PAZAR günü, ayın 16’sında, Floransa Operası’nda Vincenzo Bellini’nin Norma operasını dinledik. Başrollerden birinde Mert Süngü vardı. Tanıdığımız arkadaşlardan biri de Bari’deki opera orkestrasında kemancı bir İranlı sanatçıydı; Mervit Nesnas.
GENÇLERİMİZE BAKALIM
Dünya artık eski dünya değil. Bir zamanlar Avrupa’nın kendi çevresine sadece Japonlar karışırdı. Bugün ise sanayiden sanata, müziğe kadar, bir zamanlar “oryantal” diye anılan Rusların ve Japonların yanında artık Türklere ve İranlılara da rastlanıyor. Üstelik bu durum istisna değil. Gerek siyasi çalkantılar, gerek ekonomik sıkıntılar, gerekse insan hayatındaki en masum isteklerden biri olan değişiklik arzusu, ülkelerin seçkinlerini harekete geçiriyor. Yanımdaki dostlarımdan Emre ile Lale’nin kızları Milano’da başarıyla okuyor. İtalya’nın en seçkin kurumları Milano’da yer alıyor ve bu seçkin kurumlarda da Türkler var.
Doğrusu, 40 yaş üzerindeki neslin içinde altın değerinde insanlar çıkıyor. Hâlâ böyleyken belediyeden merkezî idareye neden yaşı geçmiş, yarım yamalak tahsilli kasaba politikacıları ısrar ediliyor, bunu anlamıyorum. Biraz da gençlerimize -hem de büyük fedakârlıklarla yetiştirdiğimiz kendi gençlerimize- bakalım.
İtalya’da hava buradakinden daha soğuktu. Buna rağmen Roma üzerinden Bari’ye geçiyoruz. Abruzziler denen dağlık bölge, Avrupa’daki kurtların son uluduğu yerdir. Feodal İtalya’dan kalma şatolar ve kasabalar ormanların arasında yer alıyor. Güneye aşağıya doğru indikçe Güney İtalya’nın subtropikal iklimi ve coğrafyası ortalığı kavuruyor.
İtalya, Avrupa’nın anasıdır ama bizim bildiğimiz Kuzey Avrupa ile pek ilgisi olmayan bir ana. Elli yıldır güney ve orta İtalya’ya gelip giderim. Her zaman bir yönüyle, sıcaklığıyla bize, yurdumuza daha yakın olduğunu hissettirir. Öğrenci kalabalığımız fazla ve gayretliler. Ancak eskiye göre kötü bir yanları, İtalyancayı kötü bir aksanla konuşmaları. Bu, Türk aksanı değil; Türkçedeki sesli harfleri düzgün telaffuz edememekten kaynaklanan bozuk Türkçenin İtalyancaya yansıması. Dışarı çıkan gençler önce Türkçeyi doğru konuşmayı öğrenmelidir.
BÜTÜN Rönesans devri mimarları içinde Mimar Sinan’ın yapılarında, zarafetten ve mühendislik başarısından önce şehirciliği göze çarpar. Onun kadar çevreye uyum sağlayan ve aynı zamanda çevreyi şekillendiren bir mimar bulmak zordur. Edirne’deki Selimiye Camii bunun en güzel örneklerinden biridir. Avrupa seferleri yolunda hem orduyu hem gelip geçenleri, sefaret heyetlerini ve kervanları ihtişamıyla karşılayıp uğurlayan bir yapı olarak düşünülmelidir.
STATİK DENGEYİ KORUYAN BİR USTAYDI
20. yüzyılın ünlü mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın, megaloman bir söylem gibi görünen şu sözlerinde bazı hakikatler yatar: “Yeryüzüne iki mimar gelmiştir. Biri Osmanlı mimarı Sinan, diğeri ise ben. Onu çıkarırsak mimarlıkta çok şey değişir. Mimarlıkta çığır açan yalnızca Mimar Sinan ve benden başka doğru dürüst bir mimar yetişmedi.” Wright’ı bu görüşe sevk eden, gökdelenleriyle 20. yüzyıla damga vuran, geniş kitleleri hayran bırakan, teknolojik üstünlük ve mühendisliği ciddi ölçüde barındıran bir mimarlık anlayışıdır. Sinan’ın ardındaki miras ise oldukça ilginçtir.
Kubbe fikrini yeryüzüne Romalılar getirmiştir. Ancak Roma’daki Pantheon’un geniş çaplı kubbesi, kemer ve sütunlara dayanan bir yapıdan ziyade, kitlesel bir desteğe, yani silindirik bir temele yaslanır. Aradan 9.5 asır geçti. İnsanlık, Ayasofya gibi bir yapıyı ne mühendislik ne de estetik açıdan aşmayı başarabildi. Doğu ve Batı medeniyetleri yüzyıllarca Ayasofya’ya hayranlıkla baktı. Nihayet Floransa’da Filippo Brunelleschi, büyük bir mühendis, usta bir yönetici ve yetenekli işçileriyle, Floransa’daki Duomo’yu (Basilica di Santa Maria del Fiore) inşa ederek insanlığın Ayasofya karşısındaki acziyetini telafi etti. Ancak estetik anlamda insanlık gerçekten de Mimar Sinan’ı beklemek zorundaydı.
Sinan, malzemeyi son derece tasarruflu, temiz ve sağlam kullanan, mühendisliğiyle Ayasofya’nın dahi statik dengesini koruyan bir ustaydı. Onun eserlerinde, silüetindeki saflık ve ihtişam, çevresiyle uyumu ve aynı zamanda ona yön verme gücü, gelecek yüzyıllara dahi etki edecek bir mimari anlayışın temel taşlarını oluşturdu.
Sinan’ın zirve eseri Süleymaniye’ydi. Ardından, Muhteşem Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim, ona Selimiye’yi yaptırdı. Edirne, Avrupa’ya yürüyen Osmanlı ordularının sevk ve komuta merkeziydi. Aynı zamanda tüccarların, kervanların ve bütün Rumeli’nin İstanbul’dan önceki toplanma noktasıydı. Peki, Sultan II. Selim, payitahtı Edirne’ye mi taşımayı düşünüyordu? Selimiye, her zaman İstanbul’un şaşaalı karşılayıcısı oldu.
1878’de Rus orduları Edirne’ye girdi. Plevne’nin şanlı savunmasının ardından karanlık bir dönem başladı. Mütareke süresince Edirne, Ayastefanos’tan Berlin Antlaşması’na kadar Rusların elinde kaldı. Birkaç ay içinde, Sinan’ın çok sevdiği İznik çinisi panoların hatırı sayılır bir kısmı Rusya’ya taşındı.
BU hafta Almanya’da Berlin, Düsseldorf ve Köln’de vatandaşlarımıza konferanslar verdim. Daha çok, onların ülkedeki durumlarını tartıştık. Tezlerim ve telkinlerim açık: “Almanya size bir ufuk ve yer açtı, siz de bunu iyi değerlendirdiniz. Göçmen işçi grubunu oluşturanlar açısından Almanya, Türklere sahip olmakla kendini talihli hissetmelidir. İnsanlarımız çalışkan, disipline uyuyor ve suç işleme potansiyelleri çok düşük. Kazandıklarını biriktirerek ülkenin ekonomisine katkıda bulunuyorlar. Altmış senedir soğuk bir muameleyle karşılaşmalarına rağmen birlikte yaşamaya başladılar. Sıcakkanlılıkları dolayısıyla kendi çevrelerini kazanmaya başladılar.”
AVRUPA AKLINI BAŞINA ALMALI
Kuzeybatı Avrupa, bir sınıf toplumudur. Bir yabancı için tutunmak ve girişken olabilmek zordur; buna rağmen başarılılar. Ancak karşı taraf, onlarla bütünleşmekte başarılı değil. Hazin manzaralarla karşılaştım. 14 yaşlarında bir çocuğumuz, okulunda Türkçe dersinin kaldırıldığını söyledi. Zaten ders seçmeliydi. Gidip ilgili otoritelerle konuşmaya kalksanız, saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz mazeretler ileri sürerler: “Almancanın gelişmesine mâni oluyor” gibi. Sanki Alman liselerindeki Almanların hepsine kusursuz Almanca ve edebiyat öğretiliyor, herkes dili bülbüller gibi konuşuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa liselerinin kalite kaybettiğini, hatta bunun Jacques Chirac gibi akıllı önderlerin ifadesiyle “politik hayatta bile bir seviyesizliğe sebep olduğunu” herkes söyler. İçinize giren bir azınlığın kendi dilini öğrenmesinden kime ne zarar gelir? Maalesef dünya değişiyor ama Almanya’nın bazı konularda kafası hâlâ eski. Bu eski zihniyetle de çağdaş gelişmeleri kavramaları ve modern sorunları çözmeleri mümkün görünmüyor.
Karnaval gününe denk geldik. Çalışan sınıfların eğlenme ve dinlenme imkânı maalesef her yerde sınırlı. Bütün bir yıl boyunca mütevazı karnaval kıyafetlerini giymek için hazırlanmışlar. Bilhassa çocuklar, bu gibi törenleri dört gözle bekliyor. Ya mart ayının başında sert bir hava gelir ya da pazartesi günü Mannheim’da olduğu gibi (bu kaçıncısı!) delinin biri çıkar, çarşı pazarda arabasıyla insanları biçer. Akşam saatlerinde dağılan karnavalı ve daha çok da mahzun çocukları gördüm. Pek dayanılır bir manzara değil. Belli ki bu toplumlar artık çocuklarını mutlu edememeye başladılar. Daha önce ne kadar mutluydular, onu da bilmiyorum. Bugün övünme günü değil. İnsanlığı ortak problemler ve mağduriyetler bekliyor. Avrupa, aklını başına toplamak zorunda.
Hakan Fidan’ın Londra’daki toplantıya katılıp söyledikleri, bizce artık fazla tekrar görünüyor. Avrupa devletlerinin, askerliğin yalnızca elektronikleşmiş bir sanayiden ibaret olmadığını anlamaları gerekiyor. Üstelik bu alanda da geri kalmaya başladıklarını kabul etmeleri şart. Asıl mesele, savunma gücünü oluşturacak kendi yurttaş kitlelerini tanımak ve değerlendirmektir. Türkiye Avrupa’da en büyük ordu ve savunma gücüyle ortada. Askerî sanayiye de son on yılda değil, uzun zamandır hazırlanıyor. Hâlâ bu menfi ve itici tavırlarını anlamak çok zor.
GÜÇ KAZANMA SEÇENEĞİ ORTADA
Amerika’nın Avrupa üzerindeki baskısı, ABD Başkanı Donald Trump ve ekibinin basitliği ve mahalle üslubuna rağmen, aslında beklenen bir reaksiyon olmalıydı.
Geçen perşembe, 20. yüzyıl Türkiye tarihçiliğinin en önemli simalarından biri olan Feroz Ahmad aramızdan sessizce ayrıldı. Uzun bir süredir Türkiye’deki üniversitelerde hocalık yapıyordu. Eşi Bedia Turgay Ahmad Hanım’dır. Feroz Hoca’nın “Modern Türkiye’nin Oluşumu, Genç Türkler ve Osmanlı Milletleri: Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Yahudiler ve Araplar, İmparatorluktan Cumhuriyete, İttihat ve Terakki, Jön Türkler” gibi önemli kitapları bulunmaktadır. Hiç şüphesiz, İttihatçılık ve Cumhuriyet rejimi arasındaki kadroların oluşumu ve geçişteki ayıklanmalar konusunda en ciddi eserlerden biri de onun kitabıdır.
BERNARD LEWİS HOCASIYDI
Feroz Ahmad, pek dile getirmezdi ama Delhi Müslüman aristokrasisine mensuptu. Hatta bildiğim kadarıyla babası Nuruddin Ahmad, Delhi’nin son Müslüman belediye reislerinden biriydi. Kurtuluştan önce Delhi, Babürlü Hindistan’ın Müslüman kültürünü ve elitlerini barındıran önemli bir şehirdi. Lahor’da da Hintliler vardı. Mübadele süreciyle bu iki şehir büyük değişim geçirdi. Bir diğer önemli merkez ise Haydarabad’dı. Bu üç şehir, Müslüman Hindistan’ın bıraktığı son miras niteliğindedir. Feroz Ahmad, Mısır’ı incelemek istemiş, ancak hocası Bernard Lewis ona Türkiye’yi tavsiye etmişti. Bu yönlendirme isabetli olmuştu.
Günümüzde bir moda var:
61. Münih Güvenlik Konferansı’nda ortaya çıkan tablo oldukça çarpıcıydı. ABD Başkan Yardımcısı James David Vance, bilinen hoyrat tavrıyla diplomasiye ve diplomatik üsluba uzak bir konuşma yaptı. Bu üslup, ABD’yi veya Donald Trump’ın siyasetini daha ne kadar sürdürebilir, tartışmaya açık bir konu. Ancak şu bir gerçek ki, ABD şu mesajı veriyor:
“Ben Suudi Arabistan’da Putin’le görüştüm. Bu savaş herkes için büyük bir mali yük oluşturuyor. Zelenski sahtekâr. Seçime karşı bir diktatör. Ukrayna’yı taşımak zorunda değiliz.”
Şüphesiz bu üslup, Putin’e göre daha sert görünüyor. Aslında Putin’in kendisi de Ukrayna sorununa tahammülü olmayan bir Rus politikacısı. Daha tarihî bir bakış açısına sahip. Trump ise gerçek bir ABD’li iş insanı. Bütün odak noktası para. Her şeyi hesaplıyor. “500 milyar dolarım gitti” diyor. Zelenski ise “Hayır, sadece 100 milyar dolar” diyor. Muhtemelen Ukraynalı haklı. Ama Trump’un böyle bereketsiz bir kazana 100 milyar dolar daha yatırmaya niyeti yok. Bütün amacı, Ukrayna’nın kalan maden zenginliklerini ele geçirmek. Elbette Ukrayna’yı bu duruma getirenin bizzat ABD olduğunu ise göz ardı ediyor.
Büyük devletlerin diplomaside tutarlılık ve devamlılık ilkesi bilinir, ancak bu artık ABD için geçerli görünmüyor. Yeni takımı “Seçimi biz kazandık, biz başkayız” diyerek yeni bir dünya düzeni kurma havasındalar.
BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ KALMALIYIZ
Değerli meslektaşım ve öğrencim profesör
BİR nesilde, surların içinde bir milyon nüfusa sahip olan İstanbul’dan, Bakırköy-Yeşilköy hattına; Galata-Beyoğlu’nun dışına, sahilden Yeniköy-Tarabya ve Sarıyer’e; karşıda ise Üsküdar, Boğaz’ın Anadolu yakası ve en fazla Kartal’a kadar uzanan bir şehirden, etrafındaki mega kentlerle iç içe geçen, gireni çıkanı günlük 30 milyonu bulan bir metropole ulaştık. Buna “Kozmopolit İstanbul” diyorlar. Ne büyük bir özenti! Tıpkı Avrupa’da gezen herkesin kendisine “expat” demesi gibi.
Oysa İstanbul artık kozmopolit değil; bir milyon nüfusa sahipken kozmopolitti. Akdeniz’in büyük ülkelerinden gelen halklar, farklı dinler, kendilerine özgü renkler, sözlü ve maddi kültürel zenginlikleriyle aynı potada yoğruluyordu. Bugün ise şehir tam anlamıyla bir kaosa dönüştü; burada ölenlerin kimler olduğu bile belli değil. Üstelik yetmezmiş gibi milyonlarca insan daha buraya ekleniyor. Oysa kendi sınırlarımız içinde yaşayanların bile bu şehre uyum sağlayamadıkları, bunun ciddi bir sorun teşkil ettiği açık. İstanbul artık yalnızca çok nüfuslu değil, aynı zamanda yüksek suç oranlarına sahip bir şehir hâline geldi; tıpkı Brezilya’nın Sao Paulo’su ya da Orta Amerika’nın New Mexico’su gibi.
SUÇ TABLOSU GÖZLER ÖNÜNDE
Kahire, İskenderiye ya da Kalküta ile kıyaslamıyorum; çünkü bu şehirlerde hâlâ gelenekler hâkim. Ancak İstanbul, Hindistan’da eski bir kültür merkezi olan ve zamanla yozlaşan Delhi ile benzerlik gösteriyor. Orada da her türlü suç, serserilik ve şiddet açıkça sokaklarda sergileniyor. Yeni Delhi’de sokak ortasında insan döverek soyanlar, öldürenler, toplu taşımada kadınlara yönelik taciz ve saldırılar artık sıradan manzaralar hâline gelmiş durumda.
Bu noktada İçişleri Bakanlığını suçlayamayız. Polis ne yaparsa yapsın, ortaya çıkan suç tablosu ortada: Motosikletli kuryeye kızan biri, onu arabasıyla eziyor; yapanın sabıka kaydı iki rakamlı. İstanbullu modeli olarak gururla gösterdiğimiz bir ailenin 15 yaşındaki oğlu Mattia Ahmet Minguzzi, kendisine laf atan iki mahlûka sadece “Pardon kardeşim” dediği için bıçaklı saldırıya uğruyor. Beş yerinden ölümcül şekilde bıçaklanıyor, yetmiyor, saldırganlardan biri yaralı hâlde yerde yatan çocuğu tekmeliyor. Peki, bu kin neden?
Araç sürücüsü, aynasını kıran motosikletli kuryeyi ezdi.
Etrafına bu kadar kin duyan insanların, bu şehre gelişlerindeki derbederliği ve düzensizliği kim izah edebilir?
SON günlerde basınımızda yer alan ve bazı gözlemciler tarafından abartılarak değerlendirilen Santorini’deki depremler hakkında bizim tarafımızdan söylenecek fazla şey yok. Haber kaynaklarımızın yetersizliği malum. Dünyaca ünlü jeologumuz Celal Şengör’ün ifadesine göre, “Deprem gerçek olduğu takdirde tsunami beklenebilir. Bunun etkisi Ege adalarına ve kıyılarına kadar görülebilir.”
Gerçekte, Santorini Adası’nın çöküşü, daha doğrusu volkanik kısmının patlaması, tarihî çağlarda meydana gelmiştir. Bu olayın MÖ 6. yüzyıl civarında gerçekleştiği düşünülmektedir. Ortaya çıkan çukur, yani caldera, o kadar derin ki gemilerin bu adalara demirlemesini imkânsız kılıyor. Turist gemileri yolcularını adaya bırakırken sürekli tur atmak zorunda kalmaktadır. Şehir tamamen volkanik kalıntılarla örtülüdür. Bu tür sönmüş volkan kalıntılarını Batı Anadolu’da da görmek mümkündür. Özellikle eski Lidya bölgesinde, yani bugünkü Ege’nin antik Sardis şimdiki Kula mıntıkasında benzer oluşumlar mevcuttur.
İNSANLAR LAVLAR İÇİNDE KALDI
Akdeniz bölgesinde Pompei’de MS 79 yılında şiddetli bir deprem yaşanmış ve bu felaket Roma İmparatorluğu döneminde büyük yıkıma neden olmuştur. İlginçtir ki, antik dönemin iki büyük coğrafyacısı, amca-yeğen Plinius’lardı. Bu deprem sırasında amca Plinius donanma komutanıydı ve felaketzedeleri kurtarmaya çalışırken hayatını kaybettiği söylenir. Diğeri ise bu bölgede depremi gözlemlemiştir. Uzun süredir emareleri görülen bu deprem ciddileşince, yaklaşık 20 bin kişilik nüfusun önemli bir kısmının şehri terk ettiği anlaşılmaktadır. Kalan birkaç bin kişi ise lavlar altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Napoli Müzesi ve bölgedeki yerel müzelerde bu felakete ait kalıntılar sergilenmektedir. Şehir, klasik Hippodamos sistemine göre inşa edilmiştir; villalar, evler ve yaşam tarzı Roma İmparatorluğu’nun tipik bir örneği olup UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır.
Akan lavlar, 7-8 metre kalınlığında bir tabaka oluşturmuştur. Bu, kıyı bölgesinde açıkça görülebilen bir oluşumdur. 7-8 metre lav örtüsünün altında kazılar hâlâ devam etmekte olup, daha uzun yıllar süreceği öngörülmektedir. İç kesimlerine doğru ilerledikçe lavların kalınlığı 700-800 metreyi bulmaktadır. Bu bölge oldukça verimlidir. Lav kalıntılarının toprağı daha bereketli hâle getirdiği de görülür.
Akdeniz dünyası, yani Türkiye ve İtalya gibi bölgeler, genellikle sönmüş volkanların bulunduğu yerlerdir. Ancak Etna, Napoli civarındaki Vezüv, Stromboli gibi hâlâ aktif olan volkanlar da mevcuttur. Bu volkanların ne zaman patlayacağı belirsizdir. Yunan adaları arasında yer alan Santorini ise doğrusu, bir volkan patlamasının beklendiği bir bölge değildir. Bu nedenle, burada meydana gelen 5.2 büyüklüğündeki bir sarsıntının volkanik bir aktiviteye, lav püskürmesine yol açacağına dair bir beklenti oluşmamalıdır. Ancak bu konuda tartışmalar henüz tam olarak sonlanmış değil. Yine de ada güvenli ilan edilmiştir.
Akdeniz dünyasının en ilginç olaylarından biri, antik kentlerden biri olan ve İtalya’nın yerli halkı olan Samnitler tarafından genişletilen
SON olay birçok kişinin dikkatinden kaçmamıştır; Romanya, toplum olarak Batı Avrupalılar, özellikle Latin Avrupa ülkeleri gibi yaşamaya ve kendini bu kimliğe büründürmeye meyillidir. Bu konuda haksız sayılmaz. Tarih boyunca, Romanya’nın hâkim dinî inancı ve kilisesi doğuya daha yakın bir konumda olsa da, konuştukları dil Portekizce ile birlikte, klasik Latinceye en yakın olanıdır. Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca gibi diller de kelime ve deyim açısından Latinceye yakındır, ancak cümle yapısı ve dilin kuruluşu açısından Romence ve Portekizcenin Latinceye daha yakın olduğu bilinir. Romanya, Batı müziğine, tiyatrosuna, düşüncesine ve edebiyatına yoğunluk ile bütünleşen bir ülkedir.
İki dünya savaşı arasındaki ittifaklar Romanya’nın başına büyük sorunlar açsa da bazı kazanımlar da sağlamıştır. Bu ilginç Balkan ülkesinin içinden çıkılmaz trajedisinin son halkalarından biri, küçük bir olayda daha görünmektedir. Hollanda’nın çok da tanınmayan bir müzesi olan Drents Müzesi (Assen kentinde bulunur), Romanya müzelerinin gerçekten değerli tarihî eserlerinden bazılarını – aralarında MÖ 450’ye tarihlenen Cotofenesti Altın Miğferi ve üç kraliyet bileziğinin de bulunduğu objeleri– teşhir için ödünç almıştır. Son zamanlarda bu tür ödünç verme işlemlerinin sayısı artmıştır, ancak mübadeleye konu olan eserlerin değeri de düşmeye başlamıştır.
SERGİ MÜBADELESİNE HEP KARŞIYDIM
Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürlüğüne geçtiğimde (2005 yılı), sergi düzenleme konusunda öncü olan bazı meslektaşlarımla görüş ayrılığı yaşadım. Hatta bu konuda bakanlığa da şikâyette bulundum. Atilla Koç bu konuda anlayışlı davrandı, ardından gelen Ertuğrul Günay da aynı şekilde destekleyici oldu. Eski medeniyetlere ait eserler barındıran müzeler olarak, yurtdışında sürekli sergi açma teklifleri alıyorduk; Ancak ben bu tür mübadelelerde tek taraflılığa karşıydım. Biraz biz alıp seyredip faydalanalım diyordum. Örneğin, Çin porselenlerini isteyenler oldu; ya örneklerin sayılarını azalttık ya da hiç vermedik. Özellikle Çin’in kendisine eser göndermeyi uygun görmedim, çünkü bana göre sergi mübadelesi için güvenilir bir ortak değildi. Bu sadece benim kişisel görüşüm değil, dünya müzelerindeki meslektaşlarımın da ortak fikriydi.
Batı Avrupa ülkeleriyle ise mübadele yapmak için müşterek konulu sergi tekliflerinde bulunurdum, ancak genellikle bunu zahmetli bulurlardı. Bugün Batı müzeleri, bir yandan yavaşlayan bürokrasinin, diğer yandan da finansal yüklerin ağırlığını taşıyan kurumlar hâline gelmiştir. Ortak bir konu için objeler sunmaya karar verdiğinizde, işlemler ve sigorta maliyetleri hızla yükselir ve çoğu müze bu sorumluluğu üstlenmek istemez.
ÖNEMLİ MÜZELERDEN ESERLER GETİRDİK
Bu kötü alışkanlık, Franco dönemi İspanyası’nda başladı. Dünya, Franco’nun antidemokratik rejimi nedeniyle İspanya ile resmi ilişkileri kesme yolunu seçmişti. Ancak, Prado Müzesi gibi Avrupa kültürünün zenginliklerini barındıran müzelerden ödünç eser almayı çok seviyorlardı. İspanya’nın diplomatları da bulundukları başkentlerde hem yerel yetkililerle hem de Madrid’deki merkezle yakın ilişkiler kurmak amacıyla bu tür sergilerin açılmasını can-ı gönülden teşvik ediyordu. Sonunda Prado Müzesi, adeta bir “paketle gönder, paketleri aç” servisine dönüşmüştü. Ben ve arkadaşlarım ise Türk müzelerinin böyle bir konuma düşmesini istemedik ve “Biraz da başkaları bizim eserlerimize değil biz onlara hayran kalalım” sloganını benimsedik. Bu konuda selefim Dr. Filiz Çağman’ın desteğini rahmetle anıyorum.