile bizi görmeye, düşünmeye ve tedbir almaya sevk eden bir sınav pisti mi? Kimileri için öyle, kimileri için böyle. Ama hepsi için, başı ve sonu olan, gayesi, hedefi ve maceraları olan, sonuçta mahkemesi ve hesabı olan bir yol. Bu yolu nasıl yürüyeceğimizin seçimi tamamen bize ait. İstediğin gibi yürü, ama sonuçta attığın her adımın, her eylemin bir hesap sorucusu olduğunu unutma!

Yeni yıl kutlamaları bilinenin aksine, İsa’nın doğumundan yüzyıllarca önce kutlanmaya başlanmış. Dünyanın çeşitli bölgelerinde bu kutlamalara ait farklı gelenekler oluşmuş. Çoktanrılı bir inanç sistemi olan Mezopotamyalılar, kış aylarında tanrıların canavarlarla savaştığına inanır, tanrıların savaşı kazanması için ateşler yakar, dualar ederlerdi. Bahar geldiğinde tanrılar savaştan dönmüş ve yeni bir sene başlamış sayılırdı. Antik Yunan medeniyetinde de Mezopotamya’dakine benzer bir inanış olduğu biliniyor.

Hıristiyan cemaatin yaptığı yılbaşı kutlamalarına Osmanlı’nın ilgisi 1829’da başlar. İstanbul’daki İngiliz elçisinin Haliç’teki bir gemide verdiği büyük yılbaşı balosuna Osmanlı devlet adamları da katılır. Katılanların bir kısmı balonun kafir işi olduğunu ve çatal-kaşık gibi mekruh şeylerin kullanıldığını naklederken, bazılarının eğlenceleri ballandırarak anlattıkları görülür.

Toplumsal Tarih Dergisi’nin geçmiş sayılarının birisinde Osmanlı’dan günümüze yılbaşı kutlamaları şöyle anlatılıyor:

‘Aralığın 24’ünü 25’ine bağlayan gece İsa’nın doğumu kutlanır. Noel şarkıları söylenirdi. Noel sabahı kilise ayinine gidilir, çam ağaçları süslenirdi. Dini açıdan önemi olmayan 31 Aralık ise İsa’nın sünnet günü olarak anılır. Noel benzeri kutlamalar yapılırdı. Ayrıca Sakız Adası’ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan yuvarlak pideleri pişirmek de gelenekseldi.’

Dergide, Müslüman halkın yılbaşını bugünkü anlamda kutlamaya başlaması, tarihten verilen şu ilginç örneklerle anlatılıyor:

‘Refik Halid Karay, Müslüman halkın yılbaşı eğlenceleriyle işgal ve mütareke devirlerinde tanıştığını söyler. Yabancı ordu komutanlarının düzenlediği kutlamalarla İstanbul halkı saat 12.00’de ışıkların söndürülmesiyle tanışır.

Miladi takvime geçilen 1926 yılını 1927’ye bağlayan gün hafta sonuna, yani cumaya denk gelmişti. O yıl yapılan eğlenceler büyük ilgi gördü. Elektrik idaresi ilk kez o gece kentin ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı.

İlk özel yılbaşı piyangosu 1931 yılında ‘Teyyare Piyangosu’ adıyla düzenlendi.

1935 yılında Başvekil İsmet İnönü imzasıyla ilk kez 31 Aralık öğleden sonrası ve 1 Ocak günü tatil edildi.’

Ahmet Rasim
de Türklerin yılbaşı eğlencelerine katılışını şu sözlerle naklediyor:

‘Evvelleri biz Türkler, yılbaşı günlerinde başımızı sokmadığımız yer kalmazdı. Galata, Beyoğlu, kısacası Ortodoks takvimini tutan milletlerin cümlesine kendimizi davet eder, sabahlara kadar eğlenirdik. O ne hovardalık rezaleti, ne sefahat gecesi idi.’

Görüldüğü gibi, yılbaşı eğlenceleri ülkemizde de artık bir gelenek haline gelmiş. Bu eğlenceleri, kendi inançlarımızın, kültürümüzün, adet ve göreneklerimizin çizdiği sınırlar içinde ölçüyü kaçırmadan yapabilmek varken, 31 Aralık’ı bir ‘hovardalık’ ve ‘sefahat’ gecesi haline dönüştürmek?! Sanıyorum, bütün itirazlar buna...

2005 yılının milletimiz ve bütün insanlık ailesi için hayırlara vesile olması dileği ile...

SORALIM ÖĞRENELİM

Soru: Bir arkadaşım, Hz.Ali’nin Kadir Gecesi’nde şehit edildiğini, bunu duyan Muaviye’nin sevinçten şeker dağıttığını, bundan dolayı da Kadir Gecesi’ne ‘hayırlı gece’, Ramazan Bayramı’na da ‘Şeker Bayramı’ denildiğini iddia etmektedir. Bu konuda beni aydınlatabilir misiniz?

İsimsiz/Almanya

Cevap:
Bu iddianın hiçbir dayanağı yoktur. Kadir Gecesi adına Kuran’da müstakil bir sure vardır, bu surede Kadir Gecesi’nin bin aydan hayırlı olduğu ifade edilmektedir. Hz. Ali’nin şehadeti bu surenin inişinden yaklaşık 30 yıl sonra olmuştur. Şeker Bayramı’na gelince, bunun aslı ‘Ramazan Bayramı’dır. ‘Şeker Bayramı’ tanımlaması sadece Türkiye’de bazı çevrelerce kullanılmaktadır.

Soru: İki kez umre yaptım, eşimden boşandıktan sonra bunalıma girdim ve içki içtim. Benim umrelerim geçersiz mi? Sıkıntılı bir dönemimde yalan yere şahitlik yapma vaadiyle para almış, ancak mahkemede doğruyu söylemiştim. Aldığım bu parayı iade etmek yerine, ileride refaha çıktığım zaman başka iyilikler yaparak telafi edebilir miyim?

İsimsiz/İstanbul

Cevap:
Yapılan amelleri ancak dinden dönme hali boşa çıkarır. Umrenizi yenilemeye gerek yoktur, ancak Allah’tan bağışlanmanızı istemeli ve kötü davranışlarınızı terk etmelisiniz. İkinci sualinize gelince, mahkemede doğruyu söylemeniz iyi bir davranış, ancak aldığınız parayı sahibine geri vermelisiniz. Esasen, böyle bir parayı almanız doğru değildi.

Soru: İki evlilik geçirdim, ahirette hangi eşimde birlikte olacağım?

Nazlı Yıldızer/İstanbul

Cevap:
Bu hususta farklı görüşler var. Bunlardan birisi de huyu en güzel olanla birlikte olunacağı yolundadır. Ahiret hayatı bizim için meçhuldür. Kimin kiminle birlikte olacağını Allah bilir.
Yazının Devamını Oku

Tartışma üslubu

24 Aralık 2004
<B>İSTANBUL’</B>dan isminin açıklanmasını istemeyen bir okuyucumuz, işyerinde bir mühendis arkadaşının Allah’ı inkár ettiğini, bunun üzerine çok sinirlendiğini, aralarında tatsız bir olay yaşandığını ve sonunda ilişkilerinin kopma noktasına geldiğini söylemektedir. Sayın okurum, vaktiyle bir Tanrıtanımaz, ünlü düşünür William Paley’in yanına gelerek ‘Allah yoktur’ demiş. Bunun üzerine, W.Paley derhal cebinden saatini çıkararak kapağını açmış ve saatin içini inkárcıya göstererek şöyle demiş: ‘Ben, size bütün bu çarkların, yayların, zembereğin kendiliğinden vücuda gelerek birbiriyle ahenkli bir uyum sağladığını, bu uyumun buraya tesadüfen yerleştiğini ve harekete geçtiklerini iddia edecek olursam, benim aklımdan şüphe duymaz mısınız? Muhakkak ki şüphe duyarsınız. O halde, yıldızlara bakınız. Her birinin kendine mahsus bir yolu ve hareketi vardır.

Arz ile gezegenler, kendi eksenleri etrafında dönerek, bütün bir káinat her gün muhteşem bir armoni halinde hükmünü icra eder. Ve milyonlarca km. yol da kat eder. Her yıldız, kendi grubu ile ayrı bir güneş sistemi oluşturarak, tıpkı kendi güneş manzumemiz gibi fezada bir yer işgal eder. Bununla beraber müsademe yok, bozukluk ve karışıklık yok. Hepsi sükûnet ve intizam içinde çalışıyor. Bütün bunların kendiliğinden olduğuna mı inanmak, yoksa bir yaratıcı tarafından mı vücuda getirildiğine inanmak daha aklidir?’

* * *

W.Paley, muhatabına karşı: ‘Seni gidi münkir, seni gidi káfir... Sende zerre kadar akıl, zerre kadar izan yok mu?’ diye söze başlamış olsaydı, netice ne olurdu? Şüphe yok ki, bir gürültü ve kavga kopardı. Ateist olan zat, kendi düşüncesini müdafaa etmek için sert bir muhalefet konumuna geçer, kişilik ve düşüncesini korumak için savaşırdı.

Cevap etkileyici bir cevaptır. Paley, yaratıcıya inanmanın bir saatçiye inanmak kadar kolay ve basit olduğunu göstererek, karşısındakini evet demeye mecbur bırakmıştır.

Dalle Carnegie, insan kafasını bir kaleye benzetir. Fakat insanların çoğu, kaleye sahibiyle birlikte girme imkánından istifade etmezler ve kaleyi zaptetmek için onu bombardıman etmek ve yıkmak gerektiğini sanırlar. Sonuçta iki taraf arasında karşılıklı husumet başlayınca, kalenin köprüleri atılır, kapıları kapanarak demirlenir. Söz düellosu başlar ve iki taraf birbirini ikna edemeden ayrılırlar.

Eskiden beri meşhur bir söz vardır: ‘Bir damla bal, bir galon ziftten daha fazla sinek avlar.’ İnsanlar da böyledir. İnsanları kazanmak istiyorsanız, onlara evvela samimi bir dost olduğunuzu ispat etmeniz gerekir. Bu hareket, insan kalbini yakalayan bir damla baldır ve akla en uygun yoldur. Bu yolu elde ettikten sonra, yeterli bilginiz varsa ve davanızda da haklı iseniz muhatabınızı ikna hususunda güçlük çekmezsiniz.

* * *

Son olarak şunu ifade edelim ki, bir insanın ateist olması, teorik açıdan mümkün olmakla birlikte, gerçekleşmesi çok zor ve hatta imkánsız olan bir durumdur. Çünkü bir insanın mutlak surette inançsız olması veya hiçbir surette aklına Tanrı’nın varlığını getirmemesi mümkün değildir. Ancak, onlar zihinlerindeki bu kavrama Tanrı ismini vermek istememektedirler.

Evrende hákim olan gizli bir gücün, enerjinin, kozmik bilincin bulunduğunu kabul etmektedirler. Sonuçta, adına Tanrı demeseler de, görünen mevcut düzen karşısında Tanrılık işlevi gören bir ilkenin, bir gücün arayışı içerisinde bulunmuşlardır.

Nitekim, çağımızın en meşhur ateist felsefecisi Antony Flew de geçenlerde bir ‘U’ dönüşü yaparak, ‘Kusura bakmayın, Tanrı varmış’ dedi ve hayat ile káinatın yaradılışında ‘bilinçli tasarım teorisi’ne işaret edip ilmen ve aklen Allah’ın varlığını net bir şekilde ifade etti.

Hidayet Allah’tandır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Nişanlandık, henüz nikáhımız kıyılmadı. Eşim beni cinsi ilişkiye zorluyor. Dinimiz açısından sakıncası var mı?

Asiye/İSTANBUL

Nikáh akdi yapılmadan müstakbel eşlerin nişanlılık döneminde cinsi ilişkide bulunmaları caiz değildir.

Kirvemin kızını seviyorum, evlenmek istiyorum. Fakat caiz değildir diyorlar, doğru mu?

İ.M./ANKARA

Kirvelik bir gelenektir, dini bir yanı yoktur. Dolayısıyla kirve kızı ile evlenmenizde bir sakınca yoktur.

El öpmek dinimizde var mıdır? Şayet varsa kimin eli öpülür? Siyasetçilerin eli öpülür mü?

Süleyman Aktaş/BURSA

El öpme, peygamberimizin zamanında yoktu. Ancak bir saygı ifadesi olarak anne, baba ve büyüklerin elleri öpülebilir, bu bir örftür. Nüfuz ve iktidar sahibi kişilerin ellerini riyakárca öpmek hoş değildir.

Bir arkadaşımın evine telefon ediyorum. Kadın sesi haramdır diye eşi telefona çıkmıyor, bu doğru mudur?

M.Y./SAKARYA

Günlük hayatın gereği olan normal görüşmelerde ve konuşmalarda kadın sesinin yabancı erkeklere haram olduğunu ileri sürmenin hiçbir dayanağı yoktur. Kuran-ı Kerim’de, kadınların yabancı erkeklerle konuşmalarının örnekleri pek çoktur. Ayrıca kadınlar Hz. Peygamber’le, halifelerle ve ashabıyla her zaman görüşüp konuşmuşlardır.

Bir kitapta ölümün kırmızı, beyaz, yeşil ve siyah diye kısımlara ayrılmış olduğunu okudum. Bunu açıklar mısınız?

Sadullah Emre/ADANA

Ölüm, kısımlara ayrılmaz. Yalnız, bazı tasavvufçular değişik yaşam tarzlarını ifade etmek için birtakım tasnif ve kavramlar geliştirmişlerdir. Bunlara göre, kırmızı ölüm, nefsin isteklerine karşı koymak; beyaz ölüm, açlık; yeşil ölüm, kanaatkár olmak ve siyah ölüm, halkın eza ve cefasına tahammül göstermektir.
Yazının Devamını Oku

‘Düğün Gecesi’nde iki ‘vuslat’

17 Aralık 2004
<B>BUGÜN </B>17 Aralık 2004 Cuma. Biri geçmişe, diğeri geleceğe ait iki önemli tarih kesitini bir arada yaşıyoruz. İnsanlığa ölümsüz değerler katan Hz. Mevláná’nın Hakk’a yürüyüşünün 731’inci yılını idrak ettiğimiz ‘düğün gecesi’nde, belki de milletimizin talihini değiştirecek bir başka mutluluğun açılımını yapmış olacağız. Evet, bugün AB liderleri Türkiye’ye tam üyeliğin yolunu açacak müzakere tarihini ilan etmeleri halinde, biri manevi, diğeri maddi anlamda iki kavuşma olayını bir arada yaşayacağız.

Belki de ilahi bir tesadüfle, Hz. Mevláná’nın insanlık için ürettiği değerleri, atacağımız bu önemli adımla Batı’ya taşıyıp, Batı’nın uygarlık düzeyinin daha üst boyuta çıkarılmasına yardımcı olacağız. Sahip olduğu maddi değerlerin, İslam’ın manevi kolonlarıyla desteklenip yüceltildiği bir Avrupa’nın, bir yeni dünyanın temellerini atmış olacağız. İnsanlığın en büyük, en güzel ve en anlamlı sentezini gerçekleştirme şansını yakalayacağız. Gerçeğe dönüşmesini hasretle ve hevesle beklediğimiz güzel bir rüya. Umarız; bir seraptan uyanışın hüznünü ve hayal kırıklığını yaşamadan uyanırız bu rüyadan.

Mevláná, sanki bu günleri sezmişçesine, benlik ve kibrin zirvesindeki Batı’ya 8 asır önceden bakın nasıl bir yol gösteriyor:

‘Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki, alemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgardan başka nedir?’

Ve devam ediyor:

‘Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu. Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Alemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.’

Mevláná’
dan büyük ölçüde etkilendiğini bildiğimiz İkbal ise içinde yer almak istediğimiz Batı’yı şöyle değerlendiriyor:

‘Batı’nın büyük hatası aşksız olması, İsa’nın ruhunun her gün yeniden çarmıha gerilmesidir. Garpta ilim hákimdir, halbuki ilim, ilahi aslından ayrılarak, aşkı tanımayarak şeytani bir kuvvet oluyor. Aşk ve ilim arasındaki münasebet, ikisi beraber bulunursa ilim nurani olur. Birbirinden ayrılırsa, şeytani ilim sayesinde dünyanın bugünkü korkunç hali husule gelir. Şark, garptan ilmin esaslarını ve metotlarını öğrenebilir. Buna mukabil garba aşk ve din öğretmelidir.’

Değerli dostum, eski Afyon milletvekili Dr. Gaffar Yakın, yeni çıkan ‘Tek Yol AB mi?’ isimli kitabında, kanaatimce çok isabetli bir şekilde şu tespitte bulunuyor:

‘Batı’nın, kültür ve medeniyetini daha üst insani boyutlara taşıyabilmesi, bireysel ve toplumsal mutluluğunu artırabilmesi ve bunalımlarından kurtulabilmesi için Türk milletinin Ahmet Yesevi-Hacı Bektaş-Yunus Emre-Mevláná çizgisindeki insani değerlerine ihtiyacı vardır. İbn-i Arabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, İbn-i Sina, düşünce çizgisinin tetiklediği Rönesans’ın sosyo-kültürel değerlerinin insan sevgisi, hoşgörü, çoğulculuk gibi alanlarda kemale ulaşabilmesi ancak bu aşıyla mümkün olabilecektir. Batı’nın tek başına, kültürel aşı olmadan kendini aşabilmesi, daha üst değerler sistemine geçebilmesi ve yaşayabilmesi mümkün değildir.’

Batı, insanın özgürleşmesi ve refahı doğrultusunda çok büyük hizmetler gerçekleştirmiş olmasına rağmen, bugün ne Batı insanı, ne de diğerleri, insanı tam anlamıyla tatmin edecek bir özgürlüğe, refah ve mutluluğa henüz ulaşamamışlardır.

Tekrar, Dr. Yakın’ın kitabına dönüyorum:

‘Batı insanı, gerçekten varlığın hakikatini idrak edebilmiş, ta Eski Yunan’dan beri sık sık ifade ettiği gibi ‘Kendini Tanı’yabilmiş olsaydı; o zaman ‘Kendi nefsi için istediğini herkes için isteyecek’; tüm insanları, tüm varlığı kendi varlığı gibi kabul edecek ve kendisi için istediği her iyiliği ve güzelliği tüm insanlar için de isteyecek ve yapacaktı. Tüm varlığa karşı sevgi ile davranacak ve onların haklarını kendi hakkı gibi koruyacaktı. Gittiği ülkelerin insanlarına elindeki İncil’i verip, onların zenginliklerini almayacak; onları esir ve köle yapmayacaktı. Bugün dünyada bu kadar aç, bu kadar sefalet içinde yaşayan insanlar olmayacaktı. Silahlanmaya bu kadar para harcanmayacak ve silah satabilmek için savaşları tahrik etmeyecekti. Mazlum milletleri ve kendi insanını sömürmeyecekti. Çevreyi bu kadar harap etmeyecekti. Dünya tüm insanlar için bugünkünden çok daha güzel ve yaşanmaya layık bir dünya olacaktı. Bunlar da Batı bardağının boş tarafıdır.’

Söze Mevláná ile başlamıştık; yine Mevláná ile bitirelim:

‘Nice Hintli ve nice Türk’ün dili birdir de nice iki Türk birbirine yabancıdır. Öyleyse yakınlık dili başka bir dildir. Gönül beraberliği dil beraberliğinden daha iyidir.’

SORALIM ÖĞRENELİM

Soru: Eşimden yaşça büyük bir bayanım. Yüzümde bazı kusurlar meydana geldi. Eşimin uzaklaştığını hissediyorum. Bu kusurları estetik ameliyatla gidersem günah mıdır?

N.Y./İ

Cevap:
Vücudunuzdaki herhangi bir kusuru gidermek için estetik ameliyat yaptırmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü, bir nevi tedavidir.

Soru: Yüce Tanrı’nın gerekli görüp yarattığı hayvanların hangi hakla işkence ile öldürüldüklerini bilmek istiyorum. Açıklar mısınız?

Nilüfer Atalay-Nazlı Yıldızer/İstanbul

Cevap:
Hayvanlara işkence yapılmasını, öldürülmesini haklı kılacak hiçbir gerekçe olamaz. Hz. Peygamber, hayvanların insanlar üzerinde hakları bulunduğunu, dolayısıyla onlara iyi muamele yapılmasının gerektiğini ifade buyurmuştur. İnsanların insan yerine konulmadığı bir dönemde bu hususun insanlığın dikkatine sunulmuş olması gerçekten manidardır. Yine dinimiz hayvan sevgisini insanın ulaşabileceği en büyük mutluluk olan cennete girmenin bir vasıtası olarak görmektedir. Yüce Allah’ın canlılar arasında bize en yakın olarak yarattığı hayvanlardır. Onlara Allah’ın yarattığı varlıklar nazarıyla bakmalıyız ve merhametli davranmalıyız. Gelişme çağında olan çocuklarımıza da hayvan sevgisini aşılamalıyız. Her şeyden önce bu bir eğitim meselesidir.

Soru: Deniz çok temiz ve berrak olması durumunda boy abdesti alınabilir mi?

Nazlı Yıldızer/İstanbul

Cevap:
Elbette alınabilir.

Soru: Üç İhlas bir Fatiha okurken hangisini önce okumalıyım? Ezan okunurken üç İhlas bir Fatiha okunmalı mı?

Hatice ÖZGÜNEŞ/Bursa

Cevap:
Sorunuzda da ifade ettiğiniz gibi önce İhlaslar, sonra Fatiha okunur. Ezan okunurken üç İhlas bir Fatiha okunmaz. Ezan dinlenir veya şehadetlerde müezzine iştirak edilir. Hayyalesselah, hayyalelfelah çağrılarında ise La havle vela kuvvete, illa billah denilir.

Soru: İslam’dan önce Arabistan’da sünnet geleneği var mıydı? Peygamberimiz 40 yaşında mı sünnet oldu?

İsmail Küçükkoçak/Ankara

Cevap:
Sünnet olma geleneği İbrahim Peygamber’den itibaren başlamıştır. İslam’dan önce Arabistan’da hanifler vardı. Onlar sünnet oluyorlardı. Peygamberimizin ise sünnetli olarak doğduğu kaynaklarda geçmektedir.
Yazının Devamını Oku