8 Temmuz 2005
<B>DEĞERLİ </B>okurlarım; bilindiği gibi genel olarak eğitim, <B>‘Yetişkin nesiller tarafından yetişmekte olan nesillere yapılan her çeşit etki’, ‘İnsanda istenilen yönde davranış geliştirme faaliyeti’</B> veya <B>‘İnsanlık idealine uygun insan yetiştirme faaliyeti’</B> olarak tarif edilmektedir. Bu tariflerden anlıyoruz ki eğitim ve öğretim gayesi, iyi insan yetiştirmek; onu mutlak hakikat, adalet, iyilik ve mutluluğa eriştirmek; kişilik sahibi fertlerden müteşekkil birlik, beraberlik, dirlik ve düzen içinde yaşayan bir toplum oluşturmaktır. Böylelikle hem ferdin hem de toplumun huzur ve mutluluğunu sağlamaktır.
Gaye noktasında eğitim ile dinin birleştiği görülmektedir. Çünkü dinin gayesi de, insanın mutluluğunu temin etmektir. Din de, özü itibarıyla akıl sahibi insanları kendi hür iradeleriyle evrensel iyiliğe, her türlü güzelliğe sevk eden insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesini amaçlayan bir olgudur.
* * *
Din, beşer tarihi boyunca, insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş, hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda kesintisiz mevcudiyetini sürdüren din, insan kalbinin ve şuurunun derinliklerinde her zaman var olan derin bir duygu, onun düşünce ve davranışlarında daima kendini gösteren bir disiplin ve beşer tarihine hákim olan en büyük kuvvettir. Dini yok sayan ve ona ilgisiz kalan toplum ve devletlerin uzun ömürlü ve huzurlu olmadığına tarih tanıklık etmektedir. Nitekim cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk de, ‘Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkán yoktur’ demek suretiyle bu sosyolojik gerçeğe dikkat çekmiştir.
Bir toplumu millet yapan ana unsurların başında din ve dil gelir. Bu iki hazineyi kaybeden milletler, millet olma özelliğini kaybeder ve yığın haline gelirler. Milletleri meydana getiren unsurlar içinde daima ön planda yer alan din, diğer unsurlara da tesir edebilmekte; sosyal ahlakın şekillenmesinde, milli terbiye, örf ve adetlerin oluşumunda; vatan, millet, bayrak sevgisi gibi ortak milli duyguların gelişip güçlenmesinde; sosyal barış, milli birlik ve beraberliğin tesisinde; ferdin ve toplumun sosyal kontrolünü sağlamada çok önemli fonksiyon icra etmektedir.
* * *
Bu sebeple, sosyal çürümeye neden olan kötülükleri ve gayri ahlaki illetleri yok ederek, millet olarak tarih sahnesinde güçlü bir şekilde varlığını sürdürmek isteyen bir milletin, dinden ve din eğitiminden müstağni olması, dinin önemini ve etkisini görmezlikten gelmesi, ona ilgisiz kalması düşünülemez.
Milletlerin maddi kalkınma ve saadette ileriye doğru hamleler yapabilmeleri; iyi, doğru ve sağlıklı bir eğitim yapabilmelerine; istikballerini emanet edecekleri çocuklarına, dünyevi ilimleri öğretmenin yanında dini, milli ve ahlaki değerleri de onların gönüllerine empoze edebilmelerine, yani sağlıklı bir din ve ahlak eğitimi verebilmelerine bağlıdır. Eğitimde ferdin ve toplumun gelişmesi için elzem olan maddi ve manevi denge iyi kurulmadığı, sadece bedeni kuvvetler geliştirilip ruhi kuvvetler ihmal edildiği takdirde, bu tek yönlü eğitimden hem din adına hem de dine karşı olmak adına mutaassıp insanlar yetişir.
Taassubun olduğu yerde de hoşgörü olmaz, toplumsal barış bozulur. Huzur ve barışın kaynağı olan din, sosyal kaos ve krizlerin nedeni de olabilir. Eğer insanlarımızı dini bilgileri öğrenmekten mahrum bırakırsak, onun yerini din adına uydurulan batıl-saçma inanç ve anlayışlar ile fanatizm alır. Çünkü fanatizm; niteliği nasıl olursa olsun, cehaletin doğal sonucudur. Kaba kuvvet, ancak bilginin bir güç olduğunu kavrayamayan azgelişmişlerin başvurmayı düşünebilecekleri bir araçtır.
İnsanlık tarihinin değişik dönemlerinde bunun acı örnekleri yaşandığı gibi, kanaatimce, bugün şahit olduğumuz toplumsal huzursuzluk ve gerilimin ana nedeni de budur. Nitekim Ortaçağ Avrupası’nda, müspet ilmin gelişmesine din adına engel olunması, dini taassup sonucu olduğu gibi, daha sonra müspet ilim alanında sağlanan gelişmelerden dolayı, ilim adına dine karşı çıkılması, dinin toplumsal hayattan tamamen dışlanmaya çalışılması, eğitimin materyalist bir felsefeye dayandırılmak istenmesi de ilmi taassubu doğurmuştur.
* * *
Bu anlayışın insanlığı getirdiği nokta ortadadır. Bugün insanlarına maddi manada her şeyi verip de onların manevi cephesini ihmal eden Batı dünyasının, çocuklarını düştükleri ahlaki bataklıklardan kurtarmak için nasıl çırpındıklarını ibretle izlemekteyiz.
Öyleyse, diğer alanlarda olduğu gibi dini sahada da çocuklarımıza yeterli eğitim ve öğretim verilmesi şarttır. Din ihmale gelmez. Eğer devletimiz eliyle sıhhatli bir din eğitimi verilmezse, bırakılan boşluğu tabii olarak birileri yanlışlıklarla doldurur. Şu halde geçmişten ve günümüzden ibret alıp, geleceğimize yön verecek sevgi, saygı, hoşgörü, kardeşlik, güzel ahlak ve fazilet öngören bir eğitim anlayışına yönelmemiz gerekir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Her gün Ankara-İstanbul arası seyahat yapan otobüs kaptanı, namazlarını nasıl kılacak?
Muhyettin/ANKARA
Ankara-İstanbul arası seyahat edenler dinen misafir sayılırlar. Bu hususta araçta olanlar ile aracı kullanan arasında bir fark yoktur. Bunlar 4 rekatlı farz namazlarını 2 rekat olarak kılacaklardır.
Ülkemize gelen turistler camilerimize giriyorlar, bu doğru mudur?
Hasan MAVİGÖZ/İSTANBUL
Gayrimüslimlerin cami ve mescitlerimize girmesi caizdir. Peygamberimiz, Müslüman olmayan Sakif Kabilesi heyetini mescitte kabul etmiş ve ağırlamıştır.
Bir insanın her duyduğunu nakletmesi doğru mudur?
Fazıl MERTER/İZMİR
Bir insanın duyduğu herhangi bir sözü veya olayı başkalarına aktarması dinen caiz değildir. Peygamberimiz, ‘Her duyduğunu söylemek insana yalan olarak yeter’ buyurmuştur. Konu her ne ise iyice tahkik edilip araştırdıktan sonra gerektiğinde (tanıklık gibi) gerçek söylenmelidir.
Televizyonda Kuran okurken konuşmak caiz midir?
Sevda ŞAHİN/İZMİR
Araf Suresi 204. ayette, ‘Kuran okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız’ buyurulmaktadır. Kuran okuyan ister yanımızda okusun, ister radyo ve televizyonda hiç fark etmez. Her iki halde de dinlemek ve ona gereken saygıyı göstermek icap eder.
Namaz kılmayan, oruç tutmayan komşuma yardımda bulunabilir miyim?
Fuat GEZEN/ERZURUM
Dinimiz komşuluğa ve komşu haklarına çok önem vermiştir. Nisa Suresi 36. ayette, ‘Yakın komşuya, uzak komşuya iyilik ediniz’ buyurulmuştur. Değil namaz kılmayan, oruç tutmayan komşu, gayrimüslim komşularımızın dahi üzerimizde hakkı vardır. Bütün komşularımızın hukukuna saygılı olmak, onları rahatsız etmemek, ihtiyacı olanlara yardım etmek hepimizin dini görevlerimiz cümlesindendir.
Yazının Devamını Oku 
1 Temmuz 2005
<B>KURAN’</B>ı yorumlamanın sakıncalarından söz eden değerli okuyucuma diyorum ki; Kuran, üzerinde sürekli düşünülmek için gönderilmiş ilahi mesajları içeren Allah’ın kelamıdır. O’nun üzerinde düşünme faaliyetinin sonu yoktur. Kuran üzerinde düşünmenin dondurulması demek, hayatın dondurulması demektir ki, bu mümkün değildir.
Kuran-ı Kerim’de yer alan bir ayette, ‘Andolsun ki, biz Kuran’ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mu?’ denilmektedir. Kuran, kendi mesajları hakkında kafa yormayan kişileri tenkit ederek, bu kişilerin kalplerinin mühürlü olduğu ifadesini kullanmaktadır. Demek ki, Müslümanlar Kuran üzerinde sürekli düşünmekle görevlidirler.
Madem ki Kuran, bütün insanlık álemine kıyamete kadar hidayet kaynağı olmak üzere gönderilmiştir; o halde Müslümanlar da ondan kendilerini hidayete ulaştıracak, yani dünyada başarıya ve mutluluğa ulaştıracak ilkeleri çıkarmak mecburiyetindedirler.
* * *
Kuran ve sahih sünnet, dinin iki ana kaynağıdır. Bu şu anlama gelmektedir: Kuran ve sünnet, Müslümanlara dünya ve ahiret saadeti temin edecek olan İslam’a ait mutluluk projesinin ana çizgilerini belirleyen, çerçevesini çizen temel kaynaklardır. Bu genel çerçeveler doğrultusunda mutluluk yolunun ayrıntılarını şekillendirecek olan Müslümanlardır.
Nasıl helva yapmak için şeker, irmik ve su gerekliyse, İslam için de Kuran ve sünnet gereklidir. Helva yapmak için nasıl usta bir helvacıya ihtiyaç varsa, Kuran’dan ve Hz. Peygamber’in sünnetinden hareketle insanların önüne saadet projesi koyacak olanlara da ihtiyaç vardır.
Çağın problemlerine çözüm getirmek amacıyla Kuran’a yeni yorum getirememek, Kuran’ın ruhundan ve felsefesinden uzaklaşmak demektir. Kuran, insanlık áleminin her an bir oluş halinde bulunduğunu, tıpkı nehirler gibi geleceğe doğru akıp gittiğini belirtmektedir. Sürekli bir oluş ve değişim halinde olan insanlar ve meydana getirdikleri toplumların değişen ihtiyaçlarını karşılamak üzere Kuran’ın mesajını yeniden anlamaya çalışmak, gelinen bu noktada Kuran bize neler söylüyor demek, neden sakıncalı olsun veya neden İslam’ın ruhunu zedeleyici bir tavır olsun?
Kuran’da öyle ayetler vardır ki, onu ancak zaman içerisinde ortaya çıkan bilgiler sayesinde doğru bir şekilde anlayabiliriz. Kuran’da birtakım tabiat hadiselerinden bahsediliyor. Bunları bugün modern bilimin sayesinde elde ettiğimiz bilgiler yardımıyla daha iyi anlayabiliyoruz.
* * *
İslam dünyasında oldukça şöhret bulmuş eski tefsir kitaplarında birtakım ayetlerin dünyanın düz olduğuna işaret ettiğini ileri süren bilginler bile vardır. Bu yorum belki o çağın bilgi seviyesi bakımından insanlara makul gelebiliyordu; ancak bunun günümüzde hiçbir geçerliliği kalmamıştır.
Şunu da ifade ederim ki, şüphesiz Kuran ayetlerini yorumlamak için belli bir bilgi birikimine ihtiyaç vardır. Kuran’ın nazil olduğu dönemin sosyal bağlamıyla ilgili Kuran’ın dili ve mahiyeti hakkında yeterli bilgi ister. Bu çok önemli. Kuran’ın dili, din dilidir. Kendine özgü yapısı vardır. Kuran’ın bütünlüğü vardır vs... Kısaca söylemek gerekirse, ancak bunların hepsini bir araya getirerek Kuran’ın çağdaş bir yorumunu yapabilmek mümkün olabilir.
İnsanın eline bir meal alıp Kuran’ı yorumlaması mümkün değildir. Bizler en basit ifadelerle söyleyecek olursak, Kuran’ın bugünün insanına neler söylediğini insanımızın anlayacağı bir dille açıklamaya, ortaya koymaya çalışmalıyız.
SORALIM ÖĞRENELİM
Boy abdesti alması gereken bir bayan, ağlayan çocuğunu emzirebilir mi?
Leyla HACIOĞLU/İZMİR
Boy abdesti alması gereken kişilerin yapamayacağı işler, namaz, tavaf gibi ibadetlerdir. Çocuk emzirmek bir ibadet olmadığına göre bir bayanın yıkanmadan çocuğunu emzirmesinde dini açıdan bir sakınca bulunmamaktadır.
Cenaze namazında ezan ve kamet neden okunmuyor?
Ahmet ERİŞ/İZMİR
Cenaze namazı vakit namazları gibi kámil yani rükulu ve secdeli bir namaz değildir. Niyetinde de Allah için namaza, ölü için duaya denilmektedir. Yani dua ağırlıklıdır. Dolayısıyla her yönüyle tam bir namaz olmadığından ezan ve kamete gerek duyulmamıştır.
Üzerinde devlet malı bulunan kimse ne yapmalı?
F.N./İSTANBUL
Devlet malı gerçekte bütün milletin malıdır. Onun için bütün vatandaşların hakkı vardır. Bu açıdan kul hakkı niteliği taşır. Devlet malını zimmetine geçiren kimse, onu hazineye yatırarak ödemelidir.
Şahsıma ait mektupları bir başkasının okuması doğru mudur?
Selma E./ANKARA
Başkasına ait mektup, hatıra defteri, notlar vb. yazılı metinleri sahibinden izin almadan okumak, dinimizde önemli bir yeri bulunan ‘özel hayatın gizliliği’ prensibini ihlal olduğundan yasaklanmıştır. Kuran’da, ‘İnsanların kusurlarını, ayıplarını ve her türlü hallerini araştırmayınız’ buyurulmuştur. Peygamberimiz de ‘Kim izinsiz başkasına ait olan yazıya bakarsa ateşe bakmış olur’ demektedir.
Yaklaşık 100 yıldan beri ölü defnedilmemiş bir mezarlığa bina yapabilir miyiz?
Ebuzer ÇAĞIL/ADANA
Yapabilirsiniz. Şayet kemik çıkarsa onları temiz bir yere nakletmelisiniz.
Bir erkeğin gözlerine sürme çekmesi sakıncalı mıdır?
Perihan/BURSA
Erkeğin gözlerine sürme çekmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü, Peygamberimiz de gözlerine sürme çekerdi.
Yazının Devamını Oku 
24 Haziran 2005
<B>BİR </B>okuyucum <B>‘Bu din acuze (yaşlı kadın) dini mi ki bir hadiste </B>‘Size acuze dinini tavsiye ederim’<B> deniliyor. Bundan amaç nedir?’</B> diye soruyor. Sayın okuyucuma önce şunu ifade etmeliyim ki bu söz hadis değil, İmam Gazali’nin hocası Güveyni’ye aittir. Ölümü sırasında, ‘İmani mevzularda çok uğraştım, yüzlerce delil topladım; ancak size ihtiyar kadınların dinine sarılmayı tavsiye ediyorum. Ve siz şahit olun ki ben annemin dini üzerine ölüyorum’ demiş ve ruhunu teslim etmiştir.
Taklitçiliğe sarılan birtakım insanlar, bu sözün hadis olduğunu yayarak İslam kitlelerini, yaşlı kadınlar gibi her duyduklarına inanan bunak birer mukallit haline sokmak istemişler. İslam’ın akla verdiği önemi, dini tefekkürü gereksiz göstermeye çalışmışlardır. Halbuki bu söz, dinle ilgili disiplinleri reddetmek anlamına gelmez.
Burada kastolunan, halkın samimi inancıdır. Çünkü bilginler, Allah’ın varlığını felsefi, ilmi, teolojik, mistik ve moral temellere dayandırarak ifade etmeye çalışırken; halk, içten gelen bir samimiyet ve duyguyla yüce yaratıcıya inanmış, bu hususta fazla bir kanıta gerek duymamıştır. Bir bedeviye Allah’ın varlığı sorulunca bütün saflığıyla şu karşılığı verir: ‘Deve dışkısı devenin varlığını, kumlar üzerindeki ayak izleri de birisinin burdan geçtiğini gösterir. Bu muhteşem gökler ve geniş yerler de bir yaratıcının varlığını bize anlatıyor.’
* * *
Abdülhak Hamit, ‘Tanrı’nın varlığını yerküresiyle açıklamaya gerek yok. Bir zerre bile O’nun varlığına tanıklık etmektedir’ demiştir. Fuzuli de ‘Emri hak irsaline her zerredir bir Cebrail’, yani her zerre Allah’ın gönderdiği bir Cebrail’dir, bir elçidir mısraıyla bu gerçeği dile getirmiştir.
Basra’ya gelen bir alimi halk karşılamaya gidince ihtiyar bir kadın sorar: ‘Evlatlarım, bu gelen alim kişinin ne özelliği var ki hep onu karşılamaya gidiyorsunuz?’ Derler ki: ‘Bu gelen adam, Allah’ın varlığını binbir kanıtla ispat ediyor.’ İhtiyar kadın, ‘Demek ki şüphesi varmış ki binbir tane delil toplamış. Benim için bir zerre bile O’nun varlığına kanıt olarak yeter’ diyerek abide gibi bir tespitte bulunmuştur.
Ünlü Rus düşünürü Leo Tolstoy, 50 yaşına kadar nihilist ve inançsız olarak yaşamış, kendini manevi bakımdan boşlukta hissedince dine yönelmiş, ikonların önünde diz çökmüş, manastırları ziyaret etmiş, İncil’i sayfa sayfa okuyup yutmuş, üç yıl süreyle tam bir inanca ulaşmak için kendini zorlamıştı. Ancak kilisenin havası, kendi ifadesiyle onun donmuş ruhuna boş bir buhar kokusu ile buz gibi bir ürpertiden başka bir şey vermemişti.
Acılar içinde kıvranan ve derdine bilimsel yoldan çare bulamayan bir hasta, iyileşebilmek için nasıl yaşlı kadınların hazırladığı kocakarı ilaçlarına ve köylerdeki kaplıcalara başvurursa, aynı şekilde Rusya’nın bu en büyük fikir adamı Tolstoy da hayatının 50’nci yılında gerçek inancı onlardan öğrenebilmek için köylülerin, halkın yanına gidiyor. Bilgeliği öğrenebilmek için...
‘Kitapların bozamadığı bu okuma-yazma bilmeyen insanlar; fakirler ve bahtsızlar, şikáyet etmeden acı çekenler; ölüm kapılarını çalınca sessizce yatanlar; düşünmedikleri için şüphe de etmeyenler, bütün bu insanların herhalde bildikleri bir sır olmalı’ diye düşünüyor Tolstoy. ‘Saflıkları içinde keskin bir düşüncenin ve bilgeliğin bilmediği bir şeyi bilmiş olmaları gerek. Bizim yaşam biçimimiz yanlış, onlarınki doğru. Tanrı onların sabırlı hayatı içerisinde açık ve seçik bir şekilde gösteriyor kendini. Yalnızca onlar sayesinde, Tanrı’nın halkı sayesinde doğru olan hayatı öğrenebiliriz.’
* * *
Allah’a güçlü bir imanla bağlanan bu sade insanlar, imanlarını ölümle sınava sokabilecek kadar cesurdurlar. Mehmet Arif Bey, 93 Harbi sırasında ateşli hitabeleriyle şehitlik ve gaziliğin yüksek mertebelerini anlatan vaizi cepheye götürür, vaiz korkusundan titrer ve ağlamaya başlar. Mehmet Arif Bey, ‘Hocaefendi, işte en yüksek şehitlik rütbesini kazanıp cennete gitmek istemiyor musun?’ diye sorar ve acıyla böyle bir anekdotu nakleder. Şehitliğin ve gaziliğin faziletlerini konuşan, yazan insanlara şehit olmaları temennisinde bulunulunca kendilerini nasıl geriye attıklarını; ama halkın nasıl yüksek bir imanla ölüme koştuğunu bundan daha açık gösteren ne olabilir?
Dini bilmek, dini ilimlerde derinleşmek ayrı, dindar olmak ayrı bir şeydir. Onlar Hak dinini en yalın şekilde yaşayan insanlardır. Onları ifsad etmeyelim (yanıltmayalım), saf ve temiz inançlarını çıkarlarımıza alet etmekten sakınalım.
Bilmem, değerli okuyucumun sualine tatminkár bir cevap verebildim mi?
SORALIM ÖĞRENELİM
Hanımların pantolon giymesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eren AVCI-İSTANBUL
Vücut hatlarını belli etmeyecek ve tahrike yol açmayacak şekilde pantolon giyilmesinde bir sakınca yoktur.
Ölen bir adamın yıkanıp tabuta konduktan sonra namahrem olduğu gerekçesiyle eşine gösterilmemesi gerektiği söyleniyor. Bu doğru mu?
Hamdi KOŞAR-ÇORLU
Yıllarca birlikte hayat sürmüş olan karı-kocadan herhangi birinin ölüsünün diğerine gösterilmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Hatta Hz. Fatıma’nın cenazesini eşi Hz. Ali yıkamıştır.
Bir arkadaşım içki içmemeye, çocuklarının ve karısının üzerine yemin etmiş. Bu yemin sayılır mı?
Sema TALU-İSTANBUL
Yeminin geçerli olması için Allah’ın ismi veya O’na özgü sıfatlardan biri anılarak yapılmış olması lazım. Dolayısıyla çocukların, eşlerin, anne ve babaların üzerine yapılan yeminler geçerli değildir. İçki içmek dinimizde büyük günahlardan sayıldığından terk edilmelidir.
Son zamanlarda inşa edilen camilerdeki ihtişama ne diyorsunuz?
Emre AVCI-İSTANBUL
Camilerin sade ve gösterişten uzak olması en ideal olanıdır. Nitekim, Peygamberimizin inşa ettiği mescit de sade bir mescitti. Camileri süsleyerek israfa yol açmamalıyız. Aslında camilerin süsü cemaattir.
Mezarlıkta hocalar annelerinin ismiyle telkin veriyorlar. Mesela, ‘Fatma oğlu Hasan’ gibi. Bunun sebebini sorunca, ‘Çocuğun kimden olduğunu en iyi annesi bilir’ deniliyor. Bizim annemiz şey mi?
Süleyman Sami TÜRKOĞUZ MENEMEN
Telkin, ölüm döşeğinde bulunan kişinin yanında bulunanların kelime-i şahadet getirmeleridir. Mezarda verilen telkin ise İslam müçtehitlerinin büyük çoğunluğuna göre yoktur. Ancak, bir örf olarak yapılmaktadır. Bu benzetmeden annelerimizi tenzih ederiz. Çünkü böyle bir şey yok.
Yazının Devamını Oku 
17 Haziran 2005
<B>İSTANBUL’</B>dan <B>Cevher Okan </B>isimli bir okuyucumuz, gönderdiği mektupta, insanların Mevláná, Yunus gibi gönül adamlarını ululaştırıp kutsallaştırmalarını ve neredeyse putlaştırmalarını eleştirmektedir. Okuyucumuzun bu görüşüne katılmamak mümkün değildir. Halkımızın arasında sözü edildiği şekilde yaygın bir inanç vardır. Tarih boyunca sadece bizde değil, diğer ülkelerde de bu tür inançlar var olagelmiştir.
Büyük İskender’i sevenler, O’nu Zeus’un oğlu olduğuna inandırmaya çalışmışlardı. Ama İskender bir gün yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce, ‘Buna ne diyeceksiniz bakalım; kıpkızıl insan kanı değil mi bu?’ diye sormuştur. Yunan şairi Hemodoros, Antigonos’u öven şiirinde ona ‘Güneşin oğlu’ dediğinde, Antigonos, ‘Oturağımı döken adam pekala benim güneşin oğlu olmadığımı bilir’ demiştir.
Halk, kutsallık izafe ettiği insana doğaüstü bir varlıkmış gibi yaklaşır. Onların da hayatı diğer insanlar gibi aynı ihtiyaç ve refleksler içinde yaşadığını düşünemezler. Adına ister mitologya diyelim, ister mistik inanış; bu tür efsaneler halkın kafasında yer etmiştir. Her ülkenin, hatta her köyün, her kasabanın, her şehrin bir hamisi olduğuna inanılır. Bu sadece Doğu’ya özgü bir durum da değildir. Batı ülkelerinde de bu tip inanışlar yaygındır. Örneğin, Parisliler Sainte Genevieve adlı kadını Paris’in manevi hamisi saymaktadırlar; çünkü onlara göre Paris’i Atilla’nın istilasından o azize kurtarmıştır.
Bizde de İstanbul’un manevi koruyucusunun Ebu Eyüp El Ensari olduğuna inanılır. Birinci Cihan Savaşı’nda düşman güçlerinin İstanbul’a ayak bastığı halka duyurulup tedbir almaları istenince, ‘Burada Peygamberimizin alemdarı Ebu Eyüp El Ensari yatıyor; dolayısıyla düşman buraya giremez. O bizi korur’ denilerek işgale kayıtsız kalındığı bir vakıadır.
Kişilerin kutsallaştırılmasını dinimiz reddetmektedir. Peygamberimiz vahye mahzar olduğu halde hiçbir zaman beşer üstü bir varlık olduğunu iddia etmemiştir. Kuran ‘De ki ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyediliyor’ hitabıyla Müslümanlara peygamberlerin de insan olduğunu hatırlatmıştır. Karşısında titreyen bir bedeviye ‘Ne korkuyorsun, ben Mekke’de arpa ekmeği yiyen Abdullah’ın oğlu Muhammed’im’ diyerek kendisinin de bir insan olduğunu belirtmiştir.
Halkın, bu tür yerleşik inançlarından kurtulması o kadar kolay değildir. Bu ancak okumakla, bilgiye ulaşmakla, meseleleri aklın süzgecinden geçirmekle mümkün olabilir. Tabii ki, aydınlarımıza bu konuda büyük görevler düşmektedir. Onlar toplumu aydınlatacak; toplum da bu tür saplantılardan zaman içinde kurtulacaktır.
Aynı okuyucum, yazının devamında bu gönül adamlarını hafife alarak ‘Sıradan insanlar’ seviyesine indirerek küçümsemektedir. Buna da katılmamız mümkün değildir. Bunlar gönül ve fikir adamlarıdır. Bunları sıradan bir insan yerine koymak yanlıştır.
Bir Batılı düşünürün dediği gibi, ‘Büyük İskender’in o parlak yaşayış içindeki değeri, Sokrates’in düşkün ve sönük bir yaşayış içindeki değeri yanında bir hayli cılız ve sönük kalır. Düşünce olarak Sokrates’i İskender’in yerine koyabilirim. Ama İskender’i Sokrates’in yerine koymayı asla düşünemem.’ Çünkü biri kaba kuvvetle dünyaya boyun eğdirmiş, diğeri ise insan hayatını doğal niteliğine uygun olarak yönetmesini bilmiştir. Bugün bir Yunan medeniyetinden söz ediliyorsa, bu medeniyet İskender’in kılıç darbelerine değil, Sokrates’in akıl ve hikmet yönündeki yol göstericiliğine borçludur.
Yine asırlarca uykuya dalmış olan İran’ın ruhundaki uyanışı ‘Otuz yıl çok sıkıntı çektim. Acemi bu Farsça ile dirilttim’ sözleriyle ifade eden ünlü şahnamenin sahibi Firdevsi değil midir? Bizde de 13. Asır Anadolu’sunun kan ve buhranlı coğrafyası üstünde Mevlána, Hacıbektaş, Yunus vb. gibi rehber ve önder insanlar olmasaydı muhteşem bir Osmanlı medeniyeti ve hakimiyeti de doğamazdı. Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlayan bu gönül erleri değil midir?
İnsanlık için yeni bir çığır açmak, yeni bir medeniyet anlayışı ortaya koymak kolay bir iş değildir. Kendi kendimize bile düzen vermenin ne kadar güç olduğunu biliriz. Toplumun önünde giden bu gönül erleri kendilerini aşmış, benliklerini toplumun potasında eritmiş, beşeriyet fedaisi olarak ortaya çıkmış müstesna şahsiyetlerdir. Onların şahsi hayatları bile yoktur denilse yerindedir. Çünkü onların işi hayatı yaşamak değil nasıl yaşanması gerektiğini bir ömür boyunca temsil etmekten ibarettir.
Bu insanlar keramet gösterdikleri veya gaipten haber verdikleri için mi saygıdeğer olmuşlardır? Hayır, bunlar asla küçük hazların peşine düşmemişler, ucuz hünerler göstermeye tenezzül etmemişlerdir. Bu hak erleri, samimiyetleri, bilgileri, sevgileri, imanları ve irfanları ile insan topluluklarına ahenk, nizam ve deva sunmuş; böylece zamanın ötesine hükmeden sıradışı şahsiyetler olmuşlardır. Bugün bu insanlara ne kadar da çok muhtacız.
Şeyh Galip’in dediği gibi ‘Onlar güneş, yer, yıldız çıkarırlardı.’
SORULAR-CEVAPLAR
Soru: 15 yıllık evliyim, eşim beni çok kıskanıyor. Bu yüzden ailemizin huzuru bozuluyor. Evliliğimiz kopma noktasına geldi. Ne yapabilirim?
Mevlüt - İSTANBUL
Cevap: Kıskançlık kadınların doğasında vardır. Hz. Aişe diyor ki: ‘Peygamberimize ilk eşi Hz. Hatice için gösterdiğim kıskançlığı hiç kimse için göstermemiştim. Zira sürekli ondan söz eder ve onu konuşurdu. Yine günün birinde ondan söz açarken dedim ki: ‘Ne yapacaksın kırmızı avurtlu yaşlı kadını. Allah onun yerine daha iyisini sana ihsan etmedi mi?’ Peygamberimiz ‘Allah’a yemin ederim ki, Allah ondan daha hayırlısını vermemiştir’ dedi ve eski eşine vefa gösterdi.’ Kıskançlığı giderecek tek tedbir, sabır ve tahammül göstermek, eşine güven telkin etmektir. Bir de iyi bir psikiyatriste birlikte gitmeniz yerinde olur.
Soru: Dört belediyenin bakım sorumluluğunda bulunan bir hayvan barınağını ziyaret ettiğimde, personel cuma namazına gittiği için o gün hayvanların aç bırakıldığına şahit oldum. Bu yapılan günah değil midir?
Nilüfer ATALAY - İSTANBUL
Cevap: Çalışanların cuma namazına katılmaları azami bir saatlik bir süreyi alır. Bunun cuma namazından dolayı değil, oradaki çalışanların görevlerini hakkıyla yapmadıklarından kaynaklandığı kanaatindeyim. Hayvanları aç bırakmak elbette günahtır. Cumayı bahane ederek kamu görevini ihmal edenler kadar, onlara göz yuman amirleri de sorumludur.
Soru: Tuvalette abdest alınabilir mi?
Ahmet TOKUŞ - SAMSUN
Cevap: Tuvalette abdest alınmasında bir sakınca yoktur. Ancak böyle yerlerde besmele, zikir ve duaların içten söylenmesi uygun olur.
Soru: Ayakta banyo yapabilir miyim?
Mustafa KILIÇ - İSTANBUL
Cevap: Banyo yapmaktan amaç temizlenmektir. Ayakta veya oturarak yapılması gibi bir kural yoktur.
Yazının Devamını Oku 
10 Haziran 2005
<B>İNSAN </B>ihtiraslı bir varlıktır. Güç elde etmek, onu kendi çıkar ve düşünceleri istikametinde kullanmak, insanın doğasında var olan bir özelliktir. Nefsin kendini sürüklediği arzu ve iştahların boyutu ne ise gücünü de o ölçüde kullanmak ister. Doyumsuz ihtiraslara sahip bir kişiliğin güç kullanma şiddeti, sonsuza atılmış bir ok gibi dağları, denizleri aşmak, semalara yükselmek ister.
Kaderine kısmetine razı olan kalender meşrepli insanların böyle bir çabaları yoktur. Onlar, durgun bir su gibi kendilerini esintilerin yönüne bırakır, daha küçük dalgalar halinde hareket ederler. Bizce her iki insan karakteri de ifrat-tefrit noktasındadır. Makul olan; sahip olduğumuz gücü aklın ve vicdanın belirleyip sınırlayacağı ölçülenmiş bir tertip içinde kullanmaktır. Yüce dinimiz İslam’ın ortaya koyduğu prensip de budur.
* * *
18. yüzyılda yaşamış İngiliz devlet adamı William Pitt, ‘Sınırsız güç yozlaşmaya mahkûmdur’ diyor. Tarih boyunca insanların baskı ve zulme maruz kalmalarının altında hep bu sınırsız gücün hákimiyeti görülür. Güçsüzlük ne kadar çaresizliği ifade ediyorsa, sınırsız güç de despotizm ve diktatörlük demektir. Gücün kötüye kullanıldığı alanların başında ise devlet yönetimi gelir. Tarihteki bütün mücadeleler, kalkışmalar, katliam ve zulümler sınırsız gücü elinde tutmak isteyenler ile ezilen halk arasında olmuştur. Hür dünya, bugün sahip olduğu özgürlükleri, gücü herhangi bir sınır tanımadan kullanmak isteyen despotlara karşı verilen mücadeleler sonunda kazanmıştır. Demokrasi, bütün bu mücadelelerin biçimlendirdiği bir yönetim şekli olarak hayatımızda yer almış ve anlam katmıştır.
İslam’ın, gücü sınırlayan prensipleri ışığında insanlık kendi değerlerini çağın çaresiz çırpınışlarından alarak özürlüğün ve mükemmelliğin merhametli kollarına bırakmıştır. Hakkı, güçlü ve haksız olana değil, haklı ve zayıf olana teslim etmiştir. Dolayısıyla, hak kuvvette değil, kuvvet haktadır.
Hz. Ebubekir, halife olunca verdiği ilk mesaj şudur: ‘Benim nezdimde en kuvvetliniz, en zayıf olanınızdır. En zayıf olanınız da en kuvvetli olanınızdır.’
Hak ve adalet terazisini hiçbir zaman elinden düşürmemiş olan, adaleti önce kendi nefsinde uygulayarak eşsiz bir yönetici unvanını bugün de üstünde taşıyan İslam’ın büyük halifesi Hz. Ömer ise halifeliğinin ilk günlerinde hem yönetici, hem dini lider olarak hutbesini irat ederken şöyle seslenmişti:
‘Ey insanlar, dinleyin ve itaat edin. Bende bir eğrilik görürseniz düzeltin.’
O esnada cemaatten zayıf ve çelimsiz bir kimse ayağa kalkarak dedi ki: ‘Eğer yanlışlarını görürsek, Allah’a yemin ediyorum ki kılıçlarımızla seni düzeltiriz.’
Ömer’in bu çelimsiz haykırışa verdiği cevap İslam’ın abidesine işlenen ölümsüz bir nakıştır:
‘Halkımın içinde böyle insanlar olduğu için Allah’a şükrediyorum!’
* * *
Peygamber Efendimiz, daha peygamber olmadan önce putperestlerin kurduğu bir cemiyete üye olmuştu. Bu cemiyetin adı ‘Hilf-ül Fudul’ (Erdemli ve seçkin insanların bir araya gelip, ilkeleri üzerinde yemin ettikleri bir cemiyet) idi. Bu cemiyetin ilkeleri şuydu: ‘Mazlumun yanında yer alınacak, yetimler, kimsesizler korunacak, Mekke’ye gelen yerli ve yabancı misafirler güven içinde kalacaklar ve her türlü tecavüzden masun olacaklar.’
Peygamber olduktan sonra kendisine bu cemiyetteki üyeliği hatırlatılınca aynen şöyle söyledi: ‘Allah’a yemin ediyorum ki, kim tarafından kurulursa kurulsun böyle bir cemiyet bugün de kurulsa seve seve üye olurum.’
İslam’ın makam sahipleri için getirdiği kıstas ise şudur: ‘Makamları büyük olanlar değil, hizmetleri büyük olanlar büyük adam unvanına layıktır.’ Peygamberimiz, ‘Bir kavmin büyüğü, onlara en iyi hizmeti verenlerdir’ buyurarak bugünkü modern yönetim anlayışına asırlar öncesinden ışık tutmuş, ölçü koymuştur.
* * *
İslam tarihinde, özellikle Emeviler döneminde bir zulüm idaresi doğmuştu. Hür düşüncenin, hür tefekkürün cezalandırıldığı, dinin saltanat dini haline dönüştürüldüğü bu dönemde ‘Devlet başkanı zalim de olsa ona itaat gerekir’ şeklinde hadisler bile uydurulmuştu. Halbuki Kuran diyor ki: ‘Zalimlere meyletmeyiniz.’ Yani, bırakın itaati, onlara dönüp bakmayı bile istememiş, bu beyanını ‘Sonra sizi ateş tutar, size yardım edecek kimse bulunmaz!’ ihtarıyla tamamlamıştır.
Allah’ın bu ürperten beyanı, yönetenlerimize ve yönetilenlerimize ibret olmalı, özellikle din üzerinden hákimiyet ve saltanat kurmak isteyen bedbahtları bir kere daha titretmelidir!
SORALIM ÖĞRENELİM
96. Sure ‘Oku’ emriyle başlıyor. O gün henüz İslami anlamda bir müminler topluluğu yok. Kitap yok, ibadet yok. Kimin neyi okuması kastediliyor?
Halil ERDAL/ANKARA
‘Oku’ diye başlayan Alak Suresi’nin ilk 5 ayeti Hz. Peygamber’e inen ilk vahiydir. Hz. Peygamber’e ve onun şahsında tüm Müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde ileri gitmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin bu emirle başlaması ve iki defa tekrarlanması okumanın ve ilmin dinimizde ne kadar büyük bir yeri olduğunu göstermektedir. Surede neyin okunacağı belirtilmemiştir. Amaç, peygamberimize inecek vahyi ve kozmik álemdeki ayetleri okumak, üzerinde düşünmek ve her şeyin hakikatini zihin yorarak bulmak emredilmiştir. Ayrıca her şeyin ilmi, cehlinden (bilgisizlik) güzeldir. Okunacak şeyler için bir tahdit konulmamıştır. Faydalı her şeyi insan okumalıdır.
5 vakit namazımı kılıyorum ama çalıştığım için tesettürlü değilim. Bu şekilde namazımın olmayacağını söyleyenler var. Siz ne dersiniz?
Aydoğan/BURSA
Tesettürlü olsun, tesettürsüz olsun, buluğ çağına ermiş, akıl sahibi her Müslüman farz olan ibadetleri yerine getirmekle yükümlüdür. Tesettüre uymamak ibadeti terk etmeyi gerektirmez. Namazınıza devam ediniz.
Irak’ta bazı kişilerin isimleri ‘Abd-el Emir’ veya ‘Abd-el Mehdi’ olarak geçiyor. Bu isimleri kullanmak doğru mudur?
Ahmet KUL/PARİS
Abd-el Emir (Emirin Kulu), Abd-el Mehdi (Mehdinin Kulu) anlamına gelen bu isimler tevhit inancına aykırıdır. Bunlar, İslam’dan önceki cahiliye döneminde putperest Arapların koydukları ‘Lat’ın Kulu’ anlamında Abdüllat, ‘Uzza’nın Kulu’ anlamına Abdüluzza isimlerini çağrıştırmaktadır. Peygamberimiz bu tür isimleri Abdullah (Allah’ın Kulu) şeklinde değiştirmiştir.
Varis çorabı giyiyorum, doktor çıkarmamamı tavsiye etti. Üzerine mesh edebilir miyim?
Zerrin TORUN/İZMİR
Varis hastalığından dolayı ayağa giyilmesi gereken varis çorapları kırık-çıkık üzerindeki sargı hükmündedir. Bu itibarla varis çorapları üzerine mesh edilmesinde bir sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku 
3 Haziran 2005
<B>BOŞANMA</B> konusunda okuyucularımdan zaman zaman sorular alıyorum. Bugünkü yazımda, sıkça sorulan bu soruları yüce kitabımız Kuran’ın ışığında cevaplandırmaya çalışacağım. Cahiliye dönemi Arap toplumunda evlilik, iki tarafın karşılıklı iradeleri ve muvafakatlarına dayanan karı-koca arasında müşterek hayatı ifade etmemekte, tam aksine bir ‘satış sözleşmesi’ görüntüsü vermekte idi. Bu sözleşmede kadın, taraflardan birisi değil, sadece satılan mal durumundaydı. Satış akdi ile babasının mülkiyetinden çıkıp kocasının hákimiyeti altına giriyordu. Evlenme konusunda hür iradeye sahip olmayan böyle bir toplumda kadın, elbette evlenmeye son verme hakkına da sahip değildi. İşte, cahiliye Araplarında kadının durumu bu idi.
* * *
İslam’ın zuhuruyla birlikte evlilik dar anlamda bir satış sözleşmesi olmaktan çıkarak kadın-erkek beraberliğinin meşru tarzda kurumlaşması şeklinde bir statüye kavuşmuştur. Kuran, aile hayatını karşılıklı anlayış ve olgunlukla yürütülecek insani bir müessese saymış, her konuda olduğu gibi bu konuda da sabrı, ahlaki olgunluğu, adaletli davranmayı ve Allah’tan korkmayı tavsiye etmiştir. Bununla beraber, bazen eşler için evlilik birliğinin sürdürülmesi imkánsız ve eşler birbirleri için çekilmez hale gelebilir. Bu durumda boşanma tek çözüm olarak görülmüştür.
Hemen şunu belirtmeliyim ki, boşanma hususunda Kuran’ın koyduğu ölçüler pek azı müstesna fakihler (İslam hukukçuları) tarafından dikkate alınmamıştır. Kuran’ın öngördüğü tedbirlere ilgisiz kalınmış ve boşanma kolaylaştırılmıştır.
Kuran’ın boşanma konusundaki yaklaşımına gelince: Talak Suresi’nin 1. ayetinde ‘Ey Peygamber, kadınları boşamak istediğiniz zaman onları temizlenmeleri vaktinde boşayın ve iddeti (süre) muhafaza edin’ buyurulmuştur. Buna göre karısını boşamada kararlı olan kimse, eşini ádet halinden çıktıktan sonra onunla cinsel ilişkide bulunmadan, cinsi ilişkiye her an hazır olduğu bir sırada temizken boşamalıdır. Boşanan kadınların başka bir erkekle evlenebilmeleri için belli bir sürenin geçmesi gerekir. Bu süre üç defa ádet görüp temizlenme süresidir. Bu süre içerisinde eşler isterlerse birbirlerine dönebilirler.
Birinci boşamadan sonra koca boşamada ısrarlı ise kadın tekrar ádet görüp temizlendikten sonra ikinci defa boşar. Nitekim, Bakara Suresi 229. Ayet’te talak hakkının iki olduğu belirtilerek ondan sonra ya güzellikle geçinmek, ya da kadını güzellikle bırakmak emredilmiştir. Koca ayrılma konusunda kesin kararını vermişse yine bekler, karısı tekrar ádet görüp temizlendikten sonra boşayabilir. Böylece üç boşama hakkını da kullanmış olur. Yine Bakara Suresi’nin 230. Ayeti’nde, ‘Eğer üçüncü defa boşarsa tekrar birbirleriyle evlenmeleri helal olmaz’ buyurularak şu gerçeğe işaret edilmektedir:
* * *
Ayrı ayrı üç boşanma tecrübesi, nikáh birliğinin şartlarda bir değişme olmadığı sürece yürütülemeyeceğini ortaya koymuştur. Artık eşler hiçbir zaman birbirleriyle evlenmeyecekler demektir. Ne var ki, kadın kendi hür iradesiyle başka bir erkekle evlenir, zamanla bu evliliği de sürdürmeyip boşanırsa bu takdirde şartlarda bir değişme olmuş sayılır. Kadın bir tecrübe geçirmiştir, hatasını anlayıp pişman olmuştur, eski koca da kendini hesaba çekmeye imkán bulmuştur. Bu değişen şartlar karşısında isterlerse birbirleriyle yeniden evlenebilirler. Ancak bu bir hülle (muvazaa) evliliği olamaz.
* * *
Aile müessesesi ciddiyet ve ağırbaşlılığı gerektiren bir müessesedir. Dolayısıyla koca her aklına estiğinde fevri olarak boşanmaya kalkışmamalıdır. Boşanma en az iki adil şahit huzurunda olmalıdır. Talak Suresi’nin 2. Ayeti’nde, ‘Boşadığınız kadınları bekleme müddetlerinin sonuna yaklaştıkları zaman onları güzellikle ayırın ve içinizden adalet sahibi iki kişi ile şahit yapın’ denilmektedir. Boşanmada şahitlik müessesesine başvurulması, ileride doğabilecek hukuki anlaşmazlığın çözümünde taraflar için büyük faydalar sağlayacaktır. Bu bakımdan nikáh ve boşanmanın resmi kayıtlarda tespit edilmesi, tarafların yararınadır.
Boşanma olayına, Kuran’ın koyduğu temel prensipler ışığında bakmak, boşanmada da nikáhta olduğu gibi erkek ve kadının iradesini aramak, boşanma hükmünü siyasi otoritenin kontrolünde gerçekleştirmek, hem Kuran’ın koyduğu genel prensipler bakımından hem de parçalanan ailenin fertlerinin geleceği açısından daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bazı genç kızlarımızın boyunlarına haç şeklinde kolye taktıklarını görüyoruz. bu sakıncalı mıdır?
M.S./ALMANYA
Haç, Hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini sembolize eden dini bir simgedir. Moda saikiyle bile olsa Hıristiyanlara mahsus dini bir simgenin gençlerimiz tarafından kullanılması asla doğru değildir.
Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye hazırlandığı bir sırada gökten koç gönderildiği doğru mudur? Kurban kesmenin hükmü nedir?
Ahmet İLHAN/HOLLANDA
Hz. İbrahim, gördüğü bir rüya üzerine oğlunun gözlerini bağlamış, yere yatırmış, tam boğazını keseceği bir sırada oğlunun yerine bir hayvan kurban etmesi emredilmiştir. Kuran’da böyle geçmektedir. Koçun gökten indirildiği doğru değildir. Kurbanın dindeki hükmüne gelince, hali vakti yerinde olan kişiler kurban kesmekle yükümlüdürler.
Bir arkadaşıma kredi kartımdan çekerek borç para verdim. Arkadaşım borcunun bir kısmını ödedi, kalanını ise inkár etti. Ben de ona beddua ediyorum. Ne dersiniz?
Ömer YILGINCA/ADANA
Arkadaşınız borcunun bir kısmını ödememekle sizi mağdur etmişse, bu ona beddua etmenizi gerektirmez. Sabredin, bu dünyada olmasa da gideceğimiz öbür álemde hakkınızı alırsınız. Keşke borç verirken Bakara Suresi 282. ayetteki emri yerine getirerek kayıt altına alsaydınız. Allah buyuruyor ki: ‘Ey iman edenler, birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız.’
Vefat eden babamın yerine bir bayanı vekil olarak hacca gönderebilir miyim?
M.ÜNER/MARMARİS
Vefat eden bir yakınınızın yerine herhangi bir erkeği gönderebileceğiniz gibi, bir bayanı da gönderebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 
27 Mayıs 2005
SAHİPSİZ, kimsesiz, sokakları mesken tutmuş biçare çocuklar; bizim çocuklarımız. Kimi yetim, kimi öksüz, kimi şiddet mağduru.Kimi izbe bir yerde bali çekiyor, kimi çöpten topladığı ekmeğine izmaritleri katık yapıyor. Sağlıksız, mutsuz ve çaresiz yavrular. Hayata boynu bükük bakıyorlar. Kendi gözyaşlarının suladığı bataklıkta büyüyorlar. Şefkatli bir elin kendilerini bu bataktan çekip çıkarmasını umacak hayalleri bile yok. Büyümeden, hayatı tanımadan, yaşlanan, tükenen kuzucuklar; her görüşte içimizi dağlayan yavrucuklar. Bu bizim toplumsal kayıtsızlığımızın ürettiği bir yaradır. Hiçbir toplum, içinde böyle bir yarayı büyüterek şifa bulamaz.* * *İnsan, hemcinsini sevip korumadan, başka sevgilerin tadına varamaz. Eğer insanları sevecek kadar insan olamamışsak, doğa sevgisinin, sanat sevgisinin, hayvan sevgisinin ne anlamı kalır? Bunların hepsini birden sevecek bir yüreği, Cenab-ı Hak sadece insanın göğüs kafesine koymuştur. Sokakta başıboş dolaşan, eza gören hayvanlar nasıl içimizi sızlatıyorsa, çocuklarımızın sahipsizliği de bizi aynı sızıyla uyarmalıdır. Bizi toplumsal sorumluluğa götürecek tek yol, yüreğimizin sıcaklığından geçiyor. Bu sıcaklığı hissetmek ve korumak için çevremizde olup bitenlere seyirci kalmak yerine, çözümcü bir bakışa yönelmeliyiz.İslam’da çocuk sevgisi bütün sevgilerin başında yer alır. Peygamber Efendimiz çocukları çok sevmiş ve herkesin sevmesini istemiştir. Rastladığı yerde selam verir, onların gönüllerini hoş eder, devesine alır sevindirirdi. Efendimiz Hz. Aişe’ye şöyle demişti: ‘Allah, kimlere çocukları sevdirir, onlar da hakkıyla severlerse ateşten kurtulurlar.’Bir savaşta, iki ordu arasında kalan birkaç çocuk ölmüştü. Resulullah bunu haber alınca çok üzülmüştü. Ashab, O’nun bu derece üzüldüğünü görünce, ‘Ey Allah’ın Resulü! Niçin bu kadar üzülüyorsunuz, onlar nihayet káfir çocukları değil mi?’ dediklerinde şu cevabı alırlar: ‘Bu çocuklar, Allah’a şirk koşan káfirlerin çocukları da olsalar, dikkat ediniz; çocukları öldürmeyiniz, asla çocukları öldürmeyiniz! Her insan, Allah’ın insan nev’ine verdiği fıtri hususiyetlerle doğmaktadır!’Dünyanın pek çok ülkesinde savunmasız ve korumasız çocuklar için çeşitli fonlar ayrılmıştır. Bazı ülkelerde manevi evlat edinme yoluyla kimsesiz çocukların bakımları üstlenilmektedir. Birçok yerde de, bizdeki Çocuk Esirgeme Kurumu benzeri çocukları korumaya yönelik modern ve çağdaş kurumlar oluşturulmuştur. Bizde devletin imkánları ne yazık ki, bu durumdaki çocuklarımızın tamamını kucaklamaya yetmemektedir. Bu konu insanlarımızın hamiyetine muhtaçtır.* * *Ülkemizde literatüre ‘Sokak Çocukları’ diye geçen ve daha çok İstanbul’un varoşlarında yaşayan binlerce çocuğumuz, yardımseverlerimizin uzatacağı hamiyetli ellerle bu bataklıktan kurtulmayı beklemektedir.UNICEF’in yaptığı tanımlamayla, ‘sokaktaki çocuklar ailesinden giderek daha az destek alan, ailenin geçim sorumluluğunu çalışarak paylaşmak zorunda kalan çocuklardır. Sokaklar bu çocukların günlük faaliyetlerdeki mekánları olsa da çoğu akşam evlerine dönmektedirler. Oysa sokağın çocukları, günlük geçimlerini ailelerinden hiçbir destek almadan yalnız başlarına veren bir gruptur. Genelde terk edilmiş olarak adlandırılırlarsa da güvensizlik duygusu, istenmeme ve şiddete maruz kalma gibi nedenlerle onlar da ailelerini terk etmiş olabilirler. Ve evle olan bağları kopmuştur. Bu çocuklar genellikle toplum tarafından dışlanma eğilimindedirler. Geceyi sokakta herhangi bir yerde geçirirler, geç saatlere kadar uyumazlar, evsizdirler, başıboş gezerler, hırsızlık yaparlar, suç işlerler ve madde bağımlısı olabilirler.’* * * UNICEF’in 1980’li yılların başında yaptığı bu tespit, günümüzde daha da artan ve genişleyen bir sorun olarak gündemimizi meşgul etmektedir. Yapılacak iş bellidir ve dünyada bunun örnek uygulamaları vardır. Bir yandan devlet kuruluşları, diğer yandan özel kurumlar hızla devreye sokularak bu soruna kalıcı bir çözüm bulunmalıdır. Vergilerden ve bağışlardan elde edilecek ciddi fonlarla modern rehabilitasyon merkezleri ve yurtlar oluşturulmalı; bir yandan da ‘manevi evlatlık’ uygulamasına geçilerek isteyen ailelerin uzakta da olsa bir çocuğun bakımını üstlenmelerine, onunla ilgi kurmalarına imkán sağlanmalıdır. Bu böyle olacağı gibi, rehabilite edilmiş çocukların aile yanında bakımlarını da içerecek, bu ailelere fon desteğiyle katkı sağlayacak düzenlemeler de getirebilir.Gelin, devlet-vatandaş işbirliğiyle bu bataklığı kurutalım; içimizdeki bu yürek yangınını üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirerek söndürelim. Bu çığlığa hep birlikte kulak verelim. Bu çocuklar bizim çocuklarımız.SORALIM ÖĞRENELİMOğlum, işim hallolursa bir ay süreyle oruç tutacağını söyledi. İşi oldu, aradan iki yıl geçtiği halde bu sözünü yerine getirmedi. Sorumluluğu nedir?Emine ESEN/ANKARAAdak, kişinin dinen yükümlü olmadığı halde farz veya vacip türünden bir ibadeti yapacağını vaat etmesi vermesi demektir. Kuran’da, ‘Adakları yerine getirsinler’ buyurulmuştur. Oğlunuz şarta bağlı bir adakta bulunmuş ve o şart da gerçekleşmiş. Dolayısıyla, Allah’a verdiği sözü yerine getirmeli, bir ay süreyle vaat ettiği orucu tutmalıdır. Bu, onun üzerine borçtur.TV’de izlediğim bir ilahiyatçı, minareleri kastederek ‘O kazıklar sökülmelidir, çünkü minareler bidattir’ dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?Tahsin GÜNAY/İZMİRSünnette temeli olan herhangi bir şeye bidat denilemez. Hz. Peygamber, müezzini Bilal-i Habeşi’yi sesini uzaklara ulaştırması için Mescid-i Nebevi yakınlarındaki bir evin üstüne çıkararak ezan okutturdu. Daha sonra mescidin yanına bir kule yapıldı ve orada ezan okundu. Hz. Ömer döneminde Medine’de birçok minarenin yapılmış olduğunu kaynaklarda görmekteyiz. Bugün hoparlörle müezzinlerin seslerinin uzaklara ulaştırılması, minarelerin yıkılmasını veya hiç minare yapılmamasını gerektirmez. Çünkü zamanla minareler İslam’ın nişanı olmuştur. Bir ülkenin İslam ülkesi olduğunu, minareler gösterir. Onlar aynı zamanda ülkemizin tapu senetleridir.
button
Yazının Devamını Oku 
20 Mayıs 2005
<B>TURİZM</B> mevsimi başladı. Dünyanın dört yanından insanlar uçaklarla, gemilerle ülkemize taşınıyorlar. Turizm bölgelerimizde gözle görülür bir canlılık var. Kıyılarımızdaki tesisler gelinlik kızlar gibi bezenmiş, uzaklardan gelen konuklarını karşılıyorlar. Oyalı bir yazmanın motifleri gibi yol boylarına, bahçelerin ve tesislerin giriş kapılarına sıralanmış hoş kokulu güller, kendilerine has doğal zarafetleriyle gelenlere ince bir ferahlık sunuyorlar.
Alınan bilgilere göre bu yıl ülkemizi 15 milyon turistin ziyaret etmesi bekleniyor. Bu, birkaç Avrupa ülkesinin nüfusunun toplamına bedel bir büyüklüktür. Demek oluyor ki, Türkiye her turizm sezonunda Avrupa’nın birkaç ülkesini birden ağırlama şansına sahip, hatırı sayılır bir büyüklüğe erişmiş bulunuyor. Önümüzdeki yıllarda, daha da artacak olan tesisleri ve ağırlama kapasiteleriyle dünyanın sayılı turizm merkezlerinden biri haline geleceğimiz apaçık ortadadır.
* * *
Turizm, yüce Allah’ın ‘Sizi birbirinizle tanışasınız, görüşesiniz diye milletlere ve kabilelere ayırdık’ ilahi tecellisinin ve buyruğunun günümüze global ölçekte taşınmış sosyal bir tezahürüdür. Sosyal boyutunun yanında ekonomik ve kültürel boyutu da olan bir hadisedir. Çeşitli ülkelerden, ırklardan, dinlerden milyonlarca insan bu global ölçekli buluşmanın tarafları olarak bir araya geliyor, tanışıyor, ahbaplıklar, arkadaşlıklar kuruyor, sonra da kendi ülkelerine döndüklerinde göle atılan bir taşın dalgaları gibi başkalarını da içine alan, etkileyen yaygın bir propaganda ağına dönüşüyor. Bu durum, turizme kapılarını açan her ülke için olduğu kadar, ülkemiz için de altın değerinde, çok iyi değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.
Turizmi sadece doğal ve fiziki unsurlarıyla sunmak yeterli değildir. Bu altın fırsatı ekonomiye çevirirken, paralelinde yapılması gereken iş, bu fırsattan yararlanarak ülkemizi en iyi şekilde tanıtacak enstrümanları bu olayda en iyi şekilde kullanabilme basiretini göstermektir. İnsan olarak önce kendimizi tanıtarak işe başlayabiliriz. Türkler ve Müslümanlar olarak bizler nasıl insanlarız? Sıcakkanlılığımızdan, misafirperverliğimizden kuşkumuz yok. Ama ülkemize gelen yabancılara örnek bir insan, örnek bir toplum imajı verebiliyor muyuz, işte burada soru işaretleri var. Yani, yeterli değiliz.
Hálá, ülkemize gelen yabancılara ‘yolunacak kaz’ gözüyle bakan, onlara ‘dini ayrı gávur’ mantığıyla yaklaşan insanlarımız var. Birkaç kişinin, birkaç kendini bilmezin kötü davranışları yüzünden toplumumuzun imajı zedeleniyor, onu haksız suçlamaların, karalamaların hedefi haline getiriyor. Buna hakkımız yok! Müslümansak, iyi bir Müslüman olduğumuzu, İslam’ın ahlaklı ve erdemli insan örneğini vererek; iyi bir vatandaşsak, sorumlu bir vatandaş olmanın gereklerini yerine getirerek hareket etmeliyiz. Esnafsak, karşımızdakini ‘dini ayrı yabancı’ mantığı ile soymaya kalkışmamalıyız. Allah, yüce kitabımız Kuran’da ‘kul hakkı’ndan söz ediyor. Bunu Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da dinsiz diye ayırmadan tek bir kavram altında veriyor. Bizlerden de kul hakkına riayet etmemizi istiyor. Tartımız, Müslüman için de, dini ayrı insanlar için de, inançsız bir ateist için de aynı ölçüyü vermiyorsa, fiyatlarımız kendi vatandaşlarımız için de, misafirlerimiz için de aynı etiketi taşımıyorsa, ‘kul hakkı’ ile malul bir alışverişin ‘günahkár’ tarafı olduğumuzu bilmemiz gerekir.
Dinimiz, bize dürüst olmamızın yanında, temiz olmamızı da emrediyor. ‘Temizlik imandandır’ sözü bir peygamber öğüdüdür. Karşımızdaki insanı kirli ve pejmürde bir hal ile rahatsız etmeye hakkımız yoktur. Temiz olmalı, temiz giyinmeli, temiz kokmalıyız. Yaz sıcağının vücudumuzda biriktirdiği ter kokularıyla insanlara rahatsızlık vermemeliyiz. Caddelerimiz, sokaklarımız, meydanlarımız, binalarımız gelenleri güler yüzle karşılamalı. Lokantalarımız, mutfaklarımız, tuvaletlerimiz temiz olmalı. Müşterilere servis yapan garsonlarımız, turizm görevlilerimiz tırnak bakımlarından el ve yüz temizliğine kadar her detaya incelikle riayet etmeli.
* * *
Turist rehberleri, ülkemizin tanıtma elçileridir. Önemsenmeli, iyi yetiştirilmeli, desteklenmeli ve etkin bir propaganda gücü haline getirilerek, onlardan sadece turizm alanında değil, dış politika alanında da yararlanabilmenin yolları aranmalıdır. Onların vereceği örtülü mesajlarla hem Hıristiyan misyonerliğinin faaliyetlerine fikri planda set çekmiş oluruz, hem de AB, terör ve Ermeni meselesi gibi bizi meşgul eden konularda dünya kamuoyunu aydınlatmakta, kendimizi onlara anlatmakta daha akılcı ve kestirme bir yolu kullanmış oluruz.
2005 yılı turizm mevsiminin dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun, bütün insanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın güçlenmesine vesile olması temennisiyle, güzel bir yaz mevsimi geçirmenizi diliyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Üniversiteli gençler arasında adına ‘siga ve muta’ dedikleri geçici evlilikler oldukça yaygın. Böyle bir evliliğin dinimizde yeri nedir?
Öğrenci/ERZURUM
İslamiyet’ten önce geçici nikáh vardı. Peygamberimiz toplumda yaygın olan bu uygulamayı birden kaldırmamış, bazı savaşlarda kendisine yapılan başvuru üzerine buna izin vermişti. Fakat bu izin uzun sürmemiş, muta nikáhı kesin olarak yasaklanmıştır. Buhari’nin Hz. Ali’den rivayet ettiği üzere peygamberimiz, Hayber’in alındığı gün muta nikáhını ve ehli merkeplerin etinin yenilmesini yasaklamıştır.
Bir baba, çocuklarından birine bağışta bulunabilir mi?
İbrahim VARDAR/BURSA
Bir baba, çocuklarına bağışta bulunabilir. Ancak bunu yaparken eşitliğe riayet etmeli. Aksi halde bu, çocukların babalarına olan saygısını azaltır. Farklı bağışın meşru bir gerekçesi olmalı. Örneğin, felçlik, körlük gibi.
Babası gayrimüslim olan bir çocuk ölürse cenaze namazı kılınır mı?
M.D./ALMANYA
Ölen çocuğun, anne ve babasından biri Müslüman ise cenaze namazı kılınır.
Yarışmalarda alınan ödüller helal midir?
Feridun ÖZALP/PARİS
Vücudun gelişip kuvvetlenmesini sağlamak amacıyla yapılan koşu, silah atışı, at koşuları, yüzme, güreş müsabakaları ve diğer spor çeşitleri caiz olduğu gibi yarışmalarda başarı gösterenlerin ödül almaları da helaldir.
Mekruh ne anlama gelmektedir. Açıklar mısınız?
Yakup TAŞTAN/ERZURUM
Mekruh, delil yönünden haram kadar kesin olmamakla beraber, yapılmaması arzulanan şey demektir. Vacip olan bir şeyi yapmamak tahrimen mekruh, sünnet olan şeyleri yapmamak tenzihen mekruhtur.
Bir Alman komşum, benden Kuran okuyup öğrenmek istiyor. Ancak Müslüman olmuyor. Öğretebilir miyim?
İsa/ALMANYA
Elbette öğretebilirsiniz. Belki bu sayede hidayete erer ve siz de büyük sevap kazanmış olursunuz.
Yazının Devamını Oku 