16 Aralık 2005
İSRAF, sahip olduğumuz değerleri kullanılması gereken yerin dışında kullanmak, eldekileri lüzumsuz yere harcamak ve saçıp savurmaktır. Bu da lüks hayat yaşama arzusundan kaynaklanmaktadır ki, İslam bunu şiddetle reddetmektedir. Kuran’a göre malın, mülkün hakiki sahibi yüce Allah’tır. Káinatta bulunan her şey ve saymakla bitirilemeyecek olan bütün nimetler insan için yaratılmış ve onun istifadesine sunulmuştur. İnsan mal ve mülkün emaneten ve vekáleten malikidir. Dolayısıyla onları müvekkili olan yüce Allah’ın çizdiği çerçeve dahilinde kazanmak ve harcamakla yükümlüdür. Kuran bu hususta, insanın ilahi sınava tabi tutulacağını haber vermektedir.
* * *
Dinimiz, insanın kendisine sunulan nimetlerden meşruiyet içinde faydalanmasını ve sahip olduğu mali gücüne uygun bir hayat sürmesini teşvik ve tavsiye etmektedir. Hz. Peygamber, ‘Muhakkak Allah-ü Teala, kuluna verdiği nimetin eserini onun üzerinde görmek ister’ buyurmak suretiyle bu hususa işaret etmektedir.
İslam, mal, mülk, para harcamakta ihtiyacı ölçü almış, gereksiz ve faydasız yerlere yapılan lüzumsuz harcamaları yasaklamıştır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da israf ve cimriliğe kaçmadan itidali (orta yolu) emretmektedir. Bir taraftan harcaması gereken yerlere harcarken, bir taraftan da tutumlu olmalı, tasarrufa önem vermelidir.
İçinde yaşadığımız asrın belirgin özelliklerinden biri, lüks ve israf asrı oluşudur. İlim, fen ve tekniğin ortaya koyduğu geniş imkánlar, moda, lüks ve israf ile heba edilmektedir. Ülkemizde çöp tenekesine atılarak tam bir nankörlük ve çılgınlıkla zayi edilen miktar tonlarla ölçülmektedir. Bu tüyler ürpertici israfın, ülke ekonomisine getirdiği yükün faturası oldukça ağırdır. Unutmayalım ki, ekmek en büyük nimettir. Yeri çöplük değildir. Dünyanın muhtelif yerlerinde açlıktan ölen, bir dilim kuru ekmeğe, bir sıcak çorbaya hasret kalan insanların manevi sorumluluğu hepimize aittir.
Kuran-ı Kerim, israf ve lüks içerisinde yaşayanları zalim ve günahkár olarak nitelendirmektedir. Bir toplumda lüks içerisinde olan varsa mutlaka orada zayıf durumda olan yoksul kesimler de vardır. Bu iki zümre arasındaki büyük uçurum gönüllerde kin ve nefretin doğmasına, böylece toplumda huzursuzluğa ve yozlaşmaya neden olur. Her toplumda lüks ve israf içinde yaşayan tabaka, hep ahlaki bozulmanın kaynağı olmuştur. Bu yüzden yüce Allah safahat içinde yüzen kavimleri helak etmiştir.
Kapitalizmin tüketim hırsı, sınırsız bir insan tipi meydana getirmiştir. Bu sistemde birinin gösterişli bir hayat sürmesi için yine birilerinin açlıkla, yoklukla mücadele etmesi gerekmektedir. İsraf ekonomisine dayalı sistemin kuralı budur. Örnek olarak; düğünlerde dolarları savuranlar, çöplerden ekmek toplayanlar; estetik ameliyat için milyarları harcayanlar, asgari ücretle bir ay geçinenler... Hepsi aynı toplumun üyesidirler.
İsrafı seçen bu insanlar şayet İslam dininin bilincinde olsalar zekát, fitre uygulamaları güzel işleyecek, bunun yansıması sonucunda fakir insan kalmayacaktı. İnsanlar arasında sevgi, kardeşlik, hoşgörü tesis edilmiş olacaktı. Ama ne yazık ki insanoğlunda kanaatsizlik, açgözlülük almış başını gidiyor. Şunu hiç aklımıza getirmiyoruz; her bir doyum insanda yeni bir doyumsuzluk doğurur. Tıpkı balık gibi ne kadar verirsen ver yine boğazını açar.
İsraf, bireyin olduğu kadar topluma yön verecek otoritelerin de dikkat etmesi gereken önemli bir husustur. Bu konuda Peygamberimizin hayatı örnek alınmalıdır. Bazı şahsiyetler vardır ki sadece bir hayat yaşarken ellerine iktidar imkánları geçince hayat tarzlarını değiştirirler, lüks içerisinde şaşaalı hayat sürerler. Hz. Peygamberin büyüklüğünün bir işareti şudur ki; Mekke döneminde yaşadığı mütevazı hayatını Mekke ve Medine’nin yegáne hakimi; yani devlet başkanı olduğunda da sürdürmüştür.
Evinin mefruşatı sıradan bir yatak, hurma yapraklarından örülmüş bir hasır, topraktan yapılmış bir su testisinden ibaretti. Evinin duvarları kerpiç, tavan hurma ağacı ve yapraklarından oluşmuştu. Halbuki Allah’ın elçisinin lüks içinde yaşamasını sağlayacak birçok imkánlar vardı. Hazineler onun emri altında idi. Oysa Peygamberimiz sahip olduğu bütün nimetleri toplumuna dağıtıyor, kendisi, eşleri ve çocuklarına daha az pay ayırıyordu. Ashabından daha fakir bir hayat sürüyordu. Bu yüzden eşleri zaman zaman şikáyetçi olmuşlar, Hz. Peygamber ise sadelikten taviz vermeyip tavrını değiştirmemiştir.
* * *
Ülkemizin ve bazı devletlerin maruz kaldığı ekonomik sıkıntıların ana sebepleri arasında israf zikredilmektedir. Sosyal ve ekonomik sıkıntıların önüne geçmek istiyorsak, hem birey hem de toplum olarak yersiz, gereksiz ve faydasız harcamalardan kesinlikle kaçınmalıyız.
Mevcut milli kaynaklarımız iyi değerlendirildiği takdirde nüfusumuzun çok çok üstündeki insanlara yetecek durumdadır. Yeter ki kıymetini ve yerli yerince istifade etmesini bilelim.
SORALIM ÖĞRENELM
Geçen haftaki yazınızda Hz. Peygamber’in çok evliliğinin nedenlerini yazdınız. Ancak, vermek istediğiniz mesajı okuyucuya mı bıraktınız?
Mehmet Tuncay ÇALOĞLU/İSTANBUL
Yazının uzun olması nedeniyle bize ayrılan köşeye sığmadı. Vermek istediğim mesaj şudur: Hz. Peygamber’in, hayatının en verimli çağında ve sıcak bir coğrafyada 40 yaşındaki bir kadınla evlenip onun ölümüne kadar da üzerine herhangi bir kadın getirmemesi, cariyelerini bile azat etmesi, O’nun şehevi ihtiraslardan uzak, ne derece nezih bir hayat sürdüğünün ispatıdır. Ayrıca, Peygamber eşlerinin irşat görevleri vardı. İslam’ın kadınlara özgü nice hükümleri vardır ki, Peygamberimiz bunları doğrudan doğruya kadınlara açıklayamazdı. Kadınlar da bunları sorup öğrenmeye cesaret edemezlerdi. Bunlar, eşleri aracılığıyla diğere kadınlara intikal ettirilebilmiştir. Bu konuyu ileride tekrar işleyeceğim.
Peygamberimizin çocukları hangi eşinden doğmuştur?
Nuriye DEMİR/ALMANYA
Peygamberimizin Hz. Hatice’den 2 oğlu ve 4 kızı olmuştur. Diğer eşlerinden çocuğu yoktur.
Ayet, dua ve Allah yazılı kolye ile banyo, WC gibi yerlere girmemizde bir sakınca var mı?
S.C/ADANA
Tuvalete veya banyoya girerken çıkartıp, cebinize veya elbisenin altına saklayarak girmenizde bir sakınca yoktur.
Av hayvanlarının boğup getirdiği tavşanın etinin yenmesi helal midir?
Ferit AYIK/İSTANBUL
Köpek, atmaca ve şahin gibi eğitilmiş hayvanların avladıkları yenilir. Ancak bu eğitilmiş av hayvanlarını ava gönderirken ‘Bismillahi allahu ekber’ demek şarttır.
Yazının Devamını Oku 
9 Aralık 2005
İSTANBUL’dan ismini açıklamayan bir okuyucumuz, Hz. Peygamber’in çokeşliliği üzerinde duruyor ve bu evlilikleri Peygamberimizin şehvet düşkünlüğüne bağlıyor. Peygamberimize yöneltilen bu haksız yakıştırmalar ilk değil. Birçok Batılı yazar da bu tür hezeyanlarda bulunmuştur. Bunların hepsi, meselenin aslını bilmemek veya çarpıtmaktan ibarettir.
Öncelikle şunu ifade edelim ki, çokeşlilik İslam’a mahsus bir davranış değildir. Çokeşlilik sanki İslam’a mahsus bir davranışmış gibi gösterilmektedir ki, bu haksızlıktır. Bir ailede birden fazla kadınla evlenmek, kadim dinlerin yasalarında bilinen ve kabul edilen bir davranış biçimi olarak görülmektedir.
Hint ve Mısır medeniyetlerinde aynı anda birden fazla kadınla evlenmenin bütün şekilleri vardı. Çokeşlilik, Tevrat’ta da yer almıştır ve bunun hiçbir sınırı yoktur. Ben-i İsrail peygamberlerinden Hz. Süleyman’ın yüzlerce eşinin ve cariyesinin olduğu nakledilmektedir. Bugün tek kadınla evlenme fikrinin temeli gibi gösterilen Hıristiyanlığın içinde bile Luther, Melanchton vb. ilahiyatçılar, Hz. İsa’nın bir erkeğin on kadınla evlenmesini örnek gösterdiği ‘On Bakire’ (Matta İncili 25-1/12) mesajından, çok kadınla evliliğin sonucunu çıkarmışlardır.
İslam’da ise tekeşlilik esas kabul edilmiş, ancak çokeşlilik zaruret haline mahsus bir ruhsat olarak kalmıştır. Nitekim, Hz. Peygamber 25 yaşında iken, kendisinden 15 yaş büyük dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiş, bu evlilik Hz. Hatice’nin ölümüne kadar 25 yıl devam etmiştir. Yani, Hatice 65 yaşında vefat ederken, Peygamberimiz 50 yaşına erişmiş bulunuyordu. Hz. Peygamber, Hatice’nin vefatından sonra onun hatırasına hürmeten üç yıl evlenmedi. Bu da gösteriyor ki İslam’da tekeşlilik esastır.
Peki, 53 yaşından sonra çok kadınla neden evlendi?
* * *
Bunun cevabını üç noktada toplayabiliriz: Birincisi, Hz. Aişe hariç, bütün eşlerinin ya savaşta kocalarını kaybetmiş, ya da herhangi bir nedenle dul kalmış kadınlar olduğunu görüyoruz. Örneğin, Hz. Ömer’in kızı Hafsa, Ümmü Seleme, Ümmü Habibe, Sevde, Hüzeyme kızı Zeynep, bu durumda olan kadınlardı. Peygamberimiz, bu hanımları nikáhı altına alarak himaye etmek istemiştir. İkincisi; kabile reislerinin yakınlarıyla evlenerek İslam’ın yayılmasını ve barışın sağlanmasını istemiştir. Örneğin Safiye, Cüveyriye ile olan evliliği bu maksada matuf siyasi amaçlı evliliklerdi. Üçüncüsü de, azatlı kölesi ve evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep’le evliliğidir ki, Hıristiyan tenkitçilerin en çok istismar ettikleri ve hücum için tutunmaya çalıştıkları dal budur. Halbuki bunda yadırganacak bir durum yoktur.
Bilindiği gibi bu evlilik, bizzat Peygamberimizin tavsiyesi üzerine gerçekleşmiş, ancak Zeyd ile Zeynep arasındaki bu evlilik mutluluk getirmeyerek boşanmayla sonuçlanmıştı. Peygamberimizin Zeyd’e eşini boşamamasını tavsiye ettiği Kuran’da açıkça ifade edilmiştir. Fakat, Peygamber’in tavsiyelerine rağmen Zeyd, azatlı köle olması, eşi tarafından hakir görülmesi gibi nedenlerle Zeynep’ten ayrılma isteğini ısrarlı bir şekilde sürdürmüştü. Bu evliliğin boşanmayla sonuçlanması üzerine Hz. Peygamber onunla evlenmişti. Asıl bu evliliğin hikmeti, cahiliye döneminde evlatlıkların gerçek evlat gibi tanımlanmaları şeklindeki bir ádetin ortadan kaldırılmasına yönelik olmasıydı. Nitekim Kuran bu hususta şöyle diyor: ‘Vaktaki Zeyd onu boşadı, biz onu seninle evlendirdik. Ta ki müminlerin evlatlıkları, eşlerini boşadıklarında o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin.’ (Ahzap, 37)
SORULAR-CEVAPLAR
Hz. Peygamber, Müslüman olan iki kişiye saçını boyamasını öğütlemiş. Bu kişiler ne kullanmıştı?
Nurdan KUTLU
Peygamberimiz, Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet maksadıyla sakallarının beyazlığını gidermeyi sahabeye tavsiye etmiştir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in sakallarını boyadığı kaynaklarda geçmektedir. Hz. Peygamber’e gelince, sakalında 21 tane beyaz kıl olduğundan boya kullanmamıştır. Boya kullanmayı tavsiye etmesi, ruhsatla ilgili bir keyfiyettir, isteyen boyayabilir anlamındadır. Boyamanın kına ile yapıldığı rivayet edilmektedir. Ancak, kına dışında farklı renklerde boyaların da yapıldığı kaynaklarda geçmektedir.
Şii camilerinde ezan okunurken ‘Eşhedüennealiyyenveliyullah’ deniliyor. Bunun dayanağı var mıdır?
Ali KOÇAK/AFYON
Ezan, sünnette mevcut şekliyle okunandır. ‘Eşhedüennealiyyenveliyullah’ ezanın bir parçası değildir. Nitekim, Humeyni de Tavzih-el Mesail adlı eserinde bunun Hz. Ali’ye bir sevgi ifadesi olarak okunduğunu söylemektedir. Aslında bu bir eklemedir.
Abdestlerimi bazen ikamet etmediğim bir otelde alıyorum. Bu helal midir?
Şevki COŞKUNER/İZMİR
Mümkünse sahibinden veya yetkilisinden izin alarak abdest almanız daha doğru olur. Çünkü su da para ile alınıp tüketilen bir maddedir. Hakkı size geçmemelidir. Ancak, otel örfte bu tür hizmetlere açıksa bir mahzuru olmaz.
Bağırsak içindeki gaz hareketlenmesi abdesti kaçırır mı?
Ali TEKİK/MUĞLA
Gaz dışarı çıkmadıkça abdest bozulmaz.
Namazların sadece farzlarını kılsak olur mu?
Müştak YEĞENAĞA/KÜTAHYA
İnsanlar farz namazlardan yükümlüdür. Sünnet namazlar, farzlardaki eksiklikleri tamamlar. Peygamberimizin kıldığı ve tavsiye buyurduğu sünnetleri geçerli mazeretimiz yoksa kılmalıyız.
Yazının Devamını Oku 
2 Aralık 2005
İNSANIN kendine özgü niteliklerinin toplamına ‘kimlik’ denmektedir. Kimlik, insanı bilinen ve başkalarından ayırt edilebilmesini sağlayan şartların bütünüdür. Kimlik ile kişilik arasında bir ayrım bulunmaktadır. ‘O kimdir’ sorusunun cevabı kimliği, ‘Nasıl bir insandır’ sorusu ise kişiliği oluşturur. İnsanın içinde doğup büyüdüğü kültür, kimliğinin şekillenmesinde büyük paya sahiptir. Kültürün temelinde de dinin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Çünkü din, insanı varoluş sorunu üzerine düşünmeye çağırmakta, insanları yaratılıştaki sebep ve amaçtan haberdar etmektedir. İnsana kendisi ve evren hakkında bir bakış açısı sunmaktadır. Bu yönüyle din, insanın hayatının bütün yönlerini kucaklayan fonksiyonu ile bizim insan olarak nihai ilgi ve endişelerimize, hayatın anlamı ve ilgili temel sorunlarımıza hitap etmektedir.
* * *
İnsan dinde kendi mahiyeti ve evrendeki yeri hakkında bir bilgi şeması bulmaktadır. Genel bir çerçeve içerisinde din, her şeyi yaratan ve kontrol eden aşkın bir varlığa, Allah’a inanarak, O’na ibadet etmekten ve insanların kendilerine yöneltecekleri ve davranışlarını onlara göre düzenleyecekleri ideallerden, ahlak prensiplerinden meydana gelir.
Mensubu olduğumuz İslam dini açısından bakacak olursak, İslam getirdiği tevhid anlayışı ve insan hayatını maddi ve manevi yönleriyle kuşatan karakteri sayesinde var olduğu her coğrafyada, toplumsal alanı bütünüyle etkilemiştir. Müslümanlık bir toplumda varsa, canlı ve köklü bir şekilde yaşanılan hayat tarzı ve üslubu olarak vardır; dünya görüşü, hayat felsefesi ve gündelik hayatın ayrılmaz bir rüknü olarak vardır. Dolayısıyla, dinin insanın güçlü kimlik kazanmasında önemli bir unsur olduğu sonucuna ulaşmamız mümkündür.
Kimliğin dinden beslenen vasfı, kimliği etkileyen diğer kültürel dinamiklerden daha güçlü ve koruyucu özelliğe sahiptir. Başka din, kültür veya medeniyetlerin egemen olduğu coğrafyalarda yaşayan ve milli kültürlerini kaybetme endişesi taşıyan fertler, sözünü ettiğimiz bu sosyolojik gerçeğin daha fazla idraki içerisindedirler.
İslam dini, Türk milletinin milli kimliğinin bozulmasına karşı en etkili koruyucu fonksiyon icra etmiştir. Uzun yıllar devam eden ateizm propagandasına rağmen bugün karşımızda Orta Asya’dan kimliklerini, kültürlerini, örf ve ananelerini muhafaza etmiş Türkleri bulabiliyorsak, bunu sağlayan en önemli temel unsurun İslam’ın kazandırdığı güçlü kimlik duygusu olduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekir.
Yüce dinimiz İslam, Müslümanlardan başkalarına izhar edilen kimlik ile insanın içindeki gerçek kimliği arasında uyumsuzluğun olmasını istememektedir. İnsanın her iki kimliğinin de aynı olmasını istemektedir. Eğer ikisi arasında bir aykırılık varsa, ortada bir kimlik bunalımı var demektir. Kişinin içinin başka, dışının başka olması, hem yüce yaratıcıya saygısızlıktır, hem de insanın kendisine karşı büyük bir saygısızlıktır.
Kuran-ı Kerim’de iki kimlik taşımanın çok çirkin bir davranış olduğunun ve Allah katında günah sayıldığının altı çizilmektedir (Saf, 2-3). Hz. Peygamber, insanların içinden çift kimlikli olanları (münafıklar) Müslümanlara en çok zararı dokunabilecek kişiler olarak takdim etmiştir.
* * *
Ünlü mutasavvıf, gönül ve mana eri Mevlana Celaleddin-i Rumi de bu konuda bir Müslüman’ın tavrının nasıl olması gerektiğini şu sözüyle dile getirmiştir: ‘Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!’
Yüce Allah’ın insanları farklı farklı yaratması, insanların tanışmaları, birbirlerinin örf ve ádetlerinden yararlanmaları, hatta rekabet edip insanlığın yararına yönelik değerler üretmeleri gayesine yöneliktir. Bu husus Kuran’ın Hucurat Suresi’nde açık bir şekilde vurgulanmaktadır. ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Biliniz ki, Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en çok olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.’
Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, kendisini belirli bir sınıfın ilahı olarak değil, álemlerin Rabbi olarak takdim etmektedir.
İslam tarihinde bu ilahi gerçeğin farkında olmayan insanların bazı yanlış uygulamaları İslam’ın esas görüşü olarak algılanmamalıdır.
SORALIM ÖĞRENELİM
17 Ağustos depreminde ölenlerin şehit olmadığını söylüyorlar. Bu doğru mu?
İmer CANTEKİN-İZMİT
Şehit, Allah yolunda savaşarak ölen kişiye denir. Bunlar hem dünya, hem de ahiret şehididir. Yanarak, boğularak, depremde enkaz altında kalarak ölenler hükmen, yani ahiret şehidi olarak sayılmışlardır.
Sevdiğim insanla evlenmek istiyorum. Her ikimizin de aileleri buna karşı çıkıyor. Ne yapmalıyım?
İsimsiz
Ergenlik çağına gelmiş olanların evlenmelerinde anne ve babalarından izin almaları gerekmez. Ancak hiçbir anne ve babanın, çocuğunun kötülüğünü istemediğini düşünerek, bu kararınızı gözden geçirmenizde fayda vardır.
Saç boyası gusül abdestine engel midir; ayak bileğine halhal ve parmağa yüzük takmak günah mıdır? Oruçlu iken parfüm sıkmak orucu bozar mı?
Dilber MANGIRCI
Saç boyası, sadece rengi değiştirip bir tabaka oluşturmadığından boy abdestine engel oluşturmaz. Ayak bileğine halhal takmak, ayağınızı yere vurup dikkati çekmemek kaydıyla sakıncalı değildir. Parmağa yüzük takmanın hiçbir mahzuru yoktur. Oruçlu iken parfüm sıkmak da orucu bozmaz.
Belsoğukluğu olan bir insan orucunu tutabilir mi?
İsimsiz
Belsoğukluğu olan orucunu tutacak, namazını da kılacaktır. Eğer akıntı bütün namaz vakitlerinde devam ediyorsa, özürlü sayılırsınız. Bu durumda her namazı yeni bir abdestle kılmalısınız.
Babam televizyon izlememizi istemiyor, ne yapabilirim?
Hatice OKUR-ÜMRANİYE
Televizyon izlemenin dini yönden bir sakıncası yoktur. Ancak programların iyi seçilmesi, güzel ve faydalı olanlarının izlenmesi daha doğru olur. Babanızı kırmadan, onun da hoşuna gidebilecek programları birlikte izleyerek orta bir yol bulabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 
25 Kasım 2005
AKTİF devlet görevimizden ayrıldıktan sonra vaktimiz bollaştı ve okumaya daha çok zaman ayırabilir hale geldik. Başkanlık görevimiz sırasında bize gelen yüzlerce kitabın ancak bir kısmını okuyabilmiş, diğerlerini ilk fırsatta okumak üzere kütüphanemizin raflarına koymuştuk. Şimdi bu kitapları okumaya gayret ediyorum. Aralarında çok güzel kitaplar da var; kitap yazmak için yazılmış olanları da... Bugünkü yazımızda bunlardan birkaç örnek vererek, hurafe ve bidat denen hastalıkların dinimizi ne hale getirdiğini okurlarımızla paylaşmak istedik.
Tabii, bu kitapların ve yazarlarının isimlerini verecek değiliz. Sözde din içerikli bu tür kitapların ortak paydasında hep şunu görüyoruz: Dinimizde asla yeri olmayan yorumlarla, akla ve bilime aykırı görüş ve efsanelerle, yüce dinimize yapılan Kuran ve sünnet dışı eklemelerle tanımlanması zor bir din ortaya çıkarılmış.
* * *
Bir kitapta şeyhin kerametinden söz ediliyor; onun duasının bereketiyle 80 yaşındaki bir kocadan hamile kalan 74 yaşındaki kadının ikiz çocuk dünyaya getirmesi gibi bir mucize(!) anlatılıyor. Bir başka yazar(!), Hz. İsa’nın ‘Allah’ın izniyle kalk’ deyip ölüleri diriltmesi gibi, bir velinin ‘Benim iznimle kalk’ deyip ölüleri nasıl dirilttiğine bizi inandırmaya çalışıyor. Bir başkası, dini zorlaştırıcı ne kadar unsur varsa, onları bulup yerleştirmenin peşinde. ‘İlim bir perdedir. Esas ilim gönül ilmidir’ diyerek ilmin karşısında tavır alanından tutunuz, ‘Dünya zindandır’ diyerek Müslümanları diri diri zindana gömenine, Allah’ın rahmet ve mağfiret kapılarına kara kilitler asanına kadar!
Bu kitaplarda, dinimizin temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarıyla bağdaştırılması asla mümkün olmayan, halkımızı yanlışlıklara sevk eden daha nice hurafeler var ki, bazıları bunu din adına samimi bir şekilde savunmakta ve hatta bu davranışı ‘hakiki dindarlık’, bunlara karşı çıkmayı ise ‘dinden uzaklaşma’, ‘itikatsızlık’ ve ‘inançsızlık’ olarak kabul etmektedir. Halbuki dinin kabul etmediği anlayış, inanış ve uygulamalarla dindarlık olamaz. Tam tersine hurafe ve batıl inanışlar, farkına varmadan kişileri, inandıkları dinin gerçeklerinden ve özünden uzaklaştırır. Gerçek dindarlık, ancak dinimizin ana kaynaklarında bulunan esasları kabul etmek ve yaşantımızı bu prensipler çerçevesinde düzenlemekle olur.
İslam terminolojisinde akla ve gerçeğe aykırı düşen aldatıcı söz, uydurulmuş hikáye, bunu aktarma ve benimseme tutumuna hurafe adı verilmiştir. Dine sonradan yapılan eklemlemeler de bidat olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir inancın veya tavrın hurafe veya bidat olduğunu Kuran ve sahih sünnetin verilerine bakarak anlıyoruz.
İslam, Yüce Allah tarafından seçilip gönderilen Hak dindir ve bu din, toplum içinde varolan bidat ve hurafeleri ortadan kaldırmak için gelmiştir. Fakat insan topluluklarının bulunduğu her yerde ve her zaman bazı sapmalar olabiliyor. İslam’da olmayan bidat ve hurafeler, pek çok sebepten dolayı Müslüman toplumlara değişik yollarla girmiştir. Bu yollardan birisi ve belki de en önemlisi, yabancı kültürlerle Müslüman toplumların yakın temasıdır. Bu tür temaslar, toplumlar arasında etkinleşmeyi de beraberinde getirmiştir.
Buna ek olarak, bazı bidatlerin ve eski dini kalıntıların bilinçli bir şekilde İslam anlayışını bozmak için Müslümanlar arasında yaşatılmaya çalışılması da önemli bir sebep olarak açıklanabilir. Ayrıca Kuran ve sünnet hakkında yeterli bilgiye sahip olunmaması, Hz. Peygamber adına uydurulmuş hadislere güvenilmesi, bazı felsefi görüşlerin mutlak doğru olarak kabul edilmesi, Kuran ve sünnetin özel görüşler doğrultusunda yorumlanması da önemli etkenlerdir.
* * *
İnsan, fıtraten bir şeye inanmak zorundadır ve telkine müsait bir varlıktır. İnsanın yaradılışında bulunan zaaflarını iyi değerlendiren bazı istismarcılar, din ve merhamet simsarları, kötü niyetli kişiler, insanlarımızın dini cehaletinden de istifade ederek onların saf duygu ve düşüncelerini istismar etmekte, çare diye dinin özüne tamamen zıt olan şeylere teşvik etmekte ve bu yolla menfaat sağlamaktadırlar.
Akıl, insanın en güçlü rehberidir. Dinimize sızmış olan hurafe ve bidatleri aklımızla, Kuran ve sahih sünneti esas alarak ayıklayabiliriz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Tilavet secdesi nasıl yapılır, ne okunur, bununla ilgili bir açıklama yapar mısınız?
Nusret DURU
Kuran-ı Kerim’in 14 suresinde secde ayeti vardır. Bu ayetler işaretlerle belirtilmiştir. Bunlardan birini okuyan ve işitene secde etmek vacip olur. Secde ayeti, namazın içinde okunursa namazda yapılması gerekir. Namaz dışında olunca; secde ayetine gelindiğinde abdestli olarak kıbleye dönülür, tilavet secdesi niyetiyle eller kaldırılmadan Allah-u Ekber diyerek secdeye varılır. Secdede üç kere ‘Subhane rabbiyel ala’ dendikten sonra Allah-u Ekber denilerek ayağa kalkılır.
Oğlumu Alman bir doktora sünnet ettirebilir miyim?
Caner MÜJDE/ALMANYA
Bu bir tıbbi operasyondur. Doktorun Müslüman olup olmaması önemli değildir. Çocuğunuzu sünnet ettirebilirsiniz.
Önceki eşim Ortodoks mezhebine mensup. Kendisi böbrek hastası ve diyalize giriyor. Ona zekát verebilir miyim?
Selim KURTULUŞ/PARİS
Hıristiyan olan eski eşinize yardım edebilirsiniz. Bu bir sadakadır. Yaptığınız yardımı yıl sonunda zekátınızdan düşebilirsiniz.
Zekátımı Pakistan’daki afetzedelere verebilir miyim?
Murat IŞIK/ADANA
Felaketzedelere dağıtmak üzere aracı olan kurum ve temsilciliklere verebilirsiniz.
İmamdan önce secdeye gidersek namazımız olur mu? Cuma namazında yer yokluğundan dolayı dışarıda imam hizasını geçerek namaz kıldık. Olur mu?
Salih ÖGE/SAMSUN
İmama uymuş olan kimse rükûda veya secdede imamdan önce davranırsa namazı bozulmuş olur. Hanefi fıkhında imama uyan kimsenin imamın gerisinde durması gerekir. İmamın önünde duranın namazı fasit olur.
Taksitle bir araba aldık. Adak kurbanı kesmemiz mi, taksit ödememiz mi daha uygun?
Hale ASLAN
Hz. Peygamber adakta bulunmayı yasaklamıştır. Buna rağmen şayet bir insan adakta bulunursa onu yerine getirmelidir. Mal, mülk sahibi olan kimsenin adak kurbanı kesmesi gerekmez. Borcunuzu bir an önce ödemenin gayreti içinde olmanız daha uygundur.
Yazının Devamını Oku 
18 Kasım 2005
‘KÖPEK giren eve melek girmez’ şeklinde ifade edilen bir görüş üzerine pek çok hayvanseverden tepkili mesajlar aldım. Tepkilerin odağındaki kişi, bu görüşünü kamuoyunun gündemine getiren bir İlahiyat profesörümüzdü. Gelen mesajların son bölümü genellikle şu cümlelerle bitiyordu: ‘Yani, şimdi bizim eve melek girmiyor mu? Bu durumda sağ ve sol omuzumuzda günahlarımızı ve sevaplarımızı yazan melekler tatile mi çıkıyor? Azrail de bir melek olduğuna göre, köpek besleyen insanlar evlerinden çıkmadıkları sürece ölümden de mi kurtulmuş oluyorlar?’
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, Cenab-ı Hak kainatta canlı-cansız pek çok varlık yaratmıştır. Bunların her biri ‘alem’ tabir edilmektedir. Canlı varlıklar arasında insanlara en yakın olanlar hayvanlardır. Bunlardan ehlileştirilenler ve evcil olanlar, insanlara günlük hayatta pek çok hizmette yardımcı olmaktadırlar.
İnsanlara hayatlarıyla ilgili her konuda rehber olan İslam dini, hayvanlarla ilgili olarak da temel esaslar ve hükümler va’zetmiştir. Kuran-ı Kerim’de, Cenab-ı Hakk’ın varlığı, birliği ve kudreti anlatılırken, çeşitli vesilelerle insanların yakın çevresinde bulunan hayvanlardan ve bunların yaratılışlarından da bahsedilmekte ve bunlardan ibretler alınması istenmektedir. Bununla ilgili bir ayetin meali şöyledir:
‘Yerde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi sizin gibi bir ümmettir (yani topluluk). Biz bu kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra ancak onlar toplanıp Rablerine gelirler.’ (En’am, 38)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hayvanların insanlar üzerinde hakları olduğunu belirterek onlara iyi muamele yapılmasını öğütlemiştir. Hayvanların haklarına riayet olunmadığı takdirde, onların kıyamet gününde kendilerine zulmedenlerden davacı olacakları bildirilmiştir. Yüce dinimiz, hayvan sevgisini bir insanın ulaşabileceği en büyük mutluluk olan cennete girmenin bir vasıtası olarak görmektedir. Peygamberimiz, evinde kedisini hapseden ve açlıktan ölmesine sebep olan kişiyi cehennemlik, çölde susuzluktan kıvranan bir köpeği pabucuyla sulayan kimseyi de cennetlik olarak takdim etmiştir. (Buhari, Enbiya, 54, Müslim, Selam, 41)
Yazımızın başına dönecek olursak; ‘köpek giren eve meleklerin girmeyeceği’ şeklindeki görüşün, Kuran ve sahih Sünnet verileri ışığında doğru bir görüş olmadığını ifade etmek durumundayız. Evde köpek beslemenin sağlık yönünden birtakım mahzurları sıralanabilir. Ancak bunun dini referanslarla bu şekilde açıklanması, kanaatimizce zorlama bir görüştür. Rivayet olunan hadislerce, evi, tarlayı, bahçeyi beklemek, avcılık yapmak gayesiyle köpek beslemek caiz görülmüştür. Kuduz ve benzeri hastalıkları taşımasından ve ev halkına bulaştırmasından endişe edildiği için ev içinde beslenmesi o günkü şartlarda uygun görülmemiştir. Bu da hayvanları küçümsemek, onları horlamak, hayatımızın dışına atmak anlamına gelmez. Hz. Peygamber köpeklere karşı da şefkatli davranmayı emretmiş ve onları da bir ümmet saymıştır. (Tirmizi ve Ebu Davud)
Köpekle meleği karşı karşıya getirmek yanlıştır. Kuran-ı Kerim’de Ashab-ı Kehf’den (Yedi Uyurlar) söz edilirken ‘Onlar yedi kişidir, sekizincisi ise köpekleridir’ denilerek Kelp’in de (köpek) onlarla birlikte anıldığı görülmektedir.
Bu köpek meselesi, aklıma ‘Tahir Efendi’ ile ilgili bir fıkrayı getirdi. Tahir Efendi, ünlü bir şairimize ‘Kelp’ (köpek) demiş. Şair de şu dizelerle cevap vermiş:
‘Bana kelp demiş Tahir Efendi,
İltifatı bu yönde zahirdir (açıktır).
Çünkü Malikidir mezhebim,
İkitadımca kelp Tahir’dir.’
Bu mısralarda hem Tahir Efendi iğneleniyor, hem de Maliki mezhebinin köpekle ilgili görüşüne işaret ediliyor. Çünkü Tahir, Arapça temiz anlamına gelir ki, Maliki mezhebinde köpek temiz sayılmıştır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Soru: Kurban keserken kanından alnımıza sürmenin dinde yeri var mı?
Ali Tomarzalı/İstanbul
Cevap: Kurban kanı kutsal değildir. Dolayısıyla alına sürülmesinin de hiçbir anlamı yoktur. Kutsal olan, kurban keserken taşıdığınız niyettir. Etinin dağıtılması kaynaşmaya vesile olduğu için mübarektir, bir nimetir. Bu tür hurafelerden uzak kalınız.
Soru: Hacamet sünnet midir?
Necmi Tosun/Ankara
Cevap: Hacamet, tedavi amacıyla deri altındaki bir bölgede katılaşmış, yürümeyen kanı çeşitli usullerle aldırmak demektir. Hz.Peygamber, birçok hadis-i şeriflerinde kan aldırmayı tavsiye etmiştir. Sahih-i Müslim’de geçtiğine göre, Hz. Peygamber ‘Kendisi ile en iyi tedavi gördüğünüz şey hacamettir. Hacamet sizin en iyi ilaçlarınızdır’ buyurmuştur. Hz. Peygamberimiz bizzat kendisi kan aldırmıştır. Hatta ihramlı iken başının ortasından kan aldırdığı, yukarıda adı geçen kaynakta rivayet edilmiştir. Peygamberimizin uygulaması olduğuna göre bu bir sünnettir. İhtiyaç duyulan hallerde yapılır.
Soru: Yaklaşık iki ay kadar önceki bir yazınızda en büyük ibadetin namaz olduğunu yazdınız. Doğrusu zikirdir.
Erol Aykan/Eskişehir
Cevap: Namaz, imandan sonra yerine getirmekle yükümlü olduğumuz bir ibadettir. Namazın içerisinde zikir vardır. Hatta en büyük zikir namazdır. Şüphesiz, Allah’ın adını anmak, Kuran okumak da bir zikirdir. Ancak bunlar namazın yerini tutmaz. Namazın yerine başka bir şeyi ikame etmek mümkün değildir. Ölünceye kadar namaz kılmakla emrolunmuş bulunmaktayız.
Soru: ‘Ey bağışlayanların en merhametlisi’ ifadesi sanki başka bağışlayanlar varmış gibi bir anlam kazanıyor. Tek bağışlayan Allah değil mi?
Mehmet Ali Çandar/Ankara
Cevap: Şüphesiz, insanlarda da merhamet duygusu vardır, onlar da bağışlayabilir. Ama en çok bağışlayan, rahmeti bol olan yüce Allah’tır.
Soru: İmam nikáhı kıymayanın resmi nikáhı geçerli olmaz diyorlar, doğru mu?
İsimsiz/İstanbul
Cevap: Nikáh, şahitler huzurunda kıyılan ve tescil edilen bir sözleşmedir. Dolayısıyla belediyelerde kıyılan resmi nikáh dini açıdan da en muteber nikáhtır. Çünkü eşlerin irade beyanı var, şahitler var ve resmi kayıtlara geçiriliyor. Hayırlı ve uğurlu olması açısından bir din görevlisinin dua etmesi bir gelenektir.
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2005
İSLAM’ın hayat telakkisi insan merkezlidir. Allah, insanın dışındaki bütün dünyevi varlıkları insan için yaratmış, insandan da kendisine kulluk etmesini istemiştir. İnsanoğluna uyması için birtakım dünyevi hükümlerin öngörülmüş olması da hep onun insanca yaşaması içindir.
Öngörülen bu kuralların insanlar tarafından ihlal edilmesi, tabii mecrası içinde akıp giden sosyal hayata menfi bir müdahale, başka bir ifadeyle fıtrattan uzaklaşarak yabancılaşma telakki edildiği için, bu ihlallerin cezalandırılması ile de bozulan dengenin yeniden tabiiliğine kavuşturulması amaçlanmıştır.
Hayatın tabiiliğini muhafaza etmek zorunlu mudur? Başka bir ifadeyle insan hareketlerine sınırlamalar getirmek, onları zapturapt altına almak da hayata bir müdahale değil midir? Kanaatimizce hayatın tabiiliğini muhafaza etmek için bu müdahale zorunlu olduğu gibi, insan hayatına menfi bir müdahale de değildir. Zira kendi çıkarları için sınır tanımayan insanların, tatmin olmak için başvurmayacakları yol yoktur.
* * *
Her şeyin insan için, insanın mutluluğu için olduğu sürekli olarak tekrarlanmakla beraber, ne yazık ki en çok ihmale uğrayan varlık da tarih boyunca her zaman insan olmuştur. Bütün dünyevi ihtiyaçları karşılanan insanlar da bu ihmalin dışında değildir.
Eğer karınlarını doyurduğumuz insanların gözlerini ve gönüllerini doyuramıyorsak, onlara sabrı, kanaati, fedakárlığı, diğerkámlığı, sevgi-saygı ve hoşgörüyü öğretemiyorsak bunların kırlarda karınlarını alabildiğine doyuran diğer canlılardan ne farkı kalır. Üstelik manen aç, ahlaken geri olan insanların, akıllarının yardımıyla bazen en vahşi hayvanlardan daha yırtıcı, daha tehlikeli ve zararlı olabildikleri de müşahede edilmektedir.
Ahlaki ve hukuki normlar, kayıtlar koymaksızın, insanları, zayıfların ezildiği, güçlünün egemen olduğu bir ortama terk etmek; onları, birbirlerine ellerinden gelen hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmeyecekleri bir ortama itmek demektir. Çünkü bu dünyada iyiliklerin de, kötülüklerin de kaynağında insan vardır.
Dünyamız, insan merkezli problemlerle karşı karşıyadır. Hayatı yaşanmaz hale getirenler insanlardır ve birbirlerine reva gördükleri gayri insani muamelelerdir. Öyleyse toplu halde yaşayan insanların belli kurallara uyarak yaşamaları kendileri için zorunludur. Hareketleri başkalarına zarar verme sınırına ulaştığında onları frenleyecek bir kudret ve iktidarın bulunması gerekir. Bu, en bariz olarak idare edenler ile vatandaşlar arasındaki hak, yetki ve sorumlulukların sınırlandırılmasında kendini gösterir.
İslam açısından hakkın süjesi esas alınarak hakları ‘kul hakkı’ ve ‘Allah hakkı’ olmak üzere ikili bir tasnife tabi tutmak mümkündür. Kul hakkı kavramı ile insan hakkı kavramları arasında yakın ilgi bulunmaktadır. Kul hakkı derken, hukuki konusunu kula ait bir hak, yetki ve menfaatin oluşturduğu durumlar kastedilmektedir.
İnsan hakkı bahsinde, insan olma ortak paydasında birleşen ya da insan olma özelliğinden kaynaklanan ve Yüce Allah’ın bütün insanlara tahsis ettiği ilkeleri teker teker sıralamanın bir anlamı yoktur. Bunları anlamlı kılan sürekli tekrarlanması değil, özümsenerek yaşanması ve uygulamaya konulmasıdır. Tekrarlanması gereken bir mesaj varsa, en güzeli Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’dir.
* * *
Bu hutbe, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne asırlar öncesinden ışık tutmuş, insanlığa yol göstermiştir. Zihinlere kazınması gereken bu belgede İslam’ın muazzez peygamberi Hz. Muhammed, insanlara şöyle sesleniyor:
‘İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Dikkat ediniz. Cahiliyeden kalma bütün ádetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.’
İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet ettikleri, sevgi dolu bir dünya temennisiyle bugünkü yazımı noktalıyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Varis çorabı üzerine mesh yapılabilir mi?
Ayten BOZOK/MERSİN
Varis hastalığından dolayı ayağa giyilmesi gereken varis çorapları, kırık, çıkık üzerindeki sargı hükmündedir. Bu itibarla, varis çorapları üzerine meshedilmesinde bir sakınca yoktur.
Güneş enerjisiyle ısıtılan suyla abdest ve gusül yapılır mı?
Ali IŞIK/İZMİR
Güneş enerjisiyle ısıtılan suyla, temiz olmak kaydıyla abdest almak ve gusül etmekte dinen bir sakınca yoktur.
Namaz kılarken önümüzden birisinin geçmesi namazı bozar mı?
Ali KÖK/ŞUHUT
Namaz kılanın önünden herhangi bir canlının (erkek, kadın, kedi, köpek vs.) geçmesiyle bu kişinin namazı bozulmaz.
Ecel nedir? Ömür kısalır ya da uzar mı?
Ahmet TANIR/KONYA
Ecel, kelime olarak bir şeyin müddeti veya bir şeyin müddetinin sonu anlamındadır. Daha sona bu kelime insan ömrünün sonu anlamında kullanılmış ve bu manada meşhur olmuştur. Ecel, hayatın son bulması ve ölümün gerçekleştiği zamandır. Bu anlamıyla her canlı için tek bir ecel vardır. Bu ecel Allah’ın kaza ve takdiriyle olup asla değişmez. Belirlenen ecel, vaktinden ne önce gelebilir, ne de o vakitten sonraya kalabilir. Bu hususla ilgili Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
‘Her milletin bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler’ (Yunus, 10/49). ‘Allah eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır’ (Münafikun 63/11).
Yazının Devamını Oku 
4 Kasım 2005
FARKLI yönetim biçimleri ile din arasındaki ilişki, tarih boyunca her zaman önemini korumuştur. Genel olarak din-siyaset, özel olarak da din-cumhuriyet ilişkisini konu edinirken, doğal olarak işe din ve devlet kavramlarından başlamak gerekir. Öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken soru, dinin bireysel-toplumsal fonksiyonlarının neler olduğu ve devlet mekanizmasının niteliğidir.
Din; akıl sahiplerini, kendi tercihleriyle mutlak hayra ve nimete sevk eden, Allah tarafından konulan ilahi prensipler bütünüdür. Buna göre din akıl sahibi gerçek kişileri muhatap almakta ve onların bilerek, isteyerek özgür iradeleriyle yaptıkları eylemlerine değer vermektedir. Baskı ve cebir yoluyla yapılan bir eylemin dini açıdan bir değeri yoktur.
Devlet ise, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme olarak tarif edilmektedir. Bu tarif, devletin metafizik veya siyasi anlamda bir kutsallığının olmadığına işaret etmektedir. Devlet, bireylerin doğal insani ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Yaşama, güvenlik, adalet, özgürlük, bu ilgi ve ihtiyaçların en temel ve doğal olanlarıdır.
Kuran-ı Kerim ve Sünnet’te konular insan merkezli olarak işlenmekte, genel olarak bireyler muhatap alınmakta, sağlıklı bir toplumsal düzeni kurmanın kişilerin şahsi nitelikleriyle doğrudan ilişkili olduğu vurgulanmaktadır. Yüce Allah ‘Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez’ (Ra’d, 11) buyurmaktadır.
Kuran’da ve Sünnet’te devlet örgütlenmesi ve devletin yönetim şekli ile ilgili özel ve ayrıntılı hükümlere yer verilmemiştir. Kuran ve Sünnet’in en belirgin vasıflarından birisi, fert ve toplum bazında, insan hayatının bütün alanlarını norm, ilke, prensip ve değer yargılarıyla kuşatmasıdır. Kur’an ve Sünnet, devletin yöneticileri ile yönetilenleri de kapsayacak tarzda insan ilişkilerinin genel çerçevesine temas etmekte, ancak idare şeklini belirlemeyi insanın kendisine bırakmaktadır. Bunun hikmeti, Müslümanlara siyasi düzenlemelerde, zaman ve mekanın şartlarına göre hareket etme genişliği tanımasıdır. Zira, siyasi yapı dinamiktir, değişkendir. Zamana, mekana ve milletlere göre farklılık gösterir. Onu belirli bir şekille sınırlamak ise mümkün değildir.
Kuran’ın ihtiva ettiği hayatın tümü ile ilgili prensiplerden, siyasi alanla ilgili olarak bazı esasları çıkarmak mümkündür. İstişare etmek, haksızlık yapmamak, emaneti ehline vermek, her halükarda adaleti gerçekleştirmek, ahlakı ve kamu düzenini muhafaza etmek, bu ilkelerden sadece birkaçıdır.
Müslümanların tarihinde görülen hilafet, saltanat ve cumhuriyet gibi farklı idare biçimlerini, İslam toplumunun kolektif aklının bir sonucu olarak görmek ve devirler boyu ortaya konan yönetim usullerinin başarılarını da iktidarı elinde tutan kişilerin yetkinliği ve yönetilen insan unsurunun gelişmişliğinde aramak gerekir.
İslamiyet’te, Hıristiyanlığın aksine, din hizmeti veren kişiler gibi, devlet işlerini yürütenlerin de kutsallıkları yoktur. İslam’a göre insanlar arasındaki üstünlük, ancak ilim ve takvada, yani Allah’a karşı sorumluluk bilincindedir.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed, bir taraftan Yüce Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ vazifesini ifa ederken, diğer taraftan devlet başkanı sıfatıyla o günkü değişik dini gruplardan oluşan toplumu idare etmiştir. Bu siyasi teşekkül kuşkusuz Kuran’ın genel ilkeleri doğrultusunda şekillenmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, tabiatıyla peygamberlik görevi de son bulmuştur. Ümmetin manevi rehberliği, bütün olarak ümmet tarafından üstlenilmiştir. Bundan sonra Hz. Ebu Bekir ile hilafet devri başlamış ve dört halife devrinde Kitap ve Sünnet çizgisinde bu yönetim anlayışı sürdürülmüştür. Hz. Peygamber, kendinden sonra ümmetinin nasıl devam edeceği ve yerine kimin seçileceğine dair herhangi bir şey söylememiştir. Bu konuda kendisine ısrarlı sorular yöneltildiği halde, bu konuyu ümmetin iradesine bırakmayı uygun görmüştür. Eğer halifeler ve yöneticiler, O’nun peygamberliğinin de vekilleri olmuş olsalardı, bu önemli konuyu Hz. Peygamber’in açıklaması ve sağlam bir esasa bağlaması gerekirdi ki, o takdirde İslam’da bir teokrasiden bahsetmek mümkün olabilirdi. Ancak böyle olmamıştır.
Hz. Peygamber’in hem dini lider hem de devlet başkanı olmasına bakarak İslam’ın teokratik bir siyasi düzeni öngördüğünü söylemek mümkün değildir. Hz. Peygamber Medine’de peygamberlik misyonunun yanı sıra, Devlet Başkanlığı görevini de üstlenmiş, ancak siyasi icraatlarında sürekli olarak halkla istişare yoluna gitmiştir. Onun, önemli önemsiz, dünyevi işlerde ve alacağı siyasi kararlarda arkadaşlarına danıştığı, zaman zaman verdiği karardan vazgeçtiği, ikna olmasa da çoğunluğun kararına uyduğuna dair örnekler pek çoktur.
İslam dininin ana kaynaklarında, bir yönetim modeli olarak belirli bir şekil öngörülmediği, Kuran’da yer alan ayetlerde, mutlak hakimiyetin Yüce Allah’a, yeryüzündeki siyasi egemenliğin de halka ait olduğu sonucu anlaşıldığına göre, yönetimde halkın iradesini esas alan cumhuriyet sisteminin İslam’a karşıt olduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine, İslam’ın öngördüğü temel maslahatları gerçekleştirmesi açısından, cumhuriyet ve demokrasinin, geçmişte İslam tarihindeki tatbik sahasına konan siyasal rejim ve sistemlerden İslam’ın ruhuna daha uygun düştüğü dahi söylenebilir.
Tekrar vurgulamak gerekirse; her sistemde olduğu gibi, cumhuriyet rejiminde de bireylerin yetişkinliği temel faktördür. Adı cumhuriyet olmakla birlikte halk iradesini hiçe sayan yönetim anlayışını İslam’la telif etmek mümkün değildir.
29 Ekim’de Cumhuriyet’in 82. yılını idrak ettik. Kutlu olsun ve sonsuza kadar yaşasın.
SORALIM ÖĞRENELİM
Sünneti müekkede ve sünneti gayri müekkede ne demektir?
Muttalip Güçlü
Kastamonu
Hz. Peygamber’in devam edip pek az terk ettiği sünnete sünneti müekkede denir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Sünneti gayri müekkede ise Peygamberimiz’in ibadet maksadıyla ara sıra yapmış oldukları şeylerdir. Yatsı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri gibi.
Amel defteri ne demektir?
Gökhan Bulut/İzmir
Her insanın dünyada işledikleri iyi ve kötü işlerin yazıldığı defterdir. Bu defter melekler tarafından yazılır ve ahirette sahibine verilir. Ahirette amel sahiplerine ‘Al kitabını oku’ denilecek, hiçbir şey gizli kalmayacaktır.
Kaza namazı kılmanın belli vakti var mıdır?
Emire Bulut/İstanbul
Kaza namazlarının belirlenmiş vakitleri yoktur. Üç kerahet vaktinden başka istenilen her vakitte kaza namazı kılınabilir. Mesela: Kazaya kalmış bir öğle namazı akşamdan sonra, bir akşam namazı da öğleden evvel veya sonra kılınabilir.
Namaz esnasında yemek kırıntısı yutmak namazı bozar mı?
Adil Yakut/Kayseri
Dişlerin arasında kalmış olan bir şey bir nohut büyüklüğünde ise namaz bozulur. Bundan küçük ise bozulmaz.
Yazının Devamını Oku 
28 Ekim 2005
İLİM, yani çeşitli alanlarda bilgi edinebilmek, onu değerlendirip kullanabilmek kabiliyeti sadece insanda vardır. İlim, insanoğlunun en bariz niteliklerinden birisidir. Din de, insanlarda fıtri bir duygu, kabiliyet ve karakterdir. Dolayısıyla hem ilim, hem de din, insanın fıtratında, yani yaradılışında mevcut olan niteliklerdir. Yaratan’ın insanoğluna bahşettiği nimetlerdendir. Her ikisinin kaynağı aynıdır. O da Cenab-ı Hakk’tır. O, ‘Alim’dir, her şeyi bilendir.
Bu itibarla, ilim ve din arasında ortak noktalar bulunmaktadır. Hatta, yüce dinimize göre din, ilmin kaynaklarından birisidir. Vahiy, ilmi destekleyen, teşvik eden, ona yol gösteren mesajlarla yüklüdür.
* * *
Yine İslam’a göre, bilginin bir diğer kaynağı akıldır. Din aynı zamanda, kendisine aklı muhatap almaktadır. Dini sorumluluk, akıl iledir. Aklı olmayanın dini olmaz. Aklı olmayan kimsede, bilgi de söz konusu değildir. Zira insan, aklı ile insandır.
Bu nedenle, aklıselimin hakemliğinde, ilmin, din ile çatışması, bunların birbirine ters düşmesi düşünülemez. Ancak insanlık tarihinin bazı dönemlerinde, ilim-din çatışmasının varlığı bir vakıadır.
Bunun iki sebebi olabilir. Ya dindarlar dini, alimler ilmi doğru kavramamıştır, ya da dinin ve ilmin gerçekliğinde nakısalar vardır. Başka bir ifadeyle din, yahut ilim, orijinalitesini kaybederek yerine hurafeler hákim olmuştur. Bu tür dönemlerde insan, olması gerekenden farklı tanımlanmış veya değerlendirilmiştir.
Bir örnek vermek gerekirse, Hind dinlerinde durum böyledir. Bu dinlerde, akıl adeta dışlanmıştır, hatta aşağılanmıştır. ‘Akıl, hakirdir’, ‘Aklın ayağı kırıktır.’ Hind’de akıl yerine, maneviyata ve ruha yönelen özel bir bilgi yöntemi yerleştirilmiştir. Hinduizm’de bu özel bilgi yöntemine ‘Veda’ adı verilmektedir.
Buna kutsal akıl, gerçek aydınlık, ilme karşı irfan ve hikmet, yahut tek kelime ile ‘işrak’ da denilmektedir. İşrak, insana gerçek hakikati gösteren ve anlamayı sağlayan, akla rağmen, aklın ötesinde bir faktördür. İşrak, tasavvufta ‘gönül’ olarak adlandırılmıştır. Gönül, aklın anlamaktan aciz olduğu büyük hakikatleri kolaylıkla anlar.
Binaenaleyh beyin, ‘gönül’e karşı, akıl da ‘işrak’a karşı yer almaktadır. Hind çıkışlı dinler, akla karşı oldukları gibi, günümüz medeniyetinin dayanağı olan rasyonalizme de karşıdır. Maddi refahın ve tüketimin zıddıdır bu dinler. Yeniçağ’da Descartes ve Kant’a karşı Pascal ve Bergson’un ileri sürdüğü de budur.
Ortaçağ’da, Avrupa’da görülen ilim-din sürtüşmesi, haddizatında, ruhbanlık taassubunun, kuru akılcılıkla çatışmasından ibarettir. Günümüz insanlığı, hálá kökü eski Yunan’a dayanan kuru akılcılıkla, Hind ruhaniliği arasında bocalamaktadır.
Bir tarafta akıl, ilim ve teknolojinin sağladığı maddi refaha rağmen tatmin olmayan bir kitle, diğer tarafta kurtuluşu, dünyadan yüz çevirerek ‘riyazet’te arayan başka bir kitle. Biri ‘ifrat’ta, diğeri ‘tefrit’te iki kitle. İslam ve Müslümanlar da böyle iki aşırı anlayış ve kitle arasında.
* * *
Günümüz Müslümanları bu konuda çok dikkatli olmak mecburiyetindedir. Ortaçağ Avrupa’sındaki din-ilim sürtüşmesini 19. yüzyıldan beri İslam’ı anlamadan ve şuursuzca ülkemize transfer etmeye çalışan bazı çevrelerin kasıtlı-kasıtsız çabalarına rağmen, İslam’ın ilimle kardeş olduğu gerçeğine gölge düşürülmemiştir.
Kuran-ı Kerim’de ‘fuad’ ve ‘lubb’ olarak da geçen ‘kalb’ (gönül) ve ‘akıl’ kavramları arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Hatta Kuran bunları ‘müteradifu’l-mana’ (eşanlamlı) kabul etmiş veya her ikisini kucaklamış ve ‘ilmi’ kılavuz olarak benimsemiştir. Yani ifrat ve tefrite düşmeden, insan fıtratına uygun ‘mutedil’ anlayışı getirmiştir.
‘İlim sahibi olmadığın şeyin peşine düşme’ (El-İsra, 36) ayeti, Müslüman’ın hayatında ilmin önemli yerini açıkça göstermektedir.
Yazının Devamını Oku 