İlber Ortaylı

Suriye’deki Çeşme tabloları

12 Ocak 2025
Suriye’deki Rus karargâhının içinden ilginç bir manzara çıktı. Duvarlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun Ruslara karşı kaybettiği 1770 yılındaki Çeşme Deniz Muharebesi’nin resmi yer aldı. Dolayısıyla, duvardaki harp tarihi resimlerini yansıtan rastgele bir çizim değil; bazı şeyler maziyi hatırlatıyor. Çeşme Savaşı’nı 255. yılında tekrar hatırlarken, değerlendirmelerin daha çok Doğu Akdeniz’deki konumumuzu koruma hatta geliştirme üzerine yoğunlaşması gerektiğini idrak etmeliyiz.

Esad ailesi ve yandaşları kaçtıktan sonra, HTŞ kuzeyden güneye Suriye’yi ele geçirdiğinde; İsrail, Lazkiye bölgesini ve Rus üslerini de bombardıman altına aldı. Ukrayna Savaşı’nın en ağır safhasında bulunan Rusya ve Ukrayna Slavlara özgü gitgelli bir mücadele içinde. Slav dünyası, âdeta 1613’ten önceki iki yılı kapsayan Polonya-Rusya Savaşı’nın 21. yüzyıldaki bir tekrarını yaşıyor. Nükleer silahlar ve yabancı aktörlerin coğrafi yerleri ile kaynakları farklı da olsa herkes orduların bir bocalama savaşının içinde.

İsrail’in Rusya ile karşı karşıya gelmesi acaba nasıl neticeler yaratacak? Bugün için pek hissedilmeyecek. İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki hâkimiyet genişledi. Şam’ın dış mahalleleri İsrail ordusunun tanklarıyla yüz yüze geldi. Bu durum nasıl sonuçlanır? İlk aşama bir mütarekenin kaçınılmaz olması. İki ülke arasındaki savaşın şu anda devamı ne kadar ihtimal dışındaysa, anlaşmaları ve Rusya’nın bölgeyi terk etmesi de o derecede ihtimal dışıdır.

Soğukkanlı ve kendi bölgemizin, sulama alanımızın, stratejik konumumuzun korunmasını sağlamak zorunda olan Türkiye, silahlı kuvvetleri ve diplomasisiyle sükûneti temin etmek durumundadır ve bunu akıllı bir stratejiyle yapabilir.

KARARGÂHTAKİ İLGİNÇ MANZARA

Bu arada, Rus karargâhının içine kadar giren yeni Suriye ordusu ilginç manzaralarla karşılaştı. Bunlardan biri, subay kulübündeki merasim salonunun ve ofisin yerini alan duvarlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılının hâlâ yaşadığını görmekti. Çeşme Deniz Savaşı’nda “Prens Çeşmenski” (Çeşmeli) unvanını alan Alexei Grigoryevich Orlov’un amirallik şöhretiyle anılması dikkat çekiciydi. 70 küsur yıllık Sovyet iktidarını ve üzerine 30 yıllık Rusya Federasyonu dönemini koyarsanız, Rus ordularının, devletin ve bürokrasinin hafızasında istenmeyen olaylar olarak yer ettiği görülebilir.

Daha ziyade İngiliz Amiral John Elphinstone’un bir başarısı olarak vurgulanması gereken Çeşme Deniz Savaşı, hem Rus deniz ve kara kuvvetlerine moral vermekte hem de karargâh lojmanlarına girip çıkan Suriyeli meslektaşlara, politikacılara ve bürokrasi mensuplarına bir gövde gösterisi olarak duvarlara resmedilmiş.

Rusların askerî ressamlık geleneği meşhurdur. Malum, “panorama” dediğimiz sanatın en iyisi Ruslara ve Sovyetler’e aittir. Belki böyle bir panorama da Suriye’de yapılacaktı (yahut yapılmış da olabilir) herkesin hatırlaması için. Bu tür muharebe resimlerinde, Şah İsmail modeline benzerlikler görülür; yani muhayyel bir zafer, en azından abartılmış bir anlatı. Mevcut olmayan teknikler ve askerî, bahri stratejik başarılar gibi gösterilmektedir.

Suriye’deki Rus karargâhının duvarlarına boyanmış Çeşme Deniz Savaşı’nı gösteren resim.

Yazının Devamını Oku

İstanbul

5 Ocak 2025
Bugün zaman zaman küçümsenen eski İstanbul yapılarının, özellikle 1850’ler ve biraz öncesine ait olanların, ne kadar özgün ve ne kadar doğal malzemelerle, çevreye en az zarar verecek şekilde inşa edildiği görülmektedir. Muhtemelen bundan 30-40 yıl sonra bilinçlenen bir Türk gençliği, şehrin merkezinin; hem güneybatıdaki Suriçi İstanbul’un, hem Galata’nın, hem de Üsküdar ve Kadıköy’ün ne derece tahrip edildiğini fark edecektir. Ancak bir konuda umut vardır: İstanbullular yarım asır sonra bu şehri kurtarmak için harekete geçecekler.

İSTANBUL, şüphesiz ki 2000 yıla yaklaşan ömrü boyunca birçok değişim geçirdi. 2000 yıldan bahsediyoruz, bu süre daha da uzun olabilir. Ancak çağımız tarihçileri tarafından pek doğru olmayan bir isimle “Bizantion” olarak adlandırılan ve yerleşim sahasının öncelikle bugünkü Sarayburnu ve civarına münhasır dönemi ayrı değerlendirmek gerekir. Tabii ki İstanbul’un iklim, rüzgâr ve su koşulları açısından önemli bir parçası olan Kalkedon, yani Kadıköy, bu tablonun ayrılmaz bir parçasıdır. Kalkedon’un yerleşim coğrafyasının ne kadar geniş olduğu, nereye kadar uzandığı ve nüfus yoğunluğuyla birlikte, meşhurların burayı ne kadar benimsediği (biyografileri zikredilse de) tartışma konusudur. Ancak şu gerçeği bilmek gerekir ki 1960’a kadar Kadıköy, yani Kalkedon ve hemen yanındaki Scutari (Üsküdar), sakinlerinin mahallelerine ve geleneklerine bağlı olarak alışveriş ve yemek kültürünün titizlikle takip edildiği bir bölgeydi.

BU ŞEHRİ KURTARMAK İÇİN HAREKETE GEÇECEKLER

Binaların büyüklüğü, genişliği ve yüksekliği her zaman bir tartışma konusu olmuştur. Doğrudur, gelenekler izlenmiştir, ancak bu geleneğin en hızlı biçimde bozulduğu ve çocukların değişime müdahale etme şansının olmadığı bölgelerin tanınması önemlidir.

Bugün zaman zaman küçümsenen eski İstanbul yapılarının, özellikle 1850’ler ve biraz öncesine ait olanların, ne kadar özgün ve ne kadar doğal malzemelerle, çevreye en az zarar verecek şekilde inşa edildiği görülmektedir. Muhtemelen bundan 30-40 yıl sonra bilinçlenen bir Türk gençliği, şehrin merkezinin; hem güneybatıdaki Suriçi İstanbul’un, hem Galata’nın, hem de Üsküdar ve Kadıköy’ün ne derece tahrip edildiğini fark edecektir.

Ancak bir konuda umut vardır: Görünüşe göre, İstanbullular yarım asır sonra bu şehri kurtarmak için harekete geçecekler. Bazı evlerin yıkılacağı düşüncesi üzerine endişeye kapılmamak gerekir. İstanbul, yalnızca deprem kaynaklı yıkımla toparlanamaz ve bu şekilde bir proje geliştirilemez. Ancak akıllıca bir planla şehrin yeniden düzene girmesi mümkündür. İlk yapılacak iş, Suriçi, Galata surları içi ve Üsküdar’daki iskele ile Mimar Sinan camilerinin çevresindeki alanların düzenlenmesidir.

Bugün İstanbul nüfusunun ancak yirmide biri bu alanlarda yaşamaktadır. Son 50 yılda yığma ve kagir binaların yerini

Yazının Devamını Oku

Türkiye rönesansının kırılması

29 Aralık 2024
Rönesansımızın, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.

AÇIK bir bilgidir ki, Maveraünnehir, bilhassa bugünkü Orta Asya, 13. ve 14. yüzyıllarda bugünkü İran İslam Rönesansı’nın canlı köşelerinden biriydi. İbn Sînâ, Bîrûnî, Mâverdî gibi isimler; ister tıp, ister astronomi, matematik, tarih, coğrafya, isterse felsefe alanında dünyanın iki ucu arasında -Endülüs ile Doğu İran ve Maveraünnehir arasında- bilgi alışverişinde bulunurdu. Ana dili Farsça olan, ancak Arapça yazıp konuşan bilginlerin yanı sıra Türkler de bu entelektüel ortamda önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihine, Dîvânü Lugâti’t-Türk kadar derinlikli bir sözlük yazılmamıştır. Fârâbî gibi isimler eşsizdir. Arap gramerini Fars asıllı bilginler işlerken, İslam’ın nakli ilimlerinde de onların sözü geçerdi. Ali Kuşçu, Timurlenk’in torunu Uluğ Bey zamanında, bu büyük âlim ve hükümdarın himayesi altında yetişmiştir.

Fatih Sultan Mehmed ve Ali Kuşçu

BİRÇOK ESER KALEME ALDI

Cehaletiyle meşhur Rum” deyimi, bazı durumlarda Orta Asya ve İran’da kaynayan ilim muhitinde tutunamayan ya da ulema arasındaki çirkin mücadelelerin harcadığı insanları emen bir coğrafya olmuştur. Doğudakilerin Anadolu için kullandığı bu ifadeye rağmen Anadolu, eksiklerinin farkında olarak, medreselerden cami yapımı ve dekorasyonuna kadar Tebriz, Horasan, İsfahan ve Maveraünnehir bölgesinden ve Orta Asya’dan ulemayı ve sanatkârları kendine çekmekten geri durmamıştır. Bu isimleri davet etmekte tereddüt etmemiştir.

Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’e ilk önce Uzun Hasan’a (Hasan Padişah) hizmet ederek ulaştı. Bu dönemde birçok eser kaleme aldı. Günümüze ulaşanlardan biri, astronomiyle ilgili Farsça bir kitap olan Risale fil-Heye’dir. Orijinal kopyaları buradan dünyaya yayılmış, o dönemde Farsçadan Türkçeye de çevrilmiştir. Er-Risaletü’l-Muhammediyye fi’l-Hisâb gibi, sayısı onu aşan eserleri olduğu bilinmekle birlikte, kaybolan eserlerinin de bulunduğu tahmin edilmektedir. Ali Kuşçu, 15 Aralık 1474 tarihinde Türkiye’de vefat etti ve Eyüp’te defnedildi.

ATILIMLARIN KÖKÜ BURADA

Fatih Sultan Mehmed, Rönesans Avrupa’sında örneği görülmeyen özgün bir aydındı. Arapça ve Farsçadaki mükemmeliyetinin yanı sıra İtalyanca ve eski Yunancayı da iyi bildiği, sadece Türk kaynaklarında değil, yabancı kaynaklarda ve Bizans’ın son döneminde de hayranlıkla ifade edilmiştir. Resim sanatına yakınlığı, gençliğinde bu konuda eskizler yaptığının bilinmesiyle de dikkat çeker. Doğu Akdeniz’de yaşayan bu özgün aydın hükümdarın çevresini ilk olarak Ali Kuşçu gibi Asya’dan gelen âlimler sardı. Rönesansımız, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.

MEDENİYET TARİHİMİZİN MARATONU

Yazının Devamını Oku

Kritik sorular

22 Aralık 2024
Şimdi Suriye sükûnet içinde mi? Güney sınırlarımızın güvenliği acaba 30 kilometrelik bir sınırla sağlanacak mı? Halep ne olacak? Sınırlar ne olacak? Nereler korunacak? Nerelerin gözetim altında olması gerekiyor? Amerika Birleşik Devletleri, kuzeydeki YPG gerillalarından vazgeçebilir mi? Bu soruları önümüze koymalıyız.

BİRBİRİNE zıt tebliğler dolaşıyor. Birincisi, genel bir iyimserlik havası: Memleket kurtuldu. Oysa Suriye hiçbir zaman bir “vatan” olmadı. Bu coğrafyada yaşayan insanlar kendi kabileleri, soyları ve şehirleri içinde kimliklerini korudular. Ortadoğu tarihinin, ta “Ebla” ve “Mari Krallığı” gibi dönemlerden itibaren, parlak yerleri oldu. Ama o zamanlarda bile Suriye demek ya güneyden Firavunlar İmparatorluğu’nun, ya Hititlerin, ya da Asurlular gibi kuvvetlerin egemenliği demekti. Suriye, denizlere Fenikeliler gibi açılamadı; karalarda ticaret yaptı. Fakat her zaman bir imparatorluğun parçası oldu. Kendi fakirleştikçe imparatorlukları zenginleştirdi.

İki dönem var ki Suriye, her şeye rağmen barış içinde yaşadı: Klasik Roma dönemi ve Rönesans’tan itibaren Osmanlı İmparatorluğu. Kim ne derse desin, yakın tarihin en barışçıl dönemlerinden biri, bazı bilgisizlerin aksine, en azından bir tüccar ile entelektüel burjuvazinin dönüştüğü bir dönemdi. Son asırda, Osmanlı ricali kadar Fransız döneminde de küçümsenmeyecek kadar devlet adamı, toplumu sürükleyen şahsiyetler yetiştirdi; Bereketzâdelerden Suphi Bey, cumhurbaşkanının kızı Zehra Halefoğlu ve Şükri el-Kuvvetli gibi... Şükri el-Kuvvetli’nin savaş sonrası Fransızlarla kurduğu Harb Okulu’nun askerî darbelerin kaynağı olduğu söylenir.

Sınırların içinde yaşayan Suriye Nusayrileri tabii ki Arapça konuşuyor. Liderler Mişel Eflak’ın Baas Arap milliyetçiliğine çok bağlı görünse de aslında sadece kendilerine bağlılar. Ortadoğu’nun en eski kavimlerinden Aramiler ve Nabatiler gibi topluluklara dayanan bir Suriye halkı var. Bu kadar küçük bir coğrafyada, birbirinden bu kadar farklı motiflere sahip medeni üniteler pek görülmez. Bir de Suriye’nin kuzeyi var ki onun klasik medeniyetlerle ilişkisi, Ekrem Akurgal Hoca’nın birçok dile çevrildikten yıllar sonra Türkçeye kazandırılan “Doğu ve Batı - Mezopotamya: Yunan Sanatının Kaynağı” kitabında örnekleriyle anlatılıyor.

SINIRLARIMIZIN GÜVENLİĞİNİ KORUMAK ZORUNDAYIZ

Şimdi Suriye sükûnet içinde mi ve neyi, nasıl bekliyor? Bu soruları önümüze koymalıyız. Nusayriler ile Hafız Esad hanedanının düşmanı kitleler arasında gerçekten sükûnet olacak mı? İkincisi, güney sınırlarımızın güvenliğini korumak zorundayız. Güvenlik dediysek süt ürünleri veren Golan Tepeleri’nden değil, üç neslin Türkiye Güneydoğusu’nda enflasyon teriyle kurduğu barajlar ve sulanan topraklardan bahsediyoruz. Hani şu son arazi rejiminden dolayı her önüne gelene sattığımız, bu arada İsrail şirketlerinin bile aldığı sulanan topraklarımızdan söz ediyoruz. Bu araziler bir şekilde geri alınmalı, topraklarımıza sahip çıkılmalı. Nihayetinde, Ortadoğu bölgesinin su kaynaklarını yönetmek ve sahiplenmek zorundayız.

ORDULAR HAYDUTLA İŞ GÖRMEYİ SEVMEZ AMA...

Bütün bunlar acaba 30 kilometrelik bir sınırla sağlanacak mı? Ayrıca, 30 kilometrelik bir hatla Akdeniz’e çıkmaya çalışanların o denize çıkma hakkı var mı? Hangi vesileyle? Halep ne olacak? Sınırlar ne olacak? Nereler korunacak? Nerelerin gözetim altında olması gerekiyor? Kolay mütalealardan ve propagandadan korunmalıyız. Haklı olmak, endişesiz olmayı gerektirmiyor. Ayrıca, haklı olanların seslerini de bastırmaya hazır bir dünya var. Amerika Birleşik Devletleri, kuzeydeki YPG gerillalarından vazgeçebilir mi?

Aslında hiçbir düzenli ordu, haydut sürüleriyle iş görmekten hoşlanmaz. Ama hakikat şudur ki diplomatların, generallerin, devlet adamlarının ve tüccarların bile telaffuz edemeyeceği gerçekler var. ABD orduları, artık uzun zamandır İkinci Dünya Savaşı’ndaki “

Yazının Devamını Oku

Suriye

15 Aralık 2024
Suriye bir ülke miydi? Hayır. Suriye’nin bir siyasi başlık olması istendi ama bu başarılamadı. Suriyeliler var, ancak birlikte hareket etmekten çok, bölünmeyi tercih ediyorlar. Suriye şu an dağılmış durumda. Peki, yeniden toparlanabilir mi?

Ortadoğu dediğimiz bölge, sınırları itibarıyla tartışmalıdır. Bu tartışma herkesi ilgilendiriyor gibi görünse de herkesin kendi bağımsız yorumunu yapabileceği bir alandır. Fas’tan başlayarak Afganistan’daki Hayber Geçidi’ne kadar uzanan kuzey sınırları, Balkanlar’dan başlayıp Yemen ve Somali’ye kadar devam eden bir coğrafya; Ortadoğu olarak kabul edilebilmektedir.

BU ÇATIŞMALAR GERÇEK Mİ YAPAY MI

Bu geniş coğrafyadaki kavimlerin, dillerin ve dinlerin birbirleriyle ne kadar ilişkisi var? Yoktur demek yanlış olur; çünkü bu, insanlık tarihini inkâr etmek anlamına gelir. Kısacası, medeniyet sadece bu bölgede değil, yeryüzünde başka yerlerde de görülmüştür. Örneğin, Çin’de ve bizim kıtamızdan bağımsız olarak, en azından 15. yüzyılın sonuna kadar Amerika kıtasında da medeniyet izleri vardır. Üstelik bunlar, insanların yaşam ve gelişim eğrilerinde dikkat çekici bir paralellik göstermektedir.

Ancak şu bir gerçektir: Doğu Akdeniz Bölgesi, bir dönem Güney Akdeniz ile Mezopotamya ve İtalya arasında kesintisiz bir bağlantı ve bütünlük sağlamıştır. Bu bütünlük, yakın zamanlara kadar korunmuş, ancak son iki asırda bölge bir çatışma alanına dönüşmüştür. Peki, bu çatışma gerçekten gerekli midir, yoksa yapay bir şekilde mi yaratılmıştır?

Bazı meseleler üzerine ciddi şekilde düşünmemiz gerekiyor. Palermo’nun ilginç Belediye Başkanı Roberto Lagalla şöyle demiştir: “Bizim şehrimizin bağlantıları İskenderiye, Beyrut ve İstanbul’dur. Kuzeydeki şehirlerle ne ilgisi var?” Bu tarihî gerçeklik bugün de geçerlidir. İnsanlar, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki tezatların ötesinde, şimdi başka zıtlıklar yaratarak Doğu-Batı ayrımı yapmaya çalışıyorlar. Ancak bu ayrımlar sık sık başarısızlığa uğruyor. Günümüzdeki dünya olayları bunu açıkça göstermektedir.

Çelişkiler yalnızca Müslümanlarla Yahudiler ya da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında değildir. Yahudi dünyasının kendi içinde dahi belirgin çelişkiler ortaya çıkmış, bunların birçoğu da Ortadoğu kaynaklı olmuştur. Aynı şekilde, İslam dünyasında da benzer çelişkiler bulunmaktadır. Ortadoğu’ya müdahale eden dış güçlerin hataları ise giderek artmaktadır. Bu durum bazen gülünç, bazen trajikomik bir hâl alarak, delinin kendine zarar vermesine dönüşmektedir.

SURİYE BİR ÜLKE MİYDİ

Yazının Devamını Oku

Haleb

8 Aralık 2024
1966 yılında Haleb’e gitmiştik. Antakya’dan sınırı geçtik. Haleb, adeta rüya gibi bir şehirdi. Kendimi bir anda 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde bulmuş gibi hissettim. Şehirde farklı etnik ve kültürel unsurlar bir arada yaşıyordu. 1967’de ise İsrail Savaşı çıktı. Bu renkli, antika dünya mahvoldu. O günkü Haleb’i, 10 yıl sonra, 1976’da tekrar ziyaret ettiğimde yine aynı güzelliğiyle gördüm. Ancak bugün aynı Haleb’i görebileceğimi sanmıyorum. Oysa Haleb, Türkiye tarihi ve Ortadoğu için her zaman çok önemli bir merkez olmuştur.

SURİYE adıyla anılan bir siyasi birlik, ne Roma İmparatorluğu’nda ne de Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcuttu. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük vilayetleri arasında Selanik ve Haleb başı çekerdi. Aynı şekilde, “Hüdâvendigâr” adıyla bilinen Bursa da bu vilayetlerden biriydi. Bu vilayetler, bugünkü birkaç bölgeyi içine alacak kadar genişti. Haleb, kendisine oldukça yakın olan Anteb (Ayıntab) Sancağı’nı ve Urfa’yı da kapsardı. Şimdilerde HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) ilerlediği Hama da bu eyalete dahildi. Bu vilayetlerdeki tımarların sayısı fazlaydı ve asker mevcudu yüksekti. Her merkezin çarşılarındaki üretim, ayrı bir zenginlik kaynağıydı.

Haleb ile Şam arasında tarih boyunca büyük bir rekabet vardı. Öyle ki Şamlılar, Halebliler için “Timurlenk’in veletleri” tabirini kullanırdı. Ne yazık ki, son kriz sırasında Esad’ın milisleri Haleb ve halkına çok ağır bir yıkım yaşattı.

BU BÖLGEDE SORUMSUZCA DAVRANILAMAZ

Memluklar ve Osmanlılar dönemlerinden beri her türlü zenginliğin merkezi olan bu bölgenin ne zaman ve nasıl ıslah edileceği belirsiz. Ayrıca Haleb halkının, kendileriyle hiçbir bağı olmayan bir idarenin altında yaşaması mümkün değil. ABD’nin bu bölge üzerindeki, Akdeniz’e uzanmayı amaçlayan ve yerel YPG’yi destekleyen stratejisi ise son derece sakıncalı. Türk sınırlarının; güneydeki sanayi ve tarım havzasının geleceği açısından, bu bölgenin böylesine sorumsuz bir politikaya terk edilmesi mümkün değildir.

Bu vilayet, dinler ve mezhepler açısından oldukça renkli bir nüfusa ev sahipliği yapıyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde dahi, Vilayet İdare Meclisleri’ndeki cemaatlerin ruhani ve laik temsilcilerinden oluşan bir yapıya sahipti. Adeta tarihte benzeri görülmemiş bir ruhban şurasını andırıyordu. Bölgede konuşulan diller de inanılmaz bir çeşitlilik gösteriyordu. Sadece Türkçe ve Arapça değil, Fırat kıyısındaki doğu bölgelerinde Kürtçe; Haleb ve civarındaki şehirlerde ise İtalyanca ve Fransızca bile konuşuluyordu.

18. yüzyıldan beri Akdeniz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan Haleb, bugün de bu rolü üstlenmeye adaydır. Ancak Hafız Esad ve halefinin yönetimindeki Suriye’de bu bereketli yapının devam etmesi mümkün görünmüyor. Rusya, Putin’in liderliğinde ilk kez Akdeniz’e girdi ve Suriye’de bir üs kurdu. Ancak bu üssü ne derece başarıyla elde tutabileceği konusunda henüz ikna edici bir gelişme görülmüyor. ABD ise Ortadoğu politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor, ancak bu tamamen bilgisizlik üzerine kurulu bir stratejidir. Şehirlerini terk eden insanların nasıl ve ne kadarının geri döneceği ise belirsizliğini koruyor.

Televizyon programı için çekime gittiğimiz Haleb kalesinin önü.

Yazının Devamını Oku

Acaib bir geçiş dönemi

1 Aralık 2024
Amerikan demokrasisinin hayatındaki acâ’ib ve’l-garâ’ib safhası başladı. Biden görevi Trump’a devretmeye hazırlanırken tuhaf emirler verdi. Balistik füzelerin Ukrayna’ya teslim edilmiş olanları için kullanılış müsaadesi verildi. Bu karşı tarafı, yani tarihteki ikinci nükleer devin sahiplerini çileden çıkardı.

ÂDET olduğu üzere Beyaz Saray’da nöbet değişimi 1.5 ay sürüyor. Nadiren seçimi kaybeden başkan yeni gelenin maiyyetine işler hakkında bilgi verir, dosyaları devreder. Bu arada Beyaz Saray yeni sahip ve sahibesinin kabulüne hazırlanır. Amerikan demokrasisinin hayatındaki acâ’ib ve’l-garâ’ib safhası başladı. Biden görevi Trump’a devretmeye hazırlanırken tuhaf emirler verdi. Balistik füzelerin Ukrayna’ya teslim edilmiş olanları için kullanılış müsaadesi verildi. Bu karşı tarafı, yani tarihteki ikinci nükleer devin sahiplerini çileden çıkardı. Yapılacak iş yok. Kavganın hızı arttı. İki Slav milleti arasındaki kardeş kavgası diye nitelenecek çatışma doruğa, dönülmez safhaya ulaştı.

İLİŞKİLER NE ZAMAN BOZULMAYA BAŞLADI

Ukrayna ve Rusya’nın tarihi Çarlık dönemindeki tatsızlıklardan ve adaletsiz olaylardan sonra bilhassa 1930’lardaki suni açlıkla pürüzlü safhaya girdiydi. Fakat Sovyetler Birliği’nde Ukraynalılar her zaman ikinci millet olarak idare sahibi olmuşlardır. Bir yanıyla Ukrayna münevverlerinin sol ve Komünist partili kesimi Kiev devrinin yarattığı Rus ruhunun etrafında birbirleriyle anlaşırlardı. Ukrayna milliyetçiliği asıl Galiçya ve Bukovina’ya doğru uzanan kesimdeki Batı Ukrayna kesimidir. Burada kilise (Uniat Kilisesi) dediğimiz Grek Katolik ritüeli takip eder.

Halk ve münevverler Ukraynaca konuşmaya ve yazmaya dikkat ederler. Osmanlı tarihinin iki büyük uzmanı Agafangel Efimoviç Krimskiy ve talebesi Omeljan Pritsak bu bölgedendir. Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya İmparatorluğu’nun parçasıyken Polonya’ya kalan ancak Molotov-Ribbentrop antlaşmasından sonra Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilen bölge söz konusu. Bütün muasır milliyetçilik, yani yurtdışında büyüyen bu kuvvetli diaspora Batı Ukrayna kaynaklıdır. Bugün de mesela Osmanlı tarihini bile Sovyetler Birliği Bilim Akademisi’nden daha farklı yorumlayan âlimler Victor Ostopçuk gibileri bu zümredendir.

Hiç şüphesiz ki 1989’dan itibaren Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve komünist partinin idare hayatından çekilmesiyle ayaklanan Ukrayna milliyetçiliği, diğer eski cumhuriyetlerin de önüne geçti. Ukrayna Rusya’dan mı, yoksa rejimin kendinden mi daha çok soğumuştu? Buna karar vermek zor. Hatta Ukrayna Kilisesi bile Rusya Ortodoks Kilisesi’nden ayrılarak ve müstakil olarak Fener’e bağlanmak istedi. İstanbul’daki ökumenik patriyarklık başlangıçta bu talebe sessiz kaldı. Zaten Ukrayna’da Rusya’ya bağlı olan kanadın bağlantıları kendisine bağlı manastırlar ve cemaati daha önde gidiyordu. Bununla birlikte zaman içerisinde bağımsız kilise, yani otosefal Ukrayna Kilisesi’nin gelişimi hız kazandı ve yakın zamanlarda Fener’e bağlandı. Bu tabii Moskova ve İstanbul arasında da gerilimi artırdı.

Kiliselerin ayrılması ve cumhuriyetin teşkil edilmesi kadar kolay olmayan sorun; Ukrayna’nın ekonomik örgütlenmesi etrafında gelişiyor. Sovyetler Birliği’nin ne madenler ne ağır veya hafif endüstrisi ne de gıda endüstrisi gibi dalları olsun kolay kolay bölünemezler. Ziraata Ukrayna’da tıpkı Rusya’da olduğu gibi hatta daha fazla gelişme görüldü. Bereketli Ukrayna toprağı Sovyetlerin son 50 yılında çok gümrah bir kazanç ve üretim kaynağı değilken yeni düzende üretken oldu. Bunda yeni bir örgütlenme, toprakları aniden doğan eski bürokrat yeni bir zümrenin ele geçirmesidir.

BATILILARA GÖRE 

Yazının Devamını Oku

Atatürk devri

24 Kasım 2024
Atatürk’ün zamanı iki harp arasıdır. Sadece demokrasi fikrinin değil Avrupa medeniyetinin bütün parlak yönlerinin çamura düştüğü zamandır. Demokrasinin fikri, felsefi temellerini inşa edenler dahi Anglosaksonlar hariç çok partili rejimin düşmanı kesildiler. Onu bir şarlatanlık, burjuva aldatması veya daha adi bir tabirle “Yahudi komplosu” olarak nitelendirdiler. Bu dönemin içinde Türkiye Cumhuriyeti liderinin demokrasi aleyhinde hiçbir demeci söz konusu bile değildir.

Mustafa Kemal Paşa Anadolu mücadelesini yürüttüğü ve ilk büyük zaferi kazandığı günden beri (yani Eylül 1921 Sakarya Zaferi) kurucu Türkiye’nin Gazi mareşali ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti reisi olarak yabancıların dikkatini çekmiştir. Aslında çağdaşı olan Türkler de Halide Edip Hanım başta olmak üzere büyük lider üzerine çok çarpıcı görüşler ve tasvirler sunuyorlar. Pekâlâ Nazım Hikmet de yaşça bunlardan genç olmasına rağmen bu kuşağın adamıdır ve Kuvâyi Milliye Destanı’nda çizdiği Atatürk portresi samimiyetle ve vatanseverlikle çizilmiş ve şaire de saygımızı her zaman tazelememizi gerektiren adeta anıtsal bir nutuktur.

İKİ HARP ARASI DÖNEM

Gazi Paşa ile İstiklal Harbi’nin günlerini yaşayan, Anadolu Ajansı’nın kurucusu ve gerçek yapıcısı olan Halide Edip Hanım ve eşi Adnan Adıvar bir müddet sonra onunla çatışmaya düştüler. Sebep demokrasiydi, liberalimizdi. Yalnız çok saygı duyduğumuz seçkin ikilinin gerçekle teması olduğunu zannetmiyorum. Atatürk’ün zamanı iki harp arasıdır. Sadece demokrasi fikrinin değil Avrupa medeniyetinin bütün parlak yönlerinin çamura düştüğü zamandır. Demokrasinin fikri, felsefi temellerini inşa edenler dahi Anglosaksonlar hariç çok partili rejimin düşmanı kesildiler. Onu bir şarlatanlık, burjuva aldatması veya daha adi bir tabirle “Yahudi komplosu” olarak nitelendirdiler. Bu dönemin içinde Türkiye Cumhuriyeti liderinin demokrasi aleyhinde hiçbir demeci söz konusu bile değildir.

Dağınıklığı yüzünden işe yaramaz Hariciye Vekâleti arşivimiz bazen karıştırıldığı vakit (ki bunu yapmak sadece Dışişleri Bakanlığı mensuplarına ait ve öyle olması gerekmiyor) önemli şeyler bulunuyor. Merhum büyükelçi ve tarihçi Bilal N. Şimşir’in bulduğu; faşizm ve faşist diplomatik çevrelerde sefirlerimiz ve diplomatlarımızın nasıl davranması, ne kadar ihtiyatlı ve uzak durmaları üzerindeki Atatürk’ün talimatı dikkat çekicidir. Führer Almanyası ile kimsenin gırtlak gırtlağa girecek hâli yoktu. Fakat cumhuriyeti kuran kadroların bu tarafı da çok sağlamdır; Almanları hiç sevmez ve güvenmezlerdi. Batı demokrasisi bu nedenle Kemalist grup nezdinde “Anglosaksonlar” demekti. Britanya, Kemalist Türkiye’nin politik husumet dolayısıyla başında çok çekiştiği ama Lozan’dan sonra ister istemez yakın durduğu, saygılı davrandığı bir ülkedir, Birleşik Devletler’e de o zaman böyle bakılmıştı.

Cemiyet hayatının, yaşamın, kanunların devrimi ise en önemli fasıldır. Şimdi önümüzdeki yıldan itibaren Türk Medeni Kanun’un kabulü başta olmak üzere asıl 100. yılları kutlayacağız. Bir zamanlar solcuların dahi “gardırop devrimciliği” dediği balolar ve kıyafet devrimi ve kadınlara eşitlik meselesinin yeterince ciddiye alınmayışının bugünlerde hazin neticelerini yaşıyoruz; “Atatürk’ün başlattığı balo devrimi nihai hedefe varsaydı” demek gerekiyor. Ama Büyük Petro’nun balo devrimi dahi çok geç hedefe vardı ancak II. Katerina devrini bekledi.

DARON ACEMOĞLU VE 3 KONU

İnsanlarımız bu dönemi anlamıyorlar;

Yazının Devamını Oku