TÜRKİYE’de kavga eğilimi oldukça köklü. Günlük hayatımızda görüyoruz, tartışmalar birdenbire yumruk yumruğa dövüşmeye kolaylıkla dönüşebiliyor. Öfkenin korkunç cinayetlerle sonuçlandığı olaylar da nadir değil. Fakat ben bugün söz şiddetinden bahsetmek istiyorum.
Başkasının fikirlerine tahammülsüzlük artık son haddinde. Aksi fikirde olanlar derhal niyet yargılamasına ve kişiliğe tecavüze girişiyorlar.
Başbakan ile muhalefet liderleri arasındaki polemik maratonu hemen her gün bütün gazete ve televizyonlara yansıyor. AKP’yi kapatma davası açıldığından beri bu eğilim daha da yaygınlaştı.
* * *
Bir örnek mi istersiniz? New York Times Gazetesi ile söyleşisinde Atatürk devrimlerinin bir travma teşkil ettiğini söylediği için Dengir Mir Mehmet Fırat günlerden beri bazı köşe yazılarının hedefi oldu. Fırat’ın görüşünü ifade etmek için zamanı ve kullandığı kelimeyi iyi seçmediği aşikár ise de söylediğinden mutlaka Atatürk devrimlerine karşı olduğu anlamı çıkmaz.
Rahmetli Bülent Ecevit de Atatürk inkılapları için "gardırop devrimi"demişti. Cumhuriyet devrimleri ile özdeşleştirilmesi pek kolay olmayan Fethullah Gülen’in de en büyük hayranlarından biriydi. Ama Atatürk inkılaplarına karşı olduğunu kimse iddia etmedi. Etmesi zaten büyük haksızlık olurdu.
Devrimlerin uygulanmasının bazı güçlükler çıkardığını düşünmek, devrimlerin temel felsefine karşı gelmek anlamını taşımaz. Latin harflerinin kabulünün, yabancı dil bilmeyen yaşları ilerlemiş kimseler için güçlük yaratması kaçınılmazdı. Dilin Türkçeleştirilmesinde ifrata kaçıldığını Atatürk de kabul etmişti.
Avrupa Birliği’nin ve özellikle Avrupa Konseyi’nin kapatma davası konusundaki tutumlarına karşı tepkilerimizde de aşırıya kaçıyoruz. Neredeyse "Onlar işimize ne karışıyorlar" demeye getiriyoruz. İyi de AB üyelik sürecinde Avrupa’nın demokrasi kıstaslarına uymayı ve bu alandaki ilerlememizi AB kurumlarının değerlendirmesine sunmayı kabul etmiş bulunuyoruz.
Avrupa Konseyi’nin ise üyesiyiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini kabul ediyoruz. Mahkemenin kararlarının uygulanmasını sağlamak ise Bakanlar Komitesi’nin sorumluluğunda. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin (AKPM) de "izleme süreci" başlatmak gibi yetkisi var.
AKPM ile Avrupa Parlamentosu’nun kapatma davasına değinen kararları aslında birbirinin eşi. Her ikisi de parti kapatmalarının Venedik Komisyonu’nun saptadığı rehber ilkelere uygun olması gereğini vurguluyorlar. Aralarında başlıca iki fark var. Birincisi, AKPM gerekirse izleme sürecine kapıyı açıyor. İkinci fark, AKPM kararının 7’nci maddesi.
Bu madde "dini" partilere destek gibi yorumlandı. Madde metni "dini parti"demiyor, "bir dinin ahlaki değerlerinden esinlenen partiler"den söz ediyor. Bu partiler iktidarda oldukları sırada anayasaya aykırı kararlar alırlarsa bunların iptali için yargı mercilerine başvurulabileceğini, fakat kararları alan partilere karşı aynı yola gidilemeyeceğini belirtiyor.
Peki anayasanın temel prensiplerine aykırı anayasa değişiklikleri için ne yapılacak? Bu nokta açıkta kalıyor; çünkü Avrupa anayasal hukukunda anayasa değişikliği yalnızca yasama gücünün yetkisinde. Anayasa konusunda mahkemelere yetki verilmesinin bir "yargıçlar devleti"ne yol açacağı kanaati hákim.
* * *
Gerek AB’nin gerek Avrupa Konseyi’nin AKP’ye özel bir sempati beslediği iddiası da bence yanlış. AB üyeleri gerçek bir sosyal demokrat partiyi veya dini referansları olmayan bir merkez sağ partiyi iktidarda görmeyi belki de tercih ederlerdi.
Ne yazık ki Türkiye’de böyle partiler yok. Mevcut muhalefet partilerinin her ikisi de korkutuyor.
Ayrıca Avrupa kurumları, AKP kapatıldığı ve mensuplarının önemli bir kısmı siyasi haklarından mahrum bırakıldığı takdirde bunun yaratacağı boşluk ve kaosun, politik ve ekonomik istikrarı ciddi surette sarsacağından endişe duyuyorlar.