17 Mayıs 2008
İNGİLTERE Kraliçesi’nin Türkiye’ye yaptığı ziyaret zaman zaman insanı hayrete düşüren yorumlara yol açtı. "Kraliçe acaba niye geldi?" gibi anlamsız sorulara bile rastladık. Başkanlık sistemi ile yönetilmeyen ülkeler arasında devlet başkanı düzeyinde resmi ziyaretler tarihin perspektifi içinde ilişkilerin geliştirilmesine müsait bir ortam yaratmak amacına yöneliktir. Bu ziyaretlerde belirli konular müzakere edilmez, bağlayıcı görüşmeler yapılmaz.
Kraliçe II. Elizabeth’in ziyareti de bir dostluk ziyareti olmuş ve aynı zamanda Türkiye’nin AB üyeliğine tam desteğin teyidine imkán vermiştir. Dostlukların teyit edilmesinin ve perçinlenmesinin önemi de çok büyüktür.
* * *
Unutmayalım ki, İngiltere bizimle diplomatik ilişkilere giren en eski Batılı ülkelerden biridir. İlk İngiliz büyükelçisi Sultan III. Murad’a güven mektubunu 1576 yılında sunmuştu. O tarihten beri ilişkilerimiz inişli çıkışlı bir seyir takip etti. İngiltere’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasını kendi çıkarlarına uygun gördüğü devirler olduğu gibi, onu parçalama çabalarına giriştiği devirler de yaşandı.
Yunan isyanında İngiliz donanması 1827’de Navarin’de donanmamızın tahribine katıldı. 26 yıl sonra Kırım’da Ruslara karşı aynı saftaydık. Birinci Dünya Savaşında İttihat Terakki’nin çılgınlığı yüzünden harbe girince özellikle Ortadoğu’da en fazla İngilizlerle savaştık ve bir imparatorluk kaybettik.
* * *
Ne var ki, Cumhuriyet’in kurulmasından ve Musul meselesinin aleyhimize çözümlenmesinden sonra Atatürk’ün vizyonuyla ilişkiler genellikle istikrarlı bir dostluğa dönüştü. İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmakla beraber çıkarımızı İngiltere ve müttefiklerinin zaferinde gördük, onunla bir ittifak antlaşması imzaladık.
Savaştan sonra NATO’da İngiltere müttefikimiz oldu. Ortadoğu’da her zaman isabetli olmayan benzer politikalar güttük. Kıbrıs meselesinin çeşitli aşamalarında İngiltere adanın kaderini Rumlara terk etmeye yanaşmadı. Hatta bir ara bir Türk-Yunan kondominiyumu bile önerdi.
Rumlara sorarsanız İngiltere Kıbrıs’ın şimdiki bölünmüşlüğünün başlıca sorumlusudur. Bugün Türkiye’nin AB üyeliğine en güçlü ve aktif desteği veren ülke yine İngiltere’dir, çeşitli AB zirve toplantılarında karşılaşılan krizlerin aşılmasında başlıca rolü o oynamıştır.
Diğer Avrupalılardan farklı olarak Türkiye’nin üyeliğinin jeopolitik boyutunu daima göz önünde tutmaktadır.
* * *
Tabii medyamız ziyaretin magazin için cazip yönleri üzerinde durmaktan da geri kalmadı. Çankaya’daki yemekte Cumhurbaşkanı’nın smokin giymesi övülürken, papyonunun gri renkte olması tenkit edildi. Siyah papyon taksa daha iyi olurdu, fakat üzerinde bu kadar durulacak bir olay değil.
Asıl anlaşılamayan Başbakan’ın ve AKP’lilerin birçoğunun smokine olan alerjileridir. Günlük kıyafeti Batı’dan aldığımıza göre gece kıyafetine de uysak ne olur? Cumhurbaşkanı’nın eşine gelince, kıyafeti zarifti. Belki de moda tasarımcılarımızın yaratıcılığı bir gün türban sorununu daha kolay çözümlememizi sağlar!
Cumhurbaşkanı’nın davetine CHP Başkanı’nın katılmaması ise gerçekten hazindir. Muhalefet lideri İngiltere Kraliçesi’ne saygı göstermek için Çankaya’daki eşli toplantıları boykotunu bir kere askıya alamaz mıydı? Katı tutumları ile uluslararası alanda ne kadar büyük prestij kaybettiğinin galiba farkında değil.
* * *
Kraliçe’nin ziyaretinde siyasi mesajları veren Dışişleri Bakanı David Miliband oldu. Miliband AKP’yi kapatma davası konusunda Türkiye’de çok tepki çeken AB kurumları temsilcilerinden farklı bir şey söylemedi, "Hükümetlerin hukukçular değil, halk tarafından seçildiği ilkesine güçlü bir biçimde bağlıyız" ifadesini kullandı.
AKP kapatılırsa AB üyelik sürecinin zorlaşacağını da ima etti. Tepki göstereceğimize verilen mesajlar arasındaki örtüşmenin anlamını göz önünde tutsak daha iyi olur.
Kraliçe II. Elizabeth dostluk misyonunu büyük başarı ile tamamlayarak aramızdan ayrıldı. Basiretinden ve olgunluğundan alınacak çok ders var.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2008
KKTC Cumhurbaşkanı’nın daveti üzerine geçen hafta sonunda Kıbrıs’a giden gazeteciler ve akademisyenler grubuna ben de katıldım. İzlenimlerimi bu sütunun boyutu müsaade ettiği ölçüde özetlemek istiyorum. Her şeyden önce şunu belirteyim ki, KKTC halkının artık çözüm konusunda pek istekli olmadığı yolunda daha evvel edindiğim izlenimde yanıldığımı anladım. Yaptığımız temaslardan Kıbrıs Türklerinin genellikle bir çözümü bugünkü statükonun devamına tercih ettikleri anlaşılıyor.
Ekonomik faktör de bu tercihte etkili.
Son üç yılda inşaat sektöründeki patlama sayesinde yüzde 10’nun üzerinde gerçekleşen ekonomik büyüme durmuş, hatta 2007 yılında yüzde 2 oranında bir küçülme kaydedilmiş.
Çözüm olmadan ekonomik ivmenin tekrar yakalanmasının kolay olmayacağı kanaati var.
* * *
Güney Kıbrıs başkanlığına Dimitris Hristofyas’ın seçilmesi ve Mehmet Ali Talát’ın çözüm arayışına azimle girişmesi de kuşkusuz kamuoyunun çözüm beklentilerini teşvik ediyor.
Papadopulos ile daha önce varılan mutabakat çerçevesinde kurulan, fakat bugüne kadar atıl kalan çalışma grupları ve komiteler de daha aktif olmaya başlamışlar.
Çalışma grupları yönetim ve yetki paylaşımı, güvenlik ve garantiler, AB ile ilişkiler ve sınırlar gibi konularda tarafların pozisyonlarının bir nevi fotoğrafını çekiyorlar.
Komitelerin görevi ise daha çok gündelik işler.
Lokmacı kapısının açılması yeni bir güven artırıcı önlem teşkil etmiş.
Kapı açıldıktan sonra Güney’den Kuzey’e geçenlerin sayısı günde 800’den 3000’e çıkmış.
Gerek resmi gerek toplum düzeyinde Türkler ve Rumlar arasında sosyal temaslar oldukça yaygın.
* * *
Kıbrıs seyahatimizin tabii en ilginç yönü Hristofyas ile yaptığımız ve neredeyse üç saat süren toplantı oldu.
Güney Kıbrıs Başkanı çözüm zarureti üzerinde uzun uzun durdu, hatta çözümü gerçekleştirmek amacıyla başkanlığa adaylığını koyduğunu ifade etti.
Talát ile dostluğuna sık sık atıfta bulunarak "Hristofyas ile Talát da meseleyi çözümleyemezlerse kim çözümleyebilir" dedi.
Kıbrıs’taki Türkiye kökenlilerden 50.000 kişinin, çözüm olursa, yeni kurulacak federal devletin vatandaşlığına alınmalarını kabul edeceğini tekrarlardı.
Hristofyas’a göre müzakerelerde amaç 1977 Denktaş ile Makarios, 1979’da da Denktaş ile Kyprianou arasında varılan uzlaşma çerçevesinde bir çözüme varmak olmalıdır:
"İki toplum, iki kesim ve siyasi eşitlik temelinde bir çözüm".
Ancak "toplum" yerine "halk" denmesine karşı geliyor. 2004’te desteklediği ve bugün bertaraf etmek istediği Annan Planı’nda Kıbrıs Cumhuriyeti’nden söz edilmeden oluşturan "bakir doğum"tezini reddediyor.
Yeni devletin "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin devamı olmasını istiyor. Garanti ve İttifak antlaşmalarına karşı geliyor.
AB üyesi bir devletin AB dışında bir devletin vesayeti altına konulamayacağını savunuyor.
Annan Planı sürecinin aksine bu defa iki tarafın aracısız müzakere etmelerini istiyor.
* * *
Hristofyas ile izolasyonların kaldırılması meselesini de ele aldık. KKTC’nin AB ile direkt ticaret yapmasına imkán tanımaya katiyen yanaşmıyor.
Magusa limanından direkt AB’ye ihracat yapılmasının KKTC’nin tanınması anlamına geleceğine inanıyor.
Türkiye’nin, Gümrük Birliği’nden kaynaklanan yükümlülükleri yerine getirerek, Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına limanlarını karşılıksız açmasını talep ediyor.
Çözüm müzakereleri başlayabilirse, bunların çetin geçeceği ve uzun süreceği, Güney Kıbrıs’ın, artık AB üyesi statüsüne kavuşmuş bulunmasından yararlanarak, Annan Planı’nın kendi aleyhine olarak algıladığı düzenlemelerinden kurtulmaya çalışacağı beklenmiyor değildi.
Ne var ki, hiç değilse şimdilik, üslupta yumuşak, fakat Kıbrıs Türkleri ve Türkiye için hassas konularda uzlaşmaz bir tutum içinde görülen Hristofyas ile anlaşma imkánlarını aramaya çalışmak, hem Kıbrıslı Türklerin ve hem de AB üyelik süreci açısından Türkiye’nin çıkarlarına uygun düşer.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
ABD’nin Irak macerasının yalnızca Ortadoğu bölgesine değil, fakat ekonomik yansımaları ile dünyanın büyük bir kısmına verdiği zararın boyutu gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Bush yönetiminin bu vahim hatasının başlıca sorumlusunun Amerika’daki İsrail lobisi olduğu iddiası da oldukça yaygın. Bu iddianın ne ölçüde doğru olduğunu saptamak o kadar kolay değilse de İsrail veya Yahudi lobisinin bugün Amerika’da genellikle oynadığı rolü küçümsemek olanaksızdır. Ne var ki tarihi perspektifle soruna bakarsak, ABD’de Yahudi asıllıların her zaman bu güce ve militan zihniyete sahip olmadıklarını da görürüz.
İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılında Amerika’da Yahudilerin çoğu İsrail’in bağımsızlığını desteklemek istemiyordu. O kadar ki bağımsızlık peşinde koşan Filistin’deki Yahudileri "Zionist" olarak tanımlıyorlardı.
* * *
O tarihte Başkan Truman’ın özel müşaviri olan ve daha sonra Başkan Johnson devrinde Savunma Bakanlığı yapan Clark Clifford, anılarında, İsrail’i ilk tanıyan devletin ABD olması için yoğun çaba harcadığını, Truman’ın da kendisini desteklediğini, fakat Dışişleri Bakanı General George Marshall’ın bu fikre şiddetle karşı geldiğini naklediyor.
Marshall yalnız da değilmiş. Daha sonra ABD politikasının yönetiminde Bakan veya Büyükelçi olarak en üst görevleri üstlenen Dean Acheson, Charles Bohlen, George Kennan, James Forrestal ve Dean Rusk gibi efsane isimler de İsrail’in bağımsızlığının tanınmasına şiddetle muhalefet etmişler.
Onlara göre Beyaz Saray, Ortadoğu’nun gerçeklerinin farkında değildi: "Bir tarafta 30 milyon Arap, diğer tarafta sadece 600 bin Yahudi vardı. Bir çatışmada Arapların galip geleceği konusunda kuşku duyulamazdı." Clifford, ABD Dışişleri Bakanlığı üst düzey yöneticilerinin, Ortadoğu’daki muazzam petrol rezervlerinin Arapların elinde olmasından da çok etkilendiklerini belirtiyor.
Birleşmiş Milletler, Filistin’in taksimi kararını 29 Kasım 1947’de kabul etmişti. Fakat İngilizler bağımsızlıktan yana değillerdi. Filistin’in BM Vesayet Konseyi’ne bağlanmasını öneriyorlardı. BM’deki Amerikalı diplomatlar da aynı yönde diğer delegasyonları ikna için uğraşmaktaydılar.
Filistin’deki Yahudi Ajansı ise İngilizlerin Filistin üzerindeki kontrollerine son verecekleri 14 Mayıs akşamı bağımsızlık ilan etmeye hazırlanıyordu. Fakat henüz devletin adı bile tespit edilmemişti. Yeni devlete İsrail değil, "Judea" denilmesine taraftar olanlar vardı. Clifford’un bütün gayreti, Sovyetler’den önce Yahudi devletinin ABD tarafından tanınmasına yönelikti.
* * *
13 Mayıs’ta Başkan Truman, Beyaz Saray müşavirleri ile Dışişleri Bakanı Marshall ve yardımcılarını bir toplantıya çağırmıştı. Dışişleri temsilcileri, Yahudi oylarını ima ederek iç politika nedenleriyle İsrail’in tanınmasının hata olacağını, yeni devletin nasıl bir devlet olacağının bilinmediğini, hatta Sovyetler’in Karadeniz bölgesinden Filistin’e komünist ajanlar gönderdiklerine dair istihbarat raporları bulunduğunu ileri sürmüşlerdi.
Marshall, Clifford’un tanıma lehinde yaptığı takdime o kadar sinirlenmiş ki, bir ara Başkan’a, "Yahudi devletini tanırsanız gelecek seçimde size oy vermeyeceğim" bile demiş. Sonunda, Dışişleri diplomatlarının bütün geciktirici taktiklerine rağmen, Truman’ın emriyle, İsrail’in bağımsız bir devlet olarak tanındığı açıklanmış.
O tarihte Truman, Marshall’ı dinleseydi tarihin seyri ne olurdu? Ortadoğu daha mı az, yoksa daha mı çok travma geçirirdi? Geriye dönük spekülasyonların bir faydası yok. Fakat İsrail bağımsızlığının 60. yıldönümünü kutlarken, çok kan akmasına ve büyük insani dramlara sebep olan İsrail-Filistin ihtilafının çözümü için birkaç on yıl daha beklenmeyeceği umulur.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2008
SONUÇLARI ülkeyi müzmin bir istikrarsızlığa sürükleyebilecek uzun vadeli bir siyasi kilitlenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu görmezlikten gelemeyiz. Bu gelişme aslında kaçınılmaz değildi, biraz politik basiretle önlenmesi pekálá mümkündü. 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçiminin bloke edilmesinden sonra temmuz ayında yapılan seçimler, AKP’ye TBMM’de beklentilerin ötesinde bir çoğunluk kazandırmıştı. Cumhurbaşkanlığı için oydaşmaya dayanan bir aday yerine Abdullah Gül’ün seçilmesi bile birtakım protokol anormallikleri pahasına geçiştirilebilmişti.
Gül’ün uzlaşıcı karakteri ve esnekliği, Cumhurbaşkanlığı’nın sürekli bir çatışma konusu haline gelmesini önleyebiliyordu. AKP’nin, üzerindeki tartışmayı lüzumsuz yere aceleye getirmesine rağmen, önceliği yeni bir anayasaya vermesi de isabetliydi. Fakat ne olduysa, işler birdenbire rayından çıktı, MHP’nin atılımıyla üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliği siyasi ortamı fena halde gerdi.
Yargıtay Başsavcısı, muhtemelen AKP kapatma davasının iddianamesini nasıl olsa Anayasa Mahkemesi’ne gönderecekti, ancak türban meselesi bu iddianamenin çok daha fazla inandırıcılık ve destek kazanmasına katkıda bulundu.
* * *
Bütün bu gelişmelerde, 1 Mayıs olaylarının da teyit ettiği gibi, Başbakan’ın üslubunun, duygusallığının, ani tepkilerinin ve aceleciliğinin rol oynamadığını söylemek mümkün değildir. Oysa Tayyip Erdoğan gerektiğinde esneklik gösterebileceğini ve aldığı pozisyonlardan geri çekilebileceğini daha önce kanıtlamıştı.
Şimdi de kapatma davasında Anayasa Mahkemesi ile zamansız bir karşı karşıya gelmekten kaçındığının işaretlerini vermektedir. Ne var ki ok artık yaydan çıktığından ciddi bir krizin önlenmesi son derece güç görünmektedir.
AB’nin kapatma davası konusundaki tutumu, bazı çevrelerde sürekli alerji doğuruyor, fakat AB Komisyonu temsilcilerinin gözlemlerinin hiç değilse bir kısmı üzerinde düşünmemizde mutlaka yarar vardır. Olli Rehn birkaç gün önce Oxford Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Türkiye’de çatışan vizyonların neden olduğu gerilime değinmiş.
Rehn iki temel kırılma noktası üzerinde duruyor. Birincisi, "Müslüman demokratlar" ile "ulusalcı otokrasi" arasındaki kırılma. İkincisi ise sosyal hareketlilik sonucu "büyük şehirlerin siyaset ve iş dünyası elitleri ile orta sınıf dindar Anadolu girişimcileri ve diğer bölgeler arasındaki kırılma". Rehn’in kullandığı sıfatlara itiraz edilebilir, fakat işaret ettiği kırılmaların seçim sonuçlarına da yansıdığı doğru değil mi?
* * *
AB temsilcilerinin AKP’ye karşı münhasır bir sempati besledikleri de söylenemez. Türkiye’de seçimleri kazanabilecek liberal eğilimli bir orta sağ parti veya gerçek bir sosyal demokrat parti mevcut olsaydı onları kuşkusuz desteklerlerdi. İçinde bulunduğumuz durumun başlıca çelişkisi, zaten bu partilerin eksikliği değil mi?
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısı’nın isteği doğrultusunda bir karar alırsa ortaya çıkacak iktidar boşluğunun doldurulması için bir alternatif mevcut gözükmüyor.
Muhtemelen yeniden seçimlere gidilecek ve AKP başka bir isim altında, belki biraz zayıflamış olarak iktidara gelecek, fakat kutuplaşmalar devam edecek, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik bünyesi çok daha istikrarsız ve kırılgan olacak.
Bu açmazdan kurtulmanın tek çaresi, bütün siyasi partilerde ve kurumlarda sağduyunun ve uzlaşma ruhunun galebe çalmasıdır. Ne yazık ki şimdiki halde bu konuda iyimserlik beslemek çok zor.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
POLİTİKACILARIN ve özellikle başbakanın ve muhalefet liderinin hemen hemen her gün konuştuğu bir başka ülke olduğunu zannetmiyorum. Başbakanımız neredeyse hoşuna gitmeyen her haberi, her yorumu,her eleştiriyi anında yanıtlamaya kendini mecbur hissediyor.
Hitabet kabiliyetinin ve her zaman kontrol edemediği duygusallığının verdiği ivme ile aşırı tepkilere kendini kaptırıyor, sık sık gaf yapmaktan geri kalmıyor. İşin hazin tarafı, söylemlerinin çok kere vahim politik hatalarının habercisi olmasıdır, 1 Mayıs’ta olduğu gibi.
Muhalefet liderinin ise partisi üzerinde mutlak sultasını sürdürmek yanında başlıca işlevi zaten konuşmak. Son parti kurultayında neredeyse rekor kırdı, yaşına rağmen muazzam bir fiziki güç sergileyerek üç saat kadar kürsüde kaldı. Peki özde ne söyledi? İşte orası belli değil.
* * *
Kürt sorununa daha yapıcı bir yaklaşım yansıtan ifadeleri dışında bütün söylemi iktidarı ve parti içinde liderliğine karşı gelmek cüretini gösterenleri yerden yere vurmaya yönelikti. Çok çarpıtılmış bir ekonomik tablo çizdi. Bol bol Amerika ve AB aleyhtarlığına kendi kaptırdı. Batı’nın demokrasiyi tercih ederek laiklikten vazgeçmemizi istediğini bir dergideki makaleye dayanarak ileri sürdü.
Tarihi gerçekleri bir tarafa bırakarak ABD’yi 1980 askeri müdahalesinden sorumlu tuttu. Lozan Antlaşması’nın halen tam imzalanmış olmadığı gibi inanılmaz bir iddia ortaya attı. Lozan Antlaşması konusunda bir hata varsa bundan 1950’ye kadar iktidarda olan CHP dışında acaba kim sorumlu olabilir?
* * *
MHP’ye gelince, AKP ve CHP’nin aksine sesi az çıkıyor, fakat politik tutumları ile kendini gösteriyor. Türbana izin veren anayasa değişikliğinin başlıca mimarıydı.
Fakat bunun dışında AKP ile hemen her konuda ihtilaf halinde gözüküyor. Ceza yasasının 301. maddesi konusunda en şiddetli mücadeleyi o sürdürdü. Maddede "Türklük" sözcüğünün "Türk milleti" ibaresi ile değiştirilmesine karşı MHP’li milletvekillerinden bazılarının ileri sürdüğü savlar da olabileceği kadar şaşırtıcı. "Türk milleti" deyince yalnızca Türkiye’deki Türkler madde kapsamı içinde kalıyormuş.
Örneğin Batı Trakya Türkleri ve Irak Türkmenleri gibi Türklere yapılacak hakaretlere karşı dava açmak imkánına kapı kapatılıyormuş. Ne demeli, bilemiyorum!
* * *
Başbakan’ın yanı sıra özellikle ekonomiden sorumlu bakanlarımız da çok ve uzun konuşma rekorları kırıyorlar. Uluslararası toplantılarda kendilerine ayrılan süreye riayet gibi bir kaygıları asla yok. Bu süreyi birkaç misli geçmekte bir sakınca görmüyorlar.
"Son olarak" dedikleri anda daha birkaç kere "son olarak" diyeceklerini peşinen biliyorsunuz. Dinleyicileri rakamlara ve lüzumundan fazla teknik bilgilere boğan karmaşık konuşmaları ile başka ülkelerden gelen ekonomistlerin özlü ve berrak konuşmaları arasında insanı üzen bir fark var. Ayrıca bakanlarımızın konuşmalarında övünme hiç eksik olmuyor. Hazineden sorumlu bakanımız, tutturmuş, 40 yılda Kanada’yı geçeriz deyip duruyor. Ne demek istediği anlaşılamıyor. Kanada’yı toplam milli gelirde mi geçeceğiz, yoksa fert başına düşen milli gelirde mi?Birincisinin pek önemi yok.
Bugün Çin de Fransa ve İngiltere’yi bu alanda geçti, ama daha çok fakir bir ülke. Ayrıca Kanada bizim kendisini geçmemizi niye beklesin? Az bir nüfusu, ABD’den daha büyük bir yüzölçümü ve muazzam petrol zenginliği var. İddialı bakanımız üstelik bu yıl Türkiye’nin cari açığının 50 milyar dolara varacağını hatırlatıyor! Bu yarışta bir handikap değil mi?
* * *
Türkiye’nin 2003-2006 yıllarında hızlı bir büyüme hızına kavuştuğunu, enflasyonu önemli ölçüde düşürdüğünü, 50 milyar dolar kadar direkt yabancı yatırımdan yararlandığını kimse gözardı edemez. Fakat geçen yıldan beri uluslararası boyutta bir krize ilaveten Türkiye’de koşulların gerek politik gerek ekonomik açıdan olumsuzlaştığı aşikárdır. Üstelik küresel ısınma önümüzdeki yıllarda büyümeyi kısıtlayan bir unsur olabilir. Çok lafa değil, yaratıcı politikalara ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2008
ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, mahkemenin 46’ncı kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşma, yüksek yargı mensuplarının hiç değilse bir kısmından duymaya alıştığımız konuşmalardan çok farklıydı. Kılıç’ın yaklaşımı, laikliğe yaptığı kuvvetli vurgunun yanı sıra, demokrasiyi, bireysel özgürlükleri ve Batı politik kültür ve felsefesini gerçekten içselleştirdiğini göstermektedir.
Kılıç, dogmatizme ve jakobenizme hiç yer vermiyor. Belki bu nitelikte bir konuşmayı Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’tan beri duymamıştık. Kılıç’ın konuşması 16 sayfa tutuyor ve çok özlü. Dolayısıyla bütün fikirlerini bu köşenin boyutlarına sığdırmak imkánı yok. En anlamlı gördüğüm noktaları yansıtmaya çalışacağım:
* * *
"Anayasa: Şimdiye kadarki anayasalar olağanüstü dönemlerin ürünü ve dolayısı ile önceki dönemlere tepki niteliğindedir. Toplumun normalleşmesi ile yeni ve değişik bir anayasaya ihtiyaç duyuluyor: Toplum demokratik, laik, çoğulcu, katılımcı, katı ideolojik dogmalardan arınmış, uzlaştırıcı bir anayasa özlemi içindedir.
Toplumsal dönüşümün bugünkü aşamasında bireylerin kimlik arayışı içinde olmaları kaçınılmazdır. Yüz elli yıllık uygarlık mücadelemiz, toplumsal dönüşümün ancak Batı değerleri temelinde gerçekleşebileceğini göstermiştir.
Yargı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aleyhimizdeki kararları, yargımızın hak ihlalleri oluşturan kararlarına yöneliktir. 1999’dan beri kabul edilen reform paketleri, bu ihlallere son vermek amacı ile çıkartılmıştır. Anayasa’nın 90. maddesi, insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerin ulusal yasalara göre önceliğini kabul etmiştir.
Yargıçlar genellikle kararlarında bu önceliğe uymuyorlar. Halk adına egemenlik yetkisi kullanan yargı, demokratik denetim dışındadır. Hukukun üstünlüğü, yargıcın üstünlüğü demek değildir. Yargı tarafsız olmalıdır. Tarafsızlık olmayan yerde adalet olmaz.
Anayasa Mahkemesi’nin temel görevi, bireyin hak ve özgürlüklerini devletin diğer kurumlarına karşı korumaktır. Mahkemenin meşruiyetinin kaynağı bu işlevidir. Egemenlik hakkı kullanan Anayasa yargısının milli irade ile bağlantısı olmalı, mahkemenin oluşumunda parlamento devre dışı bırakılmamalıdır.
Özgürlükler: Özgürlüklere tehdit oluşturması açısından bir kişinin sınırsız iktidarı ile çoğunluğun sınırsız iktidarı arasında özde bir fark yoktur. Düşünceyi ifade özgürlüğünün "içinden düşün" mantığına indirgenerek hapsedilmesi, bu özgürlüğün ortadan kaldırılması ile eşdeğerdedir. Savaş dili değil, barış argümanları kullanarak kendini ifade edenlerin insanlık onuru korunmalıdır.
Herkesin aynı şeklide düşünmeye ve inanmaya zorlandığı bir ülkede çoğulcu demokrasiden bahsedilemez. Hukuk dışı yollardan güç alarak rejimi veya ülkeyi kurtarma girişimlerinin ülkenin batışını hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinmelidir.
Demokrasi ve laiklik: Demokrasi ile laiklik arasında tercih yapmak, siyasal açıdan tehlikelidir. Laiklik, farklı inanış ve dinlerin veya inançsızların bir arada yaşamasının temel güvencesidir. Yaşanan hayat tarzlarının ideoloji haline geldiği bir dünyada duyulan güvensizlik acilen değerlendirmeye alınmalıdır. Aksi takdirde her şeyin rejim sorunu haline getirildiği ülkemizde beraber yaşama koşulları daha da ağırlaşacaktır.
Toplumun siyasi, etnik ve dinsel kesimleri arasındaki ciddi güven bunalımı, dayatmaları beraberinde getirmektedir. Çare bulunamadığı takdirde çatlak derinleşir."
* * *
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşması, devletin bütün kurumlarına ve toplumun bütün kesimlerine yönelik sağduyu, akılcılık ve basiret mesajları ile doludur. Kılıç bugün ülkedeki bölünme, kavga ve gerginliklerin çözümüne geniş ölçüde katkıda bulunacak çareleri de göstermektedir.
Toplumu germek ve bölmek için kıyasıya çaba harcayanların Kılıç’ın konuşmasından etkilenerek bir oydaşma zemini aramalarını ummak hayalperestlik mi olur?
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
ORTADOĞU sorunları konusundaki çeşitli toplantılarda genellikle çok karamsar bir hava esmektedir. Yapılan değerlendirmelerde başlıca dört büyük risk üzerinde duruluyor: Körfez bölgesinde buhranın had safhaya girerek petrol ve gaz ikmalinin ciddi surette aksaması, köktendinci terörün artması, Afganistan’da Taliban’ın kontrolü tekrar ele geçirmesi ve Pakistan’ın kronik bir istikrarsızlığa sürüklenmesi, İran’ın nükleer bir devlet haline gelmesi.
İsrail’in bir nükleer İran’a tahammül edemeyeceğini, ne pahasına olursa olsun önleyici bir darbeye başvuracağını veya bu işi bir şekilde ABD’ye ihale edeceğini düşünenler de az değil. İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne öncelik verilmesi konusunda ise genellikle platonik bir oydaşma var.
* * *
Ortadoğu barışının kilit unsurlarından biri kuşkusuz Suriye’dir. Başkan Beşar Esad, Türkiye’nin arabuluculuğu ile gerçekleştirilen temaslar sonucunda Golan tepelerinin iadesine İsrail’in razı olduğunu ve müzakerelerin gelecek yıl başlayacağını açıklamış.
Ne var ki, aynı anda, Washington, Suriye’nin nükleer silah imalinde kullanmak amacıyla plütonyum üretebilecek bir reaktör inşasına Kuzey Kore’nin yardımıyla giriştiğini, geçen yıl İsrail hava kuvvetlerinin bombaladığı hedefin bu reaktör olduğunu haber verdi. Ortadoğu’nun çelişkilerine yeni bir örnek!
İsrail ile Suriye arasında barış antlaşması imzalanmasının Filistin sorununun çözümüne olumlu mu, yoksa olumsuz yönde mi etkileyeceği de sorgulanabilir. Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile barış antlaşmaları akdetmelerinin Filistinlilere ne kadar faydası oldu?
İsrail-Filistin ihtilafında çözüm çabalarının başladığı 1991 Madrid konferansından beri herhangi özlü bir ilerleme kaydedilemedi. Bir Filistin yönetimi kuruldu, fakat etkili olamadı. İsrail bu yönetimin can damarını elinde tutmaya devam etti.
2000 yılından sonra ise karşılıklı şiddet gittikçe tırmandı. İsrail’in Gazze’den çekilmesini takiben abluka ve sık sık girişilen askeri operasyonlar yüzünden Gazzelilerin çilesi büsbütün arttı. Bush yönetimi bazı diplomatik inisiyatifler alır gibi gözüktü, fakat bunların hiçbiri ciddi bir çözüm arzusuyla desteklenmedi.
2003’te kabul edilen "yol haritası" káğıt üzerinde kaldı. Kasım 2007’deki Annapolis Konferansı’nın arkası gelmedi. İki gün önce Bayaz Saray’daki Bush-Mahmut Abbas görüşmesinden de somut bir şey çıkmadı.
Filistinliler bugün ikiye bölünmüş durumda. Uluslararası gözetim altında yapılan tamamen serbest seçimler sonunda çoğunluğu ele geçiren Hamas, El Fetih ile koalisyondan çekilmek mecburiyetinde kaldıktan sonra Gazze’de kendi yönetimini kurmayı başardı.
Gazze halkı maruz kaldığı büyük felakete rağmen ondan desteğini esirgemiyor. Hamas’ın katılımı olmadan Mahmut Abbas’ın İsraillilerle yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkması ihtimali yok. Bu nedenledir ki, ABD’nin eski başkanı Jimmy Carter, Bush yönetiminin uyarılarına, itirazlarına ve İsrail’in istiskaline rağmen Ortadoğu’ya son yaptığı ziyaret sırasında Hamas liderlerinden Halid Meşal ile Suriye’de görüşmekte ısrar etti.
Bu görüşmede anlaşılan Hamas, 1967 sınırlarına geri dönülmesi, Kudüs’ün ilhakına son verilmesi, bütün yerleşim merkezlerinin dağıtılması koşuluyla İsrail ile görüşmeye razı olmuş. Carter’ı eleştirenler bu koşulların aslında nihai çözüm koşulları olduğunu belirtiyorlar. Bir bakıma doğru, fakat Hamas’ı yok farz ederek bir çözüme varılamayacağını kabul etmek gerek. Belki de Carter hiç değilse kapıyı aralamayı başardı.
* * *
İngiltere’nin eski Hong Kong Valisi ve eski AB Komisyonu üyesi Chris Patten’in bu konudaki görüşüne burada atıfta bulunmakta yarar var.
Patten, Hamas’ı yok etmek çabalarının başarılı olamayacağını belirttikten sonra, Kuzey İrlanda’da, barışın, terör uygulayan İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu ile özdeşleşmiş olmasına rağmen Sinn Fein Partisi ile yapılan görüşmeler sayesinde sağlandığını hatırlatıyor.
Patten haklı. Politik realiteleri görmezlikten gelerek karmaşık sorunları çözümleme çabaları hiçbir yerde başarılı olamaz.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2008
ABD’deki başkanlık seçimi, sadece Amerikalıları değil, bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor. Bunun nedeni, başkanın güdeceği politikaların global olduğu kadar bölgesel yansımalara yol açacak olmasıdır. Başkan Bush bunun en güzel örneğini verdi. Hiçbir gerçek bilgiye ve sağlam değerlendirmeye dayanmadan, askeri müşavirlerinin tereddüt ve endişelerine de aldırmadan giriştiği Irak macerasının trajik sonuçları ortada. 4 binden fazla Amerikan askeri öldü. Yaralıların ve hayat boyu sakat kalacakların sayısı çok daha yüksek.
Savaşın toplam maliyetinin 3.5 trilyon dolara varacağı tahmin ediliyor. ABD hiçbir zaman olmadığı kadar dünyada prestij kaybına uğradı. Fakat Bush’un hataları, Amerika’nın ötesinde bütün dünyayı olumsuz yönde etkiledi. Petrol fiyatlarının birkaç misli yükselmesi dünya ekonomisini altüst etti ve bundan en çok ABD’nin rakipleri veya hasımları yararlandılar.
El Kaide terörü, Irak’ı üs haline getirdi. On binlerce Iraklı hayatını kaybetti, 4 milyon kadarı evlerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Irak artık komşuları ve özellikle Türkiye için müzmin bir istikrarsızlık odağı.
* * *
Irak yüzünden bu yıl sonundaki başkanlık seçimlerini Demokratların kazanacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu. Oysa Cumhuriyetçiler önseçimlerde süratle John McCain’i tercih ederek adaylarını saptadılar ve şanslarını artırdılar. Demokratların cephesinde ise Hillary Clinton ve Barack Hussein Obama arasındaki mücadele, aylardan beri kıyasıya devam ediyor.
Demokrat Parti’nin aday saptama yöntemi de olabileceği kadar karmaşık. "Primary" ve "caucus" denilen bir nevi önseçimlerde elde ettikleri desteğe ilaveten adayların "süper" delegelerin oylarını kazanmaları lazım.
Bu süper delegeler, parti mensubu senatörler, eski senatörler ve eyalet valileri gibi parti kodamanlarından oluşuyor. Obama şimdiye kadar yarışta ön safta, fakat bugün Pennsylvania’da yapılacak önseçimden sonra tablo daha belirli hale gelecek.
Hillary Clinton’ın seçim kampanyasında en büyük handikabı, Obama gibi daha fazla vizyona sahip olduğu izlenimini veren, hitabet kabiliyeti daha yüksek bir rakip ile karşılaşması, her zaman sinirlerini ve duygularını kontrol edememesi, bu yüzden inandırıcılığını bir ölçüde kaybetmesi oldu.
Bazı ciddi gaflar yapmaktan geri kalmadı. Obama’nın aksine Irak savaşını desteklemiş olması, eşi Bill Clinton’ın kampanyada aktif rol oynaması da olumsuz şekilde algılanmasında rol oynadı.
* * *
Obama ise karizması ve dinamik kişiliği yanında kampanyasına çok iyi bir ekiple yola çıkmış olmanın avantajına sahip. Afrikalı kökenli olmasına rağmen cildinin renginin bir problem yaratmaması, Amerikan toplumunun kendini yenileme gücüne sahip gerçek bir demokrasi olduğunun sembolüdür.
Üstelik, fikirlerini cesaretle savunan bu Harvard mezunu, "elitizm"le bile itham ediliyor! Buna karşın bel altından ona vurmak isteyenler daha çok İslamcı köktendincilik korkusunu istismar ederek göbek adının Hüseyin olduğunu hatırlatıyorlar.
Gerek McCain’in, gerek Obama ve Clinton’ın dış politika konusundaki düşüncelerini yansıtan makaleleri "Foreign Affairs" Dergisi’nde yayınlandı. McCain’in Bush’un yolunda devam edeceği anlaşılıyor.
Obama ve Clinton ise Bush ile aralarına mesafe koymakla beraber güdecekleri politika konusunda kesin pozisyon almaktan kaçınıyorlar. Türkiye açısından bakarsak Obama’nın aksine McCain ve Clinton ülkemizi iyi tanıyorlar.
Birçok Avrupa ülkesi şimdiden adaylar veya yakın müşavirleriyle temasa girme çabası içinde. Bizim de vakit geçirmeden aynı şekilde hareket etmemizde zannedersem yarar var.
Yazının Devamını Oku