MANİSA ilginç renkli bir şehir. Osmanlı’nın en renkli iki padişahının, gençliklerinde sancak beyi olarak yetiştikleri bir belde. Genç Kanuni, Pargalı İbrahim Paşa ile orada karşılaşıyor. Fâtih, küçük yaştaki padişahlığını orada benimsiyor. Şehir güzel; etrafındaki dağ (Sipil) onunla tezat hâlinde bir güzellik taşıyor. Bereket var, çalışkanlık var, azim ve gayret var.
Türkiye’nin parlak geleceğinden bir genç bu beldeye uğradı: Ferdi Zeyrek. Kısa zamanda kendini gösterdi ve bizden ayrılıp gitti. Bazı insanlar vardır, ağırlığını kendi hissettirmeden evvel etraf hissetmeye başlar. Yerinde duramayan bu insanın, mutantan bir yük taşıdığı anlaşılır. Parlayan, güler yüzlü... Büyükşehrin belediye reisi değil de komşusunun, herkesin derdine sessizce el uzatabilen delikanlısı gibi. Hakikaten geleceğin adamı olacağı anlaşılıyordu.
Türkiye, iyi belediye reisi görmemiş bir yer değil. Hiç unutulmayacaklarımız var. Muhteşem faaliyetler yapan, düzgün eserler ortaya koyanlar ve onların yanında berbat olanlar da...
BELDENİN BAĞRINA BASTIĞI LİDER
Fakat bu genç mimarın etrafına göre tevazu ile karışık bir üstünlüğü vardı. Zengin bir tarihî beldenin, bir Magnezya’nın (Ulukent demek) mirasını sözle değil; tavrıyla, uzun konuşmadan bildiğini bilen ve bildiren hâliyle temsil ediyordu. 1.5 yılın içinde, bir sokağın öbür sokakla bağdaşmadığı; her çeşit partinin ve görüşün birbiriyle kavga etmediği ama yuvarlana yuvarlana ilerlediği bir beldenin sevdiği, bağrına bastığı lider olmuştu.
Becerikliliğini, dürüstlüğünü ve etkinliğini daha meslek odasındayken gösterdiği belliydi. Uludağ Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunuydu. Eşi başta olmak üzere, bütün etrafındaki kadro kıpır kıpırdı. İki kere konferansa davet edildim. Benim gibi 70’ini geçmiş birini bile gayrete getiren, “Şurada otursam da şunlarla koşuşsam mı?” diye düşündüren bir grup.
Ani bir ölüm... Şakayla dehşet bir arada.
Megali İdea (Büyük Fikir) Modern Yunanistan’ın bağımsızlığının ilk günlerinden itibaren benimsediği siyasi ve ideolojik bir hedefti. Ioannis Kapodistrias’ın cumhurbaşkanlığı (1827-1831) ve ardından uğradığı suikastla bertaraf edilmesinden itibaren, Yunanistan aslında ayaklanmanın hedefi olmayan bir rejime tâbi tutuldu.
Avrupa ve bazı yerli milliyetçiler, başta Ioannis olmak üzere ama daha çok da eski Yunancayı Yunan halkına öğretmeye kalkan bir öğretmen iddiasıyla işe başlayan Bavyeralı Prens Otto’nun devrinde, yeni bir ideoloji benimsemeye başladılar. 1844 Anayasası’yla birlikte bu belgeleşti. Yunanistan’ın çok fakir ve cılız olduğunu düşünen çevreler içinde “Osmanlı yönetiminden kurtulmak yetmez; Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmak gerekir” düşüncesi hâkim oldu.
Bu ideolojiye göre çizilen sınırlar, bugünkü Karadeniz kıyılarını, Ege bölgesini, İstanbul’u, bütün Trakya’yı ve Güney Bulgaristan’ı içeriyordu. Arnavutluk ve Sırpların yaşadığı bölgeler de bu imparatorluk sınırları içinde yer alıyordu. Bütün Ege Takımadaları (Kuzey ve On İki Ada), Girit ve Kıbrıs da hedeflerin içindeydi.
Balkan ülkelerinin irredantizmi (büyük vatan birleşimi) politikaları böyleydi. Ivan Vazov Bulgar Milli Marşı olan şiirine “Sevgili vatan, sen dünyanın cennetisin” diye başlar ve ülkesinin sınırlarını çizer. Onun çizdiği de diğer ülke aydınlarının çizdikleri vatan da birbirlerinin sınırına tecavüz eder ve kapsar. Balkanları bölüşmek şiir dünyasında olduğu kadar kolay değil.
Yunan Küçük Asya Ordusu İzmir’e işgal amaçlı ayak bastığında Schliemann Konağının ön tarafına üzerinde “Yaşasın Venizelos, İzmir ganimeti” yazılı bir Türk bayrağı asılmış ve yüzyıllardır hayal edilen Batı Anadolu topraklarının ganimet olarak alındığı mesajı verilmişti.
EKSİĞİ TAMAMLAYAN BİR ESER
Bugüne kadar Megali İdea (bazen hatta gramatikal yanlışla “Megalo İdea”) Türk tarih düşüncesinde çok eksik olarak ele alınmıştır. Filoloji eğitimi ve Yunanistan’daki uzun ikametiyle konuya giren Esra Özsüer, oradaki eğitiminde bu konuya yönelmesini de ilginç bir tesadüfle anlatıyor. Bir gün, çalıştığı ve doktora yaptığı Panteion Üniversitesi’nin dışında, Atina Ulusal Kapodistrian Üniversitesi’nin levhasını okur. Böylelikle Yunanistan’daki yeni rejimle, krallıkla gelen Megali İdea’nın yerine, Yunan ihtilalinin cumhuriyetçi önderinin adını taşıyan üniversiteyi tanır. Profesör Dr. Paschalis Kitromilidis ile tanışır. Kitromilidis, Yunanistan tarihçiliğinde ve siyaset biliminde tanınan bir isimdir. Bu tanışma, yazarın araştırma alanını değiştirir; yönünü Yunan arşivlerine çevirir.
Esra Özsüer
PAZARTESİ günü erkenden İstanbul’dan Ljubljana’ya uçtum. Kuzey Kafkasyalılar ve özellikle Karaşaylıların tertiplediği bir anma törenine katılacaktık. Tarihi olayları izlemeyi bilen basın mensuplarımızın başında gelen Pelin Çift de Kafkas Vakfı’nın organize ettiği bu heyetteydi. İki saat sonra Ljubljana’dan Karintiya’ya (Kärnten) hareket ettik. Avusturya - İtalya sınırında, Drau Nehri kıyısındaki “Irschen” adlı köydeydik. Karşımızda Avusturya Alpleri uzanıyor, karlar eriyor; debisi yüksek, azgın Drau Irmağı akıyordu. Biraz ötede Tuna’ya karışacak ve Karadeniz’e ulaşacak. Sakin akan Tuna’nın çılgın kısmındayız. Tabiat her yerde yemyeşil ve güzel. Bir günde üç mevsim yaşanabiliyor. Bahar çiçekleri her yeri sarmış, çevre sessiz ve huzurlu. Sınırın ötesindeki Kuzey İtalya da aynı şekilde. İtalya’da Udine ile Avusturya’da Villach arası, Avrupa’nın cennet köşelerinden biri.
Burada canlanan tabiata hüzün karışıyor. 11 Şubat 1945’te, İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri Yalta Konferansı’nda bir anlaşma yaptılar. Mantıkla açıklanabilir gibi değil: Stalin, Sovyetler Birliği’nden bir şekilde kaçanların hepsini geri istiyordu. Churchill ve Roosevelt bu isteğe evet dediler.
Fotoğraf: https://www.facebook.com/KafkasVakfii/
KADIN-ÇOCUK DEMEDEN RUSYA’YA TESLİM ETTİLER
Peki, Rusya neden istiyordu? Kızıl Ordu’nun 1941’de savaşın ilk safhasında verdiği milyonlarca esirin önemli bir kısmının geri dönmek istemeyeceğini biliyordu. Muhtemelen bundan çekiniliyordu. Oysa çekinilecek bir kitle değildi. Bir kısmı, bilinen askerî esir kamplarına benzemeyen, Almanların konsantrasyon kamplarındaki feci hayat koşulları sebebiyle Alman tarafına iltihak etmiş ve böylece canlarını kurtarmışlardı. Öte yandan, açılan sınırlardan Ukrayna’yı, Batı Rusya’yı ve Baltık bölgelerini terk eden sivil halk da Almanya ve Avusturya sınırlarında yığılmıştı.
Stalin’in evhamları dışında başka gerekçeler de vardı. Almanların işgal ettikleri bütün ülkelerden topladıkları “Östlicher/Sklaven” (Doğulu köleler) buralarda tutunmaya çalışıyordu. Çoğunun yakınları ve akrabaları, toplandıkları ve sürüldükleri ülkelerde kalmışlardı. Sovyet Rusya’nın onlara bakışı ise bir mazlum kurban gibi değil; Batı’da kalmayı seçmiş veya ilerde kendisine ilhak edilebilecek potansiyel düşmanlar olarak görülmeleriydi.
Churchill ve Roosevelt’te ise gevşek bir ahlâk mı, yoksa yıkıcı bir savaşın getirdiği yorgunluk mu etkili oldu bilinmez; sabık askerler kadar kalabalık olan sivil halkı da -kadın, yaşlı, çocuk demeden- Rusya’ya teslim etmeye razı oldular.
Karintiya ve Irschen İngiliz işgal bölgesindeydi.
21 Mayıs Çarşamba günü Ankara’da önemli bir kongre düzenlendi. Azerbaycan Milletvekili Tenzile Rüstemhanlı’nın başkanlığındaki Azerbaycan Türk Evi’nin öncülüğünde; Azerbaycan ve Türkiye Dışişleri Bakanlıkları ile iki ülkenin milletvekillerinin ortak desteği ve katılımlarıyla Batı Azerbaycan konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Batı Azerbaycan, Karabağ Hanlığı; buna tâbi hanlıklar ve Türk sakinlerinin doğuya sığındıkları topraklar demektir. Kurtuluştan sonra buralara dönüş söz konusudur. Azerbaycan’ın Ermenistan’a yönelik, Türkiye’nin de desteklediği açıklaması şudur: Sürgün insanların anavatanlarına dönüşleri, onların temel haklarıdır. Zira söz konusu olan topraklar işgal edilmişti ve son müdahaleden sonra kurtarılmış topraklardır. Kısacası; Zengezar bugün içi çözülmeyen ama çözülmesi gerekli sorunlu arazidir.
ÇEVRE VE TARİHİ MİRAS AĞIR TAHRİP EDİLDİ
İkinci olarak, buralarda nüfusun yerleştirilmesi ve rehabilitasyonu kadar önemli olan bir diğer konu da hem çevre hem de tarihî mirasın ağır tahrip edilmiş olmasıdır; bu konudaki hukuki tebliğlerin tamamı yerindeydi. Söz konusu topraklarda, 1828 Türkmençay Antlaşması’na kadar, hatta I. Cihan Harbi’ne kadar olan durum tarihçiler tarafından ele alındı. Şu bir gerçektir ki Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Ermenistan Cumhurbaşkanı Nikol Paşinyan’la uzlaşma konusunda yapıcı bir tutum sergilemektedir; Türkiye de bu politikaya paralel bir çizgide ilerlemektedir. Aslında Güney Kafkasya’da içtimaî hayatın güvenliği ve iktisadî hayatın gelişmesi açısından üç cumhuriyetin işbirliği, çevre ülkelerin selameti ve kalkınması açısından da önemli bir garantidir. Çünkü bu konuda yetenekli toplumlar, bu üç cumhuriyet halkıdır.
‘TÜRKLÜK BİZİM MÜŞTEREK YURDUMUZDUR’
Bu toplantıda Türkiye hükümetinin görüşlerini en kesin ve veciz şekilde Sayın Efkan Âlâ ifade etti. Bir gün süren bu kongrede bence hepimizi duygulandıran en önemli açıklama, Azerbaycan parlamentomuzdaki Tenzile Rüstemhanlı’nın veciz tebliğiydi: “Şah İsmail Safevî de bizimdir; 8 yıllık saltanatında 80 yıllık büyük işler başaran Yavuz Sultan Selim de bizimdir. 19. yüzyıla kadar büyük şairlerimiz, filozoflarımız, müşterek tarihimiz böyle devam eder.” Gerçekten de, Nazım Hikmet’in kendini en çok vatanda hissettiği yer Azerbaycan’dır. Tenzile Hanım, “Türklük bizim müşterek yurdumuzdur” dedi.
Bu gibi toplantıların yalnızca üst düzeyde değil; başta akademiler, düşünce kuruluşları ve aydınların kurumları arasında sık sık seminerler ve görüşmeler şeklinde devam etmesi gerekir.
AHMET MINGUZZI DAVASI
İSVİÇRE’nin Lozan kentinde, göl kıyısındaki Palais de Rumine’de imzalanmıştır. Sevr Antlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ı dağıtıldığı için bir “saltanat şurası” toplanmış (orada tek kişi itiraz etmiştir; Maraşlı Topçu Rıza Paşa), ancak bu şuranın antlaşma metnini kabulü padişahın tasdikine sunulmadığı için İstanbul Hükûmeti tarafından da resmî olarak geçerli sayılmamıştır. Asıl tepkiyi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti göstermiştir. Hatta Sevr Antlaşması’nı imzalamak üzere giden heyeti, Ankara Birinci İstiklal Mahkemesi, vatan haini ilan ederek idamlarına hükmetmiştir. Yunanistan parlamentosu hariç, harb eden devletlerin hiçbiri de Sevr’i tasdik etmemiştir. Daha ilginci, Amerika Birleşik Devletleri Lozan Antlaşması’nı halen kendi kongresinden geçirmemiştir.
Lozan Antlaşması ile bugünkü Türkiye’nin sınırları belirlenmiştir. Ermeni devleti tanınmamış, Kürdistan konusu gündeme getirilmemiştir. Hatay ili hariç olmak üzere, doğu ve batı sınırlarımız bugünkü gibi tespit almıştır. Kıbrıs’taki İngiliz hâkimiyeti tanındığı için bu hüküm, ancak 1960’ta önce Londra-Zürih Antlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ve ardından 1974’teki fiilî müdahale ile Lozan’a aykırı şekilde yeniden düzenlenmiştir.
LOZAN’A AYKIRI YENİ HÜKÜMLER BEKLENEMEZ
Lozan görüşmelerinin ilk döneminde siyasi sınırlar büyük ölçüde sorun yaratmamıştır. Asıl tartışmalar borçlar meselesi ve kapitülasyonlar üzerindeydi. Bu noktada, kendi aralarında ihtilaflı olan İtilaf Devletleri bile Türkiye’ye karşı birleşmişlerdir. Dolayısıyla Lozan’ın asıl önemi, birinci görüşmelerin bu yüzden kesilmesinde ve ikinci turda da bu konudaki baskılara karşı taviz verilmemesinde yatmaktadır. Birinci görüşmelerde Lord Curzon’un ısrarı sonuç vermemiştir; Curzon ikinci görüşmelere katılmamıştır.
Lozan’da patrikhaneler konusunda açık bir hüküm yoktur. Patrikhanelerin Türkiye kurumu olduğu tespit edilmiştir. Komisyon konuşmalarının ilk safhasında, patrikhanenin yurtdışına çıkarılmasını İsmet Paşa’nın talep ettiği bilinmektedir. Ancak ikinci safhada Patrikhane Türkiye toprakları içinde kalmıştır. Bu gelişme yerindedir.
Lozan Antlaşması’yla, Türkiye, Mondros Mütarekesi’nde İngiltere’ye verilen rolü üstlenmiş; Boğazlar Komisyonu Başkanı olmuştur. Ancak boğazların savunmasında Türk ordusuna ya da herhangi bir askere görev verilmemiştir. Sivil bir kuruluş olan Boğazlar Komisyonu yetkiliydi. Pratikte askerlik dışı sorunlar yaratan bu statü, Türkiye’nin müdahalesi ve hukuki uyumunu ispat etmesiyle 1936’daki Montrö Antlaşması’yla değiştirilmiş; boğazların korunması Türk Bahriyesi’ne bırakılmıştır.
Lozan Antlaşması’nın hükümleri ve sonrasında yapılan
7 Mayıs 1945, Berlin’in düşmesi; Kızıl Ordu’nun Elba Nehri’ne kadar Alman Reich’ının topraklarını işgal etmesi ve ardından ortada kalan başkent Berlin’i ele geçirmesidir. Böylelikle Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı bitmiş sayılıyor.
Savaş, Sovyetler Birliği’ne ani şekilde geldi. 1941 Haziranı’nda, hazırlıksız bir şekilde Brest’ten Alman ordularının saldırısıyla başladı. Bu ani saldırıdan, Sovyetler Birliği’nin harbe hazırlanmadığı anlaşıldı. Molotov - Ribbentrop Paktı’na mutadın ötesinde fazla güvenmişlerdi. Oysa Hitler Almanyası’nın asıl amacı, eldeki Romanya petrolünün yetersizliği, kendi kömür havzasının İtalya gibi müttefiklerle paylaşılması dolayısıyla aynı şekilde tükeneceği düşüncesiydi. Bu nedenle Ukrayna’nın zengin kömür yatakları ve Bakü petrolleri hedeflenmişti.
Savaşa giren Kızıl Ordu’nun silah ve donanımı, düşman karşısında yeterli değildi. Dolayısıyla Almanya, pek de hak etmediği bir süratle ilerledi. Moskova, Leningrad (Petersburg) ve Stalingrad (Volgograd) hattı, Sovyetler Birliği’nin savunma hattı hâline geldi. Uzun harbi bütün safahatıyla burada ele alamayız. Kalabalık sayıda esir, Almanların elinde Cenevre Antlaşması hükümlerine iki taraf da uymayacağı için hiç de insani ve askerce olmayan şartlarda ayrı kamplarda tutuldu.
Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu getiren Nazi Almanyası’nın koşulsuz teslim oluşunu kutlamak için Opera Garnier önünde toplanan Parisliler.
TÜRKİYE SAVAŞIN DIŞINDA KALDI
Almanya, işgal ettiği topraklarda -özellikle Ukrayna’da- sevinçle karşılandı. Rusya’da ise çok gaddar bir işgal sistemi yürüttü. Bununla birlikte, Sovyetler de çok gaddar bir işgal sistemi uygulandı. Ancak Sovyet Rusya, Batı dünyasıyla ittifak sistemi içine girdi. İran işgal edildi. Batıdan askerî yardım bu yolla Sovyetler’in güneyine ulaştı. Ağır sanayi tesisleri, hatta Bilimler Akademisi bile Kazakistan’a nakledildi. Seferberliğin ağır şartları içinde, bir müddet sonra İngilizler (Montgomery) El-Alameyn’de Mareşal Rommel’i durdurdular. Amerika’nın da savaşa girmesiyle Avrupa’daki harp, Almanlar aleyhine dönmeye başladı. Sovyetler Birliği, kalabalık ordusunun teçhizatını kuvvetlendirerek bilhassa 1943 kışından itibaren Stalingrad’da Almanları durdurdu. Leningrad ile Moskova kendini savundu ve savaş aslında, 1942 sonundan itibaren Almanya aleyhine döndü.
Türkiye savaşın dışında kaldı. Rusya ile bir saldırmazlık paktı elde etmeye muvaffak olamamıştık. Sovyetler Birliği bu anlaşmayı yapmadı. 1941 Haziranı’nda Almanların Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye’deki gergin ve endişeli bekleyiş sona ermiş; İsmet Paşa’ya sabaha karşı haber bildirildiğinde, sinirli bir insanın boşalması gibi uzun bir kahkaha attığını söylerler. Ardından da zeybek oynamış. Harbin dışında kaldığımız artık açıktı.
Yine de her şeye rağmen, eski bir devletin akıllı kurmaylarının idaresindeki Türkiye, birçok Balkan ve Orta Avrupa devletçiğinin yaptığı gibi Almanlara yanaşma fiilini gerçekleştirmiş değil.
İstanbul’un 16 Mart’ta İngilizler tarafından yeniden işgali ve Britanya Komiserliği’nin bütün İstanbul’un üst kademe komutasını ele almasına rağmen; özellikle Balkan ordusunun galibi, mareşal Franchet d’Espèrey’nin sık sık müdahaleleriyle – Suriçi İstanbul’da daha farklı bir ortam gözetlenebiliyordu. Bu durum, işbirliği yapan millî kuvvetlerin hem istihbarat sağlama, hem geçenlerin organizasyonu ve örgütlenip kaçırılması, hem de silah nakli konusunda daha aktif olabilmelerini sağlamıştır.
İNGİLİZLER BOĞAZLARIN KONTROLÜNDE ACIMASIZDI
İngilizler, boğazların kontrolü konusunda son derece acımasızdı. Özellikle İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e giriş noktasında bu durum açıkça görülürdü. Buna rağmen, 5 Temmuz 1920’de millî kuvvetler, Beykoz’un doğusunda yer alan Selviburnu Karakolu’nu işgal ettiler. Buradaki İngiliz ve Yunan kuvvetleri, kısa bir çatışmadan sonra Beykoz’u boşaltmak zorunda kaldı. Boğazdaki İngiliz filosu Türk mevzilerini top atışına tuttu; ancak milliyetçiler geri çekilmedi. Aynı saatlerde başka bir milliyetçi grup, İstanbul’un doğusunda Maltepe’ye baskın düzenledi.
Boğaz’da İngiliz işgal kuvvetleriyle – özellikle Pencablı askerlerle – Kuvâ-yı Milliyeciler arasında silahlı çatışma yaşandı. 10 bin ila 20 bin kişinin akın akın Rumeli tarafına geçmeye çalıştığı not ediliyor. Millet Meclisi’nin açılışından ve faaliyete geçmesinden sonra İstanbul’daki en mühim ayaklanma ve direniş budur. Bu olay, cephedeki düzenli ordunun kuruluşu sırasında İtilaf Devletleri’nin işgal kuvvetlerini en çok sarsan gelişme olarak nitelendirilmektedir.
Erhan Çifci arşivi.
Askerî tarih uzmanı Dr. Erhan Çifçi
PAZARTESİ sabahı saat 08.00’de Roma uçağındaydım. İki saat sonra indik. Uçak havadayken Papa’nın ebediyete intikal ettiği bildirildi (Roma, 7.35). Bir hareketlenme oldu. Ancak doğrusu, nüfusu dört milyona yaklaşan bu şehrin, Paskalya tatili turistleri de varken Roma’nın günlük hayatını çok etkilediğini söylemek mümkün değil. Ancak merkezde, St. Pietro ile Tiber Nehri’nin iki yakası arasında bir hareketlilik vardı.
Geliş sebebimiz olan faaliyetimiz olan “Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya (Da Roma alla Terza Roma) Konferansı”nın Capitol’deki sabah oturumu iptal edildi. Oturuma başkanlık edecek olan Kardinal Agostino Marchetto, bu ölüm dolayısıyla orada bulunamayacaktı. Ama ilginçtir, kilise adamları hiçbir işi yarım bırakmaz, ciddilerdir. Oturumlar öğleden sonra üniversitenin başka bir kampüsüne taşındı ve Kardinal Marchetto geldi. Böylece oturum devam etti.
Papa Francis, 2014 yılında Türkiye’yi ziyaret etmişti. Papa, İstanbul Harbiye’deki Kutsal Ruh Kilisesi’nde barışın sembolü olarak güvercin uçurmuştu.
PRATİK YÖNÜYLE TANINIYOR
Papa hakkında yazılanlar; “ultimi” dedikleri marjinallerin ve yoksulların papası, “Il Papa della gente” yani “halkın papası” şeklindeydi. Bunun yanında bazı başka yorumlar da daha geri planda yapılıyordu ama ağırlıklı olarak şu konular konuşuluyordu: “Ukrayna’yı değil, Rusya’yı destekledi”, “Avrupa karşıtıydı”, “Dünyanın güneyinden geliyordu (yani Latin Amerikalıydı)”. Kardinal seçimlerinde bile bu tutumu görülüyordu; kadınları rahip yapmak istedi. Bu, kabul edilemez. “İsa erkektir, rahipler de bir anlamda onun vekilidir” diyorlar muhafazakârlar, ama mütereddid olanlar daha çok.
Papa, pratik yönüyle tanınıyor. Güney Amerika’nın şartları içinde yetiştiği açık. Cizvit ama alışıldık Cizvitler gibi üniversiteye kapanan araştırmacılardan ya da misyonlarda propaganda yaparken dünyayı tanıyanlardan değildi. Ne Cardinal Ratzinger gibi birçok dil bilen ve derin felsefi çalışmalara sahip biri, ne de Polonyalı Papa II. Jean Paul gibi dünya politikasına hâkim biriydi. Ancak kendine özgü bir kişiliği olduğu kesin. Türkiye’ye geç kalmış gibi görünen ziyaretini neden bu kadar dikkatle ve özlemle beklediği ise bilinemez.
İkinci gün daha ilginç bir gelişme yaşandı: Televizyonlarda son dakika haberi olarak, İsrail’in başsağlığı taziye mesajını iptal ettiği duyuruldu.
Hülasa, vefat eden Papa’nın kilisede bir devrim yaptığı söyleniyor. Mutlaka, kendisinden önceki Papa XVI. Benedictus’a ve II. Jean Paul’a kıyasla daha “