10 Aralık 2004
DÜNYA kamuoyu şu günlerde, ABD’de, Başkan Bush’un da mensupları arasında olduğu bilinen Evangelist tarikatı tarafından uydurulmuş yeni bir dinle çalkalanıyor.ABD’nin Texas eyaletinde bir yayınevi tarafından hazırlanan bu uyduruk dinin kitabının yakında 20’ye yakın dile çevrilerek parasız dağıtılacağı yolunda haberler işitiyoruz. Bu kitabın, Bush yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde hazırlanıp piyasaya verildiği yolunda iddialar ileri sürülüyor. Kitabın CIA tarafından yazdırıldığını ileri süren çevreler de var. Bu iddialar henüz kanıtlanmış olmasa da, kaynağı ve içerdiği mesajlar itibarıyla bu yöndeki şüphe ve ihtimalleri güçlendirici unsurlar taşıyor. * * *‘Gerçek Furkan’ adı verilen ve ilk baskıları Arapça ve İngilizce olarak yapılan kitap, başta Kuran-ı Kerim olmak üzere Tevrat ve İncil’ten tahrif edilmiş, ayrıca Selman Rüşdi’nin yazdığı ‘Şeytan Ayetleri’ kitabından alınmış sözde ayetlerden oluşuyor. Kitabı, internetteki Arapça metninden inceleme imkánını bulduk. Üslup itibarıyla Kuran-ı Kerim’e benzetilmeye çalışılmış. Bazılarına da Kuran-ı Kerim’de geçen surelerin ismi verilmiş. Nur Suresi, Nisa Suresi, Talak, Maide, Münafıkın ve Enbiya sureleri gibi. Uydurma dinin bu yeni kutsal(!) kitabı 366 sayfa ve 77 sureden oluşuyor. Kitaptaki bütün sureler ‘Bismi’l Eb el-Kelimetu’r Ruh el-İlahu’l Vahidu’l Uhed’ besmelesi ile başlıyor. Anlamı da şu: ‘Baba, Söz, Ruh ve Tek bir Allah’ın adıyla.’ Çelişkilerini daha besmelesinde açığa vuran bir din. Önce ‘Baba, Söz, Ruh’ diyor, sonra ‘Tek bir Allah’ın adıyla’ vurgusunu yaparak sözüm ona tevhidi çağrıştırıyor. BOP dininin kutsal kitabı şeytanı da memnun etmeden geçememiş. Selman Rüşdi’nin ‘Şeytan Ayetleri’ kitabından alınmış ‘El Garanik’ isimli sureyle de İslam’a ve onun muazzez peygamberi Hz. Muhammed’e hakaretler yağdırılmış. Kuran’daki Necm Suresi’nin ‘Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı’ ayeti, şeytan ayetleriyle karıştırılıp tahrif edilerek ‘Arkadaşınız saptı ve batıla inandı’ya dönüştürülmüş. Velhasıl; neresinden bakarsanız bakınız, din değil bir ‘hezeyanlar manzumesi’!Akla hemen şu soru geliyor:Bu yeni dinin kitabı buysa, Tanrı’sı ve peygamberi kim? Tanrı’sı ve peygamberi olmayan bir dinin inananı olur mu? Bu düzmece kitabı yazanlar, acaba hangi serabın peşinden koşuyorlar; biraz da buna bakalım:Hıristiyanlığın önemli bir mezhebi olan Evangelistler, kıyametin çok yakınlaştığına, mesihin tekrar yeryüzüne gelmesi ve Hıristiyanlığın kurtuluşu için Yahudileri desteklemeleri gerektiğine inanıyorlar. Yahudiler vaat edilmiş toprakları geri aldığında mesih de gelecek ve kıyamet ondan sonra kopacaktır. Bu inançtan hareketle, İslam coğrafyasının Hıristiyan-Yahudi toprağı olduğu ve Bush’un demokratikleşme projesiyle bu coğrafyanın mutlaka Hıristiyanlaşacağına inanılıyor. * * *Bu gelişmelerin akla getirdiği bir başka soru da şudur:ABD yönetiminin ikinci kez başına geçen Bush, Ortadoğu’ya yönelik askeri savaşın yanı sıra din ve medeniyetler savaşını da öne alıp, küreselleşmenin ‘tek din, tek ülke, tek bayrak’ hedefine doğru yürümek mi istemektedir?Dinler tarihi incelendiğinde; özellikle 19. yüzyıl başında İran ve Hindistan’da İslam, Hıristiyanlık ve Hinduizm inançlarının sentezlenerek yeni bir din meydana getirilmeye çalışıldığı görülür. Adına ‘BOP dini’ diyebileceğimiz bu yeni dayatma da, bu tip bir hastalığın nüksetmiş halinden başka bir şey değildir.Bu faaliyetlerin hiçbiri günümüze ulaşmadığı gibi, ‘Gerçek Furkan’ isimli kitabın yeni bir din olarak kabul görmesi, belli hedef ve emellerin tahakkuku için etkili bir enstrüman olarak kullanılması ihtimali sıfırdan ileri gidemez. Nitekim hem Hıristiyanlardan, hem Yahudilerden, hem de Müslümanlardan bu kitaba karşı çığ gibi tepkiler yükselmektedir.Tahrif edilmiş ayetlerle Allah kelamı olan Kuran’a alternatif oluşturmak mümkün değildir. İslam’ın yüce kitabı Kuran, kıyamete kadar yaşatılacağı bizzat Cenab-ı Hak tarafından vaat edilmiş tek kitaptır. Ayrıca, özü ve kaynağı itibarıyla bütün dinlerin adı İslam’dır. Kendinden önce indirilen kitaplara ve o kitapları tebliğ eden peygamberlere inanılmadan Müslüman olunamayacağı ilkesi bunun en açık delilidir.* * *Yahudiler bütün dünyaya hákim olacakmış, İsa Mesih ondan sonra yeryüzüne inip hüküm sürecekmiş, kıyamet de 2000 yılında kopacakmış. Bu hayalle varsın bin yıl daha yaşasınlar; ne gam!İslam dünyası olarak bize düşen görev, sadece kendimize karşı kurulan tuzakları fark etmekle kalmayıp, Müslümanca bir diriliş ve duruşla, yüksek bir idrakle çağları kavrama cehdine sarılmaktır. Mensubu olmaktan onur ve mutluluk duyduğumuz mübarek ve mükemmel din, 14 asırdan beri bizden bunu bekliyor.SORALIM ÖĞRENELİMŞeytan hariç, melekler Adem’e secde etti. O halde insan insana secde edebilir mi?Fatih GÜL/İSTANBULNamazda ibadet maksadıyla yaptığınız secde sadece Allah’a yapılır. Meleklerin Adem’e secde etmesi, ona saygı göstermeleri ve onun üstünlüğünü, hilafet liyakatini onaylamaları anlamındadır. İbadet amacı taşımamaktadır. Nitekim İslam’dan önceki dinlerde ve kültürlerde tapınma amacı taşımaksızın sırf bir saygı ifadesi olarak insanların birbirlerine secde ettikleri olmuştur. İslam bu ádeti kaldırmış, peygamberimiz kendisine bile aşırı saygı gösterilmesini, hatta ayağa kalkılmasını bile istememiştir. İnsanın insana tapınmak amacıyla secde etmesi küfürdür (dinden çıkmadır).Ramazandan sonra şevval ayı içerisinde 6 gün oruç tutmanın bir yıla denk olduğu söyleniyor. Doğru mu? Nafile tutulan oruçları gizlemek gerekir mi?Abdurrahman GÜRLER ANKARAŞevval orucunu teşvik babında rivayet edilen böyle bir hadis vardır. Riya korkusu taşıyan kimselerin nafile ibadetleri gizli yapmaları daha doğrudur. ‘Domuzlar dişilerini kıskanmazlar, dolayısıyla domuz eti yiyenler de dişilerini kıskanmazlar’ sözü ne derece doğrudur?B.UYGUN/AFYONBöyle bir sözün ilmi ve dini bir dayanağı yoktur. Ancak, domuz eti dinimizde yasaklanmıştır. Domuz eti yiyenlerde bağırsak paraziti hastalıklarının zuhur ettiği de tıp otoritelerince ifade edilmektedir.Yanarak, boğularak, yüksekten düşerek ölen insan şehit midir?Alper Mustafa AYBAŞLI/İSTANBULBu durumda ölenlerin şehit hükmünde sayılacakları yönünde rivayet olunan hadisler vardır. Ancak, hakiki şehit savaşta ölendir.
button
Yazının Devamını Oku 
3 Aralık 2004
<B>TIP </B>dünyası, binlerce hasta ve onların sahipleri, iki günden beri basındaki ifadeyle <B>‘bir tarikat şeyhi’</B>nin organ bağışıyla ilgili akıllara durgunluk veren fetvasını(!) tartışıyor. 5 bin müridi olduğu ileri sürülen şahıs, organ bağışına cevaz veren Diyanet İşleri Başkanlığı’na ‘katliama ortak olmak’ gibi bir suç izafe etmekle kalmıyor, organ bağışlayanın (boynunda halka olduğu halde) cehennemde yanacağını iddia ediyor. Neresinden bakarsanız bakınız, dine mugayir, akla ziyan bir görüş.
Aslında, ilim ve din adamlığı formasyonundan yoksun bir kişinin, sırf 5 bine yakın müridi var diye ciddiye alınıp bir büyük gazetenin manşetine taşınması, en az bu kişinin sözde fetvası kadar şaşırtıcıdır. Ancak, biz işin bu yönünü meslek erbabının ve okuyucuların takdirine bırakarak asıl konumuza dönelim.
Organını bağışlayarak hayat kurtaran insanlar, gerçekten ‘cehennemlik’ bir günah mı işliyor, yoksa bir süre önce kapkaççı terörüne kurban giden üniversite öğrencisi Ahmet Hakan Canıdemir örneğinde olduğu gibi birkaç insanın hayatının kurtarılmasına sebep olduğu için Allah’ın lütfuna mı mazhar oluyor? Cevaplandırılması gereken soru budur.
* * *
Önce, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 3 Mart 1980 tarihli kararını hatırlayalım. O tarihte Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi olan Dr. Mehmet Haberal’ın, ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusundaki başvurusu üzerine toplanan Din İşleri Yüksek Kurulu, görüşünü şöyle açıklamıştı:
‘Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in dalaletlerinden çıkarılmış umumi hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslam fakihleri tarafından bu umumi kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır. Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır.’
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli bir başka kararında ise ‘yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı’ bildirilmiştir. Yurdumuz dışında, çeşitli İslam ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yönde görüşler verildiği bilinmektedir.
* * *
Tıp otoritelerinin verdiği bilgilere göre, ileri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir hayat ancak organ nakli ile mümkün olabilmektedir. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17-18 bin civarında hasta olduğu tahmin edilmektedir. Diyaliz, bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir. Ancak kalp ve karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi imkánları bulunmamaktadır. Dolayısıyla, beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilmektedirler.
Ülkemizde organ nakline izin veren ‘Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’ 3 Haziran 1979 tarihinde yürürlüğe girmiş olup, bütün işlemler bu kanuna göre yapılmaktadır. Kişilerin ‘ben gerçekten ölmüş olmadan organlarımı alırlar mı?’ korkusu ise yersiz bir korkudur. Çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekibin ayrı doktorlardan oluşturulması gibi bir kurala kesinlikle riayet edildiği bilinmektedir.
Cenab-ı Hak insanı mükerrem bir varlık olarak yaratmış, bütün yaratılmışlar içinde onu mümtaz bir mevkiye çıkarmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiş, ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hükmün değişebileceği öngörülmüştür.
Mesela, murdar hayvan, kan, domuz eti, şarap vb. şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmış olmasına rağmen; zaruret halinde bunlardan zaruret miktarınca (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin meşru olduğu beyan buyurulmuştur. (El Bakara 173; El Maide 3; El En’am 119).
Zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasaklar değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmadığı durumlarda bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesi caiz ve mübah kılınmıştır.
* * *
‘Nakledilen organın hangi bedende diriltileceği’ hususu bazı zihinleri meşgul etmekte ise de, Allah’ın yoktan var etme gücünün, yakılıp külleri savrulmuş insanların organlarını da sıfırdan var etmeye yeteceği inancıyla açıklanabilir. Nitekim, Kıyamet Suresi’nin 4’üncü ayetinde yüce Allah’ın insanın parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğu zikredilmektedir.
Nakledilen organ ile işlenen günah veya sevabın uhrevi hayata ilişkin karşılığı ise onunla iradi eylem yapan kişiye verilecektir. Çünkü Kuran’da insanın sadece kendi hür iradesiyle işlediklerinin karşılığını göreceği bildirilmektedir.
O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku almanın, bunları hasta veya yaralı kimselere nakletmenin ya da hayatı ve hayati bir uzvu kurtarmak için kan, doku ve organ nakli yaptırmanın dini yönden hiçbir sakıncası bulunmamaktadır.
İnsan hayatı üzerine bazen ‘din adına’ da kumar oynayanlar çıkabiliyor.
Bilmem; atılan taşı kuyudan çıkarabildik mi?
SORALIM ÖĞRENELİM
Kuran’da 4 haram aylar deniliyor. Bunlar nelerdir? Neden haramdır?
Tekin KARTAL İSTANBUL
Kuran’da haram aylar Bakara (194) ve Tevbe (5) surelerinde geçmektedir. Bu haram ayların da üç tanesi peş peşe gelir: ‘Zülkade, Zülhicce ve Muharrem.’ Bir de Cumadi ve Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Bu aylar, barış ayları demektir. Bu aylarda Araplar kavga etmezler, kan dökmezler. Hatta kişi babasının katilini görse bir şey yapmaz, bu aylarda savaş yapılamaz, saldıran olursa karşılığı verilir. Tüccarlar bu aylarda mallarını güven içinde satarlar.
Borçlu olan bir fakirin borcunu alacaklı kişiye ödersem zekátım geçerli olur mu?
Ahmet DURMUŞ ANKARA
Fakirin isteği üzerine ödemişseniz zekátınız geçerlidir. Çünkü burada alacaklı, borçlunun vekili olarak zekátı almıştır. Borçlu olan kişinin isteği olmadan ödenirse caiz olmaz.
Hastalara şifa olması dileğiyle mezarlardan toprak alıp üzerinde taşımak doğru mudur?
Fuat KAÇAR İSTANBUL
Kesinlikle doğru değildir. Bu bir cehalet nişanesidir. Batıl inançtır.
Yazının Devamını Oku 
3 Aralık 2004
TIP dünyası, binlerce hasta ve onların sahipleri, iki günden beri basındaki ifadeyle ‘bir tarikat şeyhi’nin organ bağışıyla ilgili akıllara durgunluk veren fetvasını(!) tartışıyor.5 bin müridi olduğu ileri sürülen şahıs, organ bağışına cevaz veren Diyanet İşleri Başkanlığı’na ‘katliama ortak olmak’ gibi bir suç izafe etmekle kalmıyor, organ bağışlayanın (boynunda halka olduğu halde) cehennemde yanacağını iddia ediyor. Neresinden bakarsanız bakınız, dine mugayir, akla ziyan bir görüş.Aslında, ilim ve din adamlığı formasyonundan yoksun bir kişinin, sırf 5 bine yakın müridi var diye ciddiye alınıp bir büyük gazetenin manşetine taşınması, en az bu kişinin sözde fetvası kadar şaşırtıcıdır. Ancak, biz işin bu yönünü meslek erbabının ve okuyucuların takdirine bırakarak asıl konumuza dönelim.Organını bağışlayarak hayat kurtaran insanlar, gerçekten ‘cehennemlik’ bir günah mı işliyor, yoksa bir süre önce kapkaççı terörüne kurban giden üniversite öğrencisi Ahmet Hakan Canıdemir örneğinde olduğu gibi birkaç insanın hayatının kurtarılmasına sebep olduğu için Allah’ın lütfuna mı mazhar oluyor? Cevaplandırılması gereken soru budur.* * *Önce, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 3 Mart 1980 tarihli kararını hatırlayalım. O tarihte Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi olan Dr. Mehmet Haberal’ın, ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusundaki başvurusu üzerine toplanan Din İşleri Yüksek Kurulu, görüşünü şöyle açıklamıştı:‘Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in dalaletlerinden çıkarılmış umumi hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslam fakihleri tarafından bu umumi kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır. Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır.’ Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli bir başka kararında ise ‘yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı’ bildirilmiştir. Yurdumuz dışında, çeşitli İslam ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yönde görüşler verildiği bilinmektedir. * * *Tıp otoritelerinin verdiği bilgilere göre, ileri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir hayat ancak organ nakli ile mümkün olabilmektedir. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17-18 bin civarında hasta olduğu tahmin edilmektedir. Diyaliz, bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir. Ancak kalp ve karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi imkánları bulunmamaktadır. Dolayısıyla, beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilmektedirler. Ülkemizde organ nakline izin veren ‘Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’ 3 Haziran 1979 tarihinde yürürlüğe girmiş olup, bütün işlemler bu kanuna göre yapılmaktadır. Kişilerin ‘ben gerçekten ölmüş olmadan organlarımı alırlar mı?’ korkusu ise yersiz bir korkudur. Çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekibin ayrı doktorlardan oluşturulması gibi bir kurala kesinlikle riayet edildiği bilinmektedir.Cenab-ı Hak insanı mükerrem bir varlık olarak yaratmış, bütün yaratılmışlar içinde onu mümtaz bir mevkiye çıkarmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiş, ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hükmün değişebileceği öngörülmüştür.Mesela, murdar hayvan, kan, domuz eti, şarap vb. şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmış olmasına rağmen; zaruret halinde bunlardan zaruret miktarınca (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin meşru olduğu beyan buyurulmuştur. (El Bakara 173; El Maide 3; El En’am 119).Zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasaklar değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmadığı durumlarda bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesi caiz ve mübah kılınmıştır.* * *‘Nakledilen organın hangi bedende diriltileceği’ hususu bazı zihinleri meşgul etmekte ise de, Allah’ın yoktan var etme gücünün, yakılıp külleri savrulmuş insanların organlarını da sıfırdan var etmeye yeteceği inancıyla açıklanabilir. Nitekim, Kıyamet Suresi’nin 4’üncü ayetinde yüce Allah’ın insanın parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğu zikredilmektedir.Nakledilen organ ile işlenen günah veya sevabın uhrevi hayata ilişkin karşılığı ise onunla iradi eylem yapan kişiye verilecektir. Çünkü Kuran’da insanın sadece kendi hür iradesiyle işlediklerinin karşılığını göreceği bildirilmektedir.O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku almanın, bunları hasta veya yaralı kimselere nakletmenin ya da hayatı ve hayati bir uzvu kurtarmak için kan, doku ve organ nakli yaptırmanın dini yönden hiçbir sakıncası bulunmamaktadır.İnsan hayatı üzerine bazen ‘din adına’ da kumar oynayanlar çıkabiliyor. Bilmem; atılan taşı kuyudan çıkarabildik mi?SORALIM ÖĞRENELİMKuran’da 4 haram aylar deniliyor. Bunlar nelerdir? Neden haramdır?Tekin KARTAL İSTANBULKuran’da haram aylar Bakara (194) ve Tevbe (5) surelerinde geçmektedir. Bu haram ayların da üç tanesi peş peşe gelir: ‘Zülkade, Zülhicce ve Muharrem.’ Bir de Cumadi ve Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Bu aylar, barış ayları demektir. Bu aylarda Araplar kavga etmezler, kan dökmezler. Hatta kişi babasının katilini görse bir şey yapmaz, bu aylarda savaş yapılamaz, saldıran olursa karşılığı verilir. Tüccarlar bu aylarda mallarını güven içinde satarlar.Borçlu olan bir fakirin borcunu alacaklı kişiye ödersem zekátım geçerli olur mu?Ahmet DURMUŞ ANKARAFakirin isteği üzerine ödemişseniz zekátınız geçerlidir. Çünkü burada alacaklı, borçlunun vekili olarak zekátı almıştır. Borçlu olan kişinin isteği olmadan ödenirse caiz olmaz.Hastalara şifa olması dileğiyle mezarlardan toprak alıp üzerinde taşımak doğru mudur?Fuat KAÇAR İSTANBULKesinlikle doğru değildir. Bu bir cehalet nişanesidir. Batıl inançtır.
button
Yazının Devamını Oku 
26 Kasım 2004
<B>BÜYÜK </B>insan olmak... Her insanın tasavvurunda böyle bir hayal yaşar. Sağlıklı bir düşüncenin ruhumuzda dalgalandırdığı en ideal düşünce biçimidir bu. Kimi kendinde yaşatmak ister, kimi sevdiklerinde. ‘Bu çocuk büyük adam olacak’ övünmesi, hemen her anne babanın söyleminde ve özleminde yer etmiş bir kavramdır. Ailenin, toplumun, insanlığın ve inançların değişmez hedefinde daima ‘büyük olma’, ‘büyük insan yetiştirme’ arzusu varolmuştur.
Kuran, insanı ‘eşrefi mahlukat’ olarak vasıflandırıyor. Bizzat Yaradan’ın ağzından ‘yaratılmışların en şereflisi’ mevkiine çıkarılan insana bu ‘ideal kimlik’, doğuştan armağan edilmiştir. Her insan, fıtrat olarak buna yatkındır. Ancak, bunu elde etme şansı yine Kuran’ın ifadesiyle aklını işletenlere nasip kılınmıştır.
* * *
İnsan, içinde yaşadığı aile ve toplumun kendisine yüklediği değerlerle beslenir. Bundan nasipsiz kalması halinde ise zillete düşer. Bu değerlerin başında maneviyat gelir. ‘İman’, ‘zikir’ ve ‘şükür’ ekseninde tefekkür edilip, adım adım yürünülen, ilmik ilmik dokunulan bir yoldur bu. ‘Ham’lıktan, ‘pişmiş’liğe terfi edilen bir ahlak ve erdem piramididir. Piramidin en üst noktası ‘kemalat’, yani olgunlaşma halidir. Feyiz ırmağı, aşağılara doğru işte bu zirveden, bu kaynaktan akıp gider. Ruhun çorak bölgeleri bu kaynaktan sulanarak verimli alanlara dönüşür.
Ahlaki olgunlaşmanın devamında fikri ve ilmi olgunlaşma vardır. Ahlaki temelden yoksun bir fikri olgunlaşmanın ‘büyük insan olma’ idealine katkısı ‘hiç’ mesabesindedir. İçinde cevher ışıldamayan bir madenin değeri neyse, bununki de odur. Büyük olmak için önce büyüklüğü tasavvur edebilmek gerekir. Káinatı bir nokta halinden sonsuz genişliğe yücelten o eşsiz büyüklüğün sırrını keşfedebilmek, onu akıl ve vicdan aynasında görebilmek gerekir. ‘Büyük insan olabilme’ yetisi ve merhalesi bu meziyetle başlar.
Büyük insan, her şeyden önce kendisini yaratan yüce varlığa, ait olduğu çevreye, topluma ve değerlere karşı sorumlu hisseden insandır. İster doktor, ister mühendis, ister ilim adamı, ister çöpçü veya hamal... Kim olursa olsun, kendisine verilen işi en iyi şekilde sonuçlandıran, üzerine aldığı görevi sorumluluk bilinci içerisinde bihakkın yerine getiren insandır. ‘Komşusu açken tok yatmayan’dır.
Başkalarını acısını ve ıstırabını yüreğinde ve benliğinde hissedecek kadar paylaşımcı ve diğerkám olandır. Yararlı iş gören, yararlı eserler bırakandır.
* * *
Büyük insan, kendisini aşmış, cemiyetin üstüne çıkmış insandır. Onlar küçük ferdiyetlerin, bencilliklerin adamı değillerdir. Özel hallerinde de başkalarına örnek olmak kaygısından başka endişe taşımazlar. Çünkü onlar örnek alınan hayatlarıyla iyiliklerin de, kötülüklerin de sebebi olabilecekleri idrakını taşırlar.
Ünlü düşünür Pythagoras’un dediği gibi: ‘Hayatımız olimpiyat oyunlarında biriken büyük kalabalığa benzer. Kimileri oyunlarda ün kazanmak için bedenlerini işletirler, kimileri para kazanmak için satılık mallar getirirler, kimileri de her şeyin niçin, nasıl yapıldığına bakarak kendi yaşamlarını anlamak için başkalarının yaşamlarını seyrederler.’
Sahabeden biri, İslam’ım muazzez peygamberine sormuş:
‘Ya Resulallah, alim bir insan olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?’
‘Allah’tan kork, buyruğunu tut ve yasağından kaç ki alim bir insan olasın.’
‘Zengin olmak istiyorum.’
‘Kanaatkár ol ki zengin olasın.’
Ve devam ediyor:
‘İnsana faydalı ol ki insanların en hayırlısı olasın.
Nefsine istediğini herkes için de iste ki, adil olasın.
Allah’ı görür gibi ibadet et ki ihsan sahibi olasın.
Ahlakını güzelleştir ki imanın olgunlaşsın.
Kendine de, kimseye de zulmetme ki kıyamette nurun kat kat artsın.
Kendine ve Allah’ın yaratıklarına merhamet et ki Rabb’in de sana rahmet etsin.’
* * *
Sonuç olarak; İslam’ın tarifindeki mükemmel insanın ortak özellikleri şudur:
‘Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmaz, kızsa da zararlı iş yapmaz. Büyüklenmez, son derece mütevazı, alçakgönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkán buldukça yardım eder. Vakarlı, kibar, ağırbaşlı, haysiyetlidir. Ailesini ve vatanını sever. Ana babasına, hocasına, ámirine karşı saygılıdır. Yalan söylemez, hırsızlık yapmaz, kimsenin hakkına tecavüz etmez.
Hiç kimsenin canına, malına, ırzına dokunmaz. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Yumuşaktır; fakat pasif değildir. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, suizanda bulunmaz. Sözünde durur. Sahtekár değildir. Hainlik etmez, fitne çıkarmaz. Vaktini boş geçirmez. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz, faydalı şeylerle meşgul olur.’
SORALIM ÖĞRENELİM
Yatmadan önce tespih çekip dua ediyorum. Kıbleye yönelmem gerekir mi?
Ayşe TOSYALI/İSTANBUL
Kıbleye yönelmek, namaz için şarttır. Tespih ve dua için gerekmez.
Kendime ait bir evim var, oturuyoruz. Eşimin de bir evi var, kiraya verdik. Ancak kira gelirlerini ihtiyaçlarımıza harcıyoruz. Çünkü çalışmıyorum. Bu evimi de yıllar önce biriktirdiğim parayla aldım. Zekátını da vermedim. Bize zekát düşer mi?
Gülnur KÖKSAL
Zekátla yükümlü olabilmeniz için bir yıllık yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ihtiyaçlarınızdan arta kalan meblağın 80 gram altın veya mukabil bir değere tekabül etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, belirttiğiniz mal varlığından dolayı size bir zekát düşmez.
Cuma namazını kıldığım caminin hocası, tavla oynanan yerin, oyunu oynayan ve seyredenlerin lanetlendiğini hadise dayandırarak ifade etti. Bu doğru mu?
Tarık ASLIYOL
Zevk için oynanan oyunlar, hem zaman israfı, hem de kumara götürme endişesiyle bazı müçtehitlerce mekruh sayılmıştır. Peygamberimizin böyle bir hadisi bulunmamaktadır.
Ramazan orucunu müteakip 6 gün oruç tutulursa bütün yıl oruç tutmuş gibi sayılır diyorlar, doğru mu? Ramazan orucundan başka hangi günler oruç tutmak sevaptır? Farz namaz borcu varken sünnet kılınır mı?
Mehmet YÜCE/ANKARA
Ramazandan sonra şevval ayında oruç tutmanın bütün bir yıl oruç tutmuş gibi sevap kazandıracağı şeklinde bir hadis vardır. Muharrem ayının dokuzuncu gününü onuncu günü ile veya onuncu gününü on birinci günü ile beraber oruç tutmak sünnettir. Kameri ayların on üç, on dört ve on beşinci günleri ile haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruç tutmak mendup (güzel) sayılmıştır. Kazası olan, sünnet namazları kılabilir.
Yazının Devamını Oku 
19 Kasım 2004
<B>YÜCE </B>dinimizin gayesi, fert ve toplum hayatını güzel ve anlamlı hale getirecek manevi disiplini sağlamaktır. Bu disiplin, Kuran’ın muhtelif ayetlerinde iman ve ibadet esaslarının yanı sıra, emirler-yasaklar, helaller-haramlar, öğütler-ibretler şeklinde sıralanan mesajlarda kendini göstermektedir. Bunların başta gelenlerinden birisi de israf ve savurganlıkla ilgili hükümlerdir. Kuran, dünya nimetlerinin kullanım ve paylaşımında aşırılığa kaçılmasını, ölçüsüz tasarruflarda bulunulmasını kesinlikle men eder. İsraf ve savurganlık bu nedenle haram kılınmış; paylaşımın hakça, tüketimin de ölçülü yapılmasına büyük önem atfetmiştir.
* * *
Yüce Allah, yarattığı canlıların rızıklarını da ezelde yaratmıştır. Dünyaya gelen her canlının havası, suyu, gıdası o henüz yaratılmadan hazırlanmıştır. ‘Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkını vermek Allah’a aittir’ (Hûd, 11/6) ayeti bunu açıklar. Ancak, Allah’ın bahşettiği bu güzel nimetleri başkalarının da haklarını gözeterek kullanmamız esastır.
Yememizde içmemizde olduğu kadar, kullandığımız elektrikten, yıkandığımız sudan da tasarruf gerekir. Çünkü tasarruf edebildiğimiz her kaynak, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılacak ve topluma ekonomik bir kazanç olarak geri dönecektir. Ferdin refahından, toplumun refahına giden ‘toplam fayda’yı üretmenin adıdır tasarruf.
Allah’ın ilminde bir insanın ömrü boyunca yiyeceği rızıklar bellidir. Dağlar kadar malımız, yiyeceğimiz de olsa ömrümüz boyunca tüketeceğimiz, midemizin alacağı miktar sınırlıdır. Bu sebeple bir mümin, kazandıklarından ihtiyaç fazlasını ihtiyaç sahiplerine vererek manevi rızık kazanmaya, bunu da helal yollardan elde etmeye çalışmalıdır.
Eğer dünyadaki herkesin boşa harcadığı zaman, enerji ve emek hesaplansa, dünyada açlık ve yokluk içinde kıvranan milyonlarca insanın ihtiyaçlarına káfi gelebilecek zaruri maddeler kolayca tedarik edilmiş olurdu. Küçük sanılan şeyler, yan yana geldiği zaman büyük değerler ifade ediyor.
Tasarrufa meraklı bir vatandaşımızın yaptığı hesaba göre dakikada on damla kaçıran bir musluk ayda 170 litre su akıtıyormuş. Buna, lüks otellerde, lokantalarda yenilemeyerek çöpe dökülen yiyecekleri, açık bırakılan lambalardan kaybedilen enerjiyi, eskimeden sokağa bırakılan eşyaları da kattığımızda israfın ne büyük boyutlarda olduğu, ülke ekonomisine ne büyük ölçülerde zarar verdiği kendiliğinden ortaya çıkar.
* * *
Yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de sadece kamu kesiminin yaptığı israf, yılda 65 milyar dolara tekabül etmektedir. Aynı araştırmada, 1990-2002 yılları döneminde ekonominin bazı alanlarında israfın yol açtığı kayıpların toplamı 803 katrilyon liraya ulaşmaktadır. Bu tablo, tek kelimeyle bir ‘vahamet tablosu’dur; bu gidişe mutlaka ‘dur!’ denilmelidir.
Allahü Teálá, Araf Suresi 31. ayette ‘Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Allahü Teálá israf edenleri elbette sevmez’ buyuruyor. Cenab-ı Hak ‘İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir’ (İsra 26,27) ve ‘Müsrifleri helak ettik’ (Enbiya 9) ayetleriyle de israfla ilgili uyarılarının çapını ürpertici bir konuma yükseltiyor.
Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde ‘Yiyip için, giyinin ve tasadduk edin. Fakat israf ve kibirden sakının’ buyurarak tasarruflu davranmanın ve başkalarına yardımda bulunmanın önemine işaret ediyor.
Zamanı israf etmek de kötü bir alışkanlıktır. Yüce Allah’ın bizlere lütfettiği en büyük nimetlerden biri olan zamanı çok iyi değerlendirmeliyiz. Boş zamanımızı okumak, öğrenmek, çalışmak, ibadet etmek gibi hayırlı ve faydalı işlere hasretmeliyiz.
Boş zamanın kahve köşelerinde tembel tembel oturarak, faydasız şeyler yaparak geçirilmesi ise büyük bir nimetin pervasızca israfından başka bir şey değildir. Bu, geri dönüşü de, telafisi de mümkün olmayan bir israftır. Bundan da dikkatle kaçınmamız gerekir.
* * *
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz:
İsraf, fertleri ve toplumu yoksulluk ve sefalete sürükleyen, milletlerin kalkınmasını engelleyen, ekonomiyi ve dengeleri altüst eden, alın terinin, servetin, kaynakların ve imkánların boş yere heder olmasına yol açan sosyal bir hastalık, korkunç bir afettir.
Öyleyse israf illetinin tuzağına düşmemek için azami gayret göstermeli, fert ve toplum olarak mutlu ve huzur dolu geleceğimiz için çok çalışmalı ve harcama hususunda Yüce Allah’ın koyduğu şu prensipten asla ayrılmamalıyız:
‘(O kullar) harcadıklarını ne israf eder ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar’ (Furkan, 67).
SORALIM ÖĞRENELİM
Bir rivayete göre Hz. Adem cennetten kovulmuş. Biz de mi cennetten kovulduk, bizim suçumuz neydi?
Osman Genç/ANKARA
Bir kere bu bir rivayet değil, Kuran ayetidir. Yüce Allah, evrendeki bu düzeni kurmak için Adem’i yeryüzüne göndermiş, insanlık da ondan çoğalmıştır. Bu, O’nun hikmetinin bir gereğidir.
Bir yazınızda, ‘Hz. Ali’nin, Peygamberimize ilk vahiy geldiğinde ‘Bundan peygamberimizin eşleri ile birlikte haberdar olduğu’ ifadesini kullandınız. ‘Eşleri’ tabirini, Hz. Hatice’ye saygı dolayısıyla mı çoğul yaptınız?
Dr. Mücahit GÜRAY
Evet, tamamen saygı amacıyla bu tabir kullanılmıştır. Zira, Hz. Hatice vefat edinceye kadar peygamberimizin başka eşi olmamıştır.
Cemaatle namaz kıldırırken imam olan kişi nasıl niyet etmeli?
Nuri Tosun/ANKARA
Cemaate namaz kıldıran imam, Türkçe olarak şöyle niyet eder: ‘Niyet ettim bana uyanlara namaz kıldırmaya.’ Arapça niye ediyorsa o zaman ‘tebiani’ ve ‘tebiatni’ diyerek erkeklerin yanı sıra kadınları da niyetine alır.
Trafikte seyrederken bilerek önümüzde durup akışımıza engel olan, daha fazla benzin sarf etmemize ve zamanımızı boş yere harcamamıza yol açanlar üzerinde hakkımız yok mudur?
Osman Ali Özkurt/ANKARA
Elbette kul hakkıdır. Bundan kaçınılması gerekir.
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2004
<B>RAMAZANIN </B>son oruç günlerini yaşıyoruz. Pazar günü bayram. Yüce Allah’ın, sabrımıza mükáfat olarak bahşettiği bu bayramı da 2 milyara yakın İslam álemi ile birlikte, tıpkı ramazan ayında olduğu gibi ortak bir duygu ve inanç titreşimi içerisinde idrak etmiş olacağız. Allah’a iman edip, ibadetlerini yerine getiren ve hayırlı iş işleyen müminler için bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi?
Ramazan ayı boyunca elde ettiğimiz güzelliklerin sürdürülmesi esastır. İbadetlerde süreklilik Yüce Allah’ın istediği, Sevgili Peygamberimiz’in arzu ettiği bir durumdur.
Hz. Peygamberimiz, ‘İbadetlerin Allah’a karşı en sevimli olanı, az da olsa devamlı olarak yapılanıdır’ buyurmuştur. Ramazan boyunca sergilediğimiz fazilet ve güzellikler, insan ve toplum ilişkileri açısından fevkalade önemli tesirler bırakmıştır. Zaten yüce dinimiz İslam’ın telkin ettiği imanın amacı da budur.
* * *
Bayramlar da insanlar arasında sevgi, muhabbet ve kardeşlik duygularının tekrarlanmasına vesile olan önemli günlerimizdir. Yapılan karşılıklı ziyaret ve hoş sohbetlerle dostluk, komşuluk ve akrabalık bağları güçlendirilir, çocuklar sevindirilir, aile büyükleri ve yaşlıların elleri öpülerek duaları ve gönülleri alınmaya çalışılır. Dargın olanlar barıştırılır, düşmanlıklar sona erdirilir, kırılan gönüller onarılır.
Küresel sarsıntılara maruz bir dünyada yaşıyoruz. Dinler ve uygarlıklar arasındaki çatışmalar artık topla-tüfekle olmuyor. Savaşlar artık bilgisayarların klavyeleri ile kitle haberleşme araçlarının ekranlarında cereyan ediyor. Evlerimizin yatak odalarına kadar kargolanan yabancı kültürler, emperyalist emelleri obezleştiren iştahlarıyla birlikte tehlikeli bir ahlaki yozlaşmayı da beraberinde getiriyor.
* * *
Bütün bu saldırılar karşısında, toplumumuzu ayakta tutan milli ve manevi kolonları sağlamlaştırmanın yegáne yolu, bu bayram günlerini de vesile sayarak, bizi biz yapan değerleri insanca ve İslamca bir tefekkürle yeniden gözden geçirmek, karşı tedbirlerimizi de ona göre geliştirmektir. Bu tefekkürle yolumuzu aydınlatabildiğimiz ölçüde varlığımızı koruyabilir, onurlu bir hayatın sürekliliğine sahip olabiliriz.
O halde nasıl bir tefekkür?
Önce yaradana iman ve şükürle başlayan bir tefekkür. O’nunla var olduğumuzun ve ancak O’nun izniyle var olabileceğimizin idrakiyle sarmalanmış bir inançla. O’nun vazettiği ahlak ilkeleri çerçevesinde yaşanan bir hayatla. Bunun sonraki adım, ‘yaradılanı sev, yaradandan ötürü’ felsefesidir. İnsanı sevmek, hayvanları, bitkileri sevmek, álemlerin genişliğinde álemi sevmek...
İnsan ve Müslüman olmanın yüklediği görev ve sorumluluklar içerisinde hareket etmek. Yalan söylememek, kul hakkı yememek, yetim hakkını yedirmemek, komşusu açken tok yatmamak. Bireyler olarak kendimizi de, içinde bulunduğumuz toplumu da yüceltmek, bu değerlere sımsıkı sarılmakla mümkündür.
Arkasına ve etrafına bakmadan yürüyen insanın yolu yol değildir. Şu bayram gününe binbir sıkıntı ve çaresizliğin içinden geçerek giren, çocuğuna bayram giysisi alamayan, belki mütevazı bir bayram sofrası bile kuramamış binlerce ailenin ıstırabına seyirci kalınarak yaşanan bir bayram, gerçek bir Müslüman’ın tasavvurunda yer edinemez.
Zekát ve fitrelerini vermemiş olanlarımız için vakit hálá geçmiş değildir. Yoksulu, yetimi ve çaresizi sevindirmek için bir hayırsever bekleyen on binlerce kapıdan birine de biz yönelelim. Bir bayram gününe çocuğuna bayram harçlığı verememenin ezikliği altında giren babaların dramına kayıtsız kalamayız.
* * *
Boynu bükük yavrularımızın iç dünyalarını anlama cehdini göstermeden kendi çocuklarımızı sevindirme zevkini tadamayız. Kazancımızı Allah için onlarla paylaşalım. Kazançlarımızın ancak paylaşılarak çoğalabileceğine inanarak bunu yapalım.
Bir kerim ağızın söylediği gibi ‘İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın’. İnsanı yaşatalım ki, devletimizle birlikte hep birlikte ‘ebed müddet’ kalalım.
Bu duygularla, mübarek Ramazan Bayramı’nın milletimiz, İslam álemi ve bütün insanlık ailesi için hayırlara vesile olmasını, huzur ve esenlikler getirmesini diliyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bana ait bir evim var, oturuyoruz. Eşimin de bir evi var, kiraya verdik. Ancak kira gelirlerini ihtiyaçlarımıza harcıyoruz. Çünkü çalışmıyorum. Bu evimi de yıllar önce biriktirdiğim para ile aldım. Zekátını da vermedim. Bize zekat düşer mi?
Gülnur KÖKSAL
Zekátla yükümlü olabilmeniz için bir yıllık yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ihtiyaçlarınızdan arta kalan meblağın 80 gram altın veya mukabil bir değere tekabül etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, belirttiğiniz mal varlığından dolayı size bir zekát düşmez.
Yatmadan önce tespih çekip dua ediyorum. Kıbleye yönelmem gerekir mi?
Ayşe Tosyalı/İSTANBUL
Kıbleye yönelmek namaz için şarttır. Tespih ve dua için gerekmez.
Boy abdesti aldıktan sonra tekrar abdest almak gerekir mi?
Lütfü Öztürkoğlu/ANKARA
Boy abdesti almadan önce namaz abdesti almak sünnettir. Boy abdesti aldıktan sonra namaz abdesti almaya gerek yoktur.
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2004
RAMAZANIN son oruç günlerini yaşıyoruz. Pazar günü bayram. Yüce Allah’ın, sabrımıza mükáfat olarak bahşettiği bu bayramı da 2 milyara yakın İslam álemi ile birlikte, tıpkı ramazan ayında olduğu gibi ortak bir duygu ve inanç titreşimi içerisinde idrak etmiş olacağız.Allah’a iman edip, ibadetlerini yerine getiren ve hayırlı iş işleyen müminler için bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi?Ramazan ayı boyunca elde ettiğimiz güzelliklerin sürdürülmesi esastır. İbadetlerde süreklilik Yüce Allah’ın istediği, Sevgili Peygamberimiz’in arzu ettiği bir durumdur.Hz. Peygamberimiz, ‘İbadetlerin Allah’a karşı en sevimli olanı, az da olsa devamlı olarak yapılanıdır’ buyurmuştur. Ramazan boyunca sergilediğimiz fazilet ve güzellikler, insan ve toplum ilişkileri açısından fevkalade önemli tesirler bırakmıştır. Zaten yüce dinimiz İslam’ın telkin ettiği imanın amacı da budur.* * *Bayramlar da insanlar arasında sevgi, muhabbet ve kardeşlik duygularının tekrarlanmasına vesile olan önemli günlerimizdir. Yapılan karşılıklı ziyaret ve hoş sohbetlerle dostluk, komşuluk ve akrabalık bağları güçlendirilir, çocuklar sevindirilir, aile büyükleri ve yaşlıların elleri öpülerek duaları ve gönülleri alınmaya çalışılır. Dargın olanlar barıştırılır, düşmanlıklar sona erdirilir, kırılan gönüller onarılır. Küresel sarsıntılara maruz bir dünyada yaşıyoruz. Dinler ve uygarlıklar arasındaki çatışmalar artık topla-tüfekle olmuyor. Savaşlar artık bilgisayarların klavyeleri ile kitle haberleşme araçlarının ekranlarında cereyan ediyor. Evlerimizin yatak odalarına kadar kargolanan yabancı kültürler, emperyalist emelleri obezleştiren iştahlarıyla birlikte tehlikeli bir ahlaki yozlaşmayı da beraberinde getiriyor. * * *Bütün bu saldırılar karşısında, toplumumuzu ayakta tutan milli ve manevi kolonları sağlamlaştırmanın yegáne yolu, bu bayram günlerini de vesile sayarak, bizi biz yapan değerleri insanca ve İslamca bir tefekkürle yeniden gözden geçirmek, karşı tedbirlerimizi de ona göre geliştirmektir. Bu tefekkürle yolumuzu aydınlatabildiğimiz ölçüde varlığımızı koruyabilir, onurlu bir hayatın sürekliliğine sahip olabiliriz.O halde nasıl bir tefekkür?Önce yaradana iman ve şükürle başlayan bir tefekkür. O’nunla var olduğumuzun ve ancak O’nun izniyle var olabileceğimizin idrakiyle sarmalanmış bir inançla. O’nun vazettiği ahlak ilkeleri çerçevesinde yaşanan bir hayatla. Bunun sonraki adım, ‘yaradılanı sev, yaradandan ötürü’ felsefesidir. İnsanı sevmek, hayvanları, bitkileri sevmek, álemlerin genişliğinde álemi sevmek... İnsan ve Müslüman olmanın yüklediği görev ve sorumluluklar içerisinde hareket etmek. Yalan söylememek, kul hakkı yememek, yetim hakkını yedirmemek, komşusu açken tok yatmamak. Bireyler olarak kendimizi de, içinde bulunduğumuz toplumu da yüceltmek, bu değerlere sımsıkı sarılmakla mümkündür.Arkasına ve etrafına bakmadan yürüyen insanın yolu yol değildir. Şu bayram gününe binbir sıkıntı ve çaresizliğin içinden geçerek giren, çocuğuna bayram giysisi alamayan, belki mütevazı bir bayram sofrası bile kuramamış binlerce ailenin ıstırabına seyirci kalınarak yaşanan bir bayram, gerçek bir Müslüman’ın tasavvurunda yer edinemez.Zekát ve fitrelerini vermemiş olanlarımız için vakit hálá geçmiş değildir. Yoksulu, yetimi ve çaresizi sevindirmek için bir hayırsever bekleyen on binlerce kapıdan birine de biz yönelelim. Bir bayram gününe çocuğuna bayram harçlığı verememenin ezikliği altında giren babaların dramına kayıtsız kalamayız.* * *Boynu bükük yavrularımızın iç dünyalarını anlama cehdini göstermeden kendi çocuklarımızı sevindirme zevkini tadamayız. Kazancımızı Allah için onlarla paylaşalım. Kazançlarımızın ancak paylaşılarak çoğalabileceğine inanarak bunu yapalım.Bir kerim ağızın söylediği gibi ‘İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın’. İnsanı yaşatalım ki, devletimizle birlikte hep birlikte ‘ebed müddet’ kalalım.Bu duygularla, mübarek Ramazan Bayramı’nın milletimiz, İslam álemi ve bütün insanlık ailesi için hayırlara vesile olmasını, huzur ve esenlikler getirmesini diliyorum.SORALIM ÖĞRENELİMBana ait bir evim var, oturuyoruz. Eşimin de bir evi var, kiraya verdik. Ancak kira gelirlerini ihtiyaçlarımıza harcıyoruz. Çünkü çalışmıyorum. Bu evimi de yıllar önce biriktirdiğim para ile aldım. Zekátını da vermedim. Bize zekat düşer mi? Gülnur KÖKSALZekátla yükümlü olabilmeniz için bir yıllık yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ihtiyaçlarınızdan arta kalan meblağın 80 gram altın veya mukabil bir değere tekabül etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, belirttiğiniz mal varlığından dolayı size bir zekát düşmez.Yatmadan önce tespih çekip dua ediyorum. Kıbleye yönelmem gerekir mi?Ayşe Tosyalı/İSTANBULKıbleye yönelmek namaz için şarttır. Tespih ve dua için gerekmez.Boy abdesti aldıktan sonra tekrar abdest almak gerekir mi?Lütfü Öztürkoğlu/ANKARABoy abdesti almadan önce namaz abdesti almak sünnettir. Boy abdesti aldıktan sonra namaz abdesti almaya gerek yoktur.
button
Yazının Devamını Oku 
5 Kasım 2004
<B>HİCRET’</B>in 40. yılı, ramazan ayının 21. gecesi, yani 4 Kasım 661, İslam tarihinde kara bir günün tarihidir. İlim şehrinin kapısı <B>Hz. Ali,</B> bundan 1343 yıl önce, <B>İbn-i Mülcem </B>isimli bir Harici’nin kılıç darbesiyle şehit edilmiş, İslam dünyası bu olaydan sonra büyük sarsıntılar geçirmiştir. Rivayete göre, Mülcemoğlu, daha önce Hz. Ali’ye biat etmek istemiş, Hz. Ali sanki ölümünün onun elinden olacağını bilmişçesine iki kere reddetmişti. Üçüncüsünde başını ve sakalını göstererek, ‘Buradan akacak kanla, şunu boyayacak kişiyle ne işim var benim’ demiş ve şu beyti okumuştu:
‘Ölüm gelip çatınca kuşan kemerini sen; seninle buluşunca teláşa düşme, dayan / Ölüm mahallene kondu mu, acıklanma, sızlanma dayan.’
* * *
Hz. Ali, Peygamberimizin evinde, Peygamber ailesinin gözetim ve terbiyesi altında yetişmiş, ilk vahiy geldiğinde bundan Peygamberimizin eşleriyle birlikte haberdar olma ve 10 yaşındayken iman etme şerefine nail olmuş yüce bir şahsiyettir. Hayatı, Peygamberimizin yanında geçmiştir.
Peygamberimizin hemen hemen bütün gazvelerine (savaşlarına) katılmıştır. Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman zamanlarında da onlara danışmanlık yapmış ve değerli fikirleriyle yol göstermiştir. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra halife olmuştur.
Mevlana, ‘NA’AT-I ALİ’sinde Hazreti Ali için şöyle der:
‘O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir.
Onun toprağı birlik álemidir. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. O, şeriatta ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir.’
Hz. Ali, Peygamberimizin ‘ehl-i beyt’indendir, yani ev halkındandır. İslam literatüründe ‘ehl-i beyt’ kelimesi, Hazreti Peygamber’in soyundan gelenleri ifade eder ki, bunlar kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve onların çocukları Hz. Hasan ve Hüseyin’dir. İslam kültüründe bunlara ‘ál-i aba’ da denilir. Peygamberimiz bunları abası altına almış, ‘Allah’ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Günahları bunların üzerinden yok et ve onları tertemiz kıl’ diye niyazda bulunmuştur.
Nitekim Ahzab Suresi 33. ayette ‘...Ey ehl-i beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor’ denilmektedir.
Şûra suresi 123. ayette ise ‘De ki, ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir karşılık istemiyorum’ denilmiştir.
Ayrıca Hazreti Peygamberimizin muhterem eşlerinin de ‘ehl-i beyt’e dahil olduğu kaynaklarda geçmektedir. Çünkü ehl-i beyt, ev halkı anlamına geldiğine göre, O’nun eşleri de bu kavramın içinde yerini bulur.
* * *
Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ehl-i beyte özel önem verilmiş, Müslümanlar onlara karşı sevgi ve saygı hisleri duymaya davet edilmiştir. Bütün Müslümanlar da bu davete icabet etmişler, ehl-i beyt sevgisini birlik ve beraberlik şuurunun ortak paydası haline getirmişlerdir. Namazlarda tahiyattan sonra okunan dualarda ‘Ál-i Muhammed’ ifadesiyle Hz. Peygambere inananlara ve onun soyundan gelenlere dua edilmektedir.
Müslümanlar, münhasıran Peygamber’i sevmekle kalmamış, onunla alakalı her şeye muhabbet duymuşlardır. Söz konusu sevgi, ehl-i beyte mensup olanları da kuşatmış, kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar ulaşmıştır.
Ehl-i beyte mensup olan ve yüce İslam dininde en önemli şahsiyetlerden biri sayılan Hazreti Ali’ye ‘razı edilmiş’ anlamında ‘El Murteza’ ismi verilmiş, ayrıca onun ismi anıldığında ‘Allah onu şerefli kılsın’ anlamında ‘Kerremallahu vechehu’ sözcükleri kullanılmıştır.
* * *
Hemen her Müslüman Hazreti Fatıma’dan söz ederken, hem saygı ve hem de her türlü gösterişten arınmış, son derece samimi bir ifadeyle ‘anamız’ sözcüğünü ekler. Hz. Hasan’ın zehirlenerek, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da suya hasret bırakılarak şehit edilmesi ise istisnasız bütün Müslümanları derin üzüntüye boğmuştur. Bu üzüntü hálá milyonlarca Müslüman’ın vicdan ve hafızalarında bütün diriliği ile yaşamaktadır.
Hz. Ali’nin ‘nehc’ül-belaga’ adlı eseri bir hikmet hazinesidir. Ayrıca Mısır valisine gönderdiği, Mehmed Akif’in de dilimize tercüme ettiği mektup, bütün devlet adamlarının okuyup ders çıkaracakları çok kıymetli bir mirastır. Bunlardan herkesin yararlanması gerekir.
Yazımı İmam-ı Şafii’nin bir şiiriyle noktalamak istiyorum:
‘Hz. Ali’yi, Fatma’yı, Hasan ve Hüseyin’i sevmek Rafızilik ise insanlar ve cinler şahit olsun ben de Rafıziyim.’
Yazının Devamını Oku 