İlter Türkmen

’Umudun Cüreti’

12 Temmuz 2008
GENELLİKLE ABD başkanları görevden ayrıldıktan sonra anılarını yazarlar. Barack Obama, seçildiği takdirde daha görevi devralmadan kişiliğini, vizyonunu, dünya problemleri hakkındaki teşhislerini ve siyasi felsefesini açıklayan bir aday olacak.

"Umudun Cüreti" başlıklı eseri 2006’da basıldığında hemen en çok satan kitaplar arasına girdi. Obama’nın akıcı ve zarif üslubu, kavramlaştırma mahareti, görüşlerinde ve inançlarında samimi olduğu izlenimini yaratma yeteneği de muhakkak kitabın başarısına büyük katkıda bulunmuştur.

Ben bugün daha çok kitabın dış politikaya ilişkin bölümünde değindiği bazı konulardan söz edeceğim.

* * *

Obama
daha senatör seçilmeden önce, 2002 yılında, senatonun Irak’a karşı kuvvet kullanılmasını destekleyen kararına Demokrat senatörlerin yarısından fazlasının destek vermesine şu şekilde tepki göstermişti:

"Irak’a karşı başarılı bir savaşın dahi süresi belirsiz bir Amerikan işgaline, bugünden öngörülemeyecek bir mali yüke ve olumsuz sonuçlara yol açacağını biliyorum. Saydam bir mantıki nedeni olmayan ve uluslararası destekten mahrum bir savaşın Ortadoğu’daki ateşi körükleyeceğini, Arap dünyasındaki en iyi değil, fakat en kötü dürtüleri tahrik edeceğini ve El Kaide’ye katılımları artıracağını da biliyorum."

Denebilir ki, Obama’nın öngörüsünü o zaman ifade eden birçok başka devlet adamı ve politikacı vardı. Fakat onlar Amerika’da değil, daha çok Avrupa’daydı. ABD’de ezici bir çoğunluk, Obama dahil, Saddam Hüseyin’in kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olduğuna ve nükleer silah elde etmeye çalıştığına Amerikan istihbarat örgütleri tarafından ikna edilmişti.

Obama bile, 2003 baharında ABD ordusunun süratle kazandığı zaferden sonra,"Acaba yanıldım" mı diye düşündüğünü itiraf ediyor ve Irak’taki durumun gittikçe kötüleşmesiyle haklılığına yeniden inandığını belirtiyor.

Obama, uluslararası kuruluşların dünyada daha fazla hakkaniyet, adalet ve refah istikametinde çalışmaya teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorsa da, Amerika’nın tek başına diğer halkları despotluktan kurtaramayacağını, demokrasinin dayatılamayacağını, Gandhi’nin İngiltere’ye karşı kampanyasının, Polonya’daki Dayanışma hareketinin ve Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı ile mücadelenin gösterdiği gibi, demokrasinin ancak yerel uyanışın ürünü olabileceğini vurguluyor.

Irak’takine benzer yöntemlerle, silah gücüyle demokrasi empoze edilmeye kalkışılırsa, totaliter rejimlerin demokrasiyi yabancı güçler lehine bir istismar sistemi şeklinde teşhir edebileceklerine işaret ediyor. Amerikan hükümetlerinin totaliter rejimlere verdiği desteği de kınıyor.

Obama çocukluğunun bir kısmını Endonezya’da geçirmiş. Geleneksel olarak İslam ile Budizm’in, Hinduizm’in ve paganizmin sentezi, hoşgörülü bir dini yaşamları olan Endonezyalıların büyük çoğunluğunun son on yıllarda militan bir köktendiciği benimsemiş olmalarından duyduğu hüsranı da kitabında dile getiriyor.

Bu gelişmede Ortadoğu’dan gelen fonlar ile Vehhabi imamların, medreselerin ve camilerin oynadığı role işaret ediyor. İnsanın aklına şu soru gelmiyor değil: Acaba köktendincilik, Arap olmayan ülkelerde Arap ülkelerine kıyasen daha mı kolay yayılıyor?

* * *

Obama
artık Demokrat Parti’nin tek başkan adayı. Kitabında savunduğu fikirlere bundan sonra da sadık kalabilecek mi? Şimdiden İsrail lobisine yaptığı kur, Irak’tan asker çekmek konusunda daha ikircikli konuşması, idam cezasının kapsamının genişletilmesine bir ara taraftar gözükmesi eleştiriliyor.

Politikanın kendi kuralları ve gerekleri, anlaşılan akılcılık ve idealizmle kolay kolay bağdaşmıyor. Yine de Obama, Bush’un politikasını çok geniş ölçüde sürdürecek olan McCain’den Amerika ve dünya için daha iyidir.

Obama’nın daha şimdiden Amerika’nın dünyadaki imajının düzelmesinde çok etkili olduğu unutulmamalıdır.
Yazının Devamını Oku

2004’te Kıbrıs için müdahale mi olacaktı?

8 Temmuz 2008
ESKİ Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu varsayılan anılarda, 2004 yılı Şubat ayında New York’ta BM Genel Sekreteri ile Kıbrıs konusunda cereyan eden görüşmelerin seyrinden duyulan rahatsızlık yüzünden, bu görüşmeleri engellemek üzere bazı kuvvet komutanlarınca çeşitli eylem alternatifleri planlandığı ifade edilmektedir. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile CHP’nin kuvvet komutanlarına o tarihlerde ulaştırdıkları mesaj ve görüşlerin bu eylem teşebbüslerini tetiklediği de anlaşılıyor. Denktaş’ın, CHP’nin desteği ile o devirde Annan Planı’na karşı çok yoğun ve duygusal bir kampanya yürüttüğünü tabii hepimiz hatırlıyoruz.

Erdal Güven de, 4 Temmuz tarihli Radikal Gazetesi’ndeki yazısında, 14 Şubat 2004’te New York’ta Genel Sekreter Kofi Annan ile temel noktalarda bir anlaşmaya varılmasının ardından, bundan düş kırıklığına uğrayan Denktaş’ın bir müşavirinin, "Birazdan asker bildiri yayımlayacak" dediğini naklediyor.

* * *

O müdahale gerçekleşmedi. Annan Planı süreci devam etti ve yanlış hatırlamıyorsam, Başbakan’ın başkanlığındaki Türk heyetine Genelkurmay’dan bir temsilcinin de katıldığı Bürgenstock görüşmeleri başarılı bir sonuca ulaştı. Türk tarafı Annan Planı’nın nihai metninin referanduma sunulmasına ilişkin taahhüdü de imzalamaya hazırdı. Fakat Yunan-Rum tarafı bundan kaçındı.

Plan, Güney Kıbrıs başkanlığına yeni seçilen Papadopulos’un muhalefetine rağmen referanduma sunulacaktı. Daha o anda planın akıbeti belli olmuştu. Papadopulos bu şekilde hareket etmekle herhangi bir risk de almıyordu; çünkü Nisan 2003’te Güney Kıbrıs artık AB’ye katılım antlaşmasını imzalamış ve bu antlaşma bütün AB üyelerinin parlamentoları tarafından onaylanmıştı.

Geriye kalan tek şey, 1 Mayıs’ta yapılacak merasimdi. Referandumda Rumların aleyhte oy vermesinin Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğini engellemesine imkán kalmamıştı.

Nitekim, 24 Nisan 2004’teki referandumda, Kıbrıs Türklerinin % 65’i Annan Planı’na olumlu oy verirken Rumlar daha büyük bir çoğunlukla ret oyu kullandılar. Buna sevinenlerin başında Denktaş geliyordu. "Allah Papadopulos’tan razı olsun" dedi. İki ezeli hasım birdenbire müttefik olmuşlardı!

Bu gelişmeleri anımsatmamın asıl nedeni, o tarihlerde askeri bir müdahaleye zaten ihtiyaç olmadığıdır. Aranan amaç nasıl olsa gerçekleşecekti, fakat müdahale Türkiye’yi sonu belirsiz bir siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa sürükleyecek ve AB üyelik sürecinde müzakere aşamasına gelinmesine olanak bırakmayacaktı.

Müdahale tabii yine çok ciddi bir başka sonuca yol açacaktı. Kıbrıs Türk halkı kendi kaderi hakkında serbest iradesiyle referandumda oy vermekten Türkiye tarafından men edilmiş olacaktı. Bunun Kıbrıs Türklerinde yaratacağı hüsran ve infial o zaman hiç akla gelmedi mi? Kıbrıs’taki asıl büyük kayıp bu olmayacak mıydı?

* * *

Şunu da hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Annan Planı 2002 Kasım ayında taraflara sunuldu. Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılım antlaşmasını imzaladığı 2003 Nisan’ına kadar bu plan referanduma sunulabilseydi Kıbrıs Rumları aleyhte oy veremezlerdi; çünkü böyle bir oy AB üyeliğini engellerdi.

O zamanki Yunan Başbakanı Simitis bu tehlikenin tamamen farkındaydı. Bu sebepledir ki, anılarında, Mart 2003’te Denktaş planı reddedince duyduğu sevinci dile getiriyor ve "Helenizm o anda şahikasına ulaştı" diyor.

Peki, Helenizm’in zaferi, acaba kimin kaybı oldu? Annan Planı’nı daha o zaman dilimi içinde kabul etseydik sağlamış olacağımız avantajların objektif bir değerlendirmesini yapamadık.

Buna karşılık Kıbrıs’ta çözümü bloke eden zihniyetin hálá devam ettiğini görüyoruz. Mesela bir "Talat Paşa Komitesi" var. Adı dahi bazı çağrışımlar yapacak kadar manidar değil mi?..
Yazının Devamını Oku

Sıcak bir yaz

5 Temmuz 2008
BU yıl yalnızca küresel ısınmanın sonucu olarak değil, fakat politik hararetin olağanüstü yükselmesi nedeniyle de çok sıcak bir yaz geçireceğimiz anlaşılıyor. Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’nde açtığı AKP’yi kapatma davası kapsamını bugünden tahmin edemeyeceğimiz çok yönlü bir kriz tetikleyebilir.

Hafta başındaki gözaltına alınmalar ile yeni bir boyut kazanan Ergenekon sorgulamasının ise nasıl bir seyir izleyeceği, ne gibi irtibatlar ve uzantılar ortaya çıkaracağı, gözaltına alınanların ne ölçüde suçlu bulunacağı bu satırlar yazılırken henüz belli değil.

Ancak şimdiden yapılabilecek bir gözlem, gözaltı ve tutuklama yöntemlerinde eleştirilecek pek çok yön bulunduğudur. Hiç lüzumu yokken baskın şeklinde tevkifler ve gözaltına alınanlara ne ile suçlandıklarının hemen bildirilmemesi haklı olarak tenkit ediliyor.

* * *

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski yargıcı Büyükelçi Rıza Türmen, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları ışığında, gözaltına alınanların hangi haklara sahip bulunduklarını 3 Temmuz’da Milliyet Gazetesi’nden yayımlanan makalesinde izah etti. Her şeyden önce yakalanan kimsenin neden göz altına alındığını bilmesi lazım.

Tutuklananların makul bir süre içinde yargılanmaları veya serbest bırakılmaları gerekiyor. Tutukluluğun devam etmesi ancak kişinin serbest kaldığı takdirde kaçması veya kanıtları ortadan kaldırması riskinin bulunması gibi gerekçelere dayanmalıdır..

Anayasamız gereğince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi milli kanunlarımıza nazaran önceliği haiz olduğundan sözleşmedeki kurallara uygun hareket edilmesi gerekir. Ne var ki, Türkiye’de sözleşme ancak siyasi tercihlere göre hatırlanıyor.

Desteklemekte olduğunuz grup ve bireyler söz konusu ise derhal ona sığınıyorsunuz, aksi halde sadece Avrupa hukukunun değil, kendi hukukunuzun ihlaline bile lakayt kalabiliyorsunuz.

Ergenekon soruşturması ile ilgili son gözaltına alınmalara karşı tepkiler arasındaki farklar çok dikkat çekici. Muhalefet lideri yine yangına kürekle giderek hükümeti suçlarken Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ son derece dikkatli bir açıklama yaptı.

Başbuğ beklenebileceği gibi 24 Haziran’da Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşmesinde Ergenekon olayı ile ilgili gözaltına alınmalar konusuna değinilmediğini söyledi. Başka türlüsü zaten mümkün değildi. Başbakan neden savcılığın isteğini ileterek yargı sürecine müdahil olsun?

Daha sonra Genelkurmay’ın açıkladığı gibi, askeri tesis ve lojmanlarda yapılan aramalar Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre savcının istemi ve katılımı ile askeri sorumlular tarafından yerine getirilmiş.

Başbuğ, açıklamasında, ayrıca TSK’nın birlik bütünlüğüne herkesin hassasiyetle yaklaşması gerektiğini, geçirdiğimiz zor günlerde "hepimizin sağduyulu, soğukkanlı, daha dikkatli ve sorumlu davranmak" zorunda olduğumuzu belirtmiş ve bu alanda medyaya görev ve sorumluluk düştüğünün altını çizmiştir.

* * *

Orgeneral Başbuğ’a katılmamaya imkán yok. Ordunun yıpratılması kadar Türkiye’ye zarar verecek bir şey olamaz. Başbuğ’un medya hakkında söyledikleri de doğrudur. Bir kriz atmosferinde yazılı ve görsel medyanın tutumu kritik önemdedir.

Medya dezenformasyonu önlemeli, komplo teorilerine itibar etmemeli, sansasyondan kaçınmalıdır. Türkiye’de komplo teorileri üretme tutkusu ve onlara inanma eğilimi son yıllarda sadece medyaya değil, fakat bütün kurumlarımıza sirayet etmiştir. Kurumlarımızın, oldukça sık eylem dürtüsü yaratan bu iptila ile mücadele etmeleri gerekir.

Türkiye’deki dengeler çok kırılgan hale geldi. Bu dengelerin altüst olması kimseye yarar sağlamaz. Bütün kurumlar, bütün siyasi partiler, medya ve sivil toplum örgütleri, aralarındaki görüş ve ideoloji farkları ne olursa olsun, ortak ve temel çıkarlarının siyasi ve ekonomik istikrarı korumak olduğu bilinci ile hareket etmelidirler.
Yazının Devamını Oku

Kavga dürtüsü

1 Temmuz 2008
TÜRKİYE’de kavga eğilimi oldukça köklü. Günlük hayatımızda görüyoruz, tartışmalar birdenbire yumruk yumruğa dövüşmeye kolaylıkla dönüşebiliyor. Öfkenin korkunç cinayetlerle sonuçlandığı olaylar da nadir değil. Fakat ben bugün söz şiddetinden bahsetmek istiyorum. Başkasının fikirlerine tahammülsüzlük artık son haddinde. Aksi fikirde olanlar derhal niyet yargılamasına ve kişiliğe tecavüze girişiyorlar.

Başbakan ile muhalefet liderleri arasındaki polemik maratonu hemen her gün bütün gazete ve televizyonlara yansıyor. AKP’yi kapatma davası açıldığından beri bu eğilim daha da yaygınlaştı.

* * *

Bir örnek mi istersiniz? New York Times Gazetesi ile söyleşisinde Atatürk devrimlerinin bir travma teşkil ettiğini söylediği için Dengir Mir Mehmet Fırat günlerden beri bazı köşe yazılarının hedefi oldu. Fırat’ın görüşünü ifade etmek için zamanı ve kullandığı kelimeyi iyi seçmediği aşikár ise de söylediğinden mutlaka Atatürk devrimlerine karşı olduğu anlamı çıkmaz.

Rahmetli Bülent Ecevit de Atatürk inkılapları için "gardırop devrimi"demişti. Cumhuriyet devrimleri ile özdeşleştirilmesi pek kolay olmayan Fethullah Gülen’in de en büyük hayranlarından biriydi. Ama Atatürk inkılaplarına karşı olduğunu kimse iddia etmedi. Etmesi zaten büyük haksızlık olurdu.

Devrimlerin uygulanmasının bazı güçlükler çıkardığını düşünmek, devrimlerin temel felsefine karşı gelmek anlamını taşımaz. Latin harflerinin kabulünün, yabancı dil bilmeyen yaşları ilerlemiş kimseler için güçlük yaratması kaçınılmazdı. Dilin Türkçeleştirilmesinde ifrata kaçıldığını Atatürk de kabul etmişti.

Avrupa Birliği’nin ve özellikle Avrupa Konseyi’nin kapatma davası konusundaki tutumlarına karşı tepkilerimizde de aşırıya kaçıyoruz. Neredeyse "Onlar işimize ne karışıyorlar" demeye getiriyoruz. İyi de AB üyelik sürecinde Avrupa’nın demokrasi kıstaslarına uymayı ve bu alandaki ilerlememizi AB kurumlarının değerlendirmesine sunmayı kabul etmiş bulunuyoruz.

Avrupa Konseyi’nin ise üyesiyiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini kabul ediyoruz. Mahkemenin kararlarının uygulanmasını sağlamak ise Bakanlar Komitesi’nin sorumluluğunda. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin (AKPM) de "izleme süreci" başlatmak gibi yetkisi var.

AKPM ile Avrupa Parlamentosu’nun kapatma davasına değinen kararları aslında birbirinin eşi. Her ikisi de parti kapatmalarının Venedik Komisyonu’nun saptadığı rehber ilkelere uygun olması gereğini vurguluyorlar. Aralarında başlıca iki fark var. Birincisi, AKPM gerekirse izleme sürecine kapıyı açıyor. İkinci fark, AKPM kararının 7’nci maddesi.

Bu madde "dini" partilere destek gibi yorumlandı. Madde metni "dini parti"demiyor, "bir dinin ahlaki değerlerinden esinlenen partiler"den söz ediyor. Bu partiler iktidarda oldukları sırada anayasaya aykırı kararlar alırlarsa bunların iptali için yargı mercilerine başvurulabileceğini, fakat kararları alan partilere karşı aynı yola gidilemeyeceğini belirtiyor.

Peki anayasanın temel prensiplerine aykırı anayasa değişiklikleri için ne yapılacak? Bu nokta açıkta kalıyor; çünkü Avrupa anayasal hukukunda anayasa değişikliği yalnızca yasama gücünün yetkisinde. Anayasa konusunda mahkemelere yetki verilmesinin bir "yargıçlar devleti"ne yol açacağı kanaati hákim.

* * *

Gerek AB’nin gerek Avrupa Konseyi’nin AKP’ye özel bir sempati beslediği iddiası da bence yanlış. AB üyeleri gerçek bir sosyal demokrat partiyi veya dini referansları olmayan bir merkez sağ partiyi iktidarda görmeyi belki de tercih ederlerdi.

Ne yazık ki Türkiye’de böyle partiler yok. Mevcut muhalefet partilerinin her ikisi de korkutuyor.

Ayrıca Avrupa kurumları, AKP kapatıldığı ve mensuplarının önemli bir kısmı siyasi haklarından mahrum bırakıldığı takdirde bunun yaratacağı boşluk ve kaosun, politik ve ekonomik istikrarı ciddi surette sarsacağından endişe duyuyorlar.

Biz duymuyor muyuz?
Yazının Devamını Oku

AB üyelik süreci zorda

28 Haziran 2008
TÜRKİYE’nin AB ile üyelik müzakereleri 2005 yılından beri çok yavaş bir tempoda ilerliyor. Şimdiye kadar yalnızca sekiz müzakere başlığı açıldı ve ancak bir tanesi kapatıldı. Gümrük Birliği kapsamında Güney Kıbrıs, gemi ve uçaklarına limanlarımızı açmadığımız için sekiz başlık bloke edilmiş bulunuyor. Ayrıca Fransa tam üyelikle doğrudan ilişkili olarak gördüğü beş başlığın müzakeresini engelliyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in tam üyelik yerine "imtiyazlı ortaklık"tercihi, Fransa Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi olarak görmemesi, başka bazı AB üyelerinin de Türkiye’nin üyeliğine açık veya perde arkasında muhalefetleri gibi unsurlar üyelik sürecinin kırılganlığını iyice artırıyor.

Fransa ve Hollanda’daki referandumlarla reddedilen Avrupa Anayasası’nın yerine geçmek üzere imzalanan Lizbon Antlaşması da İrlanda halkının referandumda menfi oy vermesi sonucunda yürürlüğe girme şansını bu aşamada kaybetti.

Lizbon Antlaşması’nın karşılaştığı çıkmaz yüzünden AB’nin kurumsal yapısı Nice Antlaşması’na dayanmaya devam ediyor. Oysa bu antlaşmadaki yapısal düzenlemeler, Türkiye’nin olduğu kadar Hırvatistan’ın da üyeliğine göre ayarlanmış değil.

* * *

Bu pek iş açıcı olmayan tabloda bir iki olumlu gelişme de var. Birkaç gün sonra dönem başkanlığını üstlenecek olan Fransa’nın, kendi liderliğinde bir Akdeniz Birliği kurarak, Türkiye’yi AB yerine bu birlik içinde entegre etmek planının gerçekleşme şansı kalmadı.

Diğer taraftan, Fransız anayasasında yapılacak değişiklikler çerçevesinde Sarkozy ve hükümeti, AB’ye yeni üyeliklerin referanduma tabi tutulmasını cumhurbaşkanının takdirine bırakan bir düzenlemeye taraftardılar. Ulusal Meclis’e sunulan tasarı da bu yönde idi. Fakat cumhurbaşkanının partisi UMP, Ulusal Meclis’teki tartışmalar sırasında, Türkiye’nin üyeliğinin mecburen referanduma sunulmasını gerektirecek bir değişikliği kabul ettirdi.

Senato ise meclisin metnini reddetti ve onu hükümetin desteklediği ilk şekline soktu. Şimdi meclis, senatonun metnini tekrar tartışacak ve nihai metin meclis ile senatonun bir araya gelmesinden oluşan Kongre’de onaylanacak.

Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’nde açtığı dava da Türkiye-AB ilişkilerinde süratle yeni bir sorun yaratmıştır. Komisyon başkanı ve genişlemeden sorumlu komisyon üyesi, bu talebin Avrupa hukuk sistemiyle bağdaşmadığını, iktidara seçimle gelmiş bir partinin kapatılmasının Avrupa’nın temel demokrasi prensiplerine aykırı düştüğünü tekrar tekrar belirttiler.

Avrupa Parlamentosu (AP) 21 Mayıs’ta kabul ettiği bir kararda kapatma davası konusundaki endişelerini dile getirirken, Anayasa Mahkemesi’nin, partilerin kapatılması ve yasaklanması konusunda Avrupa Konseyi’ne bağlı Venedik Komisyonu’nun 1999 tarihli rehber ilkelerine uyacağını umduğunu belirtti.

Bu ilkelere göre "yalnızca şiddet kullanımını savunan veya demokratik anayasal düzeni bozmak için şiddeti araç olarak kullanan" partiler kapatılabilir. Kapatma davası sadece AB’yi ilgilendirmiyor, 1949’dan beri üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi de meseleye el attı.

* * *

İzleme Komisyonu Başkanı, konseyin Parlamenter Meclisi’ne (AKPM) sunduğu ve onun tarafından onaylanan raporunda, AB Parlamentosu’nda ileri sürülen endişeleri paylaştı ve 2004’te sona eren Türkiye için izleme sürecinin gerekirse tekrar başlatılmasına kapıyı açık bıraktı. Gerek AP gerek AKPM, Avrupa değerlerine daha uygun yeni bir anayasa gereğini özellikle vurguluyorlar.

Kuşkusuz kapatma davasının en önemli tarafı, AB veya Avrupa Konseyi’nden gelen tepkiler değil. Asıl mesele, Türkiye’nin, demokrasisi ve istikrarı ağır şekilde zedelenmeden, davanın olası sonuçlarını nasıl aşacağıdır.

Fakat davanın, Türkiye’nin, AB üyeliği dahil, temel dünya vizyonuna verebileceği zarar küçümsenmemelidir. Bu vizyon kaybolursa Türkiye’nin ödeyeceği bedel çok yüksek olur.
Yazının Devamını Oku

Dünyanın durumu

24 Haziran 2008
GEÇEN hafta katıldığım "Atina semineri"nde global siyasi, stratejik ve ekonomik perspektifler, petrol krizi, ABD, Avrupa, Asya ve Ortadoğu’daki olası gelişmeler ele alındı. Siyasi ve stratejik açıdan genellikle ölçülü bir iyimserlik dikkat çekti. Bu yönde görüş ifade edenler, bugün en güçlü ülkeler arasında bir savaş olasılığı bulunmadığını, Rusya’dan Batı’nın menfaatlerine ciddi bir tehdit beklenmediğini, bir nükleer saldırı ihtimali olmadığını, Irak’ta durumun beş yıl öncesine göre daha olumlu yönde geliştiğini, Hindistan-Pakistan ilişkilerinin her zamandan daha iyi olduğunu, ABD-AB ilişkilerindeki sıkıntılı devrin atlatıldığını, Asya’da Çin, Japonya, Rusya, Hindistan denkleminde endişe verecek bir unsur gözlemlenmediğini belirtiyorlar.

Buna karşılık Pakistan artık El Kaide terörüyle mücadeleyi tamamen terk ettiğinden Afganistan’da Taliban’a karşı mücadelede NATO’nun başarı kazanması şansı gittikçe azalıyor.

Ortadoğu’da İsrail-Filistin ihtilafının çözümlenmesine şartlar müsait değil. İsrail, Suriye ve Lübnan ile barış antlaşmaları akdetse bile İsrail-Filistin ihtilafının aşılamaması El Kaide terörünün başlıca ideolojik kozu olmaya devam edecek.

* * *

Dünyanın genel ekonomik tablosu konusunda da fazla karamsarlık yok.

Avrupa’nın büyümesi yavaşladı, fakat sadece Amerika resesyon içinde.

Gelişmiş ülkelerde büyüme hızının ortalama 2008’de % 2.53, 2009’da ise % 1.04 olması bekleniyor.

Ekonomileri yükselen ülkelerde ise bu oran tahminlere göre 2008 için 5.67, 2009 için ise 6.43 olacak.

Gelişme yolundaki ülkeler büyümelerini sürdürüyorlar.

Ne var ki petrol ile gıda maddeleri ve metaller gibi emtia fiyatları gittikçe artıyor ve bu eğilim kolay kolay durmayacak.

Dolayısıyla enflasyon da artıyor.

EURO bölgesinde bile enflasyon oranı % 3.6, ABD’de % 3.9, Çin’de % 8.5, Rusya’da % 15, Venezüella’da % 29.

Suudi Arabistan’ın bakan düzeyinde katıldığı seminerde petrol fiyatlarından çok bahsedildi.

Varil fiyatının 200 doları bulacağını düşünenler var. Vadeli piyasalarda Aralık 2016 fiyatları % 85 artmış.

Fakat OPEC petrol kıtlığı olmadığında ısrar ediyor.

Gerçekte de global stokların seviyesi yüksek.

Kaldı ki global büyüme yavaşlıyor ve alternatif enerji kaynakları gittikçe gelişiyor.

OPEC üyelerine göre petrol ve onu izleyen gaz fiyatlarını OPEC değil, vadeli piyasalar tayin ediyor.

Uzun süreli olarak rezervlerin boyutu da önemli.

Ortadoğu’nun petrol rezervleri 750 milyar varil, doğal gaz rezervleri ise 73 trilyon metreküp civarında.

Bu kaynakların kapitalizasyonu 130 trilyon dolar ediyor.

Petrol ve gaz üreticilerinin kamu yatırım fonlarında ise 1.8 trilyon dolar mevcut.

Ortadoğu çelişkiler bölgesi. Bir yanda inanılmaz bir servet, diğer yanda çözümlenemeyen sorunlar ve istikrasızlık odakları.

İran’ın potansiyel olarak nükleer silah imaline imkán verebilecek uranyum zenginleştirme programlarına devam etmesi, ona karşı bir saldırı ihtimalini gündemde tutuyor. Başkan Bush’un görev süresinin bitmesine çok az zaman kaldığından ABD’nin şimdiki aşamada böyle bir maceraya girmesi beklenmiyor.

Buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin, 100 F-16 ve F-15 uçağı ile Akdeniz’de 1400 kilometrelik bir menzil boyunca yaptığı manevralar, Tel Aviv’in Natanz mevkiindeki nükleer zenginleştirme tesisini tahrip etme niyetinin çok ciddi olduğunu gösterdi.

* * *

İsrail bölgede kendisinden başka bir nükleer devlete tahammül edemeyeceğini daha önce de Irak’taki Osirak nükleer tesisini bombalayarak ispat etmişti.

Geçen eylül ayında Suriye’de tahrip edilen hedefin Kuzey Kore tarafından sağlanan bir nükleer reaktör olduğu da kuvvetle iddia ediliyor.

İsrail’in bu defa İran’a saldırması, sonuçları bakımından çok daha büyük riskleri beraberinde getirecek.

İran’ın özellikle Körfez’de misillemelere girişmesinden endişe duyuluyor.

Örneğin, İran çok basit bir operasyonla Katar’ın off-shore gaz tesislerini yok ederek enerji piyasasını altüst edebilir.

Ne yazık ki dünyada en büyük istikrarsızlık merkezi hálá Ortadoğu.
Yazının Devamını Oku

Senato gerekli mi?

21 Haziran 2008
TBMM Başkanı Köksal Toptan 7 Haziran’daki basın toplantısında, yeni bir anayasa çerçevesinde bir senato ihdasının tartışmaya açılmasının belki yararlı olabileceğini ifade etti. Köksal çift kamaranın bütün Avrupa parlamento sistemlerinde mevcut olduğunu, senatonun Anayasa Mahkemesi üzerindeki yükü azaltabileceğini, mahkeme konusundaki yoğun tartışmayı engelleyebileceğini de vurguladı. Toptan’ın fikri her nedense fazla destek bulmadı. Oysa konunun daha ayrıntılı bir biçimde incelenmesinde yarar olmadığı söylenemez.

1961 Anayasası ile kurulan senatoya 1982 Anayasası’nda yer verilmemiş olması daha çok ikinci bir meclisin ek bir mali yük getireceği düşüncesine dayanıyordu. Geçen zaman içinde yaşananlar konunun yeniden gündeme getirilmesinin isabetli olduğunu zannedersem göstermiştir.

* * *

Rod Hague ve Martin Harrop, "Mukayeseli Hükümet ve Politika" başlıklı kitapta, iki kamaralı bir sistemin demokrasinin liberal unsurunu ortaya çıkardığını, senatonun daha dengeli yaklaşımlara olanak verdiğini belirtiyorlar.

Bu yazarlara göre senato meclisteki potansiyel çoğunluk baskısına karşı bireylerin ve grupların menfaatlerini daha iyi koruyabilir, meclisin olası fevri eğilimlerinin ürünü olan yasaları ve anayasa değişikliklerini daha dikkatle süzgeçten geçirebilir ve bunların yasalaşmasını geciktirebilir. Ayrıca meclisin iş yükünü azaltabilir, daha odaklı komisyon çalışmaları yapabilir ve özellikle yüksek yargıçları atama yetkisine sahip olabilir. Bu görüşlerde bir hakikat payı vardır.

Örneğin Fransa’da Millet Meclisi’nin kabul ettiği "Ermeni soykırımı"nın inkárını suç sayan yasa senatoda takıldı. Türkiye’nin üyeliğinin referanduma sunulmasını gerektirecek yasa yine senatoda muhalefetle karşılaştı.

* * *

Bugün ülkelerin çoğu tek meclisli sistemi benimsemişlerdir. Yeni Zelanda, Danimarka ve İsveç bizim gibi sistemlerini değiştirerek senatolarını lağvettiler. Fakat Avrupa Birliği’nde, ister federal ister üniter olsun, çift kamaralı ülkelerin sayısı kabarıktır:

Avusturya, Belçika, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Fransa, İrlanda, İtalya, Romanya, Slovakya, Slovenya, İspanya, İngiltere ve Hollanda senatosu veya benzer ikinci meclisleri olan ülkelerdir.

Federal ülkelerde senatörler eyaletleri temsil ederler. Seçim sistemleri de çeşitlidir. Bazı ülkelerde senatörler doğrudan halk tarafından seçilir, bazılarında karma bir sistem uygulanır. Senatörlerin eyalet hükümetleri tarafından atandığı ülkeler arasında özellikle Almanya zikredilebilir.

Üniter devlet olan Fransa’da senatörler il bazındaki yönetim kuruluşlarını temsil eden 150.000 kadar seçmen tarafından seçilirler. İtalya’da eski cumhurbaşkanları otomatik olarak senato üyesi olurlar. Ayrıca görevdeki cumhurbaşkanı dört beş kişiyi senatör olarak atayabilir.

* * *

Türkiye’de senatonun kurulması bugünkü yetkileri ve görev tarifleri ile Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay Başsavcısı’nın karar ve tasarruflarının ortaya çıkardığı sorunları tamamen çözemez. Zaten senato ancak yeni bir anayasa kapsamında ihdas edilebilir.

Ne var ki politik çekişmelerin ve bitmez tükenmez polemiklerin hákim olduğu Meclis’te yasaların aceleye geldiği ve bu yüzden uygulamada büyük sorunlarla karşılaşıldığı yadsınamaz.

Senato hiç değilse bu alanda çok faydalı bir işlevi yerine getirebilir. Senato için seçilme yaşının daha yüksek olması ve adayların daha tecrübeli kimseler arasından seçilmeleri de kuşkusuz siyasi çekişmeleri yumuşatabilir ve yasama işlevinin daha yapıcı bir ortamda yerine getirilmesine katkıda bulunabilir.

Eski Fransa Başbakanı Jean Pierre Raffarin, halen sürmekte olan anayasa reformu tartışmaları sırasında "Senato cumhuriyetin basiretidir" demiş. Bizim de politik basirete galiba her zamandan fazla ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku

Uluslararası toplantılarda patavatsızlık

17 Haziran 2008
KEMAL Unakıtan görebildiğim kadarıyla başarılı bir Maliye Bakanı. Türkiye’nin 2002-2006 yılları arasındaki ekonomik performansına önemli ölçüde katkıda bulundu. Bugünkü Bakanlar Kurulu’nun ekonomik kadrosu içinde en gerçekçi ve en pragmatik galiba yine o. Üstelik sevimli ve sıcakkanlı. Ne var ki, geçen hafta İstanbul’da toplanan Türk-Arap forumunda pot üstüne pot kırdı.

Problemler çözülürken bazı işlerin "iyice arapsaçı"na döndüğü gibi patavatsızca bir söz sarf etti.

Sonra yaptığının farkına varınca durumu düzeltmek çabasıyla "Arapsaçı bir deyim, yanlış anlaşılmasın, Arapların saçı gür" diyerek bir gaf daha yaptı.

Bizde her nedense beyaz ırktan olan Araplar ile siyah ırktan olan Afrikalılar vaktiyle aynı sepete konmuş ve her ikisine de Arap denmiş. Saçı gür olanlar ise Afrikalılar, Araplar değil. Türkiye’ye yatırımları teşvik etmek için düzenlenen bir konferansta delegeleri rencide edecek lüzumsuz esprilere yer olmadığını bir bakan idrak edemez mi?

Bir uluslararası toplantıda Türkiye hakkında bu mealde bir espri yapılsa bizim tepkimiz ne olurdu?

* * *

Unakıtan
konuşmasında, sadece esprileriyle değil, başka söyledikleriyle de şaşırttı.

Türkiye’nin ne de olsa bir müttefiki ve birçok kritik alanda işbirliği yaptığı bir ülke olduğunu unutarak, Amerika’ya karşı olmadık ithamlarda bulundu.

Amerika’da "fitne fücur" gelişmeler olduğunu ileri sürdü.

Yalnızca ABD’ye değil, bütün Batı’ya hücum etti:

"Batı ne yapıyor? Buradan biraz daha para kapalım, yine batıralım. Batı dünyası bunun için geliyor."

Maliye Bakanı’nın Batı dediği, ABD ve AB. Üyelik müzakerelerini bir tarafa bırakın, AB Türkiye’nin en büyük ticari partneri.

Türkiye’ye en fazla direkt yatırım da yine AB’den geliyor.

Kaldı ki Araplara yaranmak için Batı’yı kötülemek gerektiğini zannetmek kadar gaflet olamaz.

Arapların, özellikle Körfez ülkelerinin ABD ve AB ülkeleri ile bazı hállerde bizden çok daha ileri ilişkileri mevcut.

Suudi Arabistan’ı alın, dış yatırımlarının % 60’ını ABD’ye tahsis ediyor.

Bazı tahminlere göre bu yatırımların değeri 400 ile 600 milyar dolar arasında.

ABD, Suudi Arabistan’ın en büyük ticaret ortağı.

Ondan milyarlarca dolar karşılığında en modern silahları satın alıyor.

Bush ailesi ile Suudi hanedanı birbirlerine çok yakınlar.

Suudi Arabistan, İngiltere’nin de Ortadoğu’daki en büyük ticaret ortağı.

Ondan da çok miktarda silah mübayaa ediyor.

Bundan birkaç ay önce silah satışlarında yolsuzluk yapıldığı haberleri çıkınca İngiliz hükümeti "ülkenin güvenlik menfaatlerini" ileri sürerek konunun yargıya intikalini önledi.

Fransa da Suudi Arabistan’da çok aktif. 60 kadar Fransız şirketi, silah endüstrisi, iletişim ve altyapı alanlarında Suudi Arabistan’da çok aktifler.

* * *

Diğer Körfez ülkeleri de daha küçük ölçekte ABD ve AB ile yakın ilişkiler içindeler.

Örneğin, Kuveyt, geçen ocak ayında, konut kredileri yüzünden büyük zarara uğrayan Merrill Lynch ve City Group’u kurtarma operasyonu için oluşturulan 21 milyar dolarlık fona katıldı.

Unutmamak gerekir, bütün Körfez ülkeleri ABD’yi, aynı zamanda İran tehdidine karşı başlıca güvenlik garantisi olarak görüyorlar.

Maliye Bakanı’nın, Araplara şirin görünmek için ABD’yi gammazlamasından daha anlamsız bir şey olamaz.

Buna hiç lüzum da yoktu, çünkü Körfez ülkelerinin yatırım fonları hem ABD’ye hem de bize bol bol yetecek seviyede.

Ne yazık ki bazı bakanlarımız uluslararası toplantılara hiçbir ciddi hazırlık yapmadan katılıyorlar.

Yardımcılarının hazırladıkları notlara bir göz dahi atmadıkları söylemlerinden belli.
Yazının Devamını Oku