3 Ağustos günü yitirdiğimiz büyük Rus yazarı Aleksandr İsayeviç Soljenitsin’i müstesna kılan birkaç özelliği vardı.
Bunlardan birincisi, 20. yüzyıl Rus düşünce dünyasında siyaset-edebiyat bağlantısının en önemli temsilcisi olması; ikincisi, komünizmin doktrinde ve uygulamada en acımasız yönlerini başlangıçta devrimcilere katılmasına rağmen, bizzat kendi yaşam deneyimiyle tüm dünyaya ilk kez duyurması; üçüncüsü ise, Rus siyaset dünyasının büyük fresklerinin yanı sıra insan ruhunun derinliklerine en ince ve hassas biçimde nüfuz etmesini bilen gerçek bir romancı olmasıydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Don Nehri kıyılarındaki küçük bir taşra kenti Rostov’da doğan Soljenitsin, üniversitede edebiyat, matematik ve Marksist kuram okuduktan sonra devrimci harekete katılmış, 2. Dünya Savaşı sırasında ise işgalci Nazilere karşı Kızıl Ordu saflarında mücadele etmiş bir yurtseverdi.
Stalin yönetimine karşı eleştirel düşünceler ifade ettiği özel mektuplarının ele geçmesiyle 1945 yılında 8 yıl çalışma kampına ve bundan sonra Kazakistan’da müebbet iç sürgüne mahkûm edilmesinin ardından, 1956 yılında Kruşçev döneminde özgürlüğüne kavuşmuş ve onu dünyaca ünlü kılan eseri Gulag Takımadaları’nı 1958-67 yılları arasında kaleme almıştı.
Leninist düşünce, Stalinist uygulama ve Sovyet totalitarizminin en somut göstergesi olan çalışma kampı sistemini anlattığı binlerce sayfalık bu eserini, küçük káğıt parçalarına yazıp dostlarına teslim eden yazar, bunlardan birinin kendisini ihbar edip ardından intihar etmesini takiben, eserini Batı’ya kaçırtmış ve dünya kamuoyunun gözleri önüne Sovyet sisteminin iç yüzünü sergilemişti.
1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Soljenitsin’in tek eseri elbet bu değildi. Çarlığın yıkılışının başlangıcı olarak gördüğü Dünya Savaşı’nı ele aldığı "Ağustos 1914" ve Rus devriminin tarihini anlattığı "Kızıl Tekerlek" adlı siyasi tarih eserlerinin yanı sıra, "İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün" adlı kısa romanında bir kamp esirinin hayatını, "Birinci Daire" romanında Sovyet bilim adamlarının dünyasını, "Kanserliler Koğuşu"nda ise ölümle mücadele eden insanların acılarını anlatan Aleksandr İsayeviç, unutulmaz karakterler yaratmasını bilmişti.
Yıllarca kampta kaldıktan sonra serbest bırakılan ve özgürlüğe alışamayıp sürgün ortamına yeniden iltica eden yıkılmış İvan, Sibirya’nın uçsuz bucaksız steplerinde hasta bakarak yaşayan güzel ve melankolik doktor Vera, yaşadığı tek aşk gecesiyle ertesi gün göğsünü kanser ameliyatında kaybedeceğini unutmaya çalışan gencecik Assya bunlardan sadece birkaçı.
1974 yılında kendi ülkesinden sürülen ve Sovyet rejimi çökene kadar Amerika’da, ona ülkesini hatırlatan Vermont ormanlarında münzevi bir yaşam süren Soljenitsin, Batı dünyasını da acımasızca eleştirmiş, "Batı’ya Mektup"unda kapitalist rejimlerin komünist dikta karşısındaki çıkarcı uzlaşma politikasını olduğu kadar, "yozlaşmış ve bencil değerler sistemi"ni de yerden yere vurmuştu.
Bu tavrıyla, Batı tarafından düş kırıklığına uğramış bir başka büyük Rus yazarı olan Dostoyevski’ye benzetilen Soljenitsin, gerçekten de tıpkı onun gibi kurtuluşu Slav yurtseverliğinde, derin bir dindarlıkta, inançlarını en mutlak biçimde yaşamakta bulmuş, ahlak ve vicdanı her şeyin üzerinde tutmuştur.
Nitekim hayat oburlarının değişmez sloganı "Sadece bir tek ömrün var"a verdiği unutulmaz yanıt şu olmuştur: "Evet, ama tek bir vicdanın var..."