Mehmet Nuri Yılmaz

Dünya-ahiret dengesi

2 Eylül 2005
<B>İNSANLARIN </B>dünya ve ahirete bakışları, madde ve mana planında iki görüşe dayanır. Bu görüşlerden biri materyalist (maddeci) görüş, diğeri spiritüalist (ruhçu) anlayıştır. Birinci görüştekiler; ancak duyu organlarıyla hissedilen şeylerin varlığını kabul ederler. Bunların dışında kalanlara reddiyeci bir tavır takınırlar. Her şeyi madde planında ele alır, fizik ötesi áleme itibar etmez.

Bu anlayışın doğal sonucu olarak da maddeyi her şeyden üstün görme ve dünyayı ele geçirme hırsına kapılırlar. Ahiret inancı taşımadıklarından dolayı da her şeyin ölümle son bulacağına inanır, sadece maddi zevk ve eğlence ile tatmin olmayı felsefe olarak benimserler. Dünyaya taparcasına bağlanan bu insanları Kuran şöyle tanımlar:

* * *

‘Andolsun ki, onları hayata karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Allah’a eş koşanlardan her biri, ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah, onların yaptıklarını eksiksiz görür’ (Bakara, 96). ‘Onun için sen (habibim) bizi anmaktan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyenlerden yüz çevir’ (Necm, 29).

İkinci görüştekiler ise bunun tam tersi bir felsefe taşırlar. Bunlar da dünyayı hiçe sayar, insanın maddi varlığını görmezlikten gelirler. Her şeyi manevi alan içinde sezinler ve dünyayı bir oyun ya da bir eğlence alanı olarak görürler. Bu düşünceleri sebebiyle de sosyal hayattan tamamen kopuk, münzevi bir hayat yaşarlar. Dünyayı ve içinde barındırdığı maddi álemi dikkate almazlar.

Dinimizin dünyayı aydınlatmaya başladığı dönemlerde ifrat ve tefrit noktasında bulunan bu iki görüş hákimdi. Dinimiz, her iki görüşü de dikkate alan bir denge anlayışı getirmiştir. Ne dünya için ahiretin, ne de ahiret için dünyanın terk edilmesini hoş karşılamayan dinimiz, ikisi arasında ölçülü ve güzel bir denge kurmuştur. Kuran-ı Kerim, ‘İnsanlardan bir kısmı da ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada bir iyilik (bir güzellik), ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru’ derler’ (Bakara, 201) şeklindeki ifadesiyle söz konusu ‘orta yol’u açıklıkla dile getirmiştir.

Ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, dinimiz her konuda olduğu gibi dünya-ahiret dengesinin oluşmasında aşırılıktan kaçınmaya delalet etmiştir. Mutedil, sağduyulu, akılcı bir düşünce tarzı getirmiştir. En sağlıklı olan yol da budur. Ahireti kazanmanın önemine sıkça vurgular yapan, dünyanın da ihmalini kabul etmeyen İslam dini, çalışmayı ibadet saymıştır. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak, dinimizin temel kabullerindendir. Nitekim, ‘İnsan için ancak çalışmanın karşılığı vardır’ (Necm, 39) ayeti de dünyada çalışmanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Peygamberimiz de ruhani hayat yaşamayı, dünyadan el etek çekmeyi kesin bir dille yasaklamıştır.

* * *

Üzülerek belirtmeliyim ki, İslam dünyasındaki dağılmışlık ve geri kalmışlığın ana sebebi, bu dünyayı paylaşan insanların dinimizin ruhuna ve özüne yaraşır şekilde hareket etmeyişleridir. Dinimizde inziva hayatı yaşamanın, bir lokma bir hırka felsefesinin kesinlikle yeri yoktur. Öyleyse, ne dünyamız için ahiretimizi, ne de ahiretimiz için dünyamızı karartmadan, ikisi arasındaki dengeyi kurarak ve koruyarak yaşamalıyız.

Madde-mana, ruh-beden, dünya-ahiret dengesi dinimizin koyduğu orta yoldur. Bu denge yolunu takip etmeli, her iki değere de gereken önemi vererek mutlu bir hayat sürdürmeliyiz.


SORALIM ÖĞRENELİM


Mehdi hakkında ne dersiniz?

Muhyettin KAYA/ANKARA

Mehdi kavramı Kuran’da mevcut değildir. Buhari ve Müslim gibi iki önemli hadis kaynağında da geçmemektedir. Diğer hadis kitaplarında özellikle Ebu Davud’un ‘Sünen’inde Mehdilik hakkında geniş bilgi verilmiştir. Mehdi düşüncesi Şiiliğin temel inançları arasında yer almaktadır. Sünnilikte ise kıyametle ilgili bir husustur. Yani, kıyamete yakın bir zamanda dini yeniden canlandıracak (müceddid) bir zatın veya zatların gelebileceği anlamındadır. Şia’nın benimsediği anlamda bir mehdi kabul edilmemektedir.

Bir kızla evlenmek istiyorum. Ailelerimiz arasında maddi uçurum olduğundan annem-babam bu işe razı olmayıp ‘dengi dengine’ diyorlar.

Burhan BOLAT/İSTANBUL

Kuran’da ve sünnette denkliğin gerekli olduğu hususunda bir hüküm bulunmamaktadır. Bu şart, İslam hukukçularının daha ziyade evlilikte uyumu sağlamak amacıyla kabul ettikleri bir tedbirdir. Bu nedenle günümüzde evliliğin devamı ve huzuru için denkliğin aranması faydalı görülmektedir. Tabii ki seçim eşlerin kendilerine aittir.

Kızlık zarı diktirmek caiz midir?

F.Y./İZMİR

Kızlık zarı veya diğer adıyla bekáret zarı, bütün İslam toplumlarında olduğu gibi bizim toplumda da iffet ölçüsü olarak kabul edilmektedir. Bu zar, cinsel ilişki nedeniyle yırtılabileceği gibi, ağır bir şey kaldırma vb. hallerle de olabilmektedir. Cinsel ilişkiden başka bir sebeple kızlık zarı yırtılmış olan bir kadın, evleneceği erkek veya çevresi tarafından iffetsizlikle itham edilmekten korkuyorsa bu takdirde kızlık zarını diktirmesinde bir sakınca yoktur. Gayr-i meşru bir cinsel ilişkinin yapıldığını gizlemek veya kendisiyle evlenecek olan erkeği yanıltmak, adaletten kurtulmak gibi kötü maksatlarla yapılması ise büyük günahtır.

Kuran mealinde ‘İmandan sonra küfre sapanların tövbesi kabul edilmeyecektir’ deniliyor. Bende de böyle bir durum oldu. Sonra namaz kılmaya başladım, iyi bir insan olduğuma da inanıyorum. Bu durum beni de kapsar mı, hatalarım affedilir mi?

Burak KAMERLİ/ANTALYA

Kuran’da imandan sonra küfre sapanların bağışlanmayacağı ifade edilmektedir. Ancak, ayetin devamında tövbe edenler istisna edilmiştir, onlar bağışlanacaktır, demektedir.

Kadından yönetici olur mu?

İlhan ŞİMŞEK/ADANA

İslam’da kadının gerektiğinde kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir hüküm mevcut değildir. Bu itibarla, gerekli fıtri donanımı haiz, liyakatli kadınların devlet başkanı da dahil olmak üzere üst düzey yönetimde görev almalarında dini açıdan bir sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku

Ruhun gıdası: İbadet

26 Ağustos 2005
<B>SÖZLÜK</B> anlamı <B>‘kulluk etmek, boyun eğmek’</B> olan ibadetin terim anlamı ise <B>‘Allah’a saygı ile boyun eğmek ve emirlerine itaat etmek’,</B> diğer bir ifadeyle <B>‘iyi niyetle yapılan veya yapılması ile sevap kazanılan herhangi bir iştir’</B> diye tarif edilmiştir. En güzel bir biçimde yaratılan ve hiçbir canlıda olmayan niteliklerle donatılan insanoğlu, kendisine bu güzellikleri bahşeden yüce yaratıcısına karşı kulluk vazifesini yerine getirmekle yükümlü tutulmuştur. Bu görev de ancak ibadet etmekle mümkün olur. Tarifinden anlaşılacağı üzere, Allah rızası gözetilerek yapılan bütün meşru hal ve hareketler birer ibadettir.

* * *

İbadet insan ruhunun şükran hislerini yaratıcıya arz etmesi ve Allah’ı anarak ruhunu tazelemesidir. Allah’ı anmak, ibadetin temelidir. İbadet, Kuran-ı Kerim’e göre insan kalbini temizlemenin ve insanı her türlü sapıklıktan korumanın en belli başlı vasıtasıdır. Kuran der ki: ‘Namaz, insanı her kötülükten, her fenalıktan uzak tutar. Allah’ı anmak her şeyden büyüktür.’ Onun için İslamiyet, insanın manevi yükselişini sağlayan bir vasıta olması dolayısıyla namazı emreder. Bu manevi yükselişin gaye ve hedefi ise Allah rızasını kazanmak, Allah sevgisini derinden duymaktır.

Fakat namaz kılmak, yalnız oturup kalkmak, alnını yere koymak, tekbir getirmek değildir. Bütün bunları tam samimiyetle, tam bir duyuş ile yapmak ve böylece gayeyi gerçekleştirmektir. Yoksa namaz kuru bir gösterişten ibaret kalır. Kuran-ı Kerim, namazları kuru bir gösterişten ibaret olanları kınayarak der ki: ‘Onlar namaza istemeye istemeye dururlar, zaten maksatları da başkalarına gösteriştir.’ ‘Yazık o namaz kılanlara, kıldıkları namazdan habersizdirler.’ Çünkü böyle bir namaz insanı yola getirmeye, insanın ruhunu beslemeye yardım etmez. Halbuki Müslüman için namaz, ruhun en büyük gıdasıdır. Bu gıda ile beslenebilmek, bu gıdanın özünü ruha sindirmek ancak o gıdayı layıkıyla almakla gerçekleşir.

Yunus Emre, ‘Áşıklar arasında Cibril dahi hicaptır’ der. Bu halin en güzel ifadesi, Mevlána tarafından ‘Fihi ma fih’te verilmiştir: ‘Biri, ‘Tanrı’ya namazdan daha yakın olan bir şey var mıdır?’ diye sordu. O da namazdır; ama namaz yalnız bu suretten ibaret değildir. Bu, namazın kalıbıdır. Çünkü namazın başı sonu bellidir ve vardır. Başı ve sonu olan şey ise kalıptır. Tekbir namazın başı, selam ise onun sonudur. Bunun gibi şahadet de yalnız dilleriyle söyledikleri şey değildir. Onun da başı ve sonu vardır. Sesle, sözle söylenebilir. Sonu ve başı olan her şey suret ve kalıptan ibaret olur. Onun ruhu benzersiz ve sonsuzdur, başı sonu yoktur. Bu namazı nebiler kılmışlardır. Ve bunu ortaya çıkaran nebi ‘Benim Tanrı ile bazı vakitlerim olur ki o zaman oraya ne bir Tanrı tarafından gönderilmiş peygamber ve ne de Tanrı’ya en yakın bulunan bir melek sığar’ buyuruyor. O halde namazın ruhu yalnız suretinden ibaret olmayıp, belki istiğrak, kendinden geçiş olduğunu bilmektir. Çünkü bütün suretler dışarıda kalır, oraya sığmazlar. Sırf mana olan Cebrail bile oraya sığamaz.’

* * *

Trafik, iş güçlüğü, sağlık, eğitim, ekonomik sıkıntı, stres, gürültü, çevre kirliliği gibi ağır hayat şartlarından bunalan günümüz insanının, yaratıcısı ile manevi bağ kurması, O’na yönelmesi ve O’na sığınması psikolojik rahatlama sağlayacaktır.

Bu bakımdan Peygamberimizin (SAS), ‘İslam dini beş temel üzerine bina edilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekát vermek, ramazan orucunu tutmak ve hacca gitmek’ şeklinde ifade ettiği ibadetlerin tamamının özünde bireysel ve toplumsal mutluluk ve dayanışma hedeflenmiştir.

Ruhun gıdası ve manevi hastalıkların ilacı olan ibadetler aynı zamanda insanın, yaratıcısı, çevresi, ailesi, devleti, milleti ve kendisiyle barışık yaşamasını sağlar. Hayatında bu yolla mutlu olmuş insanlardan meydana gelen toplumlar da mutlu ve huzurlu olurlar.

* * *

İnsanlar hangi teknik ve maddi imkánlara kavuşurlarsa kavuşsunlar, ibadet etmeye muhtaçtırlar. Kuran’da ve sünnette ibadet etmenin ölçüsü, önemi ve şekli bildirilmiştir. Peygamberimiz (SAS) en güzel bir biçimde uygulayarak bizlere örnek olmuştur. Kısacası, bizler de peygamberimizi örnek alarak ibadetlerimizi eksiksiz yerine getirmeye gayret etmeli, çocuklarımızı da ibadete teşvik etmeli ve huzurlu bir toplum oluşmasında bize düşen görevi yerine getirmeliyiz.

Sözlerimi şu ayetle noktalıyorum: ‘Ey Muhammed, de ki: İbadetleriniz olmasa Rabbim size ne diye değer versin?’

SORALIM ÖĞRENELİM

Kuran’da, ‘Bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz’ deniliyor. Zikir ehlinden murat nedir?

Ayşegül/MANİSA

Zikir, anmak manasına gelir, ayrıca Kuran’ın da bir adı zikirdir. Zikir ehlinden murat, tezekkür eden, ilimde derinleşmiş işin uzmanı bilginlerdir. Burada dini ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimler de anlaşılmalıdır. Yani herhangi bir ilimle ilgili olan bir sorunu, o ilimde en ileri gitmiş olandan öğrenin demektir.

Peygamberimizin vefatından önce misvak kullandığı doğru mudur?

Bülent TAŞTAN/ANKARA

İbn-i Hişam, ‘siret’inde Hz. Aişe’den şu rivayeti nakleder: ‘Peygamberimiz başını Aişe’nin göğsüne dayamış, bazen kendinden geçiyor, bazen de uyanıyordu. Bu esnada Ensar’dan birisi elinde taze bir misvakla içeri girdi. Peygamberimiz misvakı görünce eliyle işaret ederek istedi. Aişe misvakı kullanır hale getirdi ve Peygamberimiz de misvakı alıp kullandı. Ve sonra en yüce dost dedi ve ruhunu teslim etti.’

Kedi gördüğüm zaman içimden onu öldürmek geliyor. Bu benim elimde değil. Ne yapmalıyım?

Ş.D./İZMİR

Bu tür gariplikler ve aykırılıklar az da olsa bazı insanlarda görülmektedir. Bu bir hastalıktır, tedavi edilmesi ve önüne geçilmesi gerekir. Bilindiği gibi Peygamberimiz kediyi severdi. Kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının cehennemlik olduğunu söylerdi. Hayvanı sevmeyen insan, eksik insandır.

Annemi kaybettim. Onun için ne yapmalıyım?

Yavuz ÇELİKZİNCİR/İSTANBUL

Anneniz için çokça dua edin. Özellikle farz namazlardan sonra. Sadaka verip yoksulları sevindirin. Annenizin sevdiği kişilerle mutlaka görüşün.
Yazının Devamını Oku

Mutluluk üzerine

19 Ağustos 2005
<B>İNSAN,</B> yaratılmışların en şereflisi olarak yaratıldığına göre, Cenab-ı Hak káinatın barındırdığı bütün imkán ve güzellikleri onun mutluluğu için var etmiştir diyebiliriz. Esasen, bütün dinlerin öncelikli hedefi, insanı mutlu etmektir. Kutsal kitaplarda bunun hazır reçeteleri vardır. Diğer ilahi dinlerin tamamlayıcısı olan İslam ve O’nun yüce kitabı Kuran-ı Kerim, önerdiği hayat prensipleriyle bu mutluluk yoluna ışık tutmaktadır.

O halde, gerçek anlamda mutluluk nedir? Behimi (hayvanca) zevklerden pay alma çabası mı, yoksa bir inanç doğrultusunda dünyevi ve uhrevi nimetlerin farkındalığını yaşamak mı? Amaçsız ve disiplinsiz, sefih (eğlenceye düşkün) ve sergerde (başıbozuk) bir hayat mı; amacı, ilkeleri ve disiplinleri olan düzenli ve insanca bir hayat mı?

‘Ya bu ya o; ya böyle ya öyle’ şeklinde belirleyebileceğimiz tercihlerdir bunlar. ‘O ile bu’ arasındaki tercih mesafesini akıl-duygu-inanç üçlüsüyle doldurmak da var, sadece duygularımızın esiri olup zaafların anaforları arasında oraya buraya savrulmak da. Tercih, elbette bize aittir.

* * *

Mutluluk bir keşifle başlar. Var olmayı ve farkında olmayı keşfetmek. Mutlu olabilmek için önce kendimizi tanımamız, kendi varlığımıza inanmamız gerekir. Nasıl biriyiz? Vücut dediğimiz bu makine nasıl çalışıyor? Ruh ve akıl, bu makinenin neresinde duruyor? Nasıl bir makine ki kendi gücünü kendisi üretiyor. Kendi yönünü kendisi buluyor. Káinatta milyarlarca varlık yaşıyor. Onların hiçbirine benzemiyor; hepsinden üstün.

Onu üstün kılan ise aklı ve ruhu. Diğer canlılar da birer makineden ibaret; ama o makineler düşünemiyor, hiçbir şeyi akledemiyor. Onlar için mutluluk kendileri için biçilmiş ömürleri, kendi amaçları olmadan, başka bir amaca hizmet ederek doldurmak ve sonunda yok olmaktır.

Oysa insan böyle değildir. İnsan için iki hayat söz konusudur. Dünyevi hayat, uhrevi hayat. Biri geçici, diğeri ebedi olan bir hayat. Onun ölümünde hiçlik yok; bir başka hayata geçiş var. İşte bu, insan olarak sadece bize tanınmış bir ayrıcalık. Mutluluğumuzun anahtarı belki de bu olmalı: Farklılığımız...

* * *

İnsan, kendi farklılığını fark edince, bir üst farklılığın izlerini takip eder ve hemen şu soruyu sorar: ‘Bu üstün makinenin mimarı, mühendisi, yaratıcısı kim?’ İşte o, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış olan Yüce Yaratan’ın ta kendisidir. O’na inanmakla, bir sahibimizin, bir dayanağımızın olduğunu anlar, bundan sonsuz bir güven ve mutluluk duyarız.

Çünkü o bizim için her şeyi var etmiştir. Bizimle beraber rızkımızı da yaratmıştır. Teneffüs edeceğimiz havayı, içeceğimiz suyu, bereketleneceğimiz toprağı vermiştir. Ve de ölümsüzlüğü. İdrak sahibi insan, geçici hayatı ebedi mutluluğa dönüştürmek için yaşar. Geçici hazlar ve mutluluklar için ebedi mutsuzluğun kapısından girecek olanların ise ‘vay haline!’ diyor Kuran.

Mutluluğun kaynağı sevgi ve inançtır. Sevgisiz ve inançsız bir mutluluk tasavvur edilemez. Bu, boşlukta savrulmaya benzer. Tutunacağınız, sarılacağınız bir inancınız; gönlünüzü kabartacağınız bir sevginiz yoksa, mutluluk da yoktur. Allah sevgisi, insan sevgisi ve bütün varlığa sevgiyle bakmak. Kendisi için istediğini başkaları için de istemek.

Mutluluk, aynı zamanda bakışlarınızdan alacağınız yansımadır. Etrafınıza ne kadar iyi gözle bakarsanız o bakışlar size pozitif enerji olarak geri döner. ‘Yüce bakış gerektirir ademi de/Ki ol bakış ademi adem ede.’ Birine iyilik yapmak, bir çaresizin elinden tutmak, bir insanın sıkıntılı anını paylaşmak, ona yardım etmek... Bütün bu hasletler, insan hayatını anlamlı kılan güzelliklerdir. Mutluluğu üreten ve çoğaltan iksir budur. İnsanı mutsuzluğa sevk eden en önemli hastalıklar ise haset, kibir, kıskançlık vs’dir. Bunlardan uzak kalan bir hayat, sağlıklı bir hayattır, mutlu bir hayattır.

* * *

Şu da bir gerçektir ki; mutlak manada bir mutluluktan da söz etmek mümkün değildir. Hayat zıtlıklarla doludur; iniş ve çıkışları, ağlamaları ve gülmeleri vardır. Bir filozof şöyle bir tespitte bulunuyor: ‘Ressamlardan öğreniyoruz ki, ağlarken ve gülerken yüzümüzde beliren çizgiler ve hareketler aynıymış. Gerçekten, resim henüz bitmeden bakacak olursanız; çehre ağlayacak mı, gülecek mi bilemezsiniz. Gülme son sınırına varınca gözyaşlarıyla karışır.’ Byron, ‘İnsan, tebessüm ve gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır’ demiyor mu?

Önemli olan, karşılaşılan güçlükleri, yaşanan ıstırapları, çekilen acıları imanın ve sabrın süzgecinden akıtarak mutluluğa dönüştürmeyi bilmektir.

Kum saati gibi akıp giden ömrümüzün mutlulukla bereketlenmesi dileğiyle bugünkü yazımı noktalıyorum.

SORALIM ÖĞRENELİM

5.8.2005 tarihli yazınızda Hz. Meryem’i, teslis (üçleme) inancının bir parçası olarak gösterdiniz. Bu doğru değildir.

Ahmet ÖZGÜNEŞ/ANKARA

Bizim bütün açıklamalarımız Kuran’a göredir. Maide Suresi 116. ayette şöyle denir: ‘Hani Allah buyurmuştu ki: ‘Ey Meryem oğlu! Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve anamı birer mabut edinin dedin.’ (İsa Haşa!) dedi: Seni tenzih ederim. Hak olmayan bir sözü söylemek bana yaraşmaz.’ Bu ayette, Hıristiyanların Meryem’i tanrılaştırdığı bildirilmektedir. Hıristiyanlık tarihinde Meryem’i tanrılaştıran bir fırkanın bulunduğu, 4. asırda Arabistan’da böyle bir fırkanın var olduğu da kaynaklarda mevcuttur. Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilik gibi monoteist (tek tanrılı) dinler arasında geçmektedir. Teslis inancı birtakım yorumlarla bire irca edildiğinden, tektanrılı dinler arasında yerini almıştır. Bugünkü Hıristiyanlık doktrininde Hıristiyan kredosu ‘baba, oğul ve kutsal ruh’ şeklindedir.

Kafaya kimyasal ilaçlarla yapıştırılan peruğa mesh olur mu? İstenildiğinde çıkarılıp takılabiliyorsa, mesh nasıl olmalıdır?

Sezai IŞIK/ANKARA

Herhangi bir sebepten dolayı (bu psikolojik bir nedene bağlı da olabilir) peruk takan ve onu da ilaçlı yapışkanlarla sabit hale getirenler mesh yapabilirler. Peruk takılıp çıkarılabiliyorsa, çıkarılıp meshedilmesinde de bir zorluk yoksa, böylece meshedilmesi daha doğru olur.

Kuran’da ‘Bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz’ deniliyor. Zikir ehlinden murat nedir?

Ayşegül/MANİSA

Zikir, anmak manasına gelir; ayrıca Kuran’ın da bir adı zikirdir. Zikir ehlinden murat, tezekkür eden, ilimde derinleşmiş işin uzmanı bilginlerdir. Burada dini ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimler de anlaşılmalıdır. Yani herhangi bir ilimle ilgili olan bir sorunu, o ilimde en ileri gitmiş olandan öğrenin demektir.

Peygamberimizin vefatından önce misvak kullandığı doğru mudur?

Bülent TAŞTAN/ANKARA

İbn-i Hişam, ‘Siret’ adlı kitabında Hz. Aişe’den şu rivayeti nakleder: ‘Peygamberimiz başını Aişe’nin göğsüne dayamış, bazen kendinden geçiyor, bazen de uyanıyordu. Bu esnada Ensar’dan birisi, elinde taze bir misvakla içeri girdi. Peygamberimiz misvakı görünce eliyle işaret ederek istedi. Aişe misvakı kullanır hale getirdi ve Peygamberimiz de misvakı alıp kullandı. Ve sonra en yüce dost dedi ve ruhunu teslim etti.’
Yazının Devamını Oku

Müslüman imajı darbeleniyor mu?

12 Ağustos 2005
<B>BAŞLIKTAKİ </B>soruya <B>‘hayır’</B> cevabını verebilmek ne yazık ki mümkün değil. Dünyanın bazı merkezlerinde artık sık aralıklarla görmeye başladığımız bombalı terör eylemleri, bomba atan veya tetik çeken ellerin menşeine göre değerlendirilmeye başlandı ki, bizce en vahim tehlike budur. Dini ya da etnisitesi ne olursa olsun, küresel anlamda bütün insanlığı hedef alan terörün bizatihi kendisini hedef tahtasına koyup, bütün gücümüzle onu alt etmeye uğraşmak yerine, arkasındaki güçlerin menşeine göre tanımlar ve tavırlar geliştirmek, zaman kaybından ve mücadeleyi zafiyete uğramaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Elbette, bu sözümüzün adresi Batı’dır. Uzun zamandan beri ‘medeniyetler çatışması’nı diline dolayıp bundan İslam dünyası aleyhine hükümler ve sonuçlar çıkarmaya çalışan Batı. Kendi dünyasına ‘Bakın işte Müslümanlar böyle; Batı ile İslam medeniyeti arasında beklenen çatışmanın emareleri görülmüştür’ diyerek, 1.5 milyarlık insan kitlesine karşı yeni bir Haçlı zihniyeti oluşturmak istiyor. Formüllerindeki değişmez mantık şu: ‘Terör, eşittir Müslümanlık.’ Bombalar, İstanbul’da da, Kahire’de de yüzlerce masum insanın canını almış olsa bile bu hoyrat mantık değişmiyor. Bu olumsuz kanaatler, terörü yapanların şahıslarına münhasır kalsa söyleyecek sözümüz yok. Ama bunu İslam’a mal etmek ve kötü bir imajla resimlendirmek büyük haksızlıktır. Kendini Müslüman diye tanımlayan üç-beş eli kanlı teroristin İslam dünyasına kestirdiği faturanın bedeli işte bu kadar ağırdır!

Bazı Batılı yazar ve düşünürler, kasıtlı olarak veya iyice araştırıp incelemeden İslam’a ve onun yüce peygamberine karşı haksız isnatlarda bulunmayı adeta bir takıntı haline getirmişlerdir. İslam’ı ve Müslümanlığı önyargısız bir şekilde anlama gayreti göstermeden, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan Müslümanların hayat tarzlarını, davranışlarını ele alarak olumsuz bir kanaat sergiliyorlar. İslam’ın evrensel mesajını bir tarafa bırakarak, belli olaylar üzerinden giderek dinimizi karalamak istiyorlar. Bunun ardındaki sebep açıktır; Batı’da kiliseden koparak İslamiyet’e yönelen insanların sayısında küçümsenmeyecek ölçüde artışlar vardır. Bu artış kiliseyi tedirgin etmektedir. Son yıllarda Müslüman dünyasına ve özellikle de ülkemize yönelik misyonerlik faaliyetlerinin yoğunlaşmasındaki sebep bu panikten ileri gelmektedir. Bir sevgi ve barış dini olan İslam’ın imajını kanlı terör olaylarıyla zedeleyip, Hıristiyanlığın yıldızını parlatmaya çalışıyorlar.

Oysa Müslümanlık, Peygamberimizin güzel tabiriyle ‘Bütün insanları Allah’ın iyalı’ olarak gören bir dindir. İyal ev halkıdır, yani bütün dünyayı ev halkı olarak görüyor ve evin reisi olarak da (mecazi anlamda) Yüce Yaratıcı’yı zikrediyor. Şu halde, dünyada yaşayan bütün insanlar hangi dine, hangi ırka, hangi renge sahip olurlarsa olsunlar, Allah’ın ev halkındandır. Bununla ilgili Kuran’da ayetler vardır. Beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha’nın ilk ayeti ‘Rabbülalemin’dir. Bütün alemlerin sahibi ve terbiyecisi. Hıristiyan’ın da, Musevi’nin de, Mecusi’nin de, Zerdüşt’ün de, Budist’in ve Ateist’in de. Allah’ın kurduğu düzen bu. Kuran diyor ki: ‘Eğer isteseydi Allah, bütün insanları tek bir din üzerine yaratırdı.’ Hepsini Müslüman yaratırdı. Ama farklı farklı yaratarak birbirimizle tanışmamızı, kaynaşmamızı, O’nun verdiği nimetleri barış, sevgi ve dostluk içinde paylaşmamızı istemiştir.

Kuran-ı Kerim, 15 asır öncesinden sesleniyor: ‘Ey kitap ehli, geliniz, sizinle bizim aramızda ortak olan tek bir sözde birleşelim.’ Nedir o söz? Allah’tan başkasına kullak yapmayalım, O’na ortak koşmayalım ve birbirimizi ilahlaştırmayalım. İslam’ın ilk zamanlarında ve onu izleyen devirlerde, kitap ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) ile Müslümanlar arasında çok iyi ilişkiler vardı. Peygamberimiz, hasta olan bir Hıristiyan’ın evine gider, onun hatırını sorar, şifa dilerdi. Hatta bir gün, otururken bir Yahudi cenazesi geçiyor, Peygamberimiz ayağa kalkıyor, diyorlar ki: ‘Ey Allah’ın Resulü, bu cenaze bir Yahudi’ye ait.’ Onlara şöyle cevap veriyor İslam’ın muazzez peygamberi: ‘O bir insan değil mi?’ İşte, insana insan olduğu için değer veren din; kendini bu dinin mensubu olarak tanımlayanların masum insanların kanına ekmek doğraması mümkün müdür? Onlar önce bu dinin ‘Bir insanın canına kıyan, bütün bir insanlığın canına kıymış demektir’ hükmünün getirdiği bir gazapla cezalandırılacaklardır. Çünkü İslam, öldürmek için değil, yaşatmak için var olan bir dindir.

Haçlı Seferleri, önce dinler arasındaki bu sevgi kuşağını yıkmıştır. Allah’ın ev halkı arasına kanı ve gözyaşını sokmuştur. Kendini Müslüman diye tanımlayan, İslam’ın ruhundan habersiz kişilerin bıraktıkları kan izlerinden giderek yüce dinimizi yargılamaya kalkışanlara şunu hatırlatmakta yarar görüyoruz: Bir köhne zihniyeti yeniden dirilterek çıkış yolu bulmak mümkün değildir. Terör, Allah’ın ev halkını, yani bütün insanlığı hedef almış bir musibettir. Onunla birbirimizin imajını karalamadan, el ele tutuşarak, oklarımızı aynı hedefe yönelterek başa çıkabiliriz. Masum insanlık, herkesten bunu bekliyor!

SORALIM ÖĞRENELİM

Soru: Ölü neden beyaz kefene sarılır? Beyaz olmasının hikmeti nedir?

Ata KESKİN - BURSA

Cevap:
Beyaz kefen, ölünün tamamen Allah’a teslim edildiğini sembolize eder. Bu haliyle ölü kutsal Kabe’yi ziyaret eden hacılara benzemiş olur.

Soru: Şiiler ile Sünniler arasındaki ayrılık nedenlerini açıklar mısınız?

Ferhat ALP-İZMİR

Cevap:
Sünnilerle Şiiler arasında başta Şehadet kelimesi olmak üzere, temel itikadi konularda görüş ayrılığı yoktur. Bu iki mezhep arasındaki farklılıklar, yönetme biçiminde, bazı ayetlerin yorumlarında ve hukuki (içtihat) uygulamalardadır. Bu konuda yazılmış kitaplardan daha geniş bilgi edinebilirsiniz.

Soru: Hz. Peygamber’in çok sevdiği sahabelerden Suhayb-Rumi’nin Anadolu’dan gittiği doğru mu?

T.Z.-İZMİR

Cevap:
Peygamberimizin çok sevdiği ve hakkında övgü dolu hadis rivayet olunan Suhayb-i Rumi’nin Anadolu asıllı olduğu, hatta Çorum’da makamının bulunduğu bazı tarihi kaynaklarda yer almaktadır. Zaten Rumi sözünden de Arap asıllı olmadığı anlaşılmaktadır.

Soru: Hacer-ül Esved’in gökten indirildiği doğru mudur?

Yasin SAFFET-İZMİR

Cevap:
Hacer-ül Esved’in Cebrail tarafından gökten indirildiği yolundaki rivayetler asılsızdır. İbrahim Peygamber, tavafta başlama noktasını belirlemek için Türkçesi ‘siyah taş’ anlamına gelen Hucer-ül Esved’i oraya koymuştur.

Soru: Yolculukta namaz kısaltmadan kılsak olur mu?

İlyas EZE-İSTANBUL

Cevap:
Peygamberimiz yolculukta dört rekatlı farz namazlarını kısaltarak iki rekat olarak kılmıştır. Ebu Hanife kısaltmanın mutlaka yapılması gerektiğini söylerken, İmam-ı Şafii ‘İsterse kısaltır’ demektedir. Yani tam kılınırsa günahkar olunmaz diyor. Burada önemli olan Peygamber’in uygulamasıdır.
Yazının Devamını Oku

‘Hayır ve şer’ üzerine

5 Ağustos 2005
<B>BODRUM’</B>dan bir okuyucum, Amentü’de geçen<B> ‘hayrihi’</B> ve <B>‘şerrihi’</B> lafzındaki <B>‘şerrihi’</B> sözcüğünün aslında mevcut olmadığı, bunun sonradan ilave edildiği yolunda görüşler bulunduğunu belirterek gerçekten öyle olup olmadığını soruyor. Bu soru, aslında pek çok kimsenin aklından geçiyor, biz de zaman zaman bu tür sorulara muhatap oluyoruz. Bu nedenle, bugünkü yazımızı bu konuya ayırdık.

Amentü, ayet ve hadis olmayıp iman esasları hakkında kullanılan bir tabirdir. Manası şudur: ‘Ben Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inandım.’ ‘Müslüman’ın Amentüsü’ dediğimiz inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir.

* * *

Amentü’de ‘hayır ve şer’ kavramlarının geçmesinin hikmeti şudur:

Bilindiği gibi, İslam, tevhid inancıdır. Onun en büyük hedeflerinden birisi, ilahların çokluğu inancını tamamen ortadan kaldırmaktır. Hıristiyanlar, teslis akidesi doğrultusunda Tanrı-Meryem-İsa üçlüsüne, Mecusiler (ateşe tapanlar) ise ikiye tapmışlardır. Hint milletlerinin inançları da bunlara yakın durmuştur.

Hintliler, Allah’a ait en önemli sıfat ve özelliklerin; yaratmak, yaşatmak ve öldürmek olduğu görüşünü benimseyip bunlara karşılık Brahma, Bişen ve Behiş isimlerini icat etmişler ve bunları esas kabul etmişlerdir.

Mecusilere gelince; onlar da dünyadaki bütün fiil ve hareketlerin birer çelişki oluşturduğunu kabul ederek, álemdeki aydınlık ve karanlık, yükseklik ve alçaklık, sağ ve sol, yumuşaklık ve sertlik, gece ve gündüz, hayır ve şer, birlik ve çokluk, gurur ve tevazu, doğruluk ve eğrilik gibi zıtlıklardan hareketle bunları tek Allah’ın yaratamayacağı iddiasında bulunmuşlar, hayrın yaratıcısına ‘Yezdan’, şerrin yaratıcısına ‘Ehremen’ diyerek şirke sapmışlardı.

Kuran-ı Kerim, bu ve benzeri inanışlarla mücadele ederek bizim hayır ve şer diye nitelendirdiğimiz her şeyin kuvvet ve kudreti eksiksiz elinde bulunduran Allah’ın yarattığını beyan etmiştir. İslam’a göre bizim hayır ve şer dediğimiz şeylerin bu nitelikleri insanın kullanışlarına bağlıdır. Yoksa şirke sapanların iddia ettikleri gibi, o şeyler bizatihi ne hayırdır, ne de şerdir.

Mesela, insan hayatının idamesinde en önemli unsurlardan biri olan ateş, esas itibarıyla ne hayırdır ne de şerdir. Bilakis ateş hayır için kullanılırsa hayır, şer için kullanılırsa şerdir. Yani dünyada mutlak hayır ve mutlak şer olan bir şey yoktur. Eşya, insanın kullanımına göre bu nitelikleri kazanır. Onun için Kuran şerri Allah’a değil, insana nispet eder.

* * *

Muhammed Hamidullah
bu konuda şunları söylüyor:

‘Bazı düşünürler, Allah’a kötülüğü yakıştırmama konusunda kaygı duyarak, biri iyilik, diğeri kötülük için olmak üzere iki tanrıya sahip olmak istediler. Fakat bu durumda bu iki ilahın ortak bir uyumlulukla mı hareket ettikleri, yoksa aralarında çatışma mı olduğu sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Eğer ortak bir uyum içinde hareket ediliyorsa, çift tanrının bulunmasına gerek kalmaz. Çünkü, iyilik tanrısı kötülüğe rıza gösteriyorsa, öbürüyle suç ortaklığı ediyor demektir. Bu haliyle de, iki tanrılık hedefleyen gayeye ters düşmüş olur.

İkinci durumda ise yani aralarında çatışma varsa, o zaman da kötülük tanrısının çoğunlukla zafer kazandığını ve öbürüne galip geldiğini kabul etmek gerekecektir. Böyle bir durumda, zayıf ve mağlup bir tanrıya inanmak mı gerekecek? Hem sonra, kötülük görece bir şeydir: Biri açısından kötü olan, diğeri açısından iyi olabilir. Şu halde mutlak kötülük mevcut olmadığına göre, Allah’a kötülük isnat edilmesi söz konusu olamaz. Sadece arı, duru ve katıksız olan tek tanrıcılık aklı tatmin edebilir.’

* * *

Müslüman, hayır ve şer her şeyin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanır. Allah kullarına hayrı da, şerri de serbestçe seçebileceği bir irade vermiştir. İnsan, iyiliği de, kötülüğü de kendi seçer. Hiç şüphesiz, Allah kulunun kötülüğü seçmesine rıza göstermesin. Bu yüzden biz insanlar kendi seçimlerimize göre karşılık buluruz.

Düzeltme: Geçen haftaki yazımızda Mehmet Akif’in son mısraında geçen (zavallı dini çevirdin maskaraya) cümlesinde zavallı kelimesinden sonra virgül konulması gerekiyordu. Düzeltir, özür dileriz.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir insan, cinsel ilişkide bulunduğu kadının kızıyla evlenebilir mi?

T.E.-İSTANBUL

Evlenmesi caiz değildir.

Umre, hac yerine geçer mi?

İbrahim ÖZDEK-İSTANBUL

Umrenin hayatta bir defa yapılması sünnettir. Farz olan hac yerine geçmez.

‘Euzübillahimineşşeytanirracim’ lafının hikmeti nedir?

Başak KIRTASİYE-BODRUM

Peygamberimize, Kuran okumaya başlamadan önce ‘taşlanmış, kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığınırım’ demesi emrolunmuştur. Tabii bu emir onun ümmeti olan bizi de bağlar. Her çeşit şüphe, vesvese ve kötülüğün kaynağı şeytandır. Bunun için şeytandan Allah’a sığınmamız gerekir. Şer namına, karanlık namına, cehalet namına ne varsa Allah’a sığınarak hepsine karşı gelmek, yalnız Allah’ın rahmeti olan iyiliğe, doğruluğa ve esenliğe sarılmak, bu sığınmanın içerisinde ifadesini bulur.

Ölmeden önce şahsıma ve yakınlarıma hatim indirebilir miyim?

A.C.D.-İSTANBUL

Kuran ölüler için değil, diriler için indirilmiş bir kitaptır. Onu okuyup, anlayıp hayatınıza uygulamanız gerekir. O, bir mezarlık kitabı değildir. Hayatta iken okuyacaksınız.

Ateist bir komşumdan alışveriş edebilir miyim?

Fahrettin KOÇOĞLU

Ateist bir insandan alışveriş yapmanızda mahzur yoktur. Bu tür insanlara yaklaşıp diyalog kurmak, belki hidayete ermesine vesile olur. Nitekim, Hz. Peygamber, inanmayanlarla diyalog kurmuş, onlarla konuşmaya, tartışmaya devam etmiştir. Özellikle Tanrı’nın varlığı başta olmak üzere, evrenin ve evrende olan hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını anlatmaya çalışmıştır. Bilginiz nispetinde bu komşunuza yardımcı olmanızda fayda var.
Yazının Devamını Oku

Rızıktan neyi anlamalıyız?

29 Temmuz 2005
<B>RIZIK,</B> lügat manası itibarıyla <B>‘Allah’ın herkese kısmet ettiği nimet’</B> demektir. Bu noktadan hareketle rızkın tek sahibinin, rızkı veren tek varlığın Cenab-ı Hak olduğunda şüphe yoktur. Dünyada 6 milyarı aşkın insan, milyarlarca hayvan ve bitki, yüce yaradanın verdiği rızıkla hayat buluyor, O’nun cömertçe istifadeye sunduğu nimetlerle yaşamını sürdürüyor.

Káinattaki bütün varlıklar, birbirinin yaşama sebebidir. Bitki, hayvanın ve insanın; hayvan, başka bir hayvanın ve insanın; insan ise diğer canlılarla birlikte toprağın hayat kaynağıdır. Sonuçta her şey toprakta sonlanıyor, toprakla yeni hayatlar canlanıyor.

* * *

Bazıları rızık bahsinde hemen şu soruyu sorarlar: ‘Rızkı veren Allah ise bunu niye adil bir şekilde dağıtmıyor? Amerika’da, Avrupa’da 40-60 bin dolar seviyesinde yaşayan insanlar ile Somali’de açlıktan bir deri bir kemik hale gelmiş insanların Allah’ı aynı Allah değil mi?’ Şüphesiz, Amerika’da refah içinde yaşayan insanın da, Somali’de yaşam savaşı veren insanların da rızkını halkeden Allah aynı Allah’tır.

O halde ‘rızık’tan herkese ayrı ayrı taksim edilmiş kısmetleri mi, yoksa her varlığa yetecek miktarda ve zenginlikte sunulmuş hudutsuz bereketi mi anlamamız gerekir? Akla ve dine uygun olanı, ikinci şıktır. Rızkın eşit şekilde taksim edilmiş lokmalar olarak değil, çalışarak çabalayarak elde edilebilecek bir kısmetler zinciri olduğunu fazlaca izaha gerek bile yoktur.

Káinatta her varlığın yaşamasına yetecek kadar hava, su, bitki ve gıda mevcuttur. Dünyanın herhangi bir yerinde kıtlığı hissedilen maddenin, başka bir yerde bolluğu vardır. Gecenin ve gündüzün, mevsimlerin ve iklimlerin doğal dengeyi sağlaması gibi, bolluklar da kıtlığı dengeler.

Çölün susuzluğu, serabın aldatıcılığı çöl bitinceye kadardır. Kavurucu kum yığınlarının ötesinde yemyeşil vahaların serinliği vardır. Allah’ın lütufları sonsuzdur. Bunların bir kısmı yeryüzünde, bir kısmı göklerde veya yerin altında saklıdır. Keşfedilmiş ya da keşfedilmeyi bekleyen gezegenlerde kimbilir daha ne çok imkán ve fırsatlar belki de gelecek nesillerin kısmetindedir.

Cenab-ı Hak, yeri ve gökleri ve bunlarda olan her şeyi insana hizmet için var etmiştir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

‘Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size her türlü meyveler çıkaran, izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak Allah’tır. Ádetleri üzere seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize veren yine Allah’tır. O, size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini sayacak olursanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.’

* * *

Rızık, sonsuz varlıktan terleyerek pay almaktır. Bazı Müslüman toplumlarda rızık mefhumu yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmış olduğu içindir ki, insanlar ‘Rızkı veren Allah’ şeklindeki kolaycı yaklaşımı kendilerine gerekçe yaparak emeksiz-gayretsiz bir hak edişin hayali içinde bocalayıp durmuşlardır.

‘Madem ki Allah yarattığı her canlının rızkını verecektir, o halde benim rızkımı da ayağıma kadar gönderir’ inancı, İslam dünyasındaki geri kalmışlığın en önemli sebeplerinden birini oluşturmuştur. Batı, emek ve düşünceyle elde ettiği birikimlerini zenginliğe dönüştürürken, Doğu (Japonya gibi bir-iki ülke dışında) daima hazır yeme ve tüketme iştahında olmuş ve yerinde saymıştır. Hiç şüphe yok ki, böyle bir anlayış, çalışmayı ibadet sayan, bir günü diğer günüyle eşit olanı zararda gören dinimizden hiçbir zaman onay almamıştır.

‘Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.’ (Necm; 53/39).

‘Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.’ (Cuma, 62,10)

* * *

Dinimizi bilmiyor, kulaktan dolma bilgilerimizi de yanlış yorumlarla bir yıkım aracı haline getiriyoruz. Anlaşılmaz bir tevekkül ve miskinlikle doğrunun bağlarını çözüp yanlışı doğru diye aramaya kalkışıyoruz. İki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını göremiyoruz. Hamasetle, övünmeci bir anlayışla kendimizi aldatmaktan başka bir avuntumuz yok.

İnsanlığa yarar ve şifa getirecek hiçbir eserin, hiçbir buluşun, hiçbir ilacın altında imzamız bulunmuyor. En son ve en mükemmel dinin mensuplarıyız; o dinin gerektirdiği iman ve aksiyonda hareketsiz ve heyecansız bir durgunluğun kölesiyiz.

Ruhla değil, şekillerle meşgulüz. Cebiri icat etmekle övünüp ondan öteye gitmemekle de El Caber’in kemiklerini sızlatıyoruz. Tekmelediğimiz icat, buluş ve bilimsel gelişmelerin ardında prangalı mahkûmlar gibi yürüyoruz.

Akif ne güzel söylemiş:

‘Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun

Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya

Zavallı dini çevirdin maskaraya!’


SORALIM ÖĞRENELİM

Her gün babamın kabrini ziyaret ediyorum. Yaptığımın doğru olmadığı söyleniyor. Siz ne dersiniz?

Ayşe BİLECİK/BİLECİK

Kabirleri haftada bir gün, özellikle cuma veya cumartesi günleri; bu olmadığı takdirde hiç olmazsa bayram günleri ziyaret etmeniz daha uygun olur.

Yanımda çalışan biri, ikindi namazı için benden izin istiyor. Bu durumda iş akışı aksıyor. Çünkü ekip çalışması gerektiren bir iş. Bu durumda o kişiye izin vermemem beni sorumluluğa sokar mı?

Celal/İSTANBUL

Bu durumun işinizi aksattığı anlaşılıyor. Mola verme imkánınız yoksa, o kişiye öğle ve ikindi namazlarını cem etmesini (birleştirmesini) öneririz. Öğle namazının farzını kıldıktan sonra kamet getirerek ikindi namazının farzını kılmak suretiyle borcunu eda etmiş olur. Çok zaruri değilse, ibadet konusunda çalışanlarınıza izin vermeniz en doğru olanıdır.

Şans oyunları oynuyorum. Bunlardan elde edeceğim parayla çocuklarıma iş kurmak ve hayır kurumlarına da pay ayırmak istiyorum. Ne dersiniz?

Cengiz ERDURMAZ/BURSA, Ahmet DOĞAN, M. ÖZTÜRK/SEYHAN

Şans oyunlarından elde edilen para dinimizce haram sayılmıştır. Meşru olmayan vasıtalarla elde edilen bir gelirle hayır işlemenin sevabı da yoktur.

Perşembe akşamı içki içmenin günahı daha mı çok?

Sibel/İZMİR

İçki içmek dinimizce haramdır. Perşembe ile diğer günler arasında bir fark yoktur.
Yazının Devamını Oku

Karanlıktan kalleşliğe döşenen yol: Terör

22 Temmuz 2005
<B>HALKIN </B>ve hayatın düşmanı terör, kahpece kurduğu tuzaklarla can almaya devam ediyor. Daha İngiltere’de patlayan bombaların bıraktığı acılar ve izler silinmeden, terör bu defa Kuşadası’nda bir minibüsün içinde kendini gösterdi ve henüz hayatının baharında olan, nişan yüzüklerini bile takmaya fırsat bulamayan gençlerin canına kıydı.

İster dini, ister etnik gerekçelerle olsun hiç fark etmez. Her zaman tekrarladığımız ve yılmadan, yorulmadan tekrarlayacağımız gibi terörün dini, ırkı, imanı, vicdanı, yoktur; yalnızca masum insanların yaşama haklarını elinden alan alçaklığı ve hunharlığı vardır. Aydınlıkta ortaya çıkmaya cesaret edemez terör; hep karanlığı seçer. Karanlıktan kalleşliğe döşenen yol, onun yoludur. Gecenin bir yarısında yola mayın döşer; askerimizi şehit eder. Yol keser, soygunculuk yapar. Kendi ırkından olan kundaktaki bebekleri, yaşlı nineleri bile gözünü kırpmadan katleder. Acıması ve merhameti yoktur.

* * *

Hiçbir din, hiçbir inanış, terörün kanlı ellerini yıkamaz. Birtakım dini gerekçeler icat ederek insanların canına kıymak, dinlerin ‘bağışlanamaz’ kategorisine soktuğu bir günahtır. Bu İslam için de böyledir, diğer dinler için de. Varlık álemi içerisinde üstün bir konumda yaratılan insanın yaşadığı ve bulunduğu her türlü ortamın huzur ve emniyet içerisinde olması, bütün ilahi dinlerin temel amaç ve hedefidir. Barış, emniyet, anlaşma ve uzlaşma gibi anlamlara gelen İslam; mutlu insan ve nihayet huzurlu ve barış içinde bir toplum oluşmasını gaye edinmiştir. Şiddet ve terörle anlam ve içerik olarak taban tabana zıt olan dinimiz, her vesileyle iyiliği, güzelliği, kardeşliği, merhamet ve adaleti; kısacası insanlığın yararına olacak her türlü sosyal ve etik prensipleri emir ve tavsiye etmiştir.

Gayesi, insanların mal, can, akıl, din ve namusunu korumak olan dinimiz; insanı yaratılmışların en üstünü saymış, kişilik haklarına, mala ve cana tecavüzü haram kılmıştır. Kuran-ı Kerim’de, ‘Haksız yere adam öldürmek, bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer tutulmuş, bir hayat kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmak gibi sayılmıştır (Maide-32)’ denmiştir. Bütün insanların Hz. Adem’in çocukları olmak itibarıyla kardeş olduklarını bildiren Peygamberimiz, Veda Hutbesi’nde insanların mallarının, canlarının ve namuslarının dokunulmaz olduğunu, her türlü tecavüzden korunduğunu ilan etmiştir. Kısaca Müslüman, ‘elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği, insanların her konuda kendisinden emin oldukları’ insandır.

Terörün çok vahim bir insanlık sorunu olduğuna ve her nerede olursa olsun yol açtığı tahribattan insanlar etkilendiğine göre, insanlık ailesinin bütün fertlerinin terörle olan mücadeleye, imkán ve kabiliyetleri doğrultusunda istek ve kararlılıkla iştirak etmeleri gerekir. Aksi takdirde toplumsal kıyametimizi kendi kendimize hazırlamış oluruz.

* * *

Kuran-ı Kerim’de ‘Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir (Şûra-30)’ denilmektedir. Bu ayette insan olarak neden olduğumuz sorunlara çözümler üretmediğimiz takdirde, birçok problemle karşı karşıya kalacağımıza işaret edilmektedir. Hayranlık ve aşağılık duygusuna kapılarak her kim tarafından yapılırsa yapılsın, adaletsizlikler ve insan hakları ihlalleri de hoş görülmemeli ve desteklenmemelidir. İslamiyet adına bile bile yanlışı desteklemeye bizi mecbur kılan dini bir öğreti yoktur.

Terörü onaylamak bir yana, İslam, insan hayatını yok ettiği, toplumu tahribe yol açtığı için bizatihi savaşı da çirkin kabul etmiştir. Bu haliyle savaş, Müslümanları saldırıdan korumak amacıyla meşru kılınmıştır. Savaş, insana eziyet ve zulüm için değil, ona yapılan eziyet ve zulmü önlemek, insanı insan yapan temel hak ve hürriyetleri ve vatan bütünlüğünü korumak için mübah sayılmıştır.

* * *

Kuran’da yer alan ‘Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalıncaya kadar onlarla savaşın (Bakara-193)’ ayeti, Müslümanlara, dünyada yaşayan herkesin Müslüman oluncaya kadar savaşmayı değil, baskı, anarşi, terör, toplum düzenini bozma gibi eylemleri kapsayacak nitelikte geniş içerikli bir kavram olan fitne ve bozgunculukla daima mücadele edilmesi gereğine işaret etmektedir. Zalim ve mağdurun kimliği, bu mücadelede belirleyici değildir. Zalim Müslüman da olsa, ona karşı mücadele edilir, mazlum gayrimüslim de olsa ona yardım eli uzatılır. İslam’ın temel anlayışı budur.

Ellerini din adına masum insanların kanına bulayan zalimlerin, dinden alacakları hiçbir referans yoktur!

SORALIM ÖĞRENELİM

Yakın bir zamanda babamı kaybettim. Ahirette ona kavuşabilecek miyim?

F.T.

Cennete girmenin ilk şartı iman etmiş olmaktır. İmanla hayata veda edenler ahirette yakınlarıyla beraber olacaklardır. Nitekim Tur Suresi, Ayet 21’de ‘İman eden, soyları da imanda kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Bununla beraber kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz’ denilmektedir.

Üçten dokuza şart ettim, ama pişman oldum, eşime dönebilir miyim?

Şahin Özkan-PFULLİNGEN, Hamdi Koşar-ÇORLU, Dila-ANKARA

Erkeğin tek taraflı olarak kadını boşama yetkisi, İslam’dan önceki Arap örfünün bir devamı olarak İslam’dan sonra da sürmüştür. Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerim’de boşanma konusunda erkeklerin suiistimalini önleyecek bazı tavsiye ve uyarılarda bulunmuş, ancak eskiden beri devam edegelen bu boşanma geleneğine dokunmamıştır. Yani bu geleneği öven veya yeren bir ayet yoktur. Aslında Kuran’da yer alan boşanma ayetleri dikkatle incelenirse, erkeğin tek taraflı boşama yetkisinin mutlak olmadığı ve bu hakkın kadın üzerinde bir tahakküm aracı gibi keyfi olarak kullanılamayacağı anlaşılmaktadır. Günümüzde evliliklerin resmi yetkililer ve şahitler huzurunda aleni olarak yapılıp tescil edilmesinde olduğu gibi, boşanmaların da şahitler huzurunda yargı yoluyla gerçekleştirilmesi her iki tarafın haklarının korunması ve suiistimallerin önlenmesi açısından en doğru ve uygun olan yoldur.
Yazının Devamını Oku

Sivil toplum kuruluşları

15 Temmuz 2005
<B>SİVİL </B>toplum, bugün dünyada en çok konuşulan ve çeşitli platformlarda tartışılan bir kavramdır. Birtakım yeni sosyal hareketlerin güçlenerek ortaya çıkması, bu kavramın güncelliğini korumasında ve tekrar tekrar tartışmanın odağı haline gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Belli ki 21. yüzyıl artık sivil toplum kuruluşlarının çağa damgasını vuracağı bir yüzyıl olacaktır.

Sivil toplumun ortaya çıkışıyla ilgili farklı görüşler ileri sürülmektedir. Kimi onun tarihini 1200-1300’lü yıllara götürürken, kimi de bu fikrin dinle birlikte var olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Gerçekten sivil toplum kavramının taşıdığı bütün unsurlar, dinsel söylemin içinde bulunmaktadır.

Sosyal bir müessese olan din, mensuplarından toplu halde yaşamalarını, yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olmalarını ve nimetleri paylaşmalarını istemekte, toplumdan ayrı tek başına yaşayan kişinin insani özelliklerini kaybedeceğini vurgulamaktadır. İşte sivil toplumun oluşumu. Çünkü sivil toplum genel anlamda, insanların gönüllü olarak bir araya gelmeleri ve kendi çevrelerinden başlayarak daha büyük bir mikyasta toplumsal faaliyetleri başarmalarıdır. Burada gönüllülük var, aynı zamanda dayanışma var, sevgi var, dostluk var. Zaten bunlar olmadığı sürece sivil toplum hareketi asla oluşmaz.

* * *

Türk ve İslam filozofu Farabi, daha 10 asırda, ‘Medine tül-fadıla’ (Erdemli, İdeal Toplum) adlı meşhur eserinde, ’İnsan tek başına kendini sürdüremez ve mükemmelleşemez. Yaradılışın gayesi olan mükemmelliğe ancak birbiriyle yardımlaşan birçok insanın bir araya gelmesiyle ulaşılabilir’ demektedir. İşte bu felsefe, Türk medeniyetinin mayasını oluşturmuştur. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki ahilik, lonca teşkilatları ve yüzlerce vakıf, sivil toplum örgütlerinin en güzel örnekleridir.

Günümüzün modern devlet anlayışı içerisinde sivil toplum kuruluşlarının üstlendiği görevler çeşitlenmiş, etkinlik sahaları artmıştır. Bugün bu kuruluşlar vasıtasıyla devlet ve toplum hayatının daha dengeli ve verimli bir şekilde yürüdüğünü gözlemliyoruz.

Demokrasimizin standardı, bu kuruluşların kontrol ve denetimleri sayesinde gelişiyor, yardımlaşma ve dayanışmaya dönük etkinliklerle de sosyal barışın temelleri sağlamlaştırılıyor. Günümüzde ‘üçüncü sektör’ diye tanımlanan vakıf ve dernekler marifetiyle toplumun aydınlatılması ve bilinçlendirilmesi yönünde de önemli mesafeler kazanılıyor.

* * *

Türkiye, ne yazık ki sivil toplum kuruluşları açısından pek başarılı bir konumda değildir. Gerek sivil toplum örgütlerinin sayısı, gerekse bu örgütte görev alan insanların azlığı nedeniyle düşünüp, üzülmemiz gereken bir noktadayız. Ecdattan bize intikal eden vakıf müessesesi bile başkalarının elinde mucizeye dönüşürken, mayası bize ait bu kurumun ülkemizde giderek etkisizleştirildiğini görmek içler acısı bir durumdur.

Oysa, gerek vakıfların, gerekse derneklerin Türk toplumuna vereceği pek çok hizmet alanı bulunmaktadır. Bu çalışmalarla hem demokrasimizin gelişmesine katkıda bulunabilir, hem katılımcı bir toplumun kimlikli bireyleri olarak kendimize olan güvenimizi artırabilir, hem de ahlaklı, inançlı ve faziletli nesiller yetiştirerek geleceğe sağlam köprüler kurabiliriz.

Bugün ülkemizde, sayıları az da olsa bu konuda gayretli ve başarılı çalışmalar sergileyen, kendilerini üyesi oldukları topluma karşı sorumlu hissederek para, emek ve zamanlarını bu hayırlı çalışmalara hasreden, gönül kapılarını topluma ve insanlığa hizmet için açan değerli insanlarımız var.

Bunlar arasında, bugün dünya çapındaki iki üniversitemiz Hacettepe ve Bilkent’i sıfırdan bugünkü konumlarına taşıyan, Bilkent Vakfı ile ekonomik ve sosyal hayatımızda yeni ufuklar açan, aynı zamanda uluslararası alanda çok büyük bir bilim adamı olarak kabul edilen Sayın Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın müstesna bir yeri vardır. Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya, elli kadar sivil toplum kuruluşunun geçen ay Ankara’da ‘Takdir Plaketi’ vermek için düzenledikleri toplantı, sosyal hayatımızda bir ilkti.

İlk defa bu kadar çok sayıdaki sivil toplum kuruluşu, kendilerine yol açan, rehberlik eden duayenlerine takdir ve saygılarını sunuyorlardı. Sivil toplum hayatımızda gerçekleşen bu ilke, gene bir başka sivil toplum önderi, yirmi beş yıldır Ankara’da çeşitli sivil toplum kuruluşlarında aktif görev yapan dostum Sayın Veli Sarıtoprak imza atıyordu. Kendilerini bu güzel davranışından dolayı kutluyorum.

* * *

Sivil toplumculuk, çevre ve insan sevgisini gerektirir. Doğayı, insanı, hayvanı sevmeyen, yardıma ve dayanışmaya kolay kolay eğilmez. Bencil, egoist insandan da sivil toplumcu çıkmaz. Sivil toplumculuk fedakárlık ister, özveri ister.

Demokrasilerde siyasi iradeyi ve iktidarı en çok etkileyen kamuoyudur. Kamuoyunu etkileyen de üçüncü sektördür. Sivil toplum, kamunun gözüdür, kulağıdır, dilidir, kalbidir, vicdanıdır. Toplumun refleksidir.

SORULAR VE CEVAPLAR

Kuran 114 sureden oluşmaktadır. Bu tertip kim tarafından yapılmıştır?

Kemal BİLEN

Kuran’ın surelere bölünmesi, inen ayetlerin hangi sure içinde yer alması, surelerin isimlendirilmesi, başı ve sonu bizzat peygamberimiz tarafından yapılmıştır. El-Kıyame Suresi, ayet 17’de, ‘Şüphesiz Kuran’ın toplanması ve okunması da bize aittir’ buyurulmuştur. Birçok bilgin, ‘Kuran’ın toplanmasından maksat, onun bir bütün halinde toplanması ve ayetlerinin sıralanmasıdır. Kuran’ın kendisi nasıl vahiy ise onun tertibi (düzenlenmesi) de vahiydir’ demektedir.

Cami duvarlarında hep eski yazı görüyoruz. Okunması için Türkçe yazı yazılsa olmaz mı?

Mestan AKŞİT/İSTANBUL

Namazda kişinin yazıya odaklanması halinde konsantrasyonunun bozulacağından hareketle camilerin sade ve gösterişten uzak olması daha uygundur. Bu nedenle birçok İslam büyüğü, cami duvarlarına yazı yazılmasını bidat saymışlardır.

Kayınvalide veya kayınpeder, damat evinde ölürse cesedi pencereden çıkarılmalı imiş. Böyle bir şey var mı?

Hamdi KOŞAR/ÇORLU

Anadolu halk inançları arasında yerleşmiş olan bu tür söylemin hiçbir dayanağı yoktur.

Spiritizma nedir? Dinimizin bu konuya bakışı nedir?

Mehmet İlhan UĞURLU/SÖĞÜT

Dünyadan ayrılan ruhların yaşayanlarla sürekli ilişkide olduğuna inanmak, ruhlarla bağlantının medyum aracılığıyla kurulduğunu iddia etmek ve bunu sağlamak için yapılan toplantılara seans denir. Seans toplantılarına katılanlar küçük bir masa etrafında oturup ellerini masanın üstünde tutarlar ve masanın hareket etmesini beklerler. Ölü kişinin ruhu tarafından böyle bir iş yapıldığı kanısındadırlar. Toplantılara medyum başkanlık yapar. Bazı seanslarda medyum, sözde ölülerden mesaj alır, bunu etrafındakilere iletir. Bu safsatanın kurbanları çoktur. Bazı aydın geçinen kişiler bile kapılmıştır. Hem din, hem de bilim, spiritizmayı reddeder. Bu, olsa olsa bir cin davranışıdır.
Yazının Devamını Oku