İlber Ortaylı

Dünüyle bugünüyle İstanbul

16 Şubat 2025
İstanbul artık yalnızca çok nüfuslu değil, aynı zamanda yüksek suç oranlarına sahip bir şehir hâline geldi. Motosikletli kuryeye kızan biri, onu arabasıyla eziyor... 15 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi, kendisine laf atan iki mahlûka sadece “Pardon kardeşim” dediği için bıçaklı saldırıya uğruyor... Efendiliğiyle, güvenliğiyle, en mütevazı zamanlarında bile yardımseverliği, eli açıklığı ve nazik diliyle tanınan 1960’lar öncesi İstanbul’u hangi şer kuvvetleri bu hâle getirdi ve bu mahlûkat kalabalığı buraya nasıl geldi?

BİR nesilde, surların içinde bir milyon nüfusa sahip olan İstanbul’dan, Bakırköy-Yeşilköy hattına; Galata-Beyoğlu’nun dışına, sahilden Yeniköy-Tarabya ve Sarıyer’e; karşıda ise Üsküdar, Boğaz’ın Anadolu yakası ve en fazla Kartal’a kadar uzanan bir şehirden, etrafındaki mega kentlerle iç içe geçen, gireni çıkanı günlük 30 milyonu bulan bir metropole ulaştık. Buna “Kozmopolit İstanbul” diyorlar. Ne büyük bir özenti! Tıpkı Avrupa’da gezen herkesin kendisine “expat” demesi gibi.

Oysa İstanbul artık kozmopolit değil; bir milyon nüfusa sahipken kozmopolitti. Akdeniz’in büyük ülkelerinden gelen halklar, farklı dinler, kendilerine özgü renkler, sözlü ve maddi kültürel zenginlikleriyle aynı potada yoğruluyordu. Bugün ise şehir tam anlamıyla bir kaosa dönüştü; burada ölenlerin kimler olduğu bile belli değil. Üstelik yetmezmiş gibi milyonlarca insan daha buraya ekleniyor. Oysa kendi sınırlarımız içinde yaşayanların bile bu şehre uyum sağlayamadıkları, bunun ciddi bir sorun teşkil ettiği açık. İstanbul artık yalnızca çok nüfuslu değil, aynı zamanda yüksek suç oranlarına sahip bir şehir hâline geldi; tıpkı Brezilya’nın Sao Paulo’su ya da Orta Amerika’nın New Mexico’su gibi.

SUÇ TABLOSU GÖZLER ÖNÜNDE

Kahire, İskenderiye ya da Kalküta ile kıyaslamıyorum; çünkü bu şehirlerde hâlâ gelenekler hâkim. Ancak İstanbul, Hindistan’da eski bir kültür merkezi olan ve zamanla yozlaşan Delhi ile benzerlik gösteriyor. Orada da her türlü suç, serserilik ve şiddet açıkça sokaklarda sergileniyor. Yeni Delhi’de sokak ortasında insan döverek soyanlar, öldürenler, toplu taşımada kadınlara yönelik taciz ve saldırılar artık sıradan manzaralar hâline gelmiş durumda.

Bu noktada İçişleri Bakanlığını suçlayamayız. Polis ne yaparsa yapsın, ortaya çıkan suç tablosu ortada: Motosikletli kuryeye kızan biri, onu arabasıyla eziyor; yapanın sabıka kaydı iki rakamlı. İstanbullu modeli olarak gururla gösterdiğimiz bir ailenin 15 yaşındaki oğlu Mattia Ahmet Minguzzi, kendisine laf atan iki mahlûka sadece “Pardon kardeşim” dediği için bıçaklı saldırıya uğruyor. Beş yerinden ölümcül şekilde bıçaklanıyor, yetmiyor, saldırganlardan biri yaralı hâlde yerde yatan çocuğu tekmeliyor. Peki, bu kin neden?

Araç sürücüsü, aynasını kıran motosikletli kuryeyi ezdi.

Etrafına bu kadar kin duyan insanların, bu şehre gelişlerindeki derbederliği ve düzensizliği kim izah edebilir?

Yazının Devamını Oku

Pompei

9 Şubat 2025
Santorini, bir volkan patlamasının beklendiği bir bölge değildir. Depremlerin volkanik bir aktiviteye yol açacağına dair bir beklenti oluşmamalıdır. Akdeniz bölgesinde Pompei’de, MS 79 yılında şiddetli bir deprem yaşanmış ve bu felaket Roma İmparatorluğu döneminde büyük yıkıma neden olmuştur. Bu bölgede yeni bir volkanik patlamanın yaşanması bekleniyor; ancak bunun ne zaman gerçekleşeceği bilinmiyor.

SON günlerde basınımızda yer alan ve bazı gözlemciler tarafından abartılarak değerlendirilen Santorini’deki depremler hakkında bizim tarafımızdan söylenecek fazla şey yok. Haber kaynaklarımızın yetersizliği malum. Dünyaca ünlü jeologumuz Celal Şengör’ün ifadesine göre, “Deprem gerçek olduğu takdirde tsunami beklenebilir. Bunun etkisi Ege adalarına ve kıyılarına kadar görülebilir.

Gerçekte, Santorini Adası’nın çöküşü, daha doğrusu volkanik kısmının patlaması, tarihî çağlarda meydana gelmiştir. Bu olayın MÖ 6. yüzyıl civarında gerçekleştiği düşünülmektedir. Ortaya çıkan çukur, yani caldera, o kadar derin ki gemilerin bu adalara demirlemesini imkânsız kılıyor. Turist gemileri yolcularını adaya bırakırken sürekli tur atmak zorunda kalmaktadır. Şehir tamamen volkanik kalıntılarla örtülüdür. Bu tür sönmüş volkan kalıntılarını Batı Anadolu’da da görmek mümkündür. Özellikle eski Lidya bölgesinde, yani bugünkü Ege’nin antik Sardis şimdiki Kula mıntıkasında benzer oluşumlar mevcuttur.

İNSANLAR LAVLAR İÇİNDE KALDI

Akdeniz bölgesinde Pompei’de MS 79 yılında şiddetli bir deprem yaşanmış ve bu felaket Roma İmparatorluğu döneminde büyük yıkıma neden olmuştur. İlginçtir ki, antik dönemin iki büyük coğrafyacısı, amca-yeğen Plinius’lardı. Bu deprem sırasında amca Plinius donanma komutanıydı ve felaketzedeleri kurtarmaya çalışırken hayatını kaybettiği söylenir. Diğeri ise bu bölgede depremi gözlemlemiştir. Uzun süredir emareleri görülen bu deprem ciddileşince, yaklaşık 20 bin kişilik nüfusun önemli bir kısmının şehri terk ettiği anlaşılmaktadır. Kalan birkaç bin kişi ise lavlar altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Napoli Müzesi ve bölgedeki yerel müzelerde bu felakete ait kalıntılar sergilenmektedir. Şehir, klasik Hippodamos sistemine göre inşa edilmiştir; villalar, evler ve yaşam tarzı Roma İmparatorluğu’nun tipik bir örneği olup UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır.

Akan lavlar, 7-8 metre kalınlığında bir tabaka oluşturmuştur. Bu, kıyı bölgesinde açıkça görülebilen bir oluşumdur. 7-8 metre lav örtüsünün altında kazılar hâlâ devam etmekte olup, daha uzun yıllar süreceği öngörülmektedir. İç kesimlerine doğru ilerledikçe lavların kalınlığı 700-800 metreyi bulmaktadır. Bu bölge oldukça verimlidir. Lav kalıntılarının toprağı daha bereketli hâle getirdiği de görülür.

Akdeniz dünyası, yani Türkiye ve İtalya gibi bölgeler, genellikle sönmüş volkanların bulunduğu yerlerdir. Ancak Etna, Napoli civarındaki Vezüv, Stromboli gibi hâlâ aktif olan volkanlar da mevcuttur. Bu volkanların ne zaman patlayacağı belirsizdir. Yunan adaları arasında yer alan Santorini ise doğrusu, bir volkan patlamasının beklendiği bir bölge değildir. Bu nedenle, burada meydana gelen 5.2 büyüklüğündeki bir sarsıntının volkanik bir aktiviteye, lav püskürmesine yol açacağına dair bir beklenti oluşmamalıdır. Ancak bu konuda tartışmalar henüz tam olarak sonlanmış değil. Yine de ada güvenli ilan edilmiştir.

Akdeniz dünyasının en ilginç olaylarından biri, antik kentlerden biri olan ve İtalya’nın yerli halkı olan Samnitler tarafından genişletilen

Yazının Devamını Oku

Hollanda müzelerinde Romanya’nın başına gelenler tarih hırsızları

2 Şubat 2025
Romanya tarihinin Dacia dönemini destekleyen arkeolojik eserler, geçtiğimiz günlerde Hollanda’nın bilinmedik bir şehrinde, yetersiz güvenlik önlemleriyle sergilenirken, hırsızlar tarafından kolayca yağmalandı. Bu nedenle, ehliyetsiz Avrupa müzeleriyle kültürel mübadelelerden kaçınılmalıdır. Bu tür işlerle ilgilenen amatör küratörlerden uzak durulmalıdır.

SON olay birçok kişinin dikkatinden kaçmamıştır; Romanya, toplum olarak Batı Avrupalılar, özellikle Latin Avrupa ülkeleri gibi yaşamaya ve kendini bu kimliğe büründürmeye meyillidir. Bu konuda haksız sayılmaz. Tarih boyunca, Romanya’nın hâkim dinî inancı ve kilisesi doğuya daha yakın bir konumda olsa da, konuştukları dil Portekizce ile birlikte, klasik Latinceye en yakın olanıdır. Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca gibi diller de kelime ve deyim açısından Latinceye yakındır, ancak cümle yapısı ve dilin kuruluşu açısından Romence ve Portekizcenin Latinceye daha yakın olduğu bilinir. Romanya, Batı müziğine, tiyatrosuna, düşüncesine ve edebiyatına yoğunluk ile bütünleşen bir ülkedir.

İki dünya savaşı arasındaki ittifaklar Romanya’nın başına büyük sorunlar açsa da bazı kazanımlar da sağlamıştır. Bu ilginç Balkan ülkesinin içinden çıkılmaz trajedisinin son halkalarından biri, küçük bir olayda daha görünmektedir. Hollanda’nın çok da tanınmayan bir müzesi olan Drents Müzesi (Assen kentinde bulunur), Romanya müzelerinin gerçekten değerli tarihî eserlerinden bazılarını – aralarında MÖ 450’ye tarihlenen Cotofenesti Altın Miğferi ve üç kraliyet bileziğinin de bulunduğu objeleri– teşhir için ödünç almıştır. Son zamanlarda bu tür ödünç verme işlemlerinin sayısı artmıştır, ancak mübadeleye konu olan eserlerin değeri de düşmeye başlamıştır.

SERGİ MÜBADELESİNE HEP KARŞIYDIM

Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürlüğüne geçtiğimde (2005 yılı), sergi düzenleme konusunda öncü olan bazı meslektaşlarımla görüş ayrılığı yaşadım. Hatta bu konuda bakanlığa da şikâyette bulundum. Atilla Koç bu konuda anlayışlı davrandı, ardından gelen Ertuğrul Günay da aynı şekilde destekleyici oldu. Eski medeniyetlere ait eserler barındıran müzeler olarak, yurtdışında sürekli sergi açma teklifleri alıyorduk; Ancak ben bu tür mübadelelerde tek taraflılığa karşıydım. Biraz biz alıp seyredip faydalanalım diyordum. Örneğin, Çin porselenlerini isteyenler oldu; ya örneklerin sayılarını azalttık ya da hiç vermedik. Özellikle Çin’in kendisine eser göndermeyi uygun görmedim, çünkü bana göre sergi mübadelesi için güvenilir bir ortak değildi. Bu sadece benim kişisel görüşüm değil, dünya müzelerindeki meslektaşlarımın da ortak fikriydi.

Batı Avrupa ülkeleriyle ise mübadele yapmak için müşterek konulu sergi tekliflerinde bulunurdum, ancak genellikle bunu zahmetli bulurlardı. Bugün Batı müzeleri, bir yandan yavaşlayan bürokrasinin, diğer yandan da finansal yüklerin ağırlığını taşıyan kurumlar hâline gelmiştir. Ortak bir konu için objeler sunmaya karar verdiğinizde, işlemler ve sigorta maliyetleri hızla yükselir ve çoğu müze bu sorumluluğu üstlenmek istemez.

ÖNEMLİ MÜZELERDEN ESERLER GETİRDİK

Bu kötü alışkanlık, Franco dönemi İspanyası’nda başladı. Dünya, Franco’nun antidemokratik rejimi nedeniyle İspanya ile resmi ilişkileri kesme yolunu seçmişti. Ancak, Prado Müzesi gibi Avrupa kültürünün zenginliklerini barındıran müzelerden ödünç eser almayı çok seviyorlardı. İspanya’nın diplomatları da bulundukları başkentlerde hem yerel yetkililerle hem de Madrid’deki merkezle yakın ilişkiler kurmak amacıyla bu tür sergilerin açılmasını can-ı gönülden teşvik ediyordu. Sonunda Prado Müzesi, adeta bir “paketle gönder, paketleri aç” servisine dönüşmüştü. Ben ve arkadaşlarım ise Türk müzelerinin böyle bir konuma düşmesini istemedik ve “Biraz da başkaları bizim eserlerimize değil biz onlara hayran kalalım” sloganını benimsedik. Bu konuda selefim Dr. Filiz Çağman’ın desteğini rahmetle anıyorum.


Yazının Devamını Oku

Facia ve tahkikat

26 Ocak 2025
Ne yazık ki, Alp Dağları’ndaki köy otellerinin işletme anlayışı ve alınan tedbirler, Türkiye’deki kayak merkezlerinde yok. Yetersiz altyapı ve plansız işletme anlayışıyla ihtisas turizmi alanına girmek dikkatle düşünülmelidir. Bu işin uzun vadeli tarafıdır. Kısa vadede ise delillerin değiştirilmesini önlemek için otelin bulunduğu alanın ciddi şekilde korunması gerekir.

ÇARŞAMBA gecesi, henüz 24 saatlik taze bir olay tüm Türkiye’yi sarsmış ve Cumhurbaşkanlığı millî matem ilan etmişken, televizyonda bir program izledim. Bazı noktaları işaret etmek, herkes gibi benim de hakkım ve vazifemdir. Yayın yasağına riayet ediyoruz; ancak yasaklar, zamanında yapılan konuşmalar üzerinde geçerli değildir.

Tuna Öztunç’un yönettiği programda, konuşmacılar arasında eski milletvekili, gazeteci ve yazar Şamil Tayyar ile Nazif Okumuş bulunuyordu. Şamil Tayyar, bildiğim kadarıyla hukukçu değil; fakat yönetmelikleri büyük bir hızla okumuş ve değerlendirmiş görünüyordu. Tayyar’ın ifadelerine göre, belediye, otelin yapımında belirlenen eksikleri rapor etmesine rağmen, durumu başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere ilgili birimlere bildirmeyerek ihmalde bulunmuş. Otel sahibine bildirilen eksiklerle ilgili, otel sahibinden şu yönde bir cevap alınmış: “Biz size müracaat edip raporu ve teftişi istememiş olalım.” Hatta bu sözler, “Biz istememiş olalım ve siz de yaptırmamış olun” gibi bir ifadeyle devam etmiş. Bu noktada Nazif Okumuş, başını sallayarak ve jestlerle Şamil Tayyar’ın söylediklerini onayladı.

HUKUKÇULAR DEĞERLENDİRMELİ

Açıkça söylemek gerekirse, bu kadar karmaşık bir olayın, bu derece kesin görülmesi ve izah edilmesi pek anlaşılır değil. Değme hukukçuların bile bu kadar kısa sürede yapabileceği bir değerlendirme değil, belli ki daha geniş bir heyet tarafından hazırlanıp sunulmuş gibi görünüyor. Yayın yasağına uymak herkes için görevse herkesin uyması gerek. Özellikle millî matem sürecinde, böylesi meseleler amatör yaklaşımlardan ziyade hukuk uzmanlarının ehliyetine ve ciddiyetine bırakılmalıdır.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendi teftişlerinde yangın tedbirlerinin alındığını ifade ediyor. Ancak şu soruların cevabı netleşmeye başladı: “Yangın sırasında orada gerçekten bir yangın aracı var mıydı? Alınan tedbirler veya tedbirsizlikler ne durumdaydı?” Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın teftiş görevini yerine getirmediği açıkça ortada. Bu bölgede yatak kapasitesi ve gelir nedir? Kartalkaya’nın kayak turizmine açılmasıyla açılmaması arasında ne fark vardır? Bu tür hesaplamaların yapılması gerekir.

Her yerde dağ ve kar var diye kayak merkezi olması şart değildir. Hele ki iklim değişikliğinin artık gündemde değil, kapıda olduğu bir dünyada bu tür konuların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Tabii ki insanlar, kayak merkezi varsa kayağa giderler. Ancak önemli olan, bu masum isteği belirli bir kontrol altına almaktır. Eğer çevre koşulları uygun değilse ve bu alana aklı başında, tecrübeli işletmeciler yönelmiyorsa, bu tür girişimlerin önlenmesi gerekir.

Ne yazık ki, Alp Dağları’ndaki köy otellerinin işletme anlayışı ve alınan tedbirler, Türkiye’deki kayak merkezlerinde yok. Avusturya Alpleri ya da Tiroller bölgesinin ücra köşelerindeki köy otellerinde görülen seviyede bir altyapı ve işletme zihniyetine sahip değiliz. Yetersiz altyapı ve plansız işletme anlayışıyla ihtisas turizmi alanına girmek dikkatle düşünülmelidir. Bu işin uzun vadeli tarafıdır.

DELİLLERİN KORUNMASI GEREKİR

Yazının Devamını Oku

Kültür ve turizm mirasımıza sahip çıkmalıyız

19 Ocak 2025
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin daha geniş bir alana yayılması şarttır. Bu geniş alan Sultanahmet Meydanı’ndaki eski Tapu ve Kadastro, yani Defter-i Hâkânî binasında sağlanabilir. Bir diğer potansiyel alan Yedikule surları civarındaki bölgedir. Suriçi, her türlü tahrip edici, hoyratça ve vandallığa varan müdahalelerin dışında tutulmalıdır. Bu alan büyük bir özenle sit alanı olarak muhafaza edilmelidir. Türkiye, eşsiz bir ülkedir ve tahrip edilmesi durumunda bu eşsizlik bir daha geri getirilemez.

İSTANBUL Arkeoloji Müzeleri, tarihsel süreç bakımından dünyadaki ünlü müzelerden geri kalmış bir kurum değildir. 1840’lı yıllardan itibaren İstanbul, eyaletlerdeki eski eserleri tespit etmeye, dönemin teknik kısıtlamalarına (fotoğraf ve gravürün henüz gelişmemiş olmasına) rağmen, bu eserleri resmedip arşivlemeye özen göstermiştir. Fethi Ahmet Paşa, Aya İrini Kilisesi’ni yalnızca askerî sancakların ve silahların saklandığı bir depo olmaktan çıkararak, arkeolojik malzeme toplamaya başlamıştır. Bu koleksiyon, davet ettiği uzmanların katkılarıyla zenginleştirilmiştir. Maarif Vekili Savfet Paşa döneminde ise bugünkü Arkeoloji Müzeleri’nin temelini oluşturan yapı, İtalyan mimar Raimondo D’Aronco tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiş olarak 1890’larda müze olarak ziyarete açılmıştır. Daha ilk yıllarında dünya çapında ilgi uyandırmıştır.

ÜÇ BÖLÜMDEN OLUŞUYOR

1890’larda Osmanlı İmparatorluğu, henüz Kuzey Yunanistan, Arnavutluk, Akdeniz adaları, Maşrık (Doğu) Arabistan’ı ve Kuzey Afrika’da Tunus’a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya hükmetmekteydi. Bu dönemde Osman Hamdi Bey, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde kazılara başlamış ve önemli eserler gün yüzüne çıkarılmıştır. Onun çalışmalarına dair ayrıntılı bilgiler günümüze ulaşmıştır. Aynı zamanda Osman Hamdi Bey’in yanında çalışan Aziz Bey (Prof. Jale Baysal’ın babası) ve Topkapı Sarayı’nın 1921’deki ilk müdürü Tahsin Bey gibi önemli asistanlar da bulunuyordu. Dârülfünûn’da henüz arkeoloji eğitimi verilmemesine rağmen, İstanbul Arkeoloji Müzesi adeta bir arkeoloji enstitüsü işlevi görmekteydi. Kitaplığı giderek zenginleşmiş ve ünlü matematikçi, topçu müşiri ve sonradan Sadrazam olan Cevat Paşa’nın bağışlarıyla büyük bir arkeolojik kitaplık oluşturulmuştur.

Bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri olarak bilinen külliye üç ana bölüme ayrılmaktadır. Birinci bölüm, bir lahdi andıran ana yapıdır. İstanbullular, bu kısmı özellikle yaz gecelerinde düzenlenen klasik müzik konserleriyle tanımaktadır. Bu yapı, Troya’dan, Lübnan’ın Sayda (Sidon) şehrinden ve Anadolu’nun farklı bölgelerinden çıkarılan eserlerle donatılmıştır. İkinci bölüm, Eski Şark Eserleri olarak bilinen, müzenin bahçesindeki eski binadır. Bu binanın yapısı kuşkusuz iki bölüme uyumsuz bir kabalıktır ama kullanışlı bir yığma yapı olarak tersim edilmiştir. Eski Anadolu, Mezopotamya ve Suriye’ye ait önemli eserler buradadır. Çivi yazısı tabletler arşivi de burada muhafaza edilmektedir. Üçüncü bölüm ise Fatih Sultan Mehmet’in bizzat yaptırdığı ilk saray olan Çinili Köşk’tür. Köşkün tevazu dolu ince güzelliği onu 15. asrın bir harikası olarak değerlendirmemizi gerektirir. İçinde en zengin çini koleksiyonumuz olmasa da önemli Osmanlı çini mamulleri teşhirdedir.

DAHA GENİŞ ALANA YAYILMALI

Ne yazık ki, müzenin ana binasına sonradan bir ilave yapılmıştır. Bu ek kısım, Topkapı Sarayı’nın ilk avlusunun görünümünü bozmakta ve önüne dizilen lahitler ile sütun başlıklarıyla, iki bina ve dönemi birbirine karıştırmamıza neden olmaktadır. Bu durum benim “eş zamanlama (senkronizasyon) kirlenmesi” dediğim estetik bir sorun yaratmaktadır. Bu ilave kısmın kullanım dışına çıkarılması ve kaldırılması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin daha geniş bir alana yayılması şarttır.

Bu geniş alan

Yazının Devamını Oku

Suriye’deki Çeşme tabloları

12 Ocak 2025
Suriye’deki Rus karargâhının içinden ilginç bir manzara çıktı. Duvarlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun Ruslara karşı kaybettiği 1770 yılındaki Çeşme Deniz Muharebesi’nin resmi yer aldı. Dolayısıyla, duvardaki harp tarihi resimlerini yansıtan rastgele bir çizim değil; bazı şeyler maziyi hatırlatıyor. Çeşme Savaşı’nı 255. yılında tekrar hatırlarken, değerlendirmelerin daha çok Doğu Akdeniz’deki konumumuzu koruma hatta geliştirme üzerine yoğunlaşması gerektiğini idrak etmeliyiz.

Esad ailesi ve yandaşları kaçtıktan sonra, HTŞ kuzeyden güneye Suriye’yi ele geçirdiğinde; İsrail, Lazkiye bölgesini ve Rus üslerini de bombardıman altına aldı. Ukrayna Savaşı’nın en ağır safhasında bulunan Rusya ve Ukrayna Slavlara özgü gitgelli bir mücadele içinde. Slav dünyası, âdeta 1613’ten önceki iki yılı kapsayan Polonya-Rusya Savaşı’nın 21. yüzyıldaki bir tekrarını yaşıyor. Nükleer silahlar ve yabancı aktörlerin coğrafi yerleri ile kaynakları farklı da olsa herkes orduların bir bocalama savaşının içinde.

İsrail’in Rusya ile karşı karşıya gelmesi acaba nasıl neticeler yaratacak? Bugün için pek hissedilmeyecek. İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki hâkimiyet genişledi. Şam’ın dış mahalleleri İsrail ordusunun tanklarıyla yüz yüze geldi. Bu durum nasıl sonuçlanır? İlk aşama bir mütarekenin kaçınılmaz olması. İki ülke arasındaki savaşın şu anda devamı ne kadar ihtimal dışındaysa, anlaşmaları ve Rusya’nın bölgeyi terk etmesi de o derecede ihtimal dışıdır.

Soğukkanlı ve kendi bölgemizin, sulama alanımızın, stratejik konumumuzun korunmasını sağlamak zorunda olan Türkiye, silahlı kuvvetleri ve diplomasisiyle sükûneti temin etmek durumundadır ve bunu akıllı bir stratejiyle yapabilir.

KARARGÂHTAKİ İLGİNÇ MANZARA

Bu arada, Rus karargâhının içine kadar giren yeni Suriye ordusu ilginç manzaralarla karşılaştı. Bunlardan biri, subay kulübündeki merasim salonunun ve ofisin yerini alan duvarlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılının hâlâ yaşadığını görmekti. Çeşme Deniz Savaşı’nda “Prens Çeşmenski” (Çeşmeli) unvanını alan Alexei Grigoryevich Orlov’un amirallik şöhretiyle anılması dikkat çekiciydi. 70 küsur yıllık Sovyet iktidarını ve üzerine 30 yıllık Rusya Federasyonu dönemini koyarsanız, Rus ordularının, devletin ve bürokrasinin hafızasında istenmeyen olaylar olarak yer ettiği görülebilir.

Daha ziyade İngiliz Amiral John Elphinstone’un bir başarısı olarak vurgulanması gereken Çeşme Deniz Savaşı, hem Rus deniz ve kara kuvvetlerine moral vermekte hem de karargâh lojmanlarına girip çıkan Suriyeli meslektaşlara, politikacılara ve bürokrasi mensuplarına bir gövde gösterisi olarak duvarlara resmedilmiş.

Rusların askerî ressamlık geleneği meşhurdur. Malum, “panorama” dediğimiz sanatın en iyisi Ruslara ve Sovyetler’e aittir. Belki böyle bir panorama da Suriye’de yapılacaktı (yahut yapılmış da olabilir) herkesin hatırlaması için. Bu tür muharebe resimlerinde, Şah İsmail modeline benzerlikler görülür; yani muhayyel bir zafer, en azından abartılmış bir anlatı. Mevcut olmayan teknikler ve askerî, bahri stratejik başarılar gibi gösterilmektedir.

Suriye’deki Rus karargâhının duvarlarına boyanmış Çeşme Deniz Savaşı’nı gösteren resim.

Yazının Devamını Oku

İstanbul

5 Ocak 2025
Bugün zaman zaman küçümsenen eski İstanbul yapılarının, özellikle 1850’ler ve biraz öncesine ait olanların, ne kadar özgün ve ne kadar doğal malzemelerle, çevreye en az zarar verecek şekilde inşa edildiği görülmektedir. Muhtemelen bundan 30-40 yıl sonra bilinçlenen bir Türk gençliği, şehrin merkezinin; hem güneybatıdaki Suriçi İstanbul’un, hem Galata’nın, hem de Üsküdar ve Kadıköy’ün ne derece tahrip edildiğini fark edecektir. Ancak bir konuda umut vardır: İstanbullular yarım asır sonra bu şehri kurtarmak için harekete geçecekler.

İSTANBUL, şüphesiz ki 2000 yıla yaklaşan ömrü boyunca birçok değişim geçirdi. 2000 yıldan bahsediyoruz, bu süre daha da uzun olabilir. Ancak çağımız tarihçileri tarafından pek doğru olmayan bir isimle “Bizantion” olarak adlandırılan ve yerleşim sahasının öncelikle bugünkü Sarayburnu ve civarına münhasır dönemi ayrı değerlendirmek gerekir. Tabii ki İstanbul’un iklim, rüzgâr ve su koşulları açısından önemli bir parçası olan Kalkedon, yani Kadıköy, bu tablonun ayrılmaz bir parçasıdır. Kalkedon’un yerleşim coğrafyasının ne kadar geniş olduğu, nereye kadar uzandığı ve nüfus yoğunluğuyla birlikte, meşhurların burayı ne kadar benimsediği (biyografileri zikredilse de) tartışma konusudur. Ancak şu gerçeği bilmek gerekir ki 1960’a kadar Kadıköy, yani Kalkedon ve hemen yanındaki Scutari (Üsküdar), sakinlerinin mahallelerine ve geleneklerine bağlı olarak alışveriş ve yemek kültürünün titizlikle takip edildiği bir bölgeydi.

BU ŞEHRİ KURTARMAK İÇİN HAREKETE GEÇECEKLER

Binaların büyüklüğü, genişliği ve yüksekliği her zaman bir tartışma konusu olmuştur. Doğrudur, gelenekler izlenmiştir, ancak bu geleneğin en hızlı biçimde bozulduğu ve çocukların değişime müdahale etme şansının olmadığı bölgelerin tanınması önemlidir.

Bugün zaman zaman küçümsenen eski İstanbul yapılarının, özellikle 1850’ler ve biraz öncesine ait olanların, ne kadar özgün ve ne kadar doğal malzemelerle, çevreye en az zarar verecek şekilde inşa edildiği görülmektedir. Muhtemelen bundan 30-40 yıl sonra bilinçlenen bir Türk gençliği, şehrin merkezinin; hem güneybatıdaki Suriçi İstanbul’un, hem Galata’nın, hem de Üsküdar ve Kadıköy’ün ne derece tahrip edildiğini fark edecektir.

Ancak bir konuda umut vardır: Görünüşe göre, İstanbullular yarım asır sonra bu şehri kurtarmak için harekete geçecekler. Bazı evlerin yıkılacağı düşüncesi üzerine endişeye kapılmamak gerekir. İstanbul, yalnızca deprem kaynaklı yıkımla toparlanamaz ve bu şekilde bir proje geliştirilemez. Ancak akıllıca bir planla şehrin yeniden düzene girmesi mümkündür. İlk yapılacak iş, Suriçi, Galata surları içi ve Üsküdar’daki iskele ile Mimar Sinan camilerinin çevresindeki alanların düzenlenmesidir.

Bugün İstanbul nüfusunun ancak yirmide biri bu alanlarda yaşamaktadır. Son 50 yılda yığma ve kagir binaların yerini

Yazının Devamını Oku

Türkiye rönesansının kırılması

29 Aralık 2024
Rönesansımızın, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.

AÇIK bir bilgidir ki, Maveraünnehir, bilhassa bugünkü Orta Asya, 13. ve 14. yüzyıllarda bugünkü İran İslam Rönesansı’nın canlı köşelerinden biriydi. İbn Sînâ, Bîrûnî, Mâverdî gibi isimler; ister tıp, ister astronomi, matematik, tarih, coğrafya, isterse felsefe alanında dünyanın iki ucu arasında -Endülüs ile Doğu İran ve Maveraünnehir arasında- bilgi alışverişinde bulunurdu. Ana dili Farsça olan, ancak Arapça yazıp konuşan bilginlerin yanı sıra Türkler de bu entelektüel ortamda önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihine, Dîvânü Lugâti’t-Türk kadar derinlikli bir sözlük yazılmamıştır. Fârâbî gibi isimler eşsizdir. Arap gramerini Fars asıllı bilginler işlerken, İslam’ın nakli ilimlerinde de onların sözü geçerdi. Ali Kuşçu, Timurlenk’in torunu Uluğ Bey zamanında, bu büyük âlim ve hükümdarın himayesi altında yetişmiştir.

Fatih Sultan Mehmed ve Ali Kuşçu

BİRÇOK ESER KALEME ALDI

Cehaletiyle meşhur Rum” deyimi, bazı durumlarda Orta Asya ve İran’da kaynayan ilim muhitinde tutunamayan ya da ulema arasındaki çirkin mücadelelerin harcadığı insanları emen bir coğrafya olmuştur. Doğudakilerin Anadolu için kullandığı bu ifadeye rağmen Anadolu, eksiklerinin farkında olarak, medreselerden cami yapımı ve dekorasyonuna kadar Tebriz, Horasan, İsfahan ve Maveraünnehir bölgesinden ve Orta Asya’dan ulemayı ve sanatkârları kendine çekmekten geri durmamıştır. Bu isimleri davet etmekte tereddüt etmemiştir.

Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’e ilk önce Uzun Hasan’a (Hasan Padişah) hizmet ederek ulaştı. Bu dönemde birçok eser kaleme aldı. Günümüze ulaşanlardan biri, astronomiyle ilgili Farsça bir kitap olan Risale fil-Heye’dir. Orijinal kopyaları buradan dünyaya yayılmış, o dönemde Farsçadan Türkçeye de çevrilmiştir. Er-Risaletü’l-Muhammediyye fi’l-Hisâb gibi, sayısı onu aşan eserleri olduğu bilinmekle birlikte, kaybolan eserlerinin de bulunduğu tahmin edilmektedir. Ali Kuşçu, 15 Aralık 1474 tarihinde Türkiye’de vefat etti ve Eyüp’te defnedildi.

ATILIMLARIN KÖKÜ BURADA

Fatih Sultan Mehmed, Rönesans Avrupa’sında örneği görülmeyen özgün bir aydındı. Arapça ve Farsçadaki mükemmeliyetinin yanı sıra İtalyanca ve eski Yunancayı da iyi bildiği, sadece Türk kaynaklarında değil, yabancı kaynaklarda ve Bizans’ın son döneminde de hayranlıkla ifade edilmiştir. Resim sanatına yakınlığı, gençliğinde bu konuda eskizler yaptığının bilinmesiyle de dikkat çeker. Doğu Akdeniz’de yaşayan bu özgün aydın hükümdarın çevresini ilk olarak Ali Kuşçu gibi Asya’dan gelen âlimler sardı. Rönesansımız, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.

MEDENİYET TARİHİMİZİN MARATONU

Yazının Devamını Oku