12 Ağustos 2008
ORTADOĞU gibi Kafkasya da sürekli istikrarsızlık içinde bocalamaktadır. Bu istikrarsızlığın yakın zamanda sona ereceğini gösteren bir işaret de yok. Birçok krizin kaynağında yapısal unsurlar, tarihi veya dini husumetler, güç dengesizlikleri, bölgesel nüfuz yarışları yatıyor. Krizlerin bir kısmı bu unsurların, bir kısmı da özellikle Irak şıkkında olduğu gibi, talihsiz dış müdahalelerin sonucu. Bütün bu kaynaşma kuşkusuz jeopolitik konumu dolayısıyla Türkiye’yi değişik ölçülerde etkiliyor. Ne var ki Türkiye ister istemez bu gerginlik ortamıyla yaşamak mecburiyetinde.
Bazı ihtilaflarda sınırlı da olsa uzlaştırıcı bir rol oynayabilir, bazılarında oynayamaz. Üstelik Türkiye her zaman tarafsız bir aktör değil, örneğin Irak’ta ve Gürcistan’daki gelişmelerde menfaatleri tarafların bazıları ile uyuşuyor, bazıları ile çatışıyor.
Politikalarımızın her zaman gerekli esnekliğe sahip olmadığı, kendi bazı sorunlarımızı bir türlü çözemediğimiz, bazı tıkanıklıkları aşamadığımız, iç politikanın dış politikaya çok geniş bir serbesti bırakmadığı da göz önünde tutulmalıdır.
* * *
Gürcistan ile Rusya arasında son patlak veren çatışmanın mutlaka genişleyeceği, ABD’nin ve AB ülkelerinin enerji güvenliklerini etkileyen bir ülkeyi Rusya karşısında yalnız bırakamayacağı ileri sürüldü. Oysa, Batı’nın bu krizde yapabileceği fazla bir şey olmadığı başından beri belliydi.
Rusya ile bir askeri çatışmaya giremezdi, BM Güvenlik Konseyi’nde ABD ile Rusya birbirlerini sert bir şekilde itham ediyorlarsa da, Rusya’nın veto hakkı dolayısıyla Konsey’den bir karar çıkamaz. Kaldı ki, Gürcistan’ın, kendisine oranla muazzam bir güce sahip Rusya ile çatışma yoluna girmekle bir hesap hatası yaptığı inkár edilemez.
Sonunda ne oldu, çok sayıda insan öldü veya yurdunu terk etti ve Gürcistan Güney Osetya’ya gönderdiği kuvvetlerini geri çekmek mecburiyetinde kaldı. Putin de Gürcistan’ın artık Güney Osetya ile entegre olmasına imkán kalmadığını, başka bir deyimle bugünkü sınırın devamlı olacağını belirtti.
Bu satırlar yazılırken Rusya hálá Gürcistan’daki hedefleri bombalamayı sürdürüyor,ateşkese yanaşmıyor ve aynı zamanda Abhazya sahillerini donanması ile kontrol altına alıyordu.
Gürcistan’ın, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliğine yönelik bir tehdidin Batı’yı harekete geçireceğine ümit bağladığı da anlaşılıyor. Oysa, Rusya’nın, uluslararası nitelikte olan bu hattı tahrip etmek istemesi ihtimali çok zayıf.
Gürcistan’ı NATO üyesi yapmak planları Rusya’nın tepkilerinde önemli bir öğe ise de, ABD ve AB ile ilişkilerinde çok büyük bir buhran yaratmak istediği söylenemez; çünkü bu ilişkiler gerek ekonomik, gerek politik açıdan her iki taraf için de çok önemli.
Aslında ABD’nin Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya dahil etmek tasavvurunun gerçekçi ve isabetli olmadığı da bu son olaylarda daha iyi anlaşıldı.
* * *
Peki Türkiye ne yapabilir? Kuşkusuz taraflara itidal ve uzlaşma çağrılarını sürdürebilir. Ancak bir NATO üyesi kimliğiyle Rusya ile Gürcistan arasında kolaylaştırıcılık gibi bir misyonu üstlenmesi pek olası değil. Bununla beraber, Kafkasya politikamızın yeniden irdelenmesinde fayda vardır.
Karabağ sorunu çözülmedikçe günün birinde bizim için çok daha tehlikeli bir silahlı çatışma ile karşılaşabiliriz. Türkiye ile Ermenistan arasında hiç değilse sınırın açılmasına imkán verecek bir anlaşmaya varılmasında büyük yarar var. Uzlaşma ortamı yaratabilecek politikalar Kafkasya’yı daha istikrarlı hale getireceği gibi Rusya’nın nüfuzunun dengelenmesine mutlaka yardım edecektir.
Güdeceğimiz politikaların Rusya ile aramızdaki ilişkiler üzerinde menfi etki yapmamasına dikkat edilmesi gerektiği de aşikárdır. Soğuk savaş sonrasında ne yazık ki Kafkasya’da barış ve istikrar çok kırılgan hale geldi. Aynı süreçten geçen Balkanlar artık toparlanıyor.
Denklem farklı ise de, Kafkasya ülkeleri için daha gerçekçi ve yapıcı amaçlar peşinde koşmak zamanı gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2008
DEMOKRASİ ile yönetilen bütün ülkelerde bugün medya, politikanın yönünü ve politikacıların kaderini etkileyen muazzam bir güç haline gelmiştir. Televizyon hakkında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in yıllar önce şöyle söylediğini hatırlıyorum: "Televizyon diktatörlükleri yıktı, fakat demokrasiyi imkánsız hale getirdi."
O zamandan beri internet siteleri ve bloglar medyanın nüfuzunu birkaç misli artırdı. Türkiye’ye baktığımızda da, siyasi partiler arasındaki mücadelenin Meclis dışına taşarak medya yolu ile kamuoyunu etkileme yarışına dönüştüğünü görüyoruz.
Meclis içinde dahi milletvekillerinin, partilerinin liderlerini saatlerce bıkmadan, usanmadan coşku, tutku ve derin hayranlıkla dinledikleri grup toplantıları, aslında medya şovundan başka nedir?
* * *
ABD’de durum daha farklı değil. Barack Obama "Umudun Cüreti" başlıklı kitabında, medyanın etkisinin, televizyon ve radyo haber ve tartışma programları, internet siteleri ve bloglar vasıtasıyla günde 24 saat hissedildiğini, karşılıklı hakaret ve ithamların ve yıpratıcı dedikoduların hiç bitmediğini, yaratılan bu atmosferin ister istemez politik kültürü daha haşin hale getirdiğini ve politikacıların moraline tesir ettiğini belirtiyor.
Kendisine yönelik saldırılardan bahsederken ayrıca şunu söylüyor: "İşin garibi, en bayağı saldırılar o kadar incitmiyor. Televizyon ’tolkşov’larında bana ’Obama Osama’ denmesine fazla aldırmıyorum. Bu programlar izleyenleri eğlendiriyorsa itiraz etmem. Fakat daha profesyonel ve daha yüksek inandırıcılığı olan gazeteciler isabetsiz bir söyleminiz yüzünden size çullanırlarsa o zaman gerçekten gülünç duruma düşebilirsiniz ve bundan çok zarar görürsünüz. Politikacı yaptığı her beyanatın, sarf ettiği her sözün didik didik edileceğini, kontrolü dışında yorumlanacağını, dosyaya gireceğini ve bir gün rakipleri tarafından kendisine karşı kullanılabileceğini bilmelidir. Bazen bir yersiz ifade, yıllarca yanlış politikaların sürdürülmesinden bile daha fazla zarar verebilir."
Obama’nın söylediği çok doğru. Bazen bir ifade, hatta bir sözcük medyanın onu kapması ve yayması ile politik bir fırtına tetikleyebiliyor. "Velev ki" kelimesinin yaptığı hasar Türkiye’yi az daha nerelere götürecekti! Bizde medyanın etkisini yoğunlaştıran başka faktörler de var:
Kamuoyundaki derin kutuplaşma, diğer demokrasilerden farklı olarak dini ve ideolojik yaklaşımların daha ağır basması, kurumlar arasındaki çekişmelerin medyaya sürekli yansıması, değişmez kalıp fikirlere yol açan manikeizm temayülü, sayısı oldukça yüksek bazı televizyon programlarında komplo teorilerine daima yer verilmesi ve yabancı düşmanlığının pompalanması, dizilerden bir kısmının şiddet kültürünü yüceltmesi gibi.
Bütün bunlar politik üslubun sertleşmesine neden olurken medyanın inanılmaz derecede bölünmesine de yol açıyor. Medya grupları arasındaki savaşlar ve dezenformasyonun yaygın olması politik cepheleşmeyi derinleştiriyor, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik de aynen medyaya aksediyor.
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin son verdiği karar ile Türkiye ciddi bir krizden şimdilik kurtuldu. Bu krizin derinleşmesinde medyanın hiç rolü olmadığını söylemek kendimizi aldatmak olur.
Medya gücünü yıkıcı amaçlar için olduğu kadar yapıcı amaçlar için de kullanabilir, Türk demokrasisinin güçlenmesine, kurumlar ile politika arasındaki ilişkilerin normalleşmesine, iktidar ile muhalefetin birbirlerine karşı daha fazla hoşgörü ile hareket etmelerine ve bir diyalog başlatmalarına destek verebilir, Türk kamuoyunun Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin önemini daha iyi algılamasına katkıda bulunabilir.
Ağustos ayı bütün politikacılar için olduğu kadar medya için de bir özeleştiri ve yeni bir yaklaşımı araştırma ayı olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2008
3 Ağustos günü yitirdiğimiz büyük Rus yazarı Aleksandr İsayeviç Soljenitsin’i müstesna kılan birkaç özelliği vardı. Bunlardan birincisi, 20. yüzyıl Rus düşünce dünyasında siyaset-edebiyat bağlantısının en önemli temsilcisi olması; ikincisi, komünizmin doktrinde ve uygulamada en acımasız yönlerini başlangıçta devrimcilere katılmasına rağmen, bizzat kendi yaşam deneyimiyle tüm dünyaya ilk kez duyurması; üçüncüsü ise, Rus siyaset dünyasının büyük fresklerinin yanı sıra insan ruhunun derinliklerine en ince ve hassas biçimde nüfuz etmesini bilen gerçek bir romancı olmasıydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Don Nehri kıyılarındaki küçük bir taşra kenti Rostov’da doğan Soljenitsin, üniversitede edebiyat, matematik ve Marksist kuram okuduktan sonra devrimci harekete katılmış, 2. Dünya Savaşı sırasında ise işgalci Nazilere karşı Kızıl Ordu saflarında mücadele etmiş bir yurtseverdi.
Stalin yönetimine karşı eleştirel düşünceler ifade ettiği özel mektuplarının ele geçmesiyle 1945 yılında 8 yıl çalışma kampına ve bundan sonra Kazakistan’da müebbet iç sürgüne mahkûm edilmesinin ardından, 1956 yılında Kruşçev döneminde özgürlüğüne kavuşmuş ve onu dünyaca ünlü kılan eseri Gulag Takımadaları’nı 1958-67 yılları arasında kaleme almıştı.
Leninist düşünce, Stalinist uygulama ve Sovyet totalitarizminin en somut göstergesi olan çalışma kampı sistemini anlattığı binlerce sayfalık bu eserini, küçük káğıt parçalarına yazıp dostlarına teslim eden yazar, bunlardan birinin kendisini ihbar edip ardından intihar etmesini takiben, eserini Batı’ya kaçırtmış ve dünya kamuoyunun gözleri önüne Sovyet sisteminin iç yüzünü sergilemişti.
1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Soljenitsin’in tek eseri elbet bu değildi. Çarlığın yıkılışının başlangıcı olarak gördüğü Dünya Savaşı’nı ele aldığı "Ağustos 1914" ve Rus devriminin tarihini anlattığı "Kızıl Tekerlek" adlı siyasi tarih eserlerinin yanı sıra, "İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün" adlı kısa romanında bir kamp esirinin hayatını, "Birinci Daire" romanında Sovyet bilim adamlarının dünyasını, "Kanserliler Koğuşu"nda ise ölümle mücadele eden insanların acılarını anlatan Aleksandr İsayeviç, unutulmaz karakterler yaratmasını bilmişti.
Yıllarca kampta kaldıktan sonra serbest bırakılan ve özgürlüğe alışamayıp sürgün ortamına yeniden iltica eden yıkılmış İvan, Sibirya’nın uçsuz bucaksız steplerinde hasta bakarak yaşayan güzel ve melankolik doktor Vera, yaşadığı tek aşk gecesiyle ertesi gün göğsünü kanser ameliyatında kaybedeceğini unutmaya çalışan gencecik Assya bunlardan sadece birkaçı.
1974 yılında kendi ülkesinden sürülen ve Sovyet rejimi çökene kadar Amerika’da, ona ülkesini hatırlatan Vermont ormanlarında münzevi bir yaşam süren Soljenitsin, Batı dünyasını da acımasızca eleştirmiş, "Batı’ya Mektup"unda kapitalist rejimlerin komünist dikta karşısındaki çıkarcı uzlaşma politikasını olduğu kadar, "yozlaşmış ve bencil değerler sistemi"ni de yerden yere vurmuştu.
Bu tavrıyla, Batı tarafından düş kırıklığına uğramış bir başka büyük Rus yazarı olan Dostoyevski’ye benzetilen Soljenitsin, gerçekten de tıpkı onun gibi kurtuluşu Slav yurtseverliğinde, derin bir dindarlıkta, inançlarını en mutlak biçimde yaşamakta bulmuş, ahlak ve vicdanı her şeyin üzerinde tutmuştur.
Nitekim hayat oburlarının değişmez sloganı "Sadece bir tek ömrün var"a verdiği unutulmaz yanıt şu olmuştur: "Evet, ama tek bir vicdanın var..."
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
"The Independent" gazetesinin birkaç gün önce Türkiye hakkındaki teşhisi yanlış değildi: "Doğu ile Batı, din ile milliyetçilik ve otokrasi ile demokrasi arasında Türkiye kadar gerginlik yaşayan bir başka ülke bulmak zordur." Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararı heyecanla beklenirken gittikçe derinleşen siyasi kutuplaşma, PKK terörünün bütün maruz kaldığı darbelere rağmen bir türlü sona ermemesi, olası failleri üzerinde derhal tartışma başlatan Güngören’deki menfur saldırı ve Ergenekon davasının yarattığı cepheleşme karanlık tabloyu tamamlıyordu.
Bu atmosfer içinde Anayasa Mahkemesi, birçoklarının beklediği gibi AKP’yi kapatan ve 71 üyesini siyasi faaliyetten men eden bir karar alsaydı, bütün boyutlarını önceden kestiremeyeceğimiz bir yönetim boşluğuna ve siyasi buhrana sürüklenecektik.
* * *
AYM’nin, gerekli çoğunluğu bulamadığı için kapatma kararı alamazken on oyla AKP’ye hazineden yapılan yardımın yarısını kesmesi hukuken elbette tartışmaya açıktır. Bazı hukukçulara göre Hazine yardımı konusunda alınan karar dahi AB standartlarına ve Anayasa’nın öngördüğü kapatma kriterlerine aykırı sayılmalıdır. Ne var ki AYM’nin daha önceki kararlarını da salt hukuk kıstasları ile bağdaştırmak kolay değildi.
Türban yasağını kaldıran Anayasa değişikliklerinin iptali de münakaşalara yol açmıştı. Dolayısıyla bu sefer gösterilen hukuki temkini olumlu karşılamak doğru olacaktır. AYM’nin kararları kaçınılmaz olarak politik neticeler doğurduğundan siyasi sağduyunun bir şekilde galebe çalması çok sevindiricidir.
Anayasa değişiklikleri iptal edildikten sonra ayrıca AKP’yi kapatma kararı alınsaydı, bu kararın haklılığını savunmak pek mümkün olmazdı. Aslında iki karar arasında pragmatik bir denge kurulmuştur diyebiliriz.
* * *
Peki bundan sonrası ne olacak? AYM Başkanı Haşim Kılıç kararın bir uyarı olduğunu belirterek AKP’nin gerekli mesajı alacağı umudunu ifade etti. Kılıç haklıdır. AKP’nin yapacağı çok şey var.
Türban yasağının kaldırılması konusunda partinin çok zamansız hareket ettiği ve durup dururken Yargıtay Başsavcısı’nın iddialarının başlıca mesnedini bizzat kendisinin yarattığı bir gerçektir. Başbakan’ın din ile ilgili konularda aşırı tepkilerde bulunduğu da inkár edilemez. Zaman zaman Avrupa’da İslam’a yöneltilen eleştirilere diğer Müslüman ülkelerin liderlerinden daha fazla reaksiyon gösterdiğini gördük.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin üniversitelerde türban yasağını yerinde gören kararına karşı "Ulemaya niye sormadılar" demesi de tipikti. Başbakan her eleştiriye bizzat cevap vermek eğiliminin ve hitabet kabiliyetinin kendisini sık sık tehlikeli mecralara sürüklediğini de artık görmelidir.
* * *
Kılıç karardan sonraki açıklamasında Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’nın ilgili maddelerinin değiştirilmesi gerektiğini de vurguladı. Türk demokrasisinin artık 1982 Anayasası’nın genel politik felsefesi ile gelişemeyeceği belli olmuştur.
Ancak bugünkü siyasi atmosferde Anayasa değişikliğini aceleye getirmek doğru olmaz. Ortalığın sakinleşmesi beklenmeli ve kamuoyunda ilkönce bir oydaşma yaratılmasına çalışılmalıdır.
Tabii bu alanda sorumluluk AKP’ye olduğu kadar kurumlara, medyaya, sivil topluma ve diğer siyasi partilere de düşer. Siyasi Partiler Yasası ise Anayasa’nın ötesinde yasaklar içermektedir. Belki de bu yasadan başlamak isabetli olur.
* * *
AYM’nin kapatma kararı almamasının AKP’ye yeni bir siyasi ivme vermesi kaçınılmazdır. AKP bu avantajını heba etmemelidir.
Küçük politik kavgalardan kaçınmalı, politikalarından kaygı duyanları anlamaya çalışmalı, AB üyelik sürecinin Türk demokrasisinin ilerlemesi için önemini iyi değerlendirmeli, içerdeki kilitlenmeler kadar dış politikadaki kilitlenmeleri aşmak için daha cesur davranmalıdır.
Muhalefet ise iktidarı devirmenin tek yolunun seçim kazanmak olduğunu nihayet idrak etmelidir.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2008
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talát ile Güney Kıbrıs Başkanı Dimitris Hristofyas’ın 25 Temmuz’da yaptıkları toplantının ardından iki taraf arasında kapsamlı çözüm müzakerelerinin 3 Eylül’de başlayacağı açıklandı. İki liderin mart ayında başlattıkları istifşafi görüşmelerin nihayet bu aşamaya ulaşması kuşkusuz ihtiyatlı bir iyimserlik nedenidir. Diğer taraftan daha önce kurulmuş olan komiteler Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında özellikle çevrenin korunması, su tasarrufu, deniz kirliliğinin önlenmesi gibi alanlarda çözümü beklemeden başlayacak bir işbirliği çerçevesi çizmişlerdir. Bugün artık Kıbrıs’ta fiziksel olduğu kadar zihinsel duvar bir hayli delinmiştir.
Gelin görün ki bütün bu gelişmeleri olabileceği kadar menfi bir açıdan görmekte ısrar edenler az değildir."Kıbrıs elden gidiyor", "Kıbrıs Girit olmasın" nakaratı hiç durmuyor.
* * *
Girit-Kıbrıs kıyaslaması kadar tarihi gerçeklere aykırı bir kıyaslama zor bulunur. Girit’i ne zaman kaybettik? Fiilen 1898’de. O tarihte Osmanlı kuvvetleri çekildi, adaya uluslararası bir güç gönderildi ve bir Yunanlı valiliğe atandı. Balkan savaşlarını takiben toplanan Londra Konferansı’nda da adanın egemenliği, Osmanlı egemenliğinde bulunan diğer Ege adaları ile birlikte Yunanistan’a geçti.
İddia edildiği gibi 1898’de Girit’te asker bulundurabilseydik, Balkan savaşlarındaki hezimete rağmen adayı muhafaza edebilir miydik? Türkiye için çok daha önemli olan Makedonya’yı bile kaybetmedik mi? Varsayalım ki Balkan savaşları sonunda dahi Girit Osmanlı egemenliğinde kalmıştı. İttihat ve Terakki’nin sorumsuzluk ve çılgınlığının bizi sürüklediği Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgiye rağmen de mi Girit üzerindeki egemenliğimizi koruyabilecektik? Hayal gücünü geriye işletmekte fayda yok.
* * *
Geçmişe bakacak olursak başka türlü senaryolar da kurabiliriz. 1878’de Kıbrıs’ın yönetimi İngiltere’ye bir şart altında devredilmişti. Doğu Anadolu’daki Rus işgali sona erince yönetim bize iade edilecekti. Şayet Birinci Dünya Savaşı’na girmemiş olsaydık, Bolşevik ihtilali yüzünden Rus Kuvvetleri Doğu Anadolu’dan çekilince hukuken Kıbrıs’ın iadesini İngiltere’den talep edebilirdik. Peki, İngiltere bunu kabul eder miydi? O ayrı mesele.
* * *
Talat-Hristofyas görüşmeleri bir tartışmayı daha tetikledi. Şükrü Elekdağ Meclis’te yaptığı bir konuşmada "Tek egemenlik ve tek vatandaşlık ilkesinin"...Kıbrıs Türk halkının Rum hákimiyeti altına sokularak azınlık hüviyetine indirgenmesi" olacağını söylemiş.
Elekdağ tabii Kıbrıs meselesini en iyi bilenlerden biridir. Ne var ki soruna CHP’nin gözlüğünden bakmak mecburiyetinde. CHP ise hem AB’ye karşı ve hem de çözümsüzlüğün devamından yana. "Tek egemenlik ve tek vatandaşlık" ne üniter devlet anlamına gelir ve ne de federasyona kapıyı kapatır.
İki bölgeli federasyon çerçevesi zaten 1977’deki Denktaş-Makarios anlaşmasından beri bütün çözüm önerilerinin temelini teşkil etmiştir.
* * *
Tek egemenlik demek uluslararası alanda tek devlet demek. Bütün federasyonlar için durum aynı değil mi? ABD, Almanya ve Belçika’nın tek bir uluslararası kimliği yok mu? Tüm vatandaşları aynı pasaportu taşımıyorlar mı? Bütün mesele egemenliğin nasıl paylaşılacağı, federal devlet düzeyinde dengelerin nasıl kurulacağı, iki bölgeye hangi yetkilerin bırakılacağıdır.
Talat-Hristofyas görüşmelerinin amacı da bu çetrefil sorunlara cevap vermek olacaktır. Müzakerelerin çetin olması ve uzun sürmesi de kimseyi şaşırtmamalıdır, çünkü Hristofyas’ın vizyonu ile Talat’ın vizyonu arasında daha çok uzun bir mesafe mevcut.
Bu aşamada Talat’ı niyet yargılamasına tabi tutmak kadar insafsızlık olamaz. Talat da Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş kadar Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının hakları konusunda hassastır.
Aralarında tek bir fark var. Denktaş sonuna kadar çözümsüzlük taraftarıydı. Talat mümkünse çözüm taraftarı.
Tıpkı Türk hükümeti gibi...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
BİR dostum uyarmasa haberim olmayacaktı. Yeni Çağ Gazetesi’nin 22 Temmuz tarihli sayısında KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın "Sayın İlter Türkmen’e cevap" başlıklı bir yazısı yayımlanmış. Denktaş 8 Temmuz tarihini taşıyan "2004’te Kıbrıs için müdahale mi olacaktı?" başlıklı makalemi yanıtlıyor. Denktaş’ın yazısı oldukça kırıcı bir üslupta. Kendisine derin saygı beslediğim için aynı üslubu kullanmayacağım, ancak ileri sürdüğü bazı noktaları cevapsız bırakmam da mümkün değil. İlk önce bir terminoloji meselesine temas edeyim. Denktaş kendisini darbe tetiklemekle itham ettiğimi söylüyor. "Darbe" kelimesini hiç kullanmadım. Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklere atıfta bulunarak "çeşitli eylem alternatifleri"nden ve Erdal Güven’in 4 Temmuz’da Radikal’de çıkan yazısına dayanarak "bildiri"den bahsettim. Evet "müdahale" sözcüğünü kullandım, fakat müdahale mutlaka darbe anlamına gelmez. Denktaş’ın beklemekte olduğunu itiraf ettiği Genelkurmay bildirisi de bir müdahale sayılamaz mı? Denktaş’ın yine ima ettiğinin aksine "Genelkurmay bildirisi" ile "Ergenekon soruşturması" arasında hiçbir bağ kurmadım.
* * *
Denktaş’ın yazısındaki en çarpıcı itiraf şu: "Bahsettiğiniz günlerde beklentimiz hiç olmazsa askeri kanadın yapacağı bir açıklamayla, referanduma gidecek halkımızın, Türkiye’nin devlet olarak Annan Planı’nı desteklemediğini, desteğin sadece, ABD tarafından ikna edilmiş iktidar partisi tarafından geldiğini gösterecek bir Genelkurmay açıklamasıydı." İnsan inanmakta güçlük çekiyor. Demek ki Denktaş’a göre devlet Genelkurmay’dan ibaret. Hükümet, Meclis, yargı, bunların hepsi devletin dışında. Ama Denktaş yazısının bir başka yerinde Meclis’in kararına sığınıyor. Anlaşılan kendisini destekleyen kurumlar devlet, diğerleri fasa fiso. Ne var ki Genelkurmay’dan beklenen bildiri de Denktaş’ı tatmin etmemiş; "...Beklenen bildiri yayımlandı ve Annan Planı’nı destekler mahiyette algılandı. Bu da Kıbrıs’ta evet oyunu tetikleyen bir etki yaptı."Referanduma KKTC halkının olumlu oy vermesinde demek ki Genelkurmay’ın da günahı var!
* * *
Denktaş’a göre Annan Planı "1960 Antlaşmalarını yok farz ederek... Kıbrıs’ı AB üyesi yapıyordu" ve dolayısı ile Kıbrıs’ta asker bulundurmak artık hayal oluyordu. Doğru değil. Referanduma sunulan metin hem Garanti ve hem de İttifak Antlaşması’nı saklı tutuyor, hattá Türkiye AB üyesi olduktan sonra bile ona Ada’da kuvvet bulundurmak imkánını sağlıyordu. Denktaş biraz hafızasını yoklarsa 12 Temmuz 1977 yılında Makarios ile imzaladığı belgeyi hatırlayacaktır. Bunda "Amacımız bir bağımsız, bağlantısız, iki toplumlu, federal bir cumhuriyettir" deniyordu. Annan Planı’nın da parametreleri aynı, ancak "bağlantısızlık" yok, çünkü bağlantısızlık Garanti ve İttifak Antlaşmaları ile bağdaşmayan bir kavram...
Denktaş, KKTC’nin kuruluşuna temas ederek benim için "Doğuşunda hizmetiniz olan fakat yaşatmak için değil, taktik nedenlerle ilan edildiğini açıklayabildiğiniz" diyor. Böyle bir açıklama yaptığımı hatırlamıyorum, fakat KKTC’nin kuruluşunu sürekli bir çözüm olarak ne ben ve ne de mensup olduğum hükümet gördü. KKTC’yi tanırken yaptığımız açıklamada amacın yine federal bir çözüm olduğunu belirtmiştik. Bağımsızlık beyannamesinde KKTC Meclisi de aynı amacı teyit etti. Unutmamak gerekir ki, KKTC’nin kurulması ile güdülen bir gaye de Denktaş’ın cumhurbaşkanlığının devamını sağlamaktı. Bağımsızlıktan önceki Federe Devlet Anayasası tekrar seçilmesine imkán vermiyordu. KKTC’nin kurulması ile kabul edilen yeni anayasa bu olasılığı açmıştır.
Denktaş’ın büyük hizmetlerini kimse inkár edemez. Ancak siyasi kariyerinin sonunda siyasi vizyonu geçmişe takılıp kaldı. En ünlü devlet adamlarının en kritik anda muhakeme hatası yapabileceklerinin örnekleri tarihte az değildir.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2008
ERGENEKON soruşturması ile AKP’yi kapatma davası Türkiye’deki kutuplaşmayı artık had safhaya getirdi. Bir sağırlar diyaloğudur gidiyor. Sadece siyasi yelpazenin iki tarafındakiler değil, fakat medya ve toplum da tamamen bölünmüş durumda. Tuttuğunuz tarafa göre hukuka ve yargı sistemine ya saygıda ısrar ediyorsunuz veya onları yerin dibine batırıyorsunuz.
Bu çelişkinin en çarpıcı örneği de muhalefet lideridir. Kapatma davası söz konusu olduğunda hukuk ve yargı onun için kutsal. Yargıtay Başsavcısı iddianamesinde yerden göre haklı ve onu eleştirmek yargıya müdahaleden başka bir şey değil. Ergenekon soruşturmasına gelince bu soruşturma bütünü ile siyasi ve arkasında hükümet var. İyi de İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı iddianamesindeki suçlamaların bir kısmını basına açıkladı.
Silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, silahlı terör örgütüne üye olmak, silahlı terör örgütüne yardım etmek, cebir ve şiddetle hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs gibi ağır suçlamalar bunlardan yalnızca bazıları. Muhalefet lideri, iddianame için "Dağ fare doğurdu" derken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ketumiyeti sürdürmesinin ne anlama geldiğini hiç kendi kendine sormuyor mu?
* * *
Ergenekon soruşturması Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı’na ait olduğu iddia edilen günlükleri de yeniden gündeme getirdi. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ihtiyatlı fakat manidar ifadelerinden sonra bu günlüklerin hiç değilse kısmen bazı gerçekleri yansıttığını düşünmemek artık mümkün değil.
Ne var ki, günlüklerin içerdiği olayların Ergenekon soruşturması kapsamına alınmasına herhalde hukuken imkán yok. İddialar bazı generallerin aktif görevde oldukları zamanı kapsamaktadır ve dolayısı ile yetki hukuken askeri yargıdadır. Yine de, kurumların istikrarını ve etkinliğini ilgilendiren bütün konularda olduğu gibi, hassasiyetle hareket edilmesi gerektiği aşikárdır.
Komuta kademesinde önemli değişiklikler yapıldığı bir sırada, günlüklerdeki ifşaata dayanılarak soruşturma açılmasının TSK’da yaratabileceği burukluğun ve hatta gerginliğin hafife alınması büyük hata olur. En iyisi bu sorunun TSK bünyesinde değerlendirilmesidir. Kaş yapayım derken göz çıkarmamaya çok dikkat edilmelidir. Daha sonraki bir aşamada bütün kurumlar için olduğu gibi sivil-asker ilişkilerinin de yeni bir dengeye oturtulması herhalde kaçınılmaz olacaktır.
* * *
Türkiye’nin sadece kısa vadeli değil, fakat uzun vadeli siyasi istikrarı açısından kuşkusuz en önemli dava AKP aleyhine açılan kapatma davasıdır.
Anayasa Mahkemesi Raportörü, daha evvel Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy yeterliliği konusunda ve üniversitelerde türban yasağına son veren anayasa değişikliğinde yaptığı gibi, kendi anayasa ve Avrupa hukuku anlayışına sadık kalmış ve AKP’nin kapatılmaması gerektiğini belirten bir rapor sunmuştur.
Ancak daha önceki iki şıkta da karar için yeterli çoğunluk raportörün görüşlerini benimsemedi. Bu sefer de oylamada eğilimin aynı yönde olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Kapatma kararının beraberinde siyasi yasakları da getirmesi kaçınılmaz olarak kritik bir zamanda politik belirsizliğe, süresi bugünden öngörülemeyecek bir iktidar boşluğuna ve dış siyasette zemin kaybına yol açar.
Özellikle, müzakerelerin askıya alınmasına kadar gidilmese bile, zaten engellerle dolu AB üyelik sürecini büsbütün zora sokar. Demokrasimiz ağır bir yara alır. Yürütme, yasama ve yargı arasındaki denge temelinden sarsılır.
Evet, AKP türban yasağına öncelik vermekle ciddi bir hata yapmıştır, fakat bu hatanın bedelini sadece AKP’nin değil, fakat bütün ülkenin ödemesi sonucunu verecek bir kararın hakkaniyetle ve milli çıkarlarımızla ne kadar bağdaşacağını kendi kendimize sormalıyız.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2008
GEÇEN hafta katıldığım Ortadoğu konuları üzerinde odaklanmış bir toplantıda "Genişletilmiş Ortadoğu" kavramı hakkında bir soru ortaya atılınca, katılımcılardan bir Amerikalı "genişletilmiş" sözcüğünden maksadın Afganistan’ın Ortadoğu perspektifi kapsamına alındığını göstermekten ibaret olduğunu söyledi. Tabii bu kadar basit bir cevabın, sayıları gittikçe artan komplo teorileri üreticilerini ve müptelalarını tatmin etmesi ihtimali yok. Onlara göre "Genişletilmiş Ortadoğu", Türkiye’ye bölgesinde biçilen "misyon"u da kapsayan ve özellikle onu "ılımlı bir İslam devleti" haline getirmeyi amaçlayan bir projedir.
* * *
Her neyse, tarif edilen bölgede bugün belki Irak’tan da fazla zihinleri işgal eden mesele Afganistan’ın kaybedilmek üzere olup olmadığıdır. NATO orada yeniden canlanan Taliban ile mücadelesinde bir türlü sonuç alamıyor. Bunun bir nedeni, kuşkusuz NATO’nun elinde çatışmalara katılacak yeter sayıda asker bulunmamasıdır.
Fakat ikinci bir neden, Afganistan sınırındaki aşiret bölgelerinde Pakistan kuvvetlerinin El Kaide teröristleri ve Taliban milislerine karşı yürüttükleri operasyonların hemen tamamen durmuş olmasıdır. Irak’taki El Kaide mensupları, Irak’ı terk ederek bu bölgeye yerleşmektedirler.
Başkan Müşerref’in artık hükümetin icraatını kontrol edemediği ve iktidar ile muhalefet partileri kendi siyasi kavga ve hesaplarına dalmış bulundukları için, Afganistan politikasının yürütülmesi, fiilen, Taliban’ın 1980’li yıllarında ortaya çıkmasını ve güçlendirilmesini sağlayan Pakistan Askeri İstihbaratı’nın eline geçmiştir.
ABD’nin Irak’taki kuvvetlerinin bir kısmını Afganistan’a nakletmeyi bile düşünmesi, durumun ciddiyetini yansıtıyor.
Irak’ta şiddet olaylarının yoğunluğunun son bir yıl içinde nispeten azalmış olması, bir dereceye kadar iyimserlik yaratıyor. Ne var ki ABD kuvvetlerinin büyük kısmının çekilmesinden sonra Irak’ta ne gibi gelişmeler olacağını öngörmek son derece zor.
Evet, bir Irak milli ordusu kuruldu, fakat bunun yanında Kürtlerin ve Şiilerin sayıları kabarık milisleri var. Ülkenin bütünlüğünü korumak mümkün olsa bile hiç değilse kuzeyde Kürtlerin çok geniş bir otonomiden yararlanacaklarından kimse şüphe etmiyor.
Fakat Iraklı Kürtlerin en fazla Türkiye ile iyi ilişkilere muhtaç olacağı kanaati de yaygın. ABD için bu aşamada en önemli konulardan biri, kuvvetlerinin çoğu çekildikten sonra Irak’ta daha küçük çapta bir askeri mevcudiyeti -30 veya 40 bin kadar- nasıl idame ettireceğidir.
Irak hükümeti ile bu kuvvetlerin statüsü konusundaki müzakereler kolay geçmiyor. Bir görüşe göre Irak hükümeti, görüşmeleri yeni ABD yönetimi işe başlamadan sonuçlandırmak niyetinde değil. Irak’ta kalacak kuvvetlerin hangi bölgede konuşlandırılacağı da henüz saptanmamış. Bu kuvvetlerin kuzey bölgesinde konuşlandırılmasını herhalde Türkiye tercih etmiyordur.
* * *
İran, uranyum zenginleştirme programını devam ettiriyorsa da, çok yakın zamanda nükleer silah üretecek kapasiteye varması olası görünmüyor. İran’ın son fırlattığı füzelerin nükleer başlıklar ile donatılmadıkları takdirde büyük bir tehdit teşkil etmeyeceği de düşünülüyor.
Yine de kimse İsrail’in, Bush yönetimi daha görevdeyken İran nükleer tesislerini tahrip etmeye kalkışmayacağından emin değil.
İsrail-Filistin ihtilafına kısa sürede bir çözüm bulunabileceğine de kimse inanmıyor. Annapolis sürecinden bir netice alınamadı. İsrail, Suriye ile barışa, görüldüğü kadarıyla, Filistinlilerle barıştan daha büyük önem atfediyor. Belki de Suriye ile anlaşırsa Filistinlilerin daha da yalnız kalacağını hesaplıyor.
Irak savaşının ve yansımalarının Filistin meselesinin çözümünü daha da geriye attığını söylemek yanlış olmaz. Ne var ki bu meselenin çözümsüz kalması aynı zamanda El Kaide’nin mücadele azmini besleyen başlıca unsurlardan biridir.
"Genişletilmiş Ortadoğu" daha çok çetrefil ve dramatik gelişmelere gebe.
Yazının Devamını Oku