Mehmet Nuri Yılmaz

Telkin ve düşünce üzerine

13 Mayıs 2005
<B>İNSAN, </B>yaradılışı gereği bir şeye inanmak zorundadır ve telkine müsait bir varlıktır. Telkin, insana ispatsız, delilsiz bir fikri kabul ettirmektir. Başkaları üzerinde tesir icra etmek isteyenler, delillerden değil, telkinlerden yararlanmak isterler. Örneğin, Hindistan’da milyonlarca insan Ganj Nehri sularının kutsal olduğuna, yılanların gizlenmiş ilah sayılması gerektiğine, inekleri kesmenin günah olduğuna, bir ineği kesmenin bir insanı kesmekten, inek eti yemenin de insan eti yemekten farksız olduğuna inanırlar.

İnsanların bu tür inançları, inandıkları şeylerin sabit bir gerçek olmasından değil, telkinlerin şuuraltlarında derin bir iz bırakmasındandır. Biz, bu insanların bilgisiz, tecrübesiz ve zekádan yoksun olduklarına, araştırma zahmetine bile katlanmadan bu çeşit saçmalıklara inanmalarına güler geçeriz. Halbuki olayları yakından inceleyecek olursak, düşüncelerimizden çoğunun, hatta önem verdiğimiz inançlarımızdan büyük bir bölümünün aklın muhakeme süzgecinden geçirilmiş düşünceler değil, birer telkinler tortusundan ibaret kalıntılar veya saplantılar olduğunu görürüz.

* * *

Batılı bir fikir adamının söylediği gibi: ‘İnsanoğlu, telkinlere açık bir varlıktır. Bunlara kolaylıkla inanma ve uyma gibi bir zafiyeti de taşır. Bunu inkár edemeyiz. Sen, ben veya herhangi birimiz beş altı aylık birer çocuk iken beşiklerimizden alınıp Ganj Nehri kıyılarındaki bir köyde yetiştirilmiş olsaydık; çocukluğumuzdan başlayarak ineklerin mukaddes olduğunu öğrenir, Benares yollarında ineklere rast geldikçe onları öper, sever, onların etlerini yiyenleri yamyam veya káfir sayabilirdik. Ya da maymunlara, fillere birer ilah diye tapar, ‘Ormanların ve taşların ilahları’na boyun eğerdik.’

Hülasa, itikatlarımız nadiren muhakeme eseridir. Çoğu ise telkin ve coğrafyanın ruhumuza taşıdığı alüvyonlardır. Oysa dinimiz bize akletmeyi (düşünmeyi) emrediyor. Akletmek, Kuran’ın üzerinde sıkça durduğu bir konudur. Yüce Allah bizlere önce kendimizi ve içinde yaşadığımız evreni tanımayı, bu geniş şümullü tanıma üzerinde derin bir tefekkürde bulunarak Allah’a yaklaşmamızı öğütlüyor. Kuran-ı Kerim’de beş yüzden fazla yerde akletme ve düşünme eylemine atıfta bulunan ifadeler yer almaktadır. Kuran’ın, beş yüzden fazla düşünme fiiline vurguda bulunması, bu fiilin ne kadar yüksek bir değer taşıdığını gösterir.

İnsanın, düşünce hayatını ve muhakeme kabiliyetini geliştirmesi için özel bir gayret ve düşünce sistematiği geliştirmesi gerekir. Olayların nedenini, niçinini araştırmadan sağlıklı bir inanç ve düşünce yapısı oluşturmak mümkün değildir. İnançlarımızı ve hedeflerimizi önkabullere dayalı bir anlayışa göre düzenlememiz halinde, bozulma ve yabancılaşmanın tabii sonuçlarına da katlanmamız gerekir. Esas itibarıyla akletme ve düşünme melekesinin pasif hale getirilmesi, insanları doğru düşünceden, parlak fikirlerden ve isabetle delil getirmekten mahrum bırakır. Bu ise ferdi ve toplumsal gelişmemiz açısından en büyük handikaptır.

Yeryüzünde hayat bulmuş bütün medeniyetler, sorgulayıcı bir kültürün tezahürüdür. ‘İlim şüphe üzerine kurulur’ sözü bu tezi doğrulayan güçlü bir argümandır. Çevresel faktörler, ádet ve görenekler, yerleşmiş teamüller bize her zaman doğruyu telkin etmezler.

Allah insana ‘tefrik’ ve ‘temyiz’ kabiliyeti vermiştir. Bu iki kabiliyeti her insan kendi ölçüsü ve bilgisi dahilinde kullanarak doğruyu bulmak durumundadır.

* * *

Kuran, bilimsel zihniyetin İslam toplumlarına yerleşmesine katkıda bulunmak için tabiatta bir düzenin, sabitliğin, ölçülülüğün olduğunu vurgulamış (Rum, 8), tecrübeye önem vermiş (Yusuf, 76), insanları çevrelerinde meydana gelen olaylar üzerinde düşünmeye çağırmış, evrenin sırlarını araştırmaya yönlendirerek bilginin sonsuzluğu fikrini telkin ve teşvik etmiştir. Bu teşvikler, İslam medeniyetinin ilmi, felsefi, kültürel gelişmelerinin itici gücü olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam dünyasında kozmoloji, tıp, matematik, hendese ve kimya gibi birçok alanda büyük gelişmeler kaydedilmiş, birçok eserler yazılmış ve pek çok buluşlar elde edilmiştir.

Bugünün Müslüman’ına düşen görev, kendini tarihi perspektif ışığında bir kere daha sorgulayarak Kuran’ın ‘düşünmez misiniz ey akıl sahipleri’ ihtarına hakkıyla kulak vererek kendi rönesansını hayata geçirmektir. Batı medeniyetine ilmi sahalarda büyük katkılar sağlayan İslam medeniyetinin várisleri olan İslam toplumlarını yeni bir medeniyet hamlesine götürecek iman ve ahlak erdemine ulaştırmanın başka yolu da yoktur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Cenaze namazına niyet ederken Peygamberimiz için de ‘selat-ü selama’ diye niyet ediyoruz. Neden?

Fikret GÜMÜŞ/MERSİN

Cenaze namazına niyet edilirken ölünün erkek veya kadın, erkek çocuğu veya kız çocuğu olduğu belirtilir. Selat-ü selamın niyete dahil edilmesi ise hiçbir fıkıh kaynağında yer almamıştır.

Midye yemek dinimizce yasaklanmış mıdır, dinimizce haram olan şeyleri satmak caiz midir?

Aykut YALÇIN

Midye, istiridye, yengeç, ıstakoz gibi su ürünlerini yemekte bir sakınca yoktur. İçilmesi, yenilmesi haram olan şeylerin ticaretini de dinimiz haram kılmıştır.

Cenazelere çelenk göndermek caiz midir?

Süha TEKİN/SİVAS

Cenaze merasimlerine çelenk gönderilmesi İslami bir örf değildir. Çelenk için sarf edilecek paraların müteveffanın hayrına muhtaç olan fakirlere veya hayır kurumlarına verilmesi uygun olur.

Eşimin kabir taşına ‘Ahiret mekánı’ diye yazdırdım. Bunun bir sakıncası var mı?

Namık ÖGETÜRK İSTANBUL

Mezar taşına böyle bir ibare yazılmasında herhangi bir sakınca olmamakla birlikte, mezar yerinin kolay bulunabilmesi için sadece müteveffanın isminin yazılması yeterlidir.

Bir tefsir kitabında Kaf Dağı’ndan söz ediliyor. Tefsirde geçen bu rivayet doğru mudur?

Muhsin ALBAYRAK İSTANBUL

Kaf Dağı, İranlılardan bize intikal etmiş bir hurafedir. Kadim İranlılar, Kaf isminde mukaddes bir dağın ve onun üzerinde de Anka isminde bir kuşun varlığına inanıyorlardı. Bu Anka kuşuna isnat olunan efsaneler Osmanlı edebiyatına da girmiştir. İran kahramanı meşhur Zaloğlu Rüstem ile Simurg (Anka) arasında geçen maceralar İran edebiyatının sayfalarını süslemektedir. Bunlar, hayal mahsulü olup edebi metinlerde birer tasvir olarak kullanılmışlardır.

Gece saat 01.00’den sonra yatsı namazı kılınabilir mi? Yaz saati uygulaması nedeniyle vakit namazlarında da bir kayma olur mu?

Ahmet AKAY

Yatsı namazının vakti imsak saatine kadardır. Yani, sabah namazı vakti girinceye kadar kılınabilir. Yaz saati uygulamasıyla saatler ileri alındığında, tabiatıyla namaz vakitleri de birer saat ileri alınmış olur. Buna uymak durumundasınız. Yoksa vakit girmeden namaz kılmış olursunuz ki bu da caiz değildir.
Yazının Devamını Oku

Irkçılık da, dini taassup da felakettir!

6 Mayıs 2005
<B>TARİH</B> boyunca insanlığı felakete sürüklemiş olan iki büyük hastalık vardır. Bunlardan birisi ırkçılık, diğeri de dini taassuptur. Tarihteki kan izlerini takip edecek olursak, bu izlerin bizi bu karanlık dehlizlere götürdüğünü görürüz. İnsanlığın en ürkütücü, en korkunç, en merhametsiz katliamları bu iki musibet yüzünden yapılmıştır. Bugün de dünyamız bu iki hastalığın tehdidi altındadır.

Bu, her iki hastalığın ilacı akıl, basiret ve inanç dediğimiz sihirli üçgenin içinde saklıdır. Akıl bize bu tür çekişmelerin boş ve anlamsız olduğunu söyler. Basiret, aklın gösterdiği yolu bulmaktır. Dinler bize bütün insanların Adem’in çocukları olduğunu, barış ve huzur içinde yaşamamız gerektiğini anlatır. Mensubu olmaktan gurur duyduğumuz İslam da insanlara kardeşliği emreder.

Irkçılığı, dini taassubu kökten reddeder. İslami inanışın temelinde eşitlik vardır. ‘Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva ile olur.’ ‘Biz sizi birbirinizle tanışasınız, anlaşasınız diye kabilelere ayırdık’ mesajları bunu ifade eder. ‘Dinde zorlama yoktur’ emri de dini taassubun önünde duran ilahi bir zırhtır. Bütün felaketler, ilahi iradenin koyduğu bu engellerin sorumsuzca aşılmasıyla ortaya çıkmaktadır.

* * *

Toplumların tarihinde din etkili bir silah olarak daima önemli bir yer tutmuştur. Avrupa’da gelişen burjuvazinin Afrika, Asya ve Latin Amerika’da yürüttüğü sömürge savaşları, bazı Avrupalı tarihçiler tarafından din adına yapılan ‘Hıristiyanlığı yayma’ amaçlı savaşlar olarak gösterilmiştir. Bunlar, bazı grupların çıkarları için din adına on binlerce insanı gözlerini kırpmadan katletmişlerdir.

Bu konuda Hıristiyan dünyasında yapılan tespitler ilgi çekicidir.

Presbiteryen rahip Robert Meneilly, Liberty dergisinin 1994 Mart-Nisan sayısında fanatik inancın ciddi bir tehlike olduğunu yazarken şöyle diyordu:

‘Hıristiyanlar olarak dinimizin, İsa adına şeytansı davranışlar, kanlı savaşlar, korkunç infazlar, nefret verici suçlar ve politik kaoslar ürettiğini kabul etmeliyiz.’

* * *

ABD Başkan Yardımcısı Al Gore, 14 Ocak 1994’te Din Özgürlüğü Günü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti:

‘Bugün dinsel özgürlüğümüzü kutlamamıza rağmen dünyanın dört bir yanında din adına cinayetler işleniyor. Şu anda Saraybosnalı Müslümanlar yardıma muhtaç, şehrin tepesindeki dağlarda sözde Hıristiyan Sırplar tarafından bombardımana tutuluyorlar. Hindistan civarındaki bölgede Hindu ve Müslümanlar birbirlerinin boğazına yapışıyorlar. Kuzey İrlanda’da aynı dini savaşçılar çok korkunç gaddar ve acımasız oldu.’

Tarihin derinliklerine inmeye gerek yok. Bütün bunlar, daha 1990’lı yıllarda yaşanmış acılardır. Yapılan soykırımlarda milyonlarca insan dili, dini ve ırkı nedeniyle katliamlara maruz kalmışlardır. Avrupa’da yaşanan soykırımlar, insanlığın hafızasında halen tazeliğini korumaktadır. Nazi Almanyası’nın 2. Dünya Savaşı öncesi ve savaş sırasında 6 milyon Yahudi’yi öldürdüğü biliniyor. I. Dünya Savaşı’nda müttefik güçlerin desteğini alan Ermeniler, sadece Doğu’da 519 bin Türk’ü katletmişlerdir.

Avrupa’nın göbeğinde 1990’lı yıllarda Sırplar, Bosna Hersek ve Kosova’da on binlerce insan, sırf Müslüman ve Türk oldukları için katledilmiştir. Kıbrıs adasında Rumlar, Enosis önünde bir engel olarak gördükleri Türk halkına karşı insanlık dışı katliamlar yapmışlardır. Ermenilerin 26 Şubat 1992’de Azerbaycan Hocalı’daki Azeri Türklerini katletmesi ise halen sıcaklığını koruyan soykırım hareketleri arasında yerini muhafaza etmektedir. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.

* * *

Yüce Allah insanları farklı farklı yaratmış. Kimimizi Türk, kimimizi Kürt, kimimizi Çerkez, kimimizi Laz, kimimizi Boşnak, kimimizi Arnavut, kimimizi Arap olarak! Ama hepimiz O’nun indinde insanız, kuluz ve kardeşiz. Birimizin diğerimize üstünlüğü yok. Bu, Allah’ın bir takdiridir. O’na karşı gelerek bu takdiri bozmaya çalışmak, günahların en büyüğüdür. Bu çıplak gerçeği Allah Kuran’da bizi kavim kavim, boy boy, kabile kabile yarattığını hatırlatarak beyan ediyor. Bu yaratılışı aramızda bir anlaşma ve tanışma zemini yapmamızı öğütleyerek, onu kavga ve çekişme konusu haline getirmemizin çıkar yol olmadığını tembihleyerek.

SORALIM ÖĞRENELİM

Faizin haram olduğuna inanıyoruz. Ancak bir din görevlisi, ‘Faiz parası yiyenler anneleriyle 36 defa zina yapmış kadar günah işlemiş olurlar’ diyor ve bunun bir hadis olduğunu söylüyor. Bundan rahatsızlık duyduk, ne dersiniz?

Bahri ÇİFTÇİ-ALMANYA

Sözü edilen hadis, Beyhaki ve Hakim tarafından rivayet edilmiştir. Ancak, hadis bilginleri bu hadisin münker olduğunu kaydetmektedirler. Münker hadisleri bazı bilginler dini konularda delil saymazken, İmam Buhari, bu kabil münker hadisleri ‘metruk’, yani terk edilmesi gerekli olan, rivayet edilmesi helál olmayan hadisler şeklinde nitelemiştir. Din görevlisinin, Kuran’daki riba (faiz) ile ilgili ayetleri açıklamak yerine bu tür isnadı münker hadisleri anlatması doğru olmamıştır.

Gayrimüslimler cennete gidecek mi?

Serhat ÖZGÜL

Bakara Suresi 62. ayette müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı işler yapanların Allah katında mükafata erecekleri, onlara korku ve üzüntünün olmayacağı belirtilmektedir. Kuran, kurtuluşa ermek konusunda bu üç esas üzerinde durmuştur. Kitap ehlini üç sınıfta mütalaa etmek mümkündür. 1. Hz. Peygamber ve öğretisi kendilerine ulaşmamış olanlar, 2. İslam ve Hz. Muhammed’i duymuş olmakla birlikte bunlar hakkında doğru bilgi edinememiş olanlar, 3. İslam ve Hz. Peygamber’in öğretisi kendilerine ulaştığı ve Müslümanlarla da iç içe yaşadıkları halde, İslam’ın ve onun peygamberinin hak olduğunu bile bile inkár edenler. Bu üç sınıftan birinci ve ikinci sınıf mazurdurlar. Bunlar, Allah’ın geniş rahmetinden yararlanacaklardır. Allah’ın rahmet alanını daraltmak bizim yetkimizde değildir.
Yazının Devamını Oku

Hayatı anlamlı kılmak

29 Nisan 2005
<B>KOZMİK </B>bir düzenin şifrelenmiş oyuncularıyız. Káinatın tek yaratıcısı, tek mimarı olan Cenab-ı Hak bu ilahi düzeni ezelde yaratırken şaşmaz bir uyum senfonisi bestelemiş. Notalar ruhumuza üflenmiş; elimizdeki enstrümanları kullanarak bu bestenin cezbedici müziğini seslendiriyoruz. En büyük enstrüman aklımız; her şey onun yol göstericiliğine muhtaç. Duygularımıza ruhumuz şekil veriyor. Ruh, akıl cevherini koruyan, onu zarafetle sarıp sarmalayan kadife ambalaj. Bu bileşkeden kendi hayatımızın oyununu çıkarıyoruz.

Hiçbir şey boşuna ve amaçsız değil. Yaradılışın değişmeyen ilahi ve fiziki kanunları, prensipleri ve dengeleri, birbirini kontrol eden, yöneten ve tamamlayan bir düzen içinde sürüp gidiyor. Gecelerden gündüzler doğuyor. Günler, aylar, iklimler ve mevsimler döngüsünü şaşırmadan değişiyor. Ağaçlar tomurcuklarını verirken, dallar güllerle donanırken, kuşlar göç yollarına dizilirken, toprak uyanıp filiz verirken hep aynı senfoninin ahenkli ritmini işitiriz.

* * *

Her álem birbirine zarar vermeden kendi yörüngesinde dönüyor. Her birimiz, hayat dediğimiz bu imtihan sahnesinde o ilahi bütünlük içinde, kendi amacımıza hizmet ediyoruz. Bir bakıma, kendi kendimizi şekillendiriyoruz. Kendi idrakimizin yönünü belirliyoruz. Yaratıcı irade idrakimizi aklımızın rehberliğine vermiş; hareket tarzımızı tamamen bize bırakmış. Hayatı bu rehberliğin öncüsünde ya anlamlı kılacağız, ya da bu oyunun sur düdüğü ile sonlanacak büyük gününde kendi perişanlığımızla baş başa kalacağız. Hesabımızı, bu kozmik düzenin tek hákimi, tek yargılayıcısı olan Allah’a vereceğiz. Sonu ya ceza, ya mükafat; ya cennet, ya cehennem!

Şüphesiz, Allah hiçbir kulunu cehenneme göndermek için yaratmamıştır. Önceden tayin edilmiş böyle bir yazgı hiç kimse için yazılmamıştır. Adil-i mutlak olan yüce Rabbimiz, böyle bir adaletsizliğin öznesi olmaz. Günahlarımızı da, sevaplarımızı da özgün ve özgür irademizle kendimiz belirleriz. İyiliklerimize de, kötülüklerimize de kendimiz koşarız. Başarılarımızı da, başarısızlıklarımızı da kendimiz belirleriz. Hayatı anlamlandırmak, ona güzellikler katmak bizim elimizdedir.

Mutluluğun kaynağı sevgidir. Sevgi, ilahi ahengin önümüzü aydınlatan meşalesidir. Bütün güzellikler sevgiyle kaimdir. Önce yaratanı sevmek. O’na şükürle bağlanmak, tekliğine ve eşsizliğine iman etmek. Yunus’un deyimiyle de ‘Yaratılanı yaratanın hatırına sevmek’. İnsan sevgisi, hayvan sevgisi, tabiat sevgisi... Sevgisiz atılan her adım bizi bencilliğe ve bedbinliğe sürükler. Bundan da kaos ve kargaşa doğar. Oysa Cenab-ı Hak, insanı ‘yaratılanların en şereflisi’ diye vasıflandırarak kemalatın zirvesine koymuştur. İnsan hayır ve güzellikler için yaratılmış ve görevlendirilmiştir. Dinler, peygamberler, veliler, mürşidler de hayatı anlamlı kılmak için gönderilmiş ve görevlendirilmişlerdir.

Bir insan, hayatını nasıl anlamlı hale getirebilir? Tabii ki pozitif enerji üreterek. Kendisini ve çevresini olumlu düşüncelerle motive ederek. İyi işler yaparak, ardında önemli eserler bırakarak. Ömrümüz kum saatine benziyor. Kum saatinin akışına benzer bir akışla sona doğru yaklaşıyoruz. Ya da bir otobüsün içindeyiz; her durakta inenler var, binenler var. Son durağa varmadan kum saatini karşımıza alıp bütün çabamızı hayatımıza anlam katacak faydalı işlere yöneltmemiz gerekmez mi?

Mesela; yoksul ve kimsesiz bir çocuğu aile ortamımıza alarak onu okutmak, adam etmek, topluma ve insanlığa faydalı bir kimse olarak hayatın içine sokmak. Bir hayır kurumu kurarak yoksullara, yaşlılara, çaresizlere yardım elini uzatmak. Cehaletle savaşmak. Okul açmak, toplumun milli ve manevi dokusunu güçlendirecek irşad faaliyetlerinde bulunmak. Bütün bunları yapabilecek gücü elde etmek için çok çalışmak, belli bir ekonomik seviyeye ulaşmak. İş sahaları açarak üretime katkı sağlamak. İçinde yaşadığı ülkenin ve toplumun refah ve mutluluğuna katkıda bulunmak.

* * *

‘Salih (iyi) insan için salih (iyi, helal) mal ne güzeldir’ buyuruyor Peygamberimiz. Bütün bunları yapabilmek için gerekli olan ekonomik güce helal yollardan ulaşmalıyız. Zenginleşmeliyiz; zenginliğin hayra kullanılması halinde ne büyük bir güç ve ne büyük bir nimet olduğunu bilerek, o istikamette, gayret sarf ederek yaşamalıyız.

Günümüz insanının mutluluğu tek başına zenginlikte araması da doğru bir yaklaşım değildir. İnsan, zengin olmadan da mutlu olabilir. Paradan da kıymetli olan şeyler vardır. Üzerine hazan yaprakları düşen bir mezarın kalbinde yatanları görünce paradan çok kıymetli, çok ulvi, çok yüksek değerlerin olduğunu anlarız. Yaşadığımız hayat, işte bütün bu maddi ve manevi değerlerin toplamından ibarettir.

Asıl gaye, ebedi mutluluğa erişmektir. Bunun yolu ise Kuran’da ve Peygamberimizin hayatında gösterilmiştir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Cennet ve cehennemi mekán değil, makam olarak değerlendirmek doğru olmaz mı?

Veysel UZUNSAKAL

Peygamberimiz, cennetin genişliğinin yerler ve gökler kadar olduğunu söylediğinde sahabilerden biri ‘Peki cehennem nerede?’ diye sorar. Peygamberimiz, ‘Gündüz geldiğinde gece nerede?’ diye cevap verir. Bu rivayete dayanarak bazı İslam bilginleri cennet ve cehennemin mekán değil, hal ve makam olduklarını çıkarmışlardır. Cennet ve cehennem için ister mekán, isterse makam diyelim; ahiret hayatını dünya hayatıyla kıyaslamak asla doğru değildir. Kuran, ahiret hayatıyla ilgili insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, hayal bile edemediği şeyleri ona anlatmanın tek yolu olarak bildikleri nesnelerin isimlerini kullanarak anlatmıştır. Arada bir benzerlik vardır, ancak asla biri diğerinin aynı değildir.

Cuma günleri cuma namazı kılınırken mevcut mescit yetmediği için yolun karşısına taşmak zorunda kalıyoruz. Aradan arabalar geçiyor. Namazımız oluyor mu?

Fatih VAROL/ANKARA

Hanefi fıkhında imam ile cemaat arasında kayık geçebilecek büyüklükte bir nehir veya araba geçilecek genişlikte yol olursa namaz caiz olmaz. Hasan-i Basri ve diğer bazı fakihlere göre ise imamın sesi duyulabiliyor ve intikal tekbirleri izlenebiliyorsa namaz caiz görülmüştür. Bu iki görüş karşısında kanaatim odur ki; cuma namazı kazası olmayan bir namazdır, mescidin cemaati almaması durumunda bir zorunluluk ortaya çıktığı için ifade ettiğiniz şekilde kılınan namaz sahihtir.
Yazının Devamını Oku

1434 yıl öteden gönlümüze inen ışık

22 Nisan 2005
<B>BU</B> haftayı kutlu bir olayla idrak ettik. Çarşambayı perşembeye bağlayan gece Mevlit Kandili idi. Bu mübarek geceyi huşu ile geçirdik. Bir yandan da bu kutlu ve rahmetli doğumun 1434. yılını, her yıl düzenlenmekte olan ‘Kutlu Doğum Haftası’ etkinlikleri çerçevesinde idrak ettik. Müslüman olarak doğmanın, yüce Allah’a iman ile teslim olmanın bir kul için taşıdığı yüksek değeri bu kutlamalarla birlikte bir kere daha şükür ve gururla anmanın hazzını yaşadık.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den itibaren tarih boyunca Hz. Allah, yolunu sapıtan ve yaratılış gayesine aykırı hareket eden insanlara doğru yolu göstermek, emir ve yasaklarını bildirmek, onları dünya ve ahirette mutlu kılacak prensipleri tebliğ etmek maksadıyla pek çok peygamber göndermiştir. Kendilerine peygamber gönderilmeyen ve ilahi davete muhatap olmayan hiçbir kavim ve millet yoktur. Bu, bizzat Kuran’ı Kerim’in bize haber verdiği bir gerçektir.

Peygamberimizden önce aynı vazifeyle görevlendirilen Hz. İsa da, insanları huzura kavuşturacak ilahi prensipleri tebliğ etmek için büyük gayret göstermiş, bir bakıma İslam’ın ve Hz. Peygamber’in müjdecisi olmuştur. Hz. İsa’nın Allah’ın katına yükseltilmesinden Hz. Peygamber’in dünyaya gelmelerine kadar geçen 571 yıllık fetret devrinde insanlar tevhidi unutmuş, şirke düşmüş ve her türlü değer ölçülerini yitirmişlerdi.

* * *

Cehalet ve batıl inançlarla ruhlar kararmış, hak kuvvete mahkûm olmuş, zulmet ve vahşet beşeriyetin ufuklarını karartmış, merhamet ve şefkat silinmiş, insanlar köleleştirilmiş, öz kızını canlı canlı toprağa gömecek kadar insanlar gaddarlaşmış, hayır ve fazilet namına hiçbir şey kalmamıştı.

O’nun gelişiyle tevhid akidesi yeniden canlanmış ve insanlık için aydınlık bir devir açılmıştır. Kuran’ın beyanıyla, ‘Bir şahit, müjdeleyici, uyarıcı, Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak’ (Azhab, 45-46) gönderilen bu büyük ve eşsiz insan, cehalete karşı savaş açmış; getirdiği ilim ve tefekkür anlayışıyla karanlıkları aydınlatmış; hak, adalet, merhamet gibi ilahi ve evrensel prensiplerle insanı insana kul eden zincirleri kırmış; güçsüzün, yoksulun, yetimin ve kimsesizin hamisi olmuş; insanları inim inim inleten zalim ve mütegallibe (zorba) bir zümrenin tahakkümünü yok ederek hizmetçi ile efendiyi yan yana getirip kan ve gözyaşını sona erdirmiştir. ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ beyanıyla da kadını layık olduğu itibar ve sosyal mevkiine kavuşturmuştur.

‘Hiçbir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü yoktur’ diye buyurarak insanlığı kavmiyetçilik ve ırkçılık illetinden kurtarmış, sosyal durumları ne olursa olsun bütün müminlerin kardeş olduğunu ilan edip bugün de yaşadığımız toplumsal sancılara şu sözleriyle kurtuluş reçetesi yazmıştır:

‘Ey insanlar, iyi biliniz ki muhakkak Rabbiniz birdir ve babanız da birdir. Bakınız, iyi kulak veriniz; ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a, ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza takva dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur.’

‘Kim ki, asabiyet (ırkçılık) iddiasında bulunursa bizden değildir. Irkçılık uğrunda savaşan bizden değildir ve ırkçılık uğrunda ölen bizden değildir.’

* * *

Hz. Peygamber her fani gibi aramızdan ayrılmıştır. Ancak O’nun getirdiği ilahi mesaj kıyamete kadar bakidir. İnsanlığın muhtaç olduğu bütün esaslar, insani ve ahlaki değerler bu mesajda mevcuttur. Buhranlar içinde kıvranan insanlık, bu tebliğe bugün her zamandan daha çok muhtaçtır.

Bu hususta biz Müslümanlara da çok büyük görevler düşmektedir. Bir fazilet güneşi ve hidayet meşalesi olan Allah’ın elçisini her yönüyle iyi tanımalı, O’nun yüce hayatını, ahlakını, fikirlerini öğrenmeli ve hayatımıza tatbik etmeliyiz. Bu bize aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın bir emridir.

‘Andolsun ki, Resulullah sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.’ (Ahzab, 21).

‘Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.’ (Haşr, 7)

Yazımı rahmetli Akif’in şu sözleriyle noktalıyorum:

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi,

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet,

Ya Rab mahşerde bizi bu ikrar ile haşret.


SORULAR CEVAPLAR

Yoga yapmanın dini bir yönü var mıdır? Yoga ne demektir?

İsmail EREN/BURSA

Yoga ve yogizm, Sanskritçe’de bağlamak, birleştirmek anlamına gelir. Yoga, insanın iradesine hákim olarak nefsini dizginlemeyi sağlayan bir egzersizdir. Buna Hint fakirizmi de denir. Dini bir yönü yoktur. Yoga yapan kişiye yogi denir. Daha ziyade Budistler arasında yaygındır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden Hindistan’a gidip bu eğitimi alanlar vardır.

Dükkánımda kolonya satıyorum. Kimileri haram diyorlar. Doğru mu?

T.F./İSTANBUL

Kolonyanın sadece içilmesi haramdır. Kullanılması, alınıp ve satılması dini açıdan caiz görülmüştür. Dolayısıyla alıp satmanızda bir sakınca yoktur.

Boy abdesti aldıktan sonra namaz abdesti almam gerekir mi?

Lütfü BOZKURT ANKARA

Boy abdesti almaya başlarken namaz abdesti almak sünnettir. Boy abdesti aldıktan sonra namaz abdesti almaya gerek yoktur.

Cennette kaç yaşında olacağız?

Kadir SARAÇ İSTANBUL

Bu hususta bazı hadis kaynaklarında cennet ehlinin 33 yaşında olacağı geçmektedir. Doğrusunu Allah bilir. Önemli olan cennete götürecek ameli işlemektir.

Hz. Peygamber ile İsa arasında bir peygamber gelmiş midir?

Necmi SOLAK/İZMİT

Hz. İsa ile Peygamberimiz arasında bir peygamber gönderilmemiştir. Peygamberimiz ile İsa arasında Cercis isimli İsrailoğullarından bir peygamberin gönderildiği rivayetleri ise güvenilir değildir. Bu kişinin salih bir insan olduğu söylenebilir.
Yazının Devamını Oku

Dinlerarası diyalog

15 Nisan 2005
<B>PAPA’</B>nın ölümü münasebetiyle geçen hafta yazdığımız yazıdan sonra okurlarımızdan dinlerarası diyaloğun ne olduğunu ve hangi amaçla yapıldığını konu alan çok sayıda soru aldık. Bu nedenle, bugünkü yazımızın konusunu buna ayırdık. Diyalog, kelime olarak iki veya daha fazla kişinin karşılıklı konuşması ve anlaşması için gösterdiği çaba anlamına gelir. Dini literatürde diyalog, aynı veya farklı dinlere mensup insanların inanç ve düşüncelerini birbirlerine empoze etmeden, ortak noktalar etrafında konuşması, tartışması ve işbirliği yollarını araması şeklinde tanımlanır.

* * *

Günümüzde, sistemli bir faaliyet olarak dinlerarası diyaloğun temeli Hıristiyan Katoliklere dayanır. 1962-1965 yılları arasında üç yıl devam eden II. Vatikan Konsülü’nde Hıristiyanlık dışındaki dinlerin mensuplarıyla diyaloğa girilmesi kararlaştırılmıştır. Bu konsülde, başta Yahudiler ve Müslümanlar olmak üzere diğer din mensuplarından ilk defa saygıyla bahsedilmiş, onlarla diyaloğa girilmesi konusunda Hıristiyanlara tavsiyelerde bulunulmuştur. Katolikler, dinlerarası diyaloğu, daha doğrusu din adamları arasındaki diyaloğu gerçekleştirmek için çeşitli birimler oluşturmuşlar, yüksek lisans ve doktora düzeyinde uzmanlar yetiştirmişlerdir.

Papa 6. Paul tarafından ‘Hıristiyan Olmayan Topluluklar Sekreteryası’ kurulmuş ve bu sekreterya 1989’da dinlerarası diyalogla ilgili Papalık Konseyi haline dönüştürülmüştür. Arap-İslam Araştırmaları Enstitüsü, Protestanlar Ortadoğu Kiliseler Birliği, İngiltere İslam ve Hıristiyan İlişkilerini Araştırma Merkezi birimleri bunlar arasındadır.

Hıristiyanların geçmişte Haçlı Seferleri düzenleyerek binlerce Müslüman kanını dökmüş olmaları, hummalı bir şekilde misyonerlik faaliyetlerine girişmeleri, Katoliklerin bu yaklaşımlarına İslam dünyasında uzun zaman şüpheyle bakılmasına sebep olmuştur. Ancak son yıllarda küreselleşen ve iletişimin de süratle yaygınlaşmasıyla küçülen dünyamızda bu diyalog önem kazanmış, hatta bir zorunluluk halini almıştır. Artık, çağımızın bir ihtiyacı olarak ortaya çıkan dinlerarası diyaloğa Müslümanlar kayıtsız kalamaz. Çünkü diyalog, barış demektir. Diyalog olmadan barış ve huzurdan, savaşsız bir dünyadan söz etmek imkánsızdır.

İslam açısından, Müslümanların diğer din mensuplarıyla diyalog içinde olmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Esasen, Müslümanlar ile diğer din mensupları arasındaki diyalog, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden hemen sonra başlar. İlk resmi diyalog, Necran Hıristiyanlarının Peygamberimizi ziyaretiyle gerçekleşmiştir. Bu diyalog, inanç esaslarıyla başlamış ve siyasi durumlarla bağlantılı olarak devam etmiştir. Yahudiler’le ilgili olarak da Medine Sözleşmesi’nin 25. Maddesi’nde ‘Beni Avf Yahudileri Müslümanlarla bir topluluk teşkil ederler. Onların dini kendilerine, Müslümanların dini de kendilerinedir’ ifadeleri yer almaktadır.

* * *

Osmanlı tarihi de bu tür diyalog örnekleriyle doludur. 1492’de İspanya’dan kovulan Yahudileri, Osmanlı topraklarına kabul eden İkinci Bayezid’in davranışı bunun en güzel örneğidir. Müslümanlar geçmişte hem Yahudilerle hem de Hıristiyanlarla diyalog kurmuşlardır. Hatta denilebilir ki, İslam’ın yapısı gerçek bir dinlerarası diyaloğa Hıristiyanlardan daha uygundur.

Hıristiyanlık, kilise dışında kurtuluşun olmadığını vurgularken İslam diğer dinlerde de birtakım doğruların ve zenginliklerin bulunduğunu kabul eder. Bu dinlerin mensuplarının doğru inançlarını ve güzel davranışlarını över. Nitekim, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

‘Ehli kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde geceleri ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan insanlar vardır. Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten men ederler. Hayır işlerine koşarlar. Onlar iyilerdendir. Onların yapacakları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır.’ (Al-i İmran 113, 115).

* * *

Kuran, kitap ehlini ortak noktalarda buluşmaya çağırır. Kuran ayetlerinde bunun daha birçok örnekleri vardır. Önemli olan, diyaloğa katılacak insanların durumudur. Başlatılan diyalog çalışmalarında din bilginlerinin, muhataplarının dinlerini ve kültürlerini gerçek kaynaklarından öğrenmeleri ve diyaloğa hazır hale gelmeleri gerekir. Bu konuda toplumlara da sağlıklı ve şuurlu bir din eğitimi verilmelidir.

Dünyada barışın korunmasını, cehalet, yoksulluk ve terörle mücadeleyi amaç edinen samimi bir diyaloğa bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu açıktır. Bizim diyalogdan anladığımız, bir kültürün diğer kültür içerisinde yok olması değil, kültürel farklılıklarının dünya insanlığı için bir zenginlik kaynağı olduğunun ortaya konulmasıdır. Kuran-ı Kerim’in bir diyalog çağrısıyla yazımı noktalıyorum:

‘De ki; bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz ona teslim olanlarız.’

SORALIM ÖĞRENELİM

Kuran’da bazı ayetlerde insanların da yarattıklarından söz ederken, bazı ayetlerde de yaratanın sadece Allah olduğu geçmektedir. Bu çelişki değil midir?

Fuat MERT/İSTANBUL

Kuran’da yaratma kelimesinin insanlar için de kullanıldığını görüyoruz. Müminun Suresi’nin 14. Ayeti’nde ‘Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur’ denmektedir. Maide Suresi’nin 110. Ayeti’nde Hz. İsa’ya hitaben ‘Sen iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratmış ve ona üflemiştin de kuş olmuştu’ buyurulmuştur. Zumer Suresi 62. Ayet’te ise ‘Allah her şeyi yaratandır’ denilmektedir. Bu ayetler arasında çelişki varmış gibi görülse de aslında bir çelişki yoktur. Zira, yaratma (halk) kelimesi yoktan var etme ve vardan var etme anlamına gelmektedir. Hammaddesi, malzemesi bulunmayan şeyi var etmek yalnız Allah’a aittir ve buna yoktan var etme denilir. İnsanların yaratması ise var olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunması, şekil vermesi veya şekil değiştirmesi anlamına gelir. Burada yaratma, şekil verme ve yapma anlamında kullanılır. İki yaratma arasındaki fark budur.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hadislere itibar etmediği şeklindeki bir görüşe katılıyor musunuz, bu doğru mudur?

Sadettin ALPTEKİN/İSTANBUL

Ebu Hanife’nin hadislere itibar etmediği görüşü doğru değildir. Ancak, Ebu Hanife hadisler arasında Kuran’a, akla, örfe, maslahata ve maksada uygun olanı tercih etmiş, zamanla ortaya çıkan gelişmeleri de dikkate almayı ihmal etmemiştir.

Farz namazı kılarken üçüncü ve dördüncü rekatlarda hiçbir şey okumasam olur mu?

İlyas TURHAN/MANİSA

Farz namazların birinci ve ikinci rekatlarında okumak farzdır. Üçüncü ve dördüncü rekatlarında ise sünnettir. Okumadığınız takdirde namazınıza bir zararı olmaz.
Yazının Devamını Oku

Papa’yı uğurlarken

8 Nisan 2005
<B>PAPA II. John Paul</B> bugün Vatikan’da ebedi yolculuğuna uğurlanıyor. Dünyanın büyük bir bölümünde insanlar, bu barış ve diyalog adamının arkasından gözyaşı döküyorlar. Filistin’den Afganistan’a, Endonezya’dan Bangladeş’e kadar pek çok Müslüman ülkenin basın ve yayın organlarında, papalık tarihinde ilk kez bir camiyi ziyaret eden ve kendi dünyası dışındaki álemlere de gönül kapılarını açan Papa için övgüler sıralanıyor.

Basında yer alan haberlere göre, bu ölüm olayı dolayısıyla dünya gazetelerinde yayımlanan haber sayısı daha şimdiden 35 bin sayfayı geçmiş bulunuyor. Pek çok ülkede bayraklar yarıya indirildi, birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları programlarını iptal ederek bu olaya odaklandı.

* * *

Evet, Papa John Paul gerçekten bir diyalog adamıydı. Kendisiyle ilk tanışmamız, Diyanet İşleri Başkanlığı görevinde bulunduğumuz sırada 16 Haziran 2000 tarihinde, yine böyle bir cuma gününde Vatikan’a yaptığımız resmi ziyaret dolayısıyla oldu. Bizi büyük bir içtenlikle karşıladı. Bize, devlet başkanları için uyguladığı resmi karşılama protokolünü uygulattı. Bu tutum, Vatikan geleneklerini bilenler tarafından Papa’nın Türkiye’ye ve bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanı’na verdiği önemin bir göstergesi olarak yorumlandı. Sağlık nedenleriyle baş başa, üst düzey görüşmelerini 15 dakika ile sınırlı tutmasına rağmen, bize alışılmış uygulamaların dışında 30 dakikasını ayırdı. Bu görüşmenin ardından, beş dakikalık bir süre de heyetimizin takdimine ayrıldı.

Papa ile baş başa görüşmemiz sıcak bir ortamda gerçekleşmişti. Türkiye’ye ilk ziyaretini 1979 yılında 59 yaşında iken yapmıştı. Çok sıcak karşılandığını söyledi. Türkiye’nin büyük bir devlet olduğunu, Türkiye ile ilgili unutamadığı hatıralarının bulunduğunu, bunlardan birinin de Atatürk’ün kabrini ziyaret etmek olduğunu ifade etti. Tarihte Osmanlı’nın, Polonya’nın (Lehistan’ın) bölünmemesi için sergilediği tavrı hiçbir zaman unutmadıklarını söylerken minnettar bakışlarıyla bunu teyit ediyordu. Türkiye’yi çok sevdiğini, Hıristiyanlardan Türkiye’yi ziyaret etmelerini isteyeceğini belirtmişti.

Bu görüşmede Papa, tarafımızdan dile getirilmiş olan dinlerarası diyalog çalışmalarının geliştirilmesi, açlık, şiddet ve terörizme karşı her iki dinin de ortak mücadele vermesi hususlarında bizimle hemfikir olduğunu, bu görüşmeyi çok meyve verici bulduğunu ifade etmişti. Anadolu topraklarında bulunan Efes ve Milet’in kendileri açısından çok önemli olduğunun altını çizmiş, bu yerlerin korunmasında Türkiye’nin gereken gayreti gösterdiğine inancının tam olduğunu vurgulamıştı.

Vatikan’da ‘Papalık Arap ve İslam Enstitüsü Rektörlüğü’nü de ziyaret etme imkánını bulmuştuk. Rektör Rahip Etienne Renaud’ün refakatinde ziyaret ettiğimiz enstitünün zengin kütüphanesinde, yüce dinimiz İslamiyet’in temel kaynakları yanında İslam dünyasıyla ilgili birçok eser bulunuyordu. Bu enstitünün Katolik din adamlarından İslam dini alanında uzmanlaşmak isteyenlerin yetiştirilmesi amacıyla kurulmuş olduğunu öğrendik. Arapça, İslam Hukuku ve o ülkelerdeki sosyal, politik ve ekonomik konularda bilgilendirmeyi hedefleyen enstitüde, İslam felsefesi, İslam edebiyatı, hadis, tefsir ve kelam dallarında da eğitim verildiği, aynı zamanda son yılda lisans ve master dereceleri almak isteyen öğrencilerin tez çalışmalarını gerçekleştirdikleri yolunda bilgiler aldık.

* * *

Bu kütüphaneden ve orada yapılan çalışmalardan çok etkilenmiştim. Benzer çalışmaları biz de yapmalıyız diye düşündüm. Başkalarını anlamanın ve kendimizi başkalarına anlatmanın en iyi yolu, karşı tarafı iyi tanımaktan geçiyordu. Batı dünyasının bunu çok iyi başardığını bu ziyarette bir kere daha müşahede etmiştim. Bizim de bu konularda bilimsel çalışmalara süratle başlamamız gerekirdi. Bunun için gerek II. Din Şûrası’nda, gerekse Uluslararası Avrupa Birliği Şûrası’nda alınan tavsiye kararları doğrultusunda ‘Dinlerarası Diyalog Sekretaryası’ ile ‘Dinlerarası Diyalog Araştırmaları Merkezi’nin kurulması işlemlerini başlattık. ‘Dinlerarası Diyalog Şubesi Müdürlüğü’ adı altında bir birim oluşturarak gerekli çalışmalara başladık. Ayrıca, bu enstitüde gördüğümüz yapılanmanın bir benzerini de ‘DİYAM’ (Diyanet Araştırma Merkezi) adı altında biz gerçekleştirdik. Amacımız, bu araştırma merkezinde hem dinimizi, hem diğer dinleri daha iyi anlayıp stratejiler geliştirmekti. Ne yazık ki bu merkez kuruluş aşamasını bile tamamlayamadan kapatılmıştır.

İyi insanların adları, halkın arasında normalde elli yıl kadar yaşar. Sonra ya kaybolur, ya da efsaneleşirler. Papa’nın adının da efsaneleşeceğine inanıyoruz. Çünkü onun barışa ve insanlık değerlerine yaptığı katkı, Doğu’da ve Batı’da derin izler bıraktı. Sevilen ve sayılan bir kişiliğe sahipti. Papa II. John Paul’ü bugün güzel duygularla uğurluyoruz. Umarız ki, bundan sonra seçilecek Papa da aynı çizgide barışa, hoşgörüye ve insanlığa hizmet eder.

SORALIM ÖĞRENELİM

İşe girersem her ay kurban keseceğim diye adakta bulundum. Her ay kesmek zorunda mıyım?

Adak/ANKARA

Peygamberimiz adak adamayı doğru bulmamıştır. Ancak, adandığında yerine getirilmesi gerekir. Her ay kurban kesmek zor olacağından bir yemin kefaretiyle bu işten kurtulabilirsiniz. Hadis kaynaklarında yerine getirilmeyen adakların kefareti, yemin kefareti olarak geçmektedir. Bunun karşılığı ise on fakiri doyurmak veya giydirmek, bunlara güç yetmiyorsa üç gün oruç tutmaktır.

Kabir azabı var mıdır?

Ahmet Kul/PARİS

Kabir azabı vardır. Kuran-ı Kerim’de Firavun ve ona uyanlardan söz edilirken, ‘Sabah akşam onlara azap vardır. Bir de kıyamet günü’ denilmektedir. Bu ayetten, kıyametten önce de ruhlarının azap gördüğü anlaşılmaktadır. İnsanlar, dünyadaki amellerine göre ya berzah dediğimiz álemde, ya nimet içinde olurlar veya sıkıntı içerisinde o hayatlarını sürdürürler. Peygamberimiz de bir hadislerinde ‘Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur’ buyurmuşlardır. Zaten dünyada da yaşarken veya rüya áleminde bunların örneklerini ruhen yaşamaktayız.

Evde veya başka bir yerde kendi başımıza namaz kılarken kamet getirecek miyiz? Abdest alırken çoraplara mesh edilebilir mi?

Yaşar Metin

Tek başınıza farz namazlarını kılarken kamet getirmelisiniz. Çoraplar kalın ve su geçirmez ise üzerlerine mesh edilebilir.

Son günlerde Selefiye akımı diye bir akım çıktı. Selefiye ne demektir?

Dürdane Okur/İSTANBUL

İnanç konusunda sahabe ve tabiinin görüşlerini benimseyen fıkıh bilginleri ile hadis bilginlerine ‘Selefiye’ denir. Bunlar itikadi konularda ayet ve hadislerde yer alan hususları, hakkında yorum yapmadan olduğu gibi kabul ederler. Örneğin, Allah’ın sıfatları ve diğer inanç konularında ayrıntıya girmezler, yorum yapmazlar. İtikatla alakalı ilk mezhep budur. Hanbeli mezhebinde olanlardan tamamına yakını ile ilk Hanefi, Şafii ve Malikiler bu ekolü benimsemişlerdir. Bundan dolayı bunlara ‘Selefi’ denilmiştir.



* Malımın bir kısmını helal, bir kısmını da haram yoldan elde ettim. Haram yoldan elde ettiğim malın zekátını verecek miyim?

İsimsiz

Haram olan maldan zekát verilmez. Haram olan kazancın elden çıkarılması lazımdır. Eğer para bir başkasına aitse kendisine, hayatta değilse mirasçılarına verilmesi gerekir. Paranın sahibi yoksa karşılığında sevap beklemeden muhtaçlara verilmelidir. Şayet haram parayı helal paradan ayırmanız mümkün değilse, hepsinin zekátını vermeniz icap eder.
Yazının Devamını Oku

İnsan nasıl düşünürse öyledir

1 Nisan 2005
<B>İNSAN,</B> düşünen bir varlıktır. Bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılır. Düşünmek ne kadar zor, yorucu, hatta zaman zaman yanıltıcı da olsa insan düşünmek mecburiyetindedir. Çünkü var oluşunun nedenini ancak gördükleri şeyler üzerinde düşünmek, muhakeme etmek ve araştırmak yeteneğiyle ortaya koyar.

Canlılar içerisinde düşünmeyi yaşamanın bir parçası sayan, başka bir ifadeyle düşünerek yaşayan tek varlık insandır. Bunda, çevresinde meydana gelen olayların ve durumların kendi üzerinde meydana getirdiği etkinin de büyük rolü olduğu inkár edilemez.

* * *

Káinatta her varlık düşünme nedenidir. Sokrat, bütün dikkatlerini sadece insanların dünyasına çevirmişti. Bir böceğin, bir bitkinin varlığı onu ilgilendirmiyordu. Kuran daha ileri bir tefekkürle ufacık bir arının bile ilahi ilhamdan nasiplendiğini belirtmiş, sürekli olarak rüzgárların değişimi, bulut ve yıldızlarla dolu olan gökyüzüyle sonsuz fezada yüzmekte olan gezegenleri düşünmeye, gözlemeye çağırmıştır.

Şüphesiz, hiçbir varlık özünü açıkça ortaya koymaz. İnsan, bunlardaki sırrı düşünerek çözmeye çalışır ve bunların kendisi için ne ifade ettiğini anladığı zaman mutlu olur. Kişinin sağlıklı düşünebilmesi için içinde yaşadığı toplumun hür olması gerekir. Hürriyetin olmadığı bir toplumda hür iradeden söz edilemez. Hür fikirler hür düşüncelerden doğar.

Rames Allen, ‘İnsan nasıl düşünürse öyledir’ demektedir. İnsanın karakteri düşüncelerinin mahsulüdür. İnsanın yaşayışı ile iç dünyası arasında sıkı bir bağ vardır. İnsanın dış yaşayış şartı da iç yaşayış şartına bağlıdır. Gözle gördüğümüz maddi eşya üzerinde hüküm süren cari kanunlar, gözle görülmeyen düşünce áleminde de mutlak surette egemendir. Asli ve ulvi bir karakter dürüst düşünmenin, sürekli zihni faaliyetin ve bir hedefe varmak için yapılan fikir mücadelesinin neticesidir. Çirkin ve vahşi bir karakter de, kötü ve çirkin düşüncelerin ürünüdür.

İnsan, fikir atölyesinde imal ettiği silahlarla ya kendini mahveder, yahut bir maharetini huzur kaşaneleri imal etmekte kullanarak huzur ve mutluluğun yolunu açar. Şahikaya yükselmek de, bataklığa saplanmak da insanın kendi elindedir.

İnsanın aklı bir bahçeye benzetilir. Bir bahçe ya tanzim edilir, yahut kendi hali üzerine bırakılır. Bahçe tanzim edilse de, ihmal olunsa da mutlaka neşv-ü nema bulur. Bahçeye faydalı tohumlar ekilmezse bir sürü yabani otlar türer ve bunlar bahçeyi çirkin örtüsüyle kaplar. Bahçıvan, kendi toprağını eker ve onu ayrık otlardan temizlerse bahçede çiçekler açar, ağaçlar yetişir. İnsan da fikir bahçesine bakmakla ve bu bahçeyi yanlış ve faydasız düşüncelerden temizlemekle yükümlüdür. Yani insan, kendi ruhunun bahçıvanı olmak durumundadır.

Düşüncemize yol bulan ve onda kök salan her tohum er geç meydana gelen bir eylemle kendi meyvesini verir. Bu meyvenin iyi veya fena olması düşüncenin mahiyetine bağlıdır. Düşünce, her faaliyetin kaynağıdır. Kaynak temiz olursa her şey de temiz olur. Temiz düşünceler, temiz alışkanlıklar meydana getirir. Fena düşünceler insanın ruhunda olumsuz etki yaptığı kadar, bedenine de zarar verir. Hile, entrika, düşmanlık, kıskançlık, bedbinlik gibi fena düşünceler vücudun sıhhat ve zarafetini bozar.

* * *

Ünlü Fransız şair ve düşünürü Sully Prudhomme şöyle bir misalle insanların iyi ve kötü algılamalarını örneklendirir:

‘Sahilde yüksek bir kayanın üstüne çıkan iki adam denizi dinlemek için gözlerini kapadılar. Birisi cennetten gelen huzur ve neşe seslerini işitti, ötekisi ise cehennem halkının iniltilerini duydu. Deniz aynı deniz, ses aynı ses ama algılamalar farklı. Deniz, onların ruhuna, hayatına ve düşüncesine göre konuşmuştur.’

Yunan filozofu Epiharmus da der ki: ‘İnsan düşünce ile görür ve duyar. Her şeyden yararlanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir. Geri kalan ne varsa kör, sağır ve cansızdır.’

Ruhları asil ve ulvi düşüncelerle bezenmiş olan kimseler, en yüksek irtifaya varan güneş gibi her tarafa ışık saçar, feyiz dağıtır ve toplumlar üzerinde egemen olurlar.

Napoleon şöyle der:

‘Kalem kılıçtan keskindir. Her şey kırılır, kalem kırılmaz. Dünyada iki şey vardır: Kılıç ve fikir. Kılıç daima fikre yenilmiştir.’

Yazımızı, Peygamberimizin bir sözüyle noktalayalım:

‘Bir an düşünmek (var ediliş hikmetleri üzerinde), 60 yıl nafile ibadetten evladır.’

SORALIM ÖĞRENELİM

Peygamberimiz, ‘İçinizde Allah’tan en çok korkan benim’ buyurmuş. Peygamberimiz Allah’a en yakın bir kimse olduğuna göre neden korkuyor?

Nesime Manyas/İZMİR

Yakınlık ne kadar fazlalaşırsa, korku da o nispette artar. Ancak O’nun korkusu ile bizim korkumuz arasında büyük bir fark vardır. O’nun korkusu, cennet ve cehennem endişesi veya bulunduğu mevkilerin kaybolması korkusu değil. Yüce Yaratıcı’nın ululuk ve büyüklüğünün heybetini daha yakından idrak edip haşyete düşme halidir. Bir de, o yakınlığa yakışmayacak davranışlar sergileme endişesinin doğurduğu hassasiyettir. Tıpkı bir çocuğun babasının gözünden düşmemesi için davranışlarına dikkat etmesi gibi.

9 yaşında bir yavrumuzu kaybettik. Eşim annelik duygusuyla çocuğumuzun göbek bağını, saçlarını ve tırnaklarının bir kısmını saklamış. Ne yapmalıyız?

M.Naci Günel/ANKARA

Allah size sabır versin. Bu bir ilahi imtihandır, metin olmalısınız. Çocuğunuzun göbek bağını, kesilen saçlarını ve tırnaklarını temiz olan herhangi bir yere gömebilirsiniz. Bunu çocuğunuzun mezarına gömme isteğinizde de bir sakınca yoktur.

Erkek çocukları sünnet ettirirken kurban keser gibi tekbir getiriliyor. Yine gelin, evinden alınırken tekbirlerle çıkarılıyor. Dinimizde böyle bir şey var mı?

Hamdi Koşar/ÇORUM

Buna cenaze götürülürken getirilen tekbirleri de ilave etmek lazım. Ancak, bunların hiçbirinin dinimizde yeri yoktur, bidattir
Yazının Devamını Oku

İnsan nasıl düşünürse öyledir

1 Nisan 2005
İNSAN, düşünen bir varlıktır. Bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılır. Düşünmek ne kadar zor, yorucu, hatta zaman zaman yanıltıcı da olsa insan düşünmek mecburiyetindedir. Çünkü var oluşunun nedenini ancak gördükleri şeyler üzerinde düşünmek, muhakeme etmek ve araştırmak yeteneğiyle ortaya koyar.Canlılar içerisinde düşünmeyi yaşamanın bir parçası sayan, başka bir ifadeyle düşünerek yaşayan tek varlık insandır. Bunda, çevresinde meydana gelen olayların ve durumların kendi üzerinde meydana getirdiği etkinin de büyük rolü olduğu inkár edilemez.* * *Káinatta her varlık düşünme nedenidir. Sokrat, bütün dikkatlerini sadece insanların dünyasına çevirmişti. Bir böceğin, bir bitkinin varlığı onu ilgilendirmiyordu. Kuran daha ileri bir tefekkürle ufacık bir arının bile ilahi ilhamdan nasiplendiğini belirtmiş, sürekli olarak rüzgárların değişimi, bulut ve yıldızlarla dolu olan gökyüzüyle sonsuz fezada yüzmekte olan gezegenleri düşünmeye, gözlemeye çağırmıştır.Şüphesiz, hiçbir varlık özünü açıkça ortaya koymaz. İnsan, bunlardaki sırrı düşünerek çözmeye çalışır ve bunların kendisi için ne ifade ettiğini anladığı zaman mutlu olur. Kişinin sağlıklı düşünebilmesi için içinde yaşadığı toplumun hür olması gerekir. Hürriyetin olmadığı bir toplumda hür iradeden söz edilemez. Hür fikirler hür düşüncelerden doğar.Rames Allen, ‘İnsan nasıl düşünürse öyledir’ demektedir. İnsanın karakteri düşüncelerinin mahsulüdür. İnsanın yaşayışı ile iç dünyası arasında sıkı bir bağ vardır. İnsanın dış yaşayış şartı da iç yaşayış şartına bağlıdır. Gözle gördüğümüz maddi eşya üzerinde hüküm süren cari kanunlar, gözle görülmeyen düşünce áleminde de mutlak surette egemendir. Asli ve ulvi bir karakter dürüst düşünmenin, sürekli zihni faaliyetin ve bir hedefe varmak için yapılan fikir mücadelesinin neticesidir. Çirkin ve vahşi bir karakter de, kötü ve çirkin düşüncelerin ürünüdür.İnsan, fikir atölyesinde imal ettiği silahlarla ya kendini mahveder, yahut bir maharetini huzur kaşaneleri imal etmekte kullanarak huzur ve mutluluğun yolunu açar. Şahikaya yükselmek de, bataklığa saplanmak da insanın kendi elindedir.İnsanın aklı bir bahçeye benzetilir. Bir bahçe ya tanzim edilir, yahut kendi hali üzerine bırakılır. Bahçe tanzim edilse de, ihmal olunsa da mutlaka neşv-ü nema bulur. Bahçeye faydalı tohumlar ekilmezse bir sürü yabani otlar türer ve bunlar bahçeyi çirkin örtüsüyle kaplar. Bahçıvan, kendi toprağını eker ve onu ayrık otlardan temizlerse bahçede çiçekler açar, ağaçlar yetişir. İnsan da fikir bahçesine bakmakla ve bu bahçeyi yanlış ve faydasız düşüncelerden temizlemekle yükümlüdür. Yani insan, kendi ruhunun bahçıvanı olmak durumundadır.Düşüncemize yol bulan ve onda kök salan her tohum er geç meydana gelen bir eylemle kendi meyvesini verir. Bu meyvenin iyi veya fena olması düşüncenin mahiyetine bağlıdır. Düşünce, her faaliyetin kaynağıdır. Kaynak temiz olursa her şey de temiz olur. Temiz düşünceler, temiz alışkanlıklar meydana getirir. Fena düşünceler insanın ruhunda olumsuz etki yaptığı kadar, bedenine de zarar verir. Hile, entrika, düşmanlık, kıskançlık, bedbinlik gibi fena düşünceler vücudun sıhhat ve zarafetini bozar.* * *Ünlü Fransız şair ve düşünürü Sully Prudhomme şöyle bir misalle insanların iyi ve kötü algılamalarını örneklendirir:‘Sahilde yüksek bir kayanın üstüne çıkan iki adam denizi dinlemek için gözlerini kapadılar. Birisi cennetten gelen huzur ve neşe seslerini işitti, ötekisi ise cehennem halkının iniltilerini duydu. Deniz aynı deniz, ses aynı ses ama algılamalar farklı. Deniz, onların ruhuna, hayatına ve düşüncesine göre konuşmuştur.’Yunan filozofu Epiharmus da der ki: ‘İnsan düşünce ile görür ve duyar. Her şeyden yararlanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir. Geri kalan ne varsa kör, sağır ve cansızdır.’Ruhları asil ve ulvi düşüncelerle bezenmiş olan kimseler, en yüksek irtifaya varan güneş gibi her tarafa ışık saçar, feyiz dağıtır ve toplumlar üzerinde egemen olurlar.Napoleon şöyle der:‘Kalem kılıçtan keskindir. Her şey kırılır, kalem kırılmaz. Dünyada iki şey vardır: Kılıç ve fikir. Kılıç daima fikre yenilmiştir.’Yazımızı, Peygamberimizin bir sözüyle noktalayalım:‘Bir an düşünmek (var ediliş hikmetleri üzerinde), 60 yıl nafile ibadetten evladır.’SORALIM ÖĞRENELİMPeygamberimiz, ‘İçinizde Allah’tan en çok korkan benim’ buyurmuş. Peygamberimiz Allah’a en yakın bir kimse olduğuna göre neden korkuyor?Nesime Manyas/İZMİRYakınlık ne kadar fazlalaşırsa, korku da o nispette artar. Ancak O’nun korkusu ile bizim korkumuz arasında büyük bir fark vardır. O’nun korkusu, cennet ve cehennem endişesi veya bulunduğu mevkilerin kaybolması korkusu değil. Yüce Yaratıcı’nın ululuk ve büyüklüğünün heybetini daha yakından idrak edip haşyete düşme halidir. Bir de, o yakınlığa yakışmayacak davranışlar sergileme endişesinin doğurduğu hassasiyettir. Tıpkı bir çocuğun babasının gözünden düşmemesi için davranışlarına dikkat etmesi gibi.9 yaşında bir yavrumuzu kaybettik. Eşim annelik duygusuyla çocuğumuzun göbek bağını, saçlarını ve tırnaklarının bir kısmını saklamış. Ne yapmalıyız?M.Naci Günel/ANKARAAllah size sabır versin. Bu bir ilahi imtihandır, metin olmalısınız. Çocuğunuzun göbek bağını, kesilen saçlarını ve tırnaklarını temiz olan herhangi bir yere gömebilirsiniz. Bunu çocuğunuzun mezarına gömme isteğinizde de bir sakınca yoktur.Erkek çocukları sünnet ettirirken kurban keser gibi tekbir getiriliyor. Yine gelin, evinden alınırken tekbirlerle çıkarılıyor. Dinimizde böyle bir şey var mı?Hamdi Koşar/ÇORUMBuna cenaze götürülürken getirilen tekbirleri de ilave etmek lazım. Ancak, bunların hiçbirinin dinimizde yeri yoktur, bidattir
Yazının Devamını Oku