Mehmet Nuri Yılmaz

Mutluluğun reçetesi: Ahlak

21 Ekim 2005
İNSAN, yaratılışından itibaren kendi inancı, bilgisi, tecrübesi ve birikimi doğrultusunda iyiye, güzele ve faydalı olana yönelmiştir. Bunun tabii sonucu olarak kişiye, topluma, inanca ya da felsefi düşüncelere göre farklı görüşler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Özellikle felsefede, ahlaki meselelere önemli ölçüde yer verilmiş, ‘Ahlak Felsefesi’ diyebileceğimiz düşünce sistemleri oluşturulmuştur. ‘İyi’ ve ‘kötü’nün tanımında farklılıklar ortaya çıkmıştır. İlahi mesajı iyi anlayamamış ya da ona inanmamış bazı düşünürler, genel anlamda insanın ahlaki bir varlık olduğunu, felsefenin en yüksek gayesinin ise ahlak olduğunu kabul etmişler; ancak ahlaki sistemlerini ve teorilerini kendi bilgi ve inanç birikimleri doğrultusunda şekillendirmişler ve kendi ahlak felsefelerini, teorilerini kendi bilgi ve inanç birikimleri doğrultusunda şekillendirmişler ve bunu birer mutluluk reçetesi olarak topluma takdim etmişlerdir.

Böylece çoğu insanın fıtratına, inancına ve genel geçer kabul edilen değerlere ters düşen ve daha çok maddi alana önem veren ahlak teorileri ileri sürülmüştür.

* * *

Faydayı ve mutluluğu temel kabul eden ahlaki görüşlerde, iyi ve kötünün tanımında ‘kişiye fayda temin etmesi ya da insana mutluluk veren şey olması’ esas kabul edilmiştir. 18. yüzyılın ahlaki düşüncesini yansıtan duygucu ahlak teorisinde haz veren şey iyi, elem veren ise kötüdür. Bir cümleyle ateistlerin ahlak anlayışlarından bahsetmek gerekirse, onlar da ahlakın dinden ayrı ve bağımsız olduğunu ve Tanrı inancıyla ahlak arasında zorunlu bir ilişki olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Son yüzyıla damgasını vuran temel unsurun pragmatizm, yani faydacılık olduğunu söylemek mübalağa olmaz. Ahlakta da belirleyici unsur olan bu anlayış, fertler arası ilişkiden, toplumlar ve devletler arasındaki ilişkilere kadar hákim olmuş, insanlık bundan oldukça olumsuz etkilenmiştir.

Bugün gelinen noktada din, yükselen değerler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Dolayısıyla bu durum, ahlakta da ilahi kaynaklı o an dönüşü beraberinde getirmiştir. Neyin iyi neyin kötü, neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ilahi kaynakla, yani Kuran-ı Kerim’le ve Hz. Peygamberin sahih sünnetiyle açıkladığı İslam ve onun güzel ahlak umdeleri insanın dünya ve ahiret mutluluğunun tek gerçek reçetesi olarak ortada durmaktadır.

Çünkü insanı yoktan yaratan Yüce Allah, onun ruhi ve fiziki ihtiyaçlarını, zaaflarını en iyi bilendir. O, insanı yine insanlar arasından seçtiği peygamberleri ve onlara gönderdiği kutsal kitaplarıyla yönlendirmiştir. Seçtiği peygamberler, her şeyden önce her biri birer güzel ahlak örnekleridir. Yüce Allah, bir anlamda böylelikle, peygamber olarak seçtiklerinden hoşnut olduğunu, diğer insanların da bu peygamberlere benzer davranışlar sergilemeleri halinde, onlardan da hoşnut olacağı mesajını vermiştir.

Günümüzde diğer insanlara kıyasla daha az oranda olmasına rağmen, Müslümanlar arasında da bir ahlak erozyonu yaşanmaktadır. Bunun çeşitli sebepleri elbette vardır. Bu durum ilk bakışta küreselleşmenin getirdiği doğal sonuçlardan biriymiş gibi algılanabilir. Nasıl ki çevre kirliliği sınır tanımıyor ve başka coğrafyaları da etkisi altına alıyorsa, ahlaksızlık da sınır tanımamakta ve günden güne hızla gelişen iletişim araçlarıyla bir anda bütün dünyaya yayılmakta, çoğu zaman da toplumda telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır.

O halde, bugün her zamankinden daha çok Yüce İslam dininin ve onun güzel ahlak kurallarının bilinmesine ihtiyaç vardır. Öncelikle ve özellikle bu hususa eğitim kurumlarında, kitle iletişim araçlarında yer verilmeli, aksine uygulamalardan şiddetle sakınılmalıdır. Zira, ahlak erozyonu bütün değerler sistemini ters yüz etmekte, ferdi çıkmaza, aileleri şiddetli geçimsizliğe ve dağılmaya, toplumu topyekûn huzursuzluğa ve karmaşaya sürüklemekte, milli birlik ve bütünlüğümüzü tehdit edebilmektedir.

* * *

Güzel ahlak, Müslüman’ın inancının dışarıdan görünen yüzüdür. Bir Müslüman, güzel ahlak kurallarına riayet ederek hayatını devam ettirdiğinde kendisiyle, ailesiyle, iş arkadaşlarıyla ve içerisinde yaşadığı toplumla barışık bir hayat sürdürmektedir. Sadece görünen yönü değil, kendi iç dünyası da muazzam bir tatmin duygusu yaşamaktadır. İyi ve kötünün Kuran’la ve sevgili Peygamberimizin sahih sünnetiyle belirlenmesi, bu konudaki karmaşayı noktalamakta, insanın fıtratına en uygun değerler ortaya çıkmaktadır.

Burada aynı zamanda bir denge, yani orta yol söz konusudur. İslam ahlakında insana zarar verdiği açık olan aşırılıklara asla yer yoktur. Sözgelimi cimrilik etmek de, savurganlık da kötüdür ve iyi olan cömertliktir. Bu ise hem iki kötünün denge noktası, hem de orta yoludur. İslam ahlakçıları görüşlerinde bu benzeri konulara oldukça önemli yer vermişler, adeta güzel ahlak formüle eden eserler ortaya koymuşlardır.

Bugün dünyamız postmodern çağı yaşamaktadır. Yaşanan acı tecrübeler göstermiştir ki, ilimde, teknolojide ne kadar mesafe alınırsa alınsın, insanın manevi yönü ihmal ya da inkár edilerek gerçek mutluluğa ulaşmak mümkün değildir. Madde yalnız başına insanı mutlu edememekte, ilahi mesajdan beslenmeyen ahlak teorileri ve düşünce sistemleri insanın ihtiyaçlarına cevap verememektedir.

Bunun en belirgin örneği, pozitivizmin çöküşünde yaşanmıştır. Elbette insan, yeni buluşlarla her gün eşyanın sırlarını çözmeye azami gayret sarf edecek; ama ona insan olduğunu hiçbir zaman unutturmayacak, güzel ahlakı da asla ihmal etmeyecektir.
Yazının Devamını Oku

Dinin magazinleştirilmesi

14 Ekim 2005
DİN, Allah tarafından insanlara ulaştırılan ilahi bir kanundur; amacı ise insanlara iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini bildirmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmaktır. Din, insanların yaratılıştan getirdiği fıtri bir gerçektir. Hiçbir toplum dinsiz yaşamamış ve yaşaması da düşünülemez. Hal böyle olunca, sağlıklı bir dini bilgiye ve dini asli kaynaklarından doğru olarak öğrenmeye olan ihtiyaç her geçen gün artmakta ve insanımız; doğru, anlaşılır, güvenilir dini bilgiye kavuşma hasretini daha fazla hissetmektedir.

Bu nedenledir ki, son zamanlarda kamuoyunda ve medyada din en çok konuşulan ve tartışılan konular arasında yer almıştır. Son yıllarda kamuoyunda dini kavramlarla ilgili olarak gözlemlenen kargaşanın, dinin doğru bir şekilde anlaşılmasının önünde ciddi anlamda bir handikap teşkil ettiği ve bu kargaşadan yararlanılarak dinin istismar ve magazin unsuru haline getirilmek istendiği görülmektedir. Şikáyetler de daha çok bu noktada düğümlenmektedir.

* * *

Dini düşünce ve görüşlerin, ideolojik veya çeşitli nedenlerle dinin ana kaynaklarındaki bilgileri nazar-ı dikkate almadan veya onlara kayıtlı kalma gereği duyulmadan açıklanması, herkese göre değişen göreceli bir din anlayışının ortaya çıkmasına, bu durum ise dini bilgisi yeterli olmayan insanımızın zihinlerinde ‘Hangi İslam doğrudur?’ şeklinde birtakım istifhamların doğmasına neden olmaktadır.

Bu bilgi eksikliği, beraberinde birtakım medya kuruluşlarının da katkısıyla zaman zaman magazinleştirilmekte ve adeta bir şov konusu haline getirilmektedir ki, bundan üzüntü duymamak mümkün değildir.

Magazin, ‘içi boşaltılan kavramlar’ şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Medyamız, fazla sayıda izleyici kitlesine ulaşabilmek için kendisini ‘reyting’ canavarının kollarına bırakmış, konusu ne olursa olsun, her türlü yayını öncelikle cazibeyi artırma aracı olarak kullanmaktan medet umar hale gelmiştir. Medya, basit bir haberi bile, birbirinden çarpıcı görüntüler desteğiyle sunarak bu canavarın iştahına yem taşımaktadır.

Bir bilim adamımız bu anlayışı, ‘gerçek dünyayı nedensellik ilişkilerinin dışında yapılandıran, olguları bağlamlarından koparan’ bir olgu olarak tarif etmektedir ki, bu tespite katılmamak mümkün değildir.

Bir başka bilim adamı Groombridge ise televizyon üzerine yaptığı bir yorumda bu aracın ‘kendine özgü’ yayın anlayışını şu çarpıcı sözlerle ortaya koymaktadır:

‘Televizyon şu ilke üzerinde hareket eder: Eğer hareket varsa kaydet; hareket yoksa iletilecek bir şey de yoktur... Eğer dramatik bir olay varsa, bunu rapor et; dramatik değilse dramatikleştir; eğer bu da yapılamıyorsa, sorun çok da önemli değildir.’

İfade etmek gerekir ki, günümüz Türkiye’sinde Groombridge’nin ileri sürdüğü ilkeden çok daha ölçüsüz bir medya ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi ise ‘dini magazinleştirme’ pervasızlığıdır. Son yıllarda hemen her ramazan ayında, bu pervasızlığı sinir sistemimizin dayanabildiği ölçüde yaşamaktayız.

‘Efendim, orucumuzu eşimizle ilişkiye girerek açabilir miymişiz?’ Son haftanın sorusu da, konusu da buydu. Çok şükür, bir manken hanımın din değiştirmesi, başka bir manken-sanatçının maruz kaldığı tecavüz olayının beynimizi kemiren sansasyonel hikáyelerinden kurtulmuştuk ki, medya bir ilahiyat profesörümüz sayesinde yeni bir sansasyona daha sarıldı ve bu konuyu bildik üslubuyla işlemeye başladı. Bu konuda aklı eren, bilgisi olan herkese de mikrofonlar, kameralar tutuldu, demeçler alındı, olur mu, olmaz mı tartışmaları yaşandı. Oysa, soru basit bir ilmihal bilgisiyle aşılacak türdendi, çok da gerekli bir bilgi değildi. Milyonlarca Müslüman arasında, orucunu tutup da iftar vaktini cinsel bir arzu içinde bekleyenler var mıdır, varsa bunların oranı nedir?

Akla ve dine ziyan sorular ve bu sorular etrafında ciddi ciddi yapılan tartışmalar... Bu, hangi iştah veya kompleksin ürünüdür, anlamak mümkün değil. Hiçbir din, hiçbir inanç böyle magazinsel bir davranışa anlayış gösteremez.

Medya eşliğinde din adına yapılan şovlardan birisi de ramazan yardımları ve iftar çadırlarıdır. İslam, yardımlaşmaya önem veren bir dindir. Zekát müessesesi bunun için vardır. ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ sözü İslam’ın muazzez Peygamberi Hz. Muhammed’e aittir. Hz. Peygamber, bir başka hadisinde de yardımlaşma prensibini şu öğüt üzerine oturtur: ‘Sağ elinizin verdiğini, sol eliniz bilmesin!’ İslam, insan onurunu işte böyle büyük bir dikkatle önemser.

* * *

Bir de yapılanlara bakalım: Siyasetçiler bir yanda, sanatçılar, işadamları başka bir yanda; sanki kamuoyuna ‘bakın, bu işte ben de varım’ dercesine, gazete ve TV muhabirlerini de yanlarına alarak ya bir fukara evinde iftar açarken, ya bir belediye çadırında iftar verirken, ya da bilmem hangi işadamını temsil eden bir densizin kamyondan topluluğun üzerine ekmek veya erzak saçıp izdiham yaratırken hiç de hoş olmayan görüntüler veriliyor. Böyle bir yardım anlayışının dinimizden onay alması mümkün değildir.

Yardım yapacaksak, insanları rencide etmeden yapalım. Bakın eskiler, yardım alan insanları da, kendilerini de teşhir etmeden yardımlarını fakirlerin geçeceği yollara veya gecenin bir saatinde evlerinin önüne bırakır; bunu, insanların gururunu incitmeden, kimseye de belli etmeden yaparlardı. Lütfen, bu insanlık ilkesini ayaklar altında çiğnemeyelim.

Son söz: ‘Dini magazinleştirenlerin, onu birtakım heveslerin ve çıkarların aracı yaparak bundan kazanç bekleyenlerin vay haline!’
Yazının Devamını Oku

Rahmet ayının gölgesinde

7 Ekim 2005
<B>CENAB-I </B>Hakk’a sonsuz şükürler olsun. Bize, manevi feyz ve bereketi bol olan bir ramazan ayını daha idrak etme fırsatı verdiği için. Ömrün yoluna sarı yaprakların düştüğü bir hayat serüveni içinde yüce yaratıcının bahşettiği güzellikleri anlamlı bir şekilde doyasıya yaşamak, büyük bir mutluluktur. Bu mutluluklardan birisi de ramazan ayıdır. Bu ayı ibadet açısından, hayır ve hasenat açısından en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekir.

İçinde bulunduğumuz sonbahar ayında adımlarımızın önünde savrulan sarı yapraklar, bizi menzile götüren yol işaretleridir. Her işaret bize Allah’a karşı yükümlülüklerimizi anlatmalı, bir gün O’nun karşısında, yaptıklarımızdan dolayı hesaba çekileceğimizi hatırlatarak bizi kendimize getirmelidir.

* * *

Cehalet, zulmet, şirk ve sapıklık bulutlarının kararttığı dünya semasını, yepyeni bir hayat anlayışıyla kökten değiştiren son ilahi kitap olan Kuran-ı Kerim, MS 610 yılında Cebrail (A.S.) aracılığıyla Peygamberimizin şahsında, bu ayda bütün insanlığa gönderilmeye başlanmıştır. Bu yüce olay Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: ‘Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğruyu eğriden ayırt etmenin açık delilleri olarak Kuran’ın indirildiği aydır.’ (Bakara, 185)

Bundan dolayı bu aya ‘Kuran ayı’ da denilmiştir. Bu ay, Kuran’ın nazil olmaya başladığı, en çok okunduğu ve hatmedildiği aydır.

Bu ay, teravih namazları, iftar sofraları, okunan mukabeleler, davetler vb. davranışlar ile adeta sosyal barışın da sembolüdür. Milletimiz ramazan-ı şerife özel önem atfetmiştir. Bir yıl boyunca istemeyerek de olsa yapılan birtakım kötü davranış ve alışkanlıklar ile benzeri zafiyetler; bu ayın girmesiyle terk edilmekte, insanımız manevi zenginliği, feyz ve bereketi bol olan bir atmosfere girmektedir. Bu atmosfer insanı kötülüklerin, günahların kavurucu sıcağından; rahmet, mağfiret ve bereketin huzur veren gölgesine sığındırmakta, bu rahmet gölgesinde insan manevi huzur bulmaktadır.

Gönüllerin yumuşaması, merhamet ve şefkat duygularının da gelişmesi sayesinde insanlar arasında sevgi-saygı, hoşgörü-anlayış ve barış vücut bulur. Ramazan-ı şerif, ifade ettiğim bu üçlü eksende sosyal dayanışmanın en üst düzeye yükseldiği bir aydır.

Bu aya, ‘hoşgörü, barış, sosyal dayanışma ve kaynaşma’ ayı da denilebilir. Sadaka-i fıtır bu ayda verildiği gibi, yüce milletimizin asaletine uygun biçimde zekátlarını da bu ayda vermeleri takdire şayandır.

Bu ibadetin insanlara sağladığı faydayı, Sevgili Peyamberimiz’in ‘Oruç bir kalkandır’ sözü veciz bir şekilde ifade etmekte ve yine o büyük insanın ‘Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenab-ı Hak o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına hiç kıymet vermez. İltifat buyurmaz’ ifadesi oruçlunun orucundan beklenen güzel ahlak sonucunu açık bir şekilde belirtmektedir.

Bu ay, ‘insan-ı kámil’ mertebesine ulaştıran temel davranışları insana kazandırdığı için aynı zamanda ‘sosyal barış’ın yerleştiği ve güçlendiği bir aydır. Yetim, yoksul, fakir vatandaşlarımız bu ayda diğer zaman dilimlerine nazaran daha fazla görülüp gözetilmektedir. Bu ayın ‘merhamet gölgesi’ toplumun bütün katmanlarını kuşatmaktadır.

Ferdi seviyede gerçekleşen bu diriliş ve uyanış hali gelişerek müminin diğer duygu ve düşüncelerini de etkileyecek, neticede şahsiyetinin gelişip olgunlaşmasını sağlayacaktır.

* * *

Türk-İslam şairleri ve yazarları, ramazan ayıyla ilgili eserlerinde bu manevi atmosferi tasvir etmeye çalışmış, oruçlu insanların ruh hallerini açıklamaya girişmişlerdir.

Din psikolojisi, din sosyolojisi ve insan bilimleri için önemli olan bu davranışlar, dini duygunun yaşanması demek olan ‘dini tecrübe’ olayı açısından da önemli olan fenomenlerdir. Klasik edebiyatımızdaki ramazaniyeler, psikolog, sosyolog, eğitimci ve sanatçı gözüyle yeniden yorumlanmalı, İslam dininin iman ve ibadet düsturlarındaki estetik unsurlar sanatçılarımız tarafından yeniden keşfedilip açıklanmalıdır.

Sofranız bereketli, gönlünüz sevgi ve şefkat dolu, yarınlarınız daha huzurlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Yabancı ile evlilik

30 Eylül 2005
<B>BİR</B> manken hanımın Yunanlı bir sanatçıyla evlenerek din değiştirmesi, medyada ve kamuoyunda olay haline geldi. Biz de bu konuda pek çok mektup ve faks aldık. Sorulan sorularda Müslüman olan bir hanımın, Hıristiyan bir erkekle evlenmesine dinimizin cevaz verip vermediği, böyle bir evliliğin dini açıdan bir müeyyidesinin olup olmadığı soruluyor.

Konuyu iki başlık altında incelemek mümkündür:

1. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar) ile evlilik, 2. Ehli kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) ile evlilik. Kadın olsun erkek olsun, müşriklerle evlilik Kuran’da yasaklanmıştır. Bakara Suresi 221. ayette, ‘Müşrik kadın ve erkeklerle iman etmedikleri müddetçe nikáhlanmayın’ denilmektedir.

* * *

Kitap ehline gelince: Kuran, kitap ehli olan kadınlarla evlenmeyi helal saymıştır. Maide Suresi 5. ayette, ‘Bugün size temiz olanlar helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helaldir’ hükmü yer almaktadır. Ayetten de anlaşılacağı üzere, Müslüman bir kişi, Yahudi veya Hıristiyan bir hanımla herkesin dini kendinde kalmak üzere evlenebilir. Erkek, Müslüman olmayan kadına dinini değiştirmesi için baskı uygulayamaz, dini vecibelerini yerine getirmesine engel olamaz. Çünkü dinimiz, din ve vicdan özgürlüğüne kámil manada önem veren bir dindir.

Müslüman kadınların durumu ise şöyledir:

Müslüman bir kadının káfirlerle evlenmeleri yasaklanmıştır. Müntehine Suresi 10. ayette şöyle denilir: ‘Ey inananlar, inanmış kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları deneyin, hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. Onların mümin kadınlar olduklarını öğrenirseniz káfirlere geri çevirmeyin. Bu kadınlar o inkárcılara helal değildir, onlar da bunlara helal olmazlar.’

Müslüman kadınların Hıristiyan veya Yahudi erkekleriyle evlenmeleri hususunda Kuran’da bir açıklık yoktur. Müçtehitlerin büyük çoğunluğu ise Yahudilerin Üzeyir’e, Hıristiyanların da Mesih’e (Hz. İsa) Allah’ın oğlu dedikleri için bunları müşrik kavramı içine sokmuşlar. Bu nedenle Müslüman hanımların bunlarla evlenmelerini caiz görmemişlerdir. Müçtehitleri bu fikre götüren sebep, Müslüman kadının gayrimüslim toplum içerisinde dinini koruyamayacağı, ibadetlerini yerine getiremeyeceği endişesindendir.

Din değiştirene dini terminolojide mürted denilir. Bununla ilgili Kuran’ın açık hükmü şudur: ‘Sizden kim dininden döner ve küfür içinde ölürse böylelerinin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennem ehlidir ve orada sürekli kalacaklardır.’ Ayetten de anlaşılacağı üzere, dinden dönenlerin cezası ahirette verilecektir. İnsanların istediği dini seçme, hatta inanmama özgürlüğü vardır.

Kuran, insana inanıp inanmama özgürlüğünü de tanımıştır. Çünkü Kuran, bu özgürlüğe sahip bulunmayanların eylemlerini makbul saymamaktadır. Kişi, hür iradesiyle dinini seçmelidir. Çünkü inanmak vicdan işidir, vicdanlara müdahale edilmez. Hz. Peygamber’e isnad edilen ‘Mürtede hayat hakkı tanınmaz’ hadisi ise dini değil daha çok o günkü siyasi ortamla ilgilidir. Örneğin, savaşta din değiştiren kişi ‘ihanet-i vataniye’ veya ‘casusluk’ gibi davranışlar içine gireceğinden yaşama hakkı elinden alınır.

* * *

Bu olay, acı bir gerçeği de ortaya çıkarmıştır. O da, fikri bir ceht ve gayretin ürünü olmayan, yani bir ata mirası gibi algılanan körü körüne bir inanç, her zaman yabancı din ve inançların tesiri altında kalmaya mahkûmdur. Bu gibi insanlar için din değiştirip değiştirmemenin bir önemi de yoktur.

Kişi iki halde de dini kimlikten mahrum olduğu için, hangi dinin kimliğini taşıyıp taşımaması hususu kendisi için ‘aksesuvar’ olmaktan öte bir anlam taşımaz.

SORALIM ÖĞRENELİM

Namaz kılarken gözümü güneş aldı, çok rahatsız oldum, iki adım yürüdüm. Namazım bozuldu mu?

Fadime TURHAL/İSTANBUL

Namazda aynı rekatta herhangi bir refleksle bir veya iki adım yürümek namazı bozmaz. Üç veya üçten fazla adım ‘amel-i kesir’ (namazı bozan eylem) sayıldığından namaz bozulur.

Namaz kılarken, çocuğum ‘Çantamı aldın mı’ diye sordu. Ben de gayri ihtiyari onaylar anlamında başımı salladım. Acaba namazım bozuldu mu?

Ayşe MEHRİKA/İSTANBUL

Evet veya hayır anlamında başla işaret etmek namazı bozmaz.

Büyücünün tövbesi kabul olmaz deniliyor, doğru mu?

A.S./TEKİRDAĞ

Bakara Suresi 102. ayette büyüyle uğraşmak küfür (inkár) sayılmıştır. Buna dayanarak İmam-ı Azam ve İmam-ı Malik gibi bazı müçtehitler, büyücünün tövbesini makbul görmemişlerdir. İmam Şafii ve İmam Ahmet Bin Hanbel’den gelen bir rivayette ise büyücünün tövbesi makbuldür. Bize göre bu görüş daha isabetlidir. Çünkü yüce Allah, tövbe edenlerin tövbelerini kabul eder. Yeter ki ihlas ve samimiyetle pişmanlık duyulsun.

Çocuğuna besmele öğreten bir baba cennete gider deniliyor. Ne dersiniz?

Hamdi KOŞAR/ÇORLU

Bir babanın çocuğuna Kuran öğretmesi karşılığında babasının amel defterine sevap yazılır. Bir hadiste bu açıkça ifade edilmiştir. Ancak cennete gidip gitmemesi tamamen Allah’ın takdirindedir.

İnsan doğduğunda ölüm tarihi belli midir? Böyle ise ömrümüzü uzatmak için sağlığımıza neden dikkat ediyoruz?

Erol EROĞLU/İSTANBUL

Yüce Allah yarattığı her canlı için belli bir yaşama süresi koymuştur. Bu süre ne öne alınır, ne de ertelenir. Sağlığımıza dikkat etmemiz, bize biçilen ömrü rahat ve huzurlu geçirmek içindir.
Yazının Devamını Oku

‘Kadından yönetici olur mu?’

23 Eylül 2005
<B>KADINDAN</B> yönetici olup olmayacağı hususu bazı insanlarımızın kafasını fazlaca meşgul ediyor olmalı ki, bu konuda okuyucularımdan sık sık mektuplar alıyorum. Bu suallerin en kısa yoldan cevabı şu olabilir: ‘Neden olmasın?’ Ancak bu cevabın soru sahiplerini tatmin etmeyeceği açıktır. O nedenle, bugünkü yazımızın konusunu daha geniş bir izahla ‘kadının yöneticiliği’ hususuna ayırmak istedik.

İslam’ın temel kaynakları olan Kuran ve sünnete göre, kadın ve erkek eşit ve birbirini tamamlayan varlıklar olarak yaratılmıştır. Geçen haftaki yazımızda da buna değinmiştik. Gerek ontolojik olarak, gerekse dini sorumluluk, hukuki ehliyet, temel hak ve hürriyetler bakımından ilkesel bazda kadın-erkek ayrımı söz konusu değildir.

* * *

Hz. Peygamber’in, kadınlardan biat alması ve bunun Kuran-ı Kerim’de açıkça zikredilmesi (Mümtehine, 60/13) İslam’a göre kadın iradesinin bağımsızlığını göstermektedir. İslam’a göre, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur.

Kadının ev içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yardımcı olması kural olarak caizdir ve kadının böyle bir hakkı tartışmasız vardır. Şartlara ve ihtiyaçlara göre bu rollerin karı-koca arasında yer değiştirmesi de mümkündür. Önemli olan, hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkán ve kabiliyetlerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir.

Hz. Peygamber devrinden itibaren kadınlar, çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli görevler üstlenmişlerdir. Kadının öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hemşirelik gibi görevleri üstlenmesinin caiz olduğu konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Buna karşılık, hákimlik ve üst düzey yöneticilik yapmaları konusunda önemli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ancak bu da, bu yönde bir gelenek veya telakkinin bulunmayışından kaynaklanmaktadır. İslam hukukçularının çoğunluğu, kadından hákim olmayacağı görüşünde ise de bu görüşün açık bir nakli delili yoktur.

* * *

Hanefiler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türlerinde hákimlik de yapabileceği görüşündedirler. Taberi ve Hasan-ı Basri gibi İslam bilginleri ise kadınların hákim olmasına hiçbir dini engelin bulunmadığını kabul etmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, klasik dönem İslam hukukçuları, kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların hákim olmalarının doğru olmadığı görüşüne sahip olmuşlardır.

Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst düzey kamu yöneticisi olamayacağı yönündeki klasik fıkıh kaynaklarında yer alan görüşler de aynı şekilde, İslam hukukçularının kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikiminden kaynaklanmaktadır.

Hákimlik ve yöneticilik, toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan, İslam’ın cins, yaş veya renklere göre bir ayrım yapmayacağı, aksine hákimlerin ve yöneticilerin bu görevi hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olması üzerinde duracağı açıktır. Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yargılar tamamen silinmemiş olduğu halde içtihat etmiş, hüküm ve fetva vermiş, bir nevi hákimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasi faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kadınların sahip oldukları hak ve yetkilerin hayata geçirilmesi ve sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri tamamen sosyo-ekonomik, kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslam bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmını Müslüman toplumların kendi gelişim seyrine terk etmiştir.

* * *

Sonuç olarak, İslam’da kadının, gerektiğinde kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir nas mevcut değildir. Aksine bu kapıyı aralayan deliller mevcuttur. Bu itibarla, gerekli fıtri donanımı haiz, liyakatli bayanların devlet başkanlığı da dahil olmak üzere üst düzey yönetimde görev almalarında dini açıdan bir sakınca bulunmamaktadır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Alevi ile evlenmek günah mıdır?

İlay/ANKARA

Bu soruyu defalarca cevaplandırdık. Vahye inanan ve ben ‘Müslümanım’ diyen herkes, ister kendisine Alevi denilsin ister Sünni, birbirleriyle evlenmelerinde dinen bir sakınca yoktur.

Allah yerine Tanrı kelimesi kullanılabilir mi?

Melik KATIRCI

Allah lafzı Cenab-ı Hakk’ın özel ismidir. Ondan başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır ve kullanılamaz. Tanrı kelimesi ise hak olsun, batıl olsun masut (kendisine tapınılan) anlamına gelmektedir ki, ilah sözünün karşılığıdır. Bu itibarla Tanrı kelimesi Allah lafzının tam karşılığı değildir. Bununla birlikte Allah adı yerine kullanılmasında dini bir sakınca yoktur. Nitekim, Farsça’da da Hüda, Allah’ın zatına ad olarak kullanılmıştır.

Bir hoca, ‘bir evde bir kişi Kuran okursa, o evden 10 kişinin cennete gideceğini’ söylüyor. Bu doğru mudur?

Hamdi KOŞAR/ÇORLU

Cennete nasıl gidileceği Kuran’da belirlenmiştir. Kuran okuyup onun emir ve yasakları doğrultusunda amel işleyen cennete girecektir. Mücerret Kuran okumakla kişi sevap kazanır, ancak beraberinde kimseyi cennete götüremez. Nitekim, Peygamberimiz kızı Fatıma’ya ‘Çalış, amel et, senden Allah’ın azabını kaldıracak güçte değilim’ demişti.

Bir yazınızda ‘İbadet ruhun gıdasıdır’ demiştiniz. Müzik için de aynı şey söyleniyor. Müzik de ibadet midir?

A.ÖZHAN/İSTANBUL

Müzikle ibadeti kıyaslamak doğru değildir. İbadet, yüce Allah’la iletişim kurmaya ve ona yaklaşmaya vesiledir. Müzik bir ibadet olsaydı, Peygamber onu uygulardı. Şüphesiz, insan ruhunu okşayan müzik de dinimizde helal sayılmış, hatta birtakım faydalarından da söz edilmiştir. Nitekim, birtakım ruhsal hastalıkların müzikle tedavi edildiği de bilinmektedir. Ayrıca müziğin cimriyi cömertleştirdiği, insanda merhamet duygularını artırdığı, korkağı cesaretlendirdiği, sinir sistemini sakinleştirdiği de bu faydalar arasındadır.
Yazının Devamını Oku

Toplumun ziyneti kadınlarımız

16 Eylül 2005
<B>KADIN, </B>tarih boyunca hemen her devirde erkeğe nazaran daha mahrum ve mağdur bir görüntü çizmiştir. Bir başka deyişle kadın, her devrin mağduru olmuştur. Kadın sorunları olarak bugün ileri sürülen pek çok problemin, Kuran’da ve sünnette de konu edildiği açıkça görülmektedir.

Günümüzde de kadının toplumda hak ettiği ideal statüye kavuştuğunu söylemek mümkün değildir. Bunun altında çeşitli siyasal, kültürel, ekonomik nedenler olduğu gibi, eksik ve yanlış dini anlayışlar da yatmaktadır. Kadının toplumda hak ettiği yeri alamaması sadece İslam ülkelerinde değil, tüm dünyada gözlenen bir husustur. Dolayısıyla bu soruna bütün insanlığın temel sorunu olarak bakmak yerinde olacaktır.

* * *

Yüce Allah, Kuran-ı Kerim’de her şeyi çift olarak yarattığını bildirmektedir. Bu gerçek, Allah’tan başka her şeyin eksik yaratılmış olduğuna işaret etmektedir. Zira Allah, tek başına kendi kendine yeterli olan bir varlıktır. Ondan başka tek başına ve kendi kendine yeterli olan bir varlık yoktur. Varlık áleminde bulunan her bütünü onun parçaları tamamlamaktadır. Şu halde, erkek-dişi olmak üzere iki farklı yaratılmış vardır, bunlar da birbirini tamamlamaktadır. Kadın, insanların üreme mekanizmasını oluşturmanın tabii bir gereği olarak farklı bir cins şeklinde yaratılmıştır. Her iki cins, birbirini bütünleyen ve tamamlayan iki parça konumundadır. Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre daha zayıf yaratılmış olması, bir horlanma sebebi sayılmamalıdır.

Birer insan ve Allah’ın kulu olarak, erkek ile kadın arasında herhangi bir ayrım söz konusu olamaz. İlke olarak, insanların en değerlisi takvada, imanda en üstün olanıdır. Her ikisi de, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına muhataptır. Beraberce Allah’ın halifesi olarak yeryüzünü imar etmek ve orada Allah’a kulluk etmekle sorumludurlar.

Kadının insan olup olmadığının, ruhunun bulunup bulunmadığının tartışıldığı, tamamen erkeğe tabi olduğu ve sürekli vesayet altında bulunduğu, hatta mirastan pay alması bir yana, kendisinin bile miras malı gibi değerlendirildiği bir dönemde, yüce dinimiz kadının da insan olduğunu beyan etmiş, mirastaki haklarını ortaya koymuş, onu sadece emir alan değil, yerine göre emir veren konumuna yükseltmiş ve kadını olması gereken yere koymuştur.

Hz. Peygamber’in, kadınlardan ayrıca biat alması ve bu hadisenin Kuran-ı Kerim’de açıkça yer alması (Mümtehine, 60/13) kadın iradesinin bağımsızlığını göstermektedir. İslam, bir insan olarak erkeğe tanıdığı hakları kadına da tanımıştır.

* * *

Hukuk, toplumda var olan sosyal ilişkilerin açıklık, güven ve belirli bir düzen çerçevesinde yürütülmesini, bireylerin hak ve sorumluluklarının belirlenip dengelenmesini hedefler. Bunu gerçekleştirirken, toplumda var olan telakki ve değerlerin hukuka yansıması kaçınılmazdır. Bu itibarla, tarihi süreç içerisinde Müslüman toplumlarda oluşan hukuk, kültür ve gelenekte de çevresel faktörlerin etkisi inkár edilemez.

Bunun bir sonucu olarak, kadının, temel hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenmesi gibi çeşitli konular, asırlar boyu oluşan zengin fıkıh kitaplarımızda geniş yer işgal etmiş ve değişik dönemlere göre kısmen farklılıklar arz eden birçok yorum ve görüş ortaya çıkmıştır.

Oluşmasında ádet ve geleneklerin de etkisinin bulunduğu zamana bağımlı bu tür kişisel görüşlerin din olarak telakki edilmesi, çok büyük sıkıntılar doğurmaktadır. Herhangi bir uygulamanın zaman ve çevre faktörü dikkate alınmadan bir hükme esas ve dayanak yapılması, son derece sakıncalıdır.

* * *

Üzülerek ifade etmek gerekir ki, hemen hemen bütün toplumlarda kadınlar cinsel obje olarak istismar edilmişlerdir. Günümüzde de kadının cinselliği sınırsız bir şekilde istismar edilmektedir. Kadınların ortaçağ köleleri gibi ticari meta haline getirilmesi ne kadar üzücüdür. Bunun bazı örneklerini ve görüntülerini televizyon ekranlarından da ibret ve üzüntüyle izliyoruz.

İnsan olarak kadın, Yüce Allah’ın ruhundan üflediği bir varlıktır. Kadın, suni ilahi fabrikasının dokuma tezgáh müessesesidir. ‘Allah sonra onu şekillendirmiş ve kendi ruhundan üflemiştir’ (Secde, 9). Dolayısıyla kadının sadece cinsel obje olarak görülmesi ve merhametsizce istismar edilmesi, insanlık onuruyla bağdaşmadığı gibi, şüphesiz gayretullaha da aykırı gelen bir husustur.

Kadınlar bir toplumun ziynetidir, baş tacımızdır.


SORULAR-CEVAPLAR


Zikir konusunda görüşünüz nedir?

Sibel Y./İZMİR

Zikir, yüce yaratıcıyı anmak ve hatırlamaktır. Kuran’da zikirle ilgili pek çok ayet vardır. Bunlardan birisi şöyle: ‘Siz beni anınız ki ben de sizi anayım.’ En büyük zikir namazdır. Zikir, kişiyi zihni bir konsantrasyona hazırlamakta ve neticede insan varlığının bütün bölgelerinin Allah’la dolmasını sağlamaktadır. Yani, dilden kalbe, kalpten ruha sinen bir zikir (anma)... Bu durumda kişi daimi bir gönül huzurunu elde eder. Kuran şöyle der: ‘Uyanık olun. Ancak Allah’ı anmakla kalpler yatışır, huzur bulur.’ Zikrin en tesirli kelimesi, ‘Lailahe illallah’tır.

Kulak çınladığında Hz. Peygamber’e salat-ü selam getirilmeli diyorlar doğru mu?

Ali ERTEN/ADANA

Kulak çınlaması, tıbbi bir konudur. Halk arasında kulak çınladığında birinin bizi hatırlayıp konuştuğunu zanneder veya birini konuşurken ‘Kulakları çınlasın’ tabirini kullanırız. Bir insanın kulağı çınladığında peygamberimize salat-ü selam getirilmesi dini bir vecibe olmamakla beraber, güzel bir vesile olarak hayatımızda yer almıştır. Bazı hadis kitaplarımızda yer alması da bundandır.

Hz.Peygamber, bizim duamıza muhtaç mıdır?

Osman YAŞAR/ALMANYA

Peygamberimiz bizim duamıza muhtaç değildir. Ahzap Suresi 56. ayette, Peygamberimize salat ve selam getirmekle emrolunmuş bulunmaktayız. Ayrıca, ezan okunurken vesile duasını okumak sünnettir. Bunlar bizim Hz. Peygamber’le manen iletişim kurmamızı, ona bağlılığımızı ve onunla şereflenmemizi sağlar. Yani, bizim ona ihtiyacımız vardır.

Tasavvuf edebiyatında çokça Hızır ve hayat suyundan söz ediliyor. Sizce bu neyin remzidir?

Safiye ERALP-BURSA

Efsaneye göre Hızır, karanlığa dalarak hayat suyunu içmiş ve ölümsüzleşmiştir. Hızır, ruhu karanlığın; bedeni hayat suyu ise ledun ilminin (Allah’ın katından verilen özel ilim) remzidir. Nasıl ki bir dalgıç okyanusların karanlığına dalarak inci çıkarıyorsa, ruh da bu kesif, bulanık ten zulmetine dalarak ilahi bilgiye ulaşır. Bunu elde etmek için sıkı bir eğitim ve nefis terbiyesi gerekir.

Alevi ile evlenmek günah mıdır?

İlay/ANKARA

Bu soruyu defalarca cevaplandırdık. Vahye inanan ve ben ‘Müslümanım’ diyen herkesin, ister kendisine Alevi denilsin ister Sünni, birbirleriyle evlenmelerinde dinen bir sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku

Farklılıklardan rahmet üretmek

9 Eylül 2005
<B>TOPLUM,</B> birbirine benzemeyen ya da belli paydalarda benzerlik taşıyan farklılıkların oluşturduğu bir yapıdır. Bireyleri, düşünceleri, inançları, renkleri ve ırkları birbirine benzeştirerek bir toplumu homojen hale getirmek mümkün değildir. Bugüne kadar başarılabilmiş tek bir örneği de yoktur. Bırakınız toplumları; bir ailede aynı anne-babadan olma çocukların bile ruh yapıları birbirine benzemez. Böyle bir homojenite ailede de mevcut olmadığına göre, milyonlarca farklılığın bir araya geldiği koca bir toplumu sevgi, barış ve mutluluk içinde yaşatmanın yolları ve reçeteleri olmalıdır.

* * *

Bu yazıya böyle bir girişle başlamamızın nedeni; ülkemizin çeşitli yerlerinde son günlerde meydana gelen üzücü olayların zihnimizde yer ettiği endişedendir. Üç gün sonra eğitim yılı başlıyor. Aslında bugünkü yazımızın konusunu eğitime ayırmamız gerekirdi. Ülkemizde yaklaşık bir milyon çocuğumuz yeniden okula başlıyor, birkaç Avrupa ülkesinin toplam nüfus büyüklüğüne ulaşan gençlerimiz bu ülkenin aydınlarından ve yöneticilerinden eğitimleri için çağın paralelinde çözümler bekliyor.

İşsizlik gibi, eğitim, sağlık gibi ana sorunlar gündemin en üst sırasında asılı dururken, devlet ve toplum hayatımız yönlendirmeli taşkınlıklarla sarsılmaya çalışılıyor. Şüphesiz; bundan çıkar uman iç ve dış çevreler pusuda bu sarsıntıların yıkıcı sonuçlarını görüp ona göre vaziyet almaya çalışacaklardır. Birilerine karpuzu dilimletiyorlar; sonra üstten vurup dilimlerin ayrılıp dağılmasını, lokmalar halinde yenilip yutulmasını seyredeceklerdir. Yapmak istedikleri budur!

İçinde bulunduğumuz durum; aydın olalım, yönetici olalım, vatandaş olalım, bize pek çok yükümlülükler getiriyor. Önce, bu olayların altında yatan nedenleri ve planları milli ve manevi duyarlılıklarla görmeye çalışmalıyız. Bu toplumun üyesi olarak hiçbir olayın bizim dışımızda cereyan etmediğini, sonuçlarının da öyle veya böyle doğrudan bizi, kendimizi etkileyeceğini artık anlamalıyız!

Söğüt’te ve Diyarbakır’da olanlar, ya da bir caminin önünde hilafet için bayrak açanlar, bizim ve çocuklarımızın geleceğine nasıl bir ipotek koyuyorlar; bütün bunları iyiden iyiye geniş kapsamlı olarak ele alıp çarelerini de birlikte düşünmeliyiz. Belki bu olayların işaret ettiği musibetlerden rahmet üretme çabukluğunu göstermemizi isteyen ilahi bir uyarıyla karşı karşıyayız; bunu okumalıyız.

* * *

Musibetlerden rahmet üretebilmek... İnsan olarak, toplum olarak, bunu başarmak bizim elimizdedir. Tarih, bunun çeşitli örnekleriyle doludur. Yakın tarihimize bakalım; Mondros ve Sevr, milletimiz için bir musibetti. Bundan kurtuluş rahmetini doğurmayı hep beraber başarmadık mı? Bugün de azim ve gayretle üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir güçlük yoktur. Bunu, fertler olarak, aileler olarak, toplumsal gruplar olarak birbirimiz arasında sevgi ve barış köprüleri inşa ederek başarabiliriz.

Birbirimizi sevmemiz, bir araya gelip belirlediğimiz hedeflere doğru coşkulu bir şekilde yürümemiz için pek çok sebep var. Çocuğunuzu veya torununuzu kucağınıza alıp severken, onun geleceğini düşünelim. Bu güzel yurt coğrafyasının hepimizin ortak vatanı olduğunu, bundan başka gidecek yerimiz olmadığını, huzur ve barış içinde bir arada yaşamaya mahkûm olduğumuzu yüksek bir idrakle kavramaya çalışalım.

Birbirimizi sevmek için sebepler çok dedik. Bunlardan birisi üzerinde buluşamıyorsak, diğerleri üzerinde bir araya gelmenin yollarını arayalım. Bunları düşündüğümüzde pek çok ortak yanımız olduğunu göreceğiz. Dinimiz, en büyük ortak paydamız. Dinimizin sevgi ve rahmet kuşağına sarılalım. Etnik farklılıklarımızı çatışma aracı olarak değil; sevgi, muhabbet ve birbirimizden yararlanma aracı olarak kullanalım. Kuran-ı Kerim’de ‘Dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu, O’nun kudretinin ayetlerindendir’ buyuruluyor.

Farklılıklarımızı negatif enerjiye değil, sinerjiye çevirelim. Yöresel ádet ve geleneklerimizi, kültürel zenginliğimizin güzel motiflerini özümsemeye çalışalım. Sevdiğimiz kulüpleri, mensup olduğumuz meslekleri, uğraştığımız hobileri, hoşlandığımız müzik türlerini ortak buluşma zeminleri olarak çoğaltalım. Geçmişte yaşadığımız benzer sıkıntılardan, hastalıklardan birbirimize yardım ve teselli imkánları yaratacak oluşumlar meydana getirelim. Daha aklımıza gelmeyen pek çok buluşma noktası, birlik ve dirliğimiz için bize güç verecektir; bunları keşfedelim.

* * *

Hiçbir meselenin kavga zemininde tartışılarak çözüme kavuştuğu görülmemiştir. Sorunlarımızı ancak sevgi ve huzur ortamının sunduğu bereketlilik içinde çözebiliriz. Zıtlıklarımızdan çapraz birliktelikler oluşturarak, bunları buluşma ve kaynaşma aracı haline getirerek birlik ve beraberliğimize katkıda bulunabiliriz. Aklın da, dinin de, vicdanın da hepimizden beklediği budur!

SORALIM ÖĞRENELİM

Annem ve babam ahlakı güzel diye beni çirkin bir kızla evlendirmeye zorluyorlar. Kabul etmezsem asi olur muyum?

Mehmet T./ADANA

Anne ve babanızın, sizi mutsuz edecek bir evliliğe zorlamaya hakları yoktur. Kadının ahlak güzelliği kadar bedeni güzelliği de önem taşır. Sonu hüsranla sonuçlanacak bir evliliğe sakın rıza göstermeyin. Evlilik, karşılıklı bir ruh tedavisidir. Her iki tarafı hasta edecek bir işe girişilmemeli.

Hatim indirildikten sonra dua etme zorunluluğu var mı?

Seyit Ahmet TUNÇ/BALIKESİR

Zorunluluk yok. Ancak, dua edilirse iyi olur. Ebu Davud İbn-i Mesud’dan naklen, ‘Kuran-ı Kerim’i hatmedenin kabul olunacak bir dua hakkı vardır’ der. Ahmet b. Hanbel ise Enes b. Malik’in Kuran-ı Kerim’i hatmettiğinde dua etmek için aile fertlerini topladığını kaydetmektedir.

Bir zatın kerametlerinden söz ettiler. Birkaç gün sohbetine devam ettim. Namaz kılmadığını gördüm. Böyle veli olur mu?

S.M./İZMİR

Sofiye taifesinin en büyüğü Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: ‘Kendisini havada bağdaş kurup oturduğu halde veya aynı vaziyette suyun üstünde görseniz, emir ve yasaklara uyup uymadığına bakınız. Eğer uymuyorsa ona aldanmayınız.’ Bu konuyu genişçe ele alacağım.

Mübarek adam demek doğru mudur? Bence mübarek Allah’tır.

Feramuz YILMAZ/İSTANBUL

Mübarek kelimesi sabit, devamlı ve yüce anlamında kullanılmıştır. Bu kelime, yüce yaratıcının sıfatı olduğu gibi, insan, su, gece, yer vs. için de kullanılmıştır.
Yazının Devamını Oku